468 - Hashimoto Tiroiditi ile Takipli Vakada Yüksek Doz Levotiroksin İhtiyacı: Laktoz İntoleransı - 2023

Safiye Kızışar Yılmaz, Gökçen Nailer Ertuna, Fatma Dilek Kahramanca, Şefika Burçak Polat, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, PB-34.

Giriş: Hipotiroidi dünya çapında yaygın bir hastalık olup levotiroksin ile tedavi edilmektedir. Bazı hastalarda ise malabsorpsiyon sebebiyle ilaç dozunu ayarlamak zor olabilmektedir. Yüksek doz levotiroksin ihtiyacı olan hastalarda çölyak hastalığı ve laktoz intoleransı başta olmak üzere malabsorpsiyon, ilaç uyumsuzluğu gibi sebepler açısından hasta değerlendirilmelidir.

Vaka: Yaklaşık 2 yıldır Hashimoto tiroiditi ile takipli 20 yaşında kadın hasta, 2 yıl boyunca levotiroksin tedavisini düzenli ve uygun şekilde almasına ve tedrici olarak levotiroksin dozu artırılmasına rağmen TSH düzeylerinin yüksek seyretmesi nedeniyle malabsorpsiyon açısından değerlendirilmesi planlandı. Hastanın çölyak antikorları negatif olarak sonuçlandı. Helicobacter pylori antijeni pozitif saptanan hasta eradikasyon tedavisi aldı; fakat 275 mcg levotiroksin tedavisi almasına rağmen TSH yüksek seyretmeye devam etmesi üzerine servise interne edildi. Hastanın sorgulamasında her gece süt içtiği öğrenildi. Süt içtikten sonra hafif şiddette karın ağrısı, bazen ishal şikayetlerinin olduğunun öğrenilmesi üzerine hastanın diyetinden laktoz içeren ürünler elimine edildi. Laktoz eliminasyonu sonrası yaklaşık 10 gün sonra hastada 275 mcg levotiroksin ile hipertiroidi geliştiği gözlendi. Hastanın bu süre içinde karın ağrısı, ishal şikayetlerinin tekrarlamadığı öğrenildi. Hastanın levotiroksin tedavisine ara verildi. Yaklaşık 1 aylık yakın takiple ilaçsız izlem sonrasında hastaya 75 mcg levotiroksin başlandı. 75 mcg levotiroksin ile ötiroidi sağlanan hastanın poliklinik takiplerine devam edilmektedir.

Sonuç: Hipotiroidi ile izlenen ve yüksek doz levotiroksin tedavisi altında TSH düzeyleri yüksek seyreden hastalarda laktoz intoleransı akla gelmelidir.

467 - Graves Hastalığı Olgusunda Papiller Karsinoma İlişkili Atipik Subakut Tiroidit - 2023

Müge Keskin, Kübra Solmaz, Cevdet Aydın, Ferit Taneri, Banu Bilezikçi, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, PB-32.

Amaç: Subakut tiroidit(SAT), tirotoksikozla seyreden, tiroidin ağrılı inflamatuar hastalığıdır. Papiller tiroid karsinomlu(PTK) hastalarda SAT insidansının tahmin edilenden sık olduğu düşünülmektedir. Graves hastalığında(GH), tiroid kanseri insidansı %0,15-%15’dir.

Olgu: 31 yaşında kadın hasta, postpartum 10. ayda dahiliye bölümüne adet görememe şikayetiyle başvurmuş. Tirotoksikoz saptanarak kliniğimize yönlendirilmiş. Özgeçmişinde özellik yok. Soygeçmişinde kız kardeşinde Graves hastalığı mevcut. FM›de TA 120/80mm/Hg, nabız 83 atım/dk. Laboratuvar değerleri TSH:<0,008mU/L(0,55-4,78), sT4:2,39ng/dl(0,89-1,76), sT3: 11,75ng/L(2,3-4,2), aTG: 2,7 IU/ml(<1,3), aTPO: 10235U/mL(<60), TSI: 6,34 IU/L(0,1-0,55), TSH reseptör antikoru:3,63IU/L(<1,5) idi. On gün sonra sağ tiroid loju üzerinde şiddetli ağrı şikayetiyle başvurdu. FM’de sağ tiroid loju hassastı. Tiroid ultrasonografisinde(US) sağ lob superior anteriorda 7x12x18mm ve sağ lob inferior anteriorda 5,5x10x15mm hipoekoik heterojen alan, sol lob superiorda 16x24x25mm kistik dejenerasyon alanları içeren izoekoik nodül, sol orta pol inferioru dolduran 22x38x44mm kistik dejenerasyon alanları içeren izoekoik nodül saptandı. TSH: <0,08mU/L, sT4:2,52ng/dl(0,89- 1,76), sT3: 15,5 ng/L(2,3-4,2), sedim: 46mm/saat (0-20), CRP: 8,4mg/L(0-5), WBC:13650(3,9-10,2x10⁹ idi. NSAII tedavisiyle ağrısı 1 hafta sonra geriledi. Sedim, CRP normale geldi. TSH:<0,008mU/L(0,55-4,78), sT4:3,05nd/dl(0,89-1,76), sT3: 18,93ng/L(2,3- 4,2) gelmesi üzerine metimazol tedavisi başlandı. TİİAB sitoloji sonucu sol orta ve inferioru dolduran nodül folliküler neoplazi şüphesi, hurtle hücreli tip ile uyumlu idi. Tiroid sintigrafisinde sol lobunda hipoaktif-kistik multinoduler, sol lobu hiperplazik tiroid bezi ile uyumlu bulgular mevcuttu. Bilateral total tiroidektomi operasyonu geçiren hastanın patolojisi Tiroid Papiller Karsinomu, infiltratif folliküler subtip, 0,4 cm çapında, sağ lob ile uyumlu geldi.

Sonuç: Literatürde PTK’lu hastalarda, SAT görülebilmektedir. SAT sonrası GH tanısı alan veya GH ile eşzamanlı SAT olguları da mevcuttur. Hastamız birlikteliği nadir olsa da bu üç tanıyı almış, literatürdeki ilk vakadır.

466 - Malignite Cerrahisi Öncesi Uygunsuz TSH Sendromu Tespit Edilen ve Kısa Somatostatin Testi Yapılan Bir TSHoma Olgusu - 2023

Gökhan Rıza Baykal, Esra Çopuroğlu, Feride Pınar Altay, Berna Öğmen, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, PB-27.

Amaç: Kısa somatostatin testi uygunsuz TSH sendromunun ayırıcı tanısında kullanabilecek alternatif bir testtir.

Olgu: Bilinen tip 2 diabetes mellitus, hipertansiyon tanıları olan ve meme karsinomu nedeniyle operasyon planlanan 45 yaşındaki kadın hastanın operasyon öncesi bakılan değerlerinde TSH: 0.65 (0,55-4,78) IU/mL, st4: 2.15 (0,89-1,76) ng/dL, st3: 4.29 (2,3-4,2) pg/mL gelmesi üzerine tarafımıza danışıldı. Hastanın terleme ve çarpıntı şikayetleri mevcuttu. Hipertiroidi etyolojisine dönük gönderilen tetkiklerinde tiroid otoantikorları, TSH reseptör antikoru ve heterofil antikor negatif olarak geldi. Seks hormon bağlayıcı globulin düzeyi normal ve tiroid hormon reseptör β gen mutasyon analizi negatif olarak sonuçlandı. Tiroid USG’de kronik tiroidit tespit edildi. Hastaya propranolol tedavisi başlandı ve ileri tetkik için servise yatışı yapıldı. Hipofiz MR’da hipofiz bezi sağ yarıda sfenoid sinüse doğru ekspansiyon gösteren, yaklaşık 17x8x14 mm boyutlarında adenom ile uyumlu nodüler lezyon izlendi. Diğer ön hipofiz hormonları normal aralıkta saptandı. Görme alanı testinde patolojiye rastlanmadı. Hastaya malignitesi ve cerrahi planı olması nedeniyle TRH uyarı ve T3 supresyon testi yapılmadı, kısa somatostatin testi yapıldı. Kısa etkili somatostatin analoğu her seferinde 100 mcg olarak 0, 8 ve 16. saatlerde verildi. TSH seviyeleri 0.65-0.44-0.07 IU/mL (0-2-24. saat) olarak gelen hastanın sonuçları TSHoma ile uyumlu bulundu. Hastanın test sonrası tedavisine kısa etkili somatostatin analoğu ile devam edildi. Hastaya öncelikle meme cerrahisi sonrasında hipofiz cerrahisi planlandı. Hastaya sol mastektomi operasyonu yapıldı. Patolojisi invaziv lobüler karsinom olarak sonuçlandı. Hastanın hipofizer cerrahi planı mevcut.

Sonuç: Uygunsuz TSH sendromunun ayırıcı tanısında rutin testlere ek olarak kısa somatostatin testi basit ve kolay uygulanabilir bir yöntem olarak akılda tutulmalıdır.

465 - Lityumun Nadir Bir Komplikasyonu: Dekstrüktif Tiroidit - 2023

Hatice Aksu, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, PB-26.

Amaç: Lityum, Bipolar bozukluk başta olmak üzere birçok ruhsal bozukluğun tedavisinde kullanılan bir ajandır.Lityum kullanan birçok vakada subklinik/klinik hipotiroidizm bildirilmiştir. Kadınlarda ve tiroidperoksidaz antikoru pozitif olanlarda risk artmıştır.Lityuma bağlı tirotoksikoz nadiren bildirilmiştir.Lityuma bağlı destrüktif tiroidit ise foliküler yıkım ve tiroid hormon salınımı ile ortaya çıkar.Literatürde hipertiroidizm ile prezente olan ve tiroid reseptör blokan antikorun negatif olduğu az sayıda hastada bildirilmiştir.Bu yazımızda Lityuma bağlı dekstrüktif tiroidit gelişen bir olgu inceleyeceğiz.

Olgu: 26 yaşında,bilinen tiroid hastalığı olmayan kadın hasta, son 1 aydır olan çarpıntı ve titreme şikayetleri ile kliniğimize başvurdu.Boyun ağrısı tarif etmeyen hastanın fizik muayenesinde tiroid bezi hassas değildi,grade 1 olarak palpe edilebiliyordu. Tansiyon:122/78 mm/hg,nabız 102/dk idi.Bipolar bozukluk nedeniyle 2 yıldır Lityum 300 mg/gün kullandığı öğrenildi. Tetkiklerde TSH<0,008 ng/L(2,3-4,2),sT4:1,76 ng/L(0,89- 1,76), sT3:6,27 ng/L(2,3-4,2),Anti-TG ve Anti-TPO Negatif,TSH Reseptör Antikoru 0,25 IU/L(Negatif ),Sedim:12 mm/saat(0-20),CRP:3,6 mg/L(0-5) bulundu.Ultrasonografide parankim orta derecede heterojen,tiroidit görünümü,color doppler 0 saptandı.Sintigrafide tiroid bezi suprese izlendi.Hastaya Propranolol 2x40 mg başlandı.Psikiyatri konsültasyonu ile Lityum kesilip,Valproik asit başlandı.6 hafta sonra tetkiklerde TSH:4,62 ng/ L(2,3-4,2),sT4:0,80 ng/L(0,89-1,76),sT3:2,52 ng/L (2,3-4,2) saptandı.Takiplerde TSH yüksekliğinin devam etmesi üzerine ön planda dekstrüktif tiroidit düşünüldü.Klinik hipotiroidi gelişen hastaya Levotiroksin tedavisi başlandı.1 ay sonra tetkiklerde ötiroidi saptandı.1 yıldır Levotiroksin tedavisi alan hastanın güncel tetkiklerinde TSH:1,12 ng/L(2,3-4,2),sT4:1,04 ng/L(0,89- 1,76), sT3:3,07 ng/L(2,3-4,2)saptandı.Ağrısız tiroidit ile prezente,tiroid antikorları negatif olan ve Lityum kesilmesi sonrası hipotiroidi gelişen hastada Lityuma bağlı dekstrüktif tiroidit düşünüldü.

Sonuç: Lityum tedavisi öncesi hastaların ailesel ve önceki tiroid hastalık öyküsü sorgulanmalıdır.Ayrıca sT3,sT4,TSH, tiroid antikor düzeyleri ölçülmeli, tedavi boyunca 6 ayda bir tetkikler yinelenmelidir.Özellikle ileri yaş, kadın, aile öyküsü olan ve tiroid antikor pozitif olanlar sık izlenmelidir.

464 - Medüller Tiroid Kanseri ve Kalsitonin Aracılı Karsinoid Sendrom - 2023

Beril Turan Erdoğan, Hatice Aksu, Burçak Cavnar Helvacı, Barış Sağlam, Aynur Albayrak, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, PB-13.

Amaç: Medüller tiroid kanseri(MTK) kalsitonin yüksekliğiyle seyreden, ailesel veya sporadik olabilen bir tiroid kanseri tipidir. Karsinoid sendrom tümörden salınan hormon, biyojenik amin ve çeşitli humoral faktörlere bağlı olarak gelişebilmektedir. MTK’ya bağlı karsinoid sendrom gelişen iki hastayı sunmaktayız.

Olgu: Vaka-1:77 yaşında erkek flushing, ishal ve baş dönmesi şikayetiyle başvurdu. Dış merkez tiroid nodül biyopsisi MTK olarak raporlanmıştı. Başvurusunda kalsitonin 11312ng/L(<8.4), CEA 126ng/ml(<2.5) olarak ölçüldü. Tiroid ultrasonografisinde(USG) sağ orta pol ve inferioru dolduran 19.1x21x35.9mm boyutunda mikro-makrokalsifikasyon içeren izoekoik nodül saptandı. Karsinoid sendrom ön tanısıyla servise yatırıldı. Plazma-idrar katekolaminleri, 5-HİAA ve kromogranin-A normal saptandı. Hastaya karsinoid kriz protokolüne uygun olarak kısa etkili sandostatin başlandı. Semptomları tamamen geriledi. Total tiroidektomi+bilateral santral ve lateral lenf nodu diseksiyonu önerilen hastaya ameliyat öncesinde de sandostatin verildi.

Vaka-2: 76 yaşında kadın hasta prokalsitonin 20,9μg/L(<0,16) ve torako-abdominal tomografisinde tiroid nodül saptanması üzerine polikliniğimize başvurdu. Kalsitonin:555ng/L, CEA:1634ng/ml ve tiroid USG’sinde sağ lobu tama yakın dolduran 34x31x46,3mm düzensiz sınırlı makrokalsifikasyonlar içeren izo-hipoekoik nodül ve sol-sağ level 6’da patolojik lenf nodları saptandı. Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi MTK olarak sonuçlandı. Yaklaşık 7-8 aydan beri olan kaşıntılı ürtikeryal döküntüsü olan hasta paraneoplastik sendrom olarak değerlendirildi. Plazma-idrar katekolaminleri, 5HİAA normaldi. Kromogranin-A>700ng/mldi. Total tiroidektomi+bilateral santral lenf nodu diseksiyonu ve sağ lateral lenf nodu diseksiyonu önerildi. Preoperatif 24 saat önce sandostatin infüzyonu (25mcg"50mcg"75mcg) verildi. İntraoperatif, postoperatif 48 saat boyunca 100 mcg/st infüzyona devam edildi. Bir hafta boyunca doz günlük %50 azaltılarak kesildi. Peroperatif dönemde herhangibir komplikasyon gelişmedi.

Sonuç: MTK karsinoid sendroma neden olarak flushing,ishal,ürtikeryal döküntüyle prezente olabilmektedir. Flushing, karsinoid sendrom ile gelen hastalarda MTK’nında akılda tutulması gerekmektedir.

463 - İnce İğne Aspirasyon Biyopsisinde Nodüle Iğne Girişine Bağlı Mekanik Travmanın Oksidatif Stres Biyobelirteçlerine Etkisi - 2023

Gülsüm Karaahmetli, Nurcan İnce, Feride Pınar Altay, Fatma Neslihan Çuhacı Seyrek, Cevdet Aydın, Özcan Erel, Funda Eren, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, PB-02.

Amaç: Tiroid kanseri tanısında İİAB (ince iğne aspirasyon biyopsisi) sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak tanısal zorluk durumunda destekleyici verilere ihtiyaç duyulabilir. Bu çalışma ile malign ve benign nodüllerde İİAB sırasında nodüle iğne girişine bağlı oluşan mekanik travmanın oksidatif stress biyobelirteçlerine etkisini araştırmak amaçlanmıştır.

Yöntem: Çalışmaya tek nodülüne İİAB yapılan 203 hasta dahil edildi.Hastalardan ince iğne aspirasyon biyopsisi öncesinde yatar pozisyonda ve biyopsiden hemen sonra yine yatar pozisyonda venöz kan örnekleri alındı. Tiyol ve disülfit seviyeleri otomatik spektrofotometrik yöntemle analiz edildi.

Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların 167’si (%82.3) kadın 36’sı (%17.7) erkek,yaş ortalaması 48±12,16 idi. 57 hastanın sitolojisi nd (nondiagnostik), 88’i benign, 49’u öba (önemi belirsiz atipi),3’ü foliküler neoplazi şüphesi,3’ü malignite şüphesi ve 3’ü maligndi. Sitoloji sonucu nd, benign ve öba gelen grupta biyopsi öncesi ve sonrası ima( iskemik modifiye albumin) düzeylerinde anlamlı fark saptandı.(sırasıyla p<0.001, p<0,001 ve p<0,02) Sitoloji sonucu öba olarak gelen hastalarda nativethiol öncesi ve sonrası arasında anlamlı fark saptandı (p=0.038).Diğer gruplarda öncesi-sonrası tiyol-disülfid homeostazında anlamlı fark saptanmadı. Sitoloji sonucu benign, nd ve öba olarak gelen hastalar ile malignite şüphesi ve malign gelen hastalar arasında tiyol-disülfit homeostazında anlamlı bir fark saptanmadı. Sitoloji sonucu foliküler neoplazi olarak gelen hastalar ile malignite şüphesi ve malign gelen hastaların biyopsi öncesi ve sonrası total thiol,native thiol değerleri arasında anlamlı bir fark saptandı (sırası ile p=0.021, p=0.009).

Sonuç: Benign nodüllerde biyopsi öncesi ve sonrası ima düzeylerinde anlamlı fark saptanırken malign nodüllerde bu fark saptanmadı. Oksidatif stres parametrelerinden nativethiol,sitolojisi öba olanlarda anlamlı olarak farklı iken malign nodüllerde fark saptanmadı.

 

 Tablo 1

sitoloji

Biyopsi öncesi nativethıol sonrası nativethiol

Biyopsi öncesi totalthiol– sonrası totalthiol

Biyopsi öncesi disulfidesonrası disulfide

Biyopsi öncesi ima-sonrası ıma

Biyopsi öncesi disülfide nativethiolsonrası disülfidenativet hiol

Biyopsi öncesi disülfide totalthiol - sonrası disülfidetotalthi o

Biyopsi öncesi nativetotalthiol– sonrası native totalthiol

nd Z Asymp. Sig. (2-tailed)

-1,665 b

,096

-1,609 b

,108

-,207b b

,836

-2,196 b

,028

-,012 b ,990

-,016 b

,987

-,020b ,984

benign Z Asymp. Sig. (2-tailed)

-,680 b

,496

-,659 b

,510

-,264 b

,792

-4,505 b

,000

-,535 b

,593

-,508 b

,612

-,510b ,610

öba Z Asymp. Sig. (2-tailed)

-2,074 b

,038

-1,059 b

,289

-1,159b

,247

-2,335 b

,020

-,880b ,379

-,890b ,373

-,895 b ,371

fnş Z Asymp. Sig. (2-tailed)

-,535b ,593

-1,604b

,109

-1,069b

,285

-1,604 b

,109

-,535b ,593

-,535b ,593

-,535 b

,593

malignite şüphesi Z Asymp. Sig. (2-tailed)

-,535b ,593

-,535b ,593

-,535 b

,593

-1,604 b

,109

-,535 b ,593

-,535 b

,593

-,535b ,593

malign Z Asymp. Sig. (2-tailed)

-,535b ,593

000 b , 1,000

-1,069 b

,285

,000 b , 1,000

-1,069 b

,285

-1,069 b

,285

-1,069b

,285

Tablo 1- tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi öncesi ve sonrası oksidatif stres parametrelerindeki değişiklikler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

462 - Tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısında nodül içi glukoz düzeyleri - 2011

C. Aydın, S.S. İnançlı, F. Balkan, A. Dirikoç, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-101, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Malign hücrelerde GLUT1 ekspresyonunun arttığı ve bu yol ile hücre içine glukoz girişinin kolaylaştığı bilinmektedir. İntranodüler glukoz miktarının belirlenmesi, tiroid nodülünün malignite potansiyelini öngörmede yardımcı olabilir. Çalışmamızın amacı Ultrasonografi eşliğinde yapılan TİİAB ile  tiroid nodüllerinin glukoz içeriğini değerlendirmektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: 42 hastanın solid görünümlü kistik komponenti olmayan 42 nodülü çalışmaya alındı. Esaote color Doppler US(MAG Tecnology Co,Ltd.Model :796FDII Yung-ho City,Taipei Taiwan)  ve yüzeyel   prob (Model No:LA523 13-4, 5,5-12,5 MHz ) tiroid  nodüllerinin değerlendirilmesi için kullanıldı. TİİAB ;  General Electiric  Logiq  pro  200(Model  number 2270968, GE Healtcare  Korea, Seongnam -SI, Gyean GGI-DO ,Korea)  and  a  5,5-7,5  MHz prob kullanılarak yapıldı. Her nodüle USG eşliğinde İİAB uygulandı. Sitolojik incelemenin yanısıra atuşman üç kez 250 µl serum fizyolojik ile yıkandı. Örnekteki glukoz düzeyi belirlendi. Eş zamanlı serum glukoz düzeyleri çalışıldı.Serum glukoz düzeyinin nodül içi glukoz düzeyine oranı belirlendi.

BULGULAR: Sitolojik incelemeye gore 42 nodülün 21 tanesi benign, 8 tanesi malign (histopatolojik olarak kanıtlanmış), 13 tanesi nondiagnostik olarak değerlendirildi. Yetersiz olarak değerlendirilen nodüllerin 7 tanesinin sitolojisinde sadece kolloid mevcut iken, 11 tanesinde kolloid ile birlikte birkaç adet benign özellikte folikül hücreleri görüldü. Serum glukoz düzeyinin nodül içi glukoz düzeyine oranı benign, malign veya yetersiz olarak değerlendirilen nodüllerde sırası ile 64.00±24.00, 52.02±22.00, 67.00±27.70 idi(p=0,371). İstatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte malign nodüllerde serum glukozu/ intranodüler glukoz oranı diğer gruplara gore daha düşüktü. Bu sonuç malign hücrelerin daha çok glukoz içerdiğini düşündürmekte idi.

SONUÇ: Çalışmamız; nodül içi glukoz düzeyi ölçümünün bir tiroid nodülünün malign- benign ayrımının yapılabilmesi için kullanılmasında bir başlangıç olarak kabul edilebilir. Hasta sayımızın az olması ve istatiksel olarak anlamlılık saptanmasa da malign nodüllerde glukoz içeriği daha düşük bulunmuştur. Bu da TİİAB sırasında nodülün benign ya da malign olduğu konusunda fikir sahibi olunabileceğini göstermektedir. Ancak daha geniş hasta grupları ve daha standardize metodlar ile yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır.

462 - Medüller Tiroid Kanserinde Diyabet Sıklığı - 2023

Belma Özlem Tural Balsak, Gökhan Rıza Baykal, Çağlar Keskin, Narin Nasıroğlu İmga, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, SB-16.

Amaç: Bu çalışmanın amacı, medüller tiroid kanseri (MTK) tanılı hastalarda prediyabet ve diyabet bulunma sıklığının ötiroid olup tiroid nodülü nedeniyle opere olan ve patoloji sonucu benign saptanan kişilere göre daha yüksek olup olmadığının araştırılmasıdır.

Gereç-Yöntem: 2019-2023 yılları arasında Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’ne başvurup MTK tanısı konan 47 hasta değerlendirildi, bu hastalardan papiller tiroid kanseri de eşlik eden 13’ü araştırma dışında bırakıldı. Diyabete sebep olabilecek ilaç kullanan, ACTH yüksekliği olan, paraneoplastik sendrom bulunan, kronik karaciğer ve kronik böbrek yetmezliği olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Sadece MTK bulunan 34 kişinin diyabet verileri, aynı tarihlerde başvurmuş, opere olmuş ve benign nodül olduğu patoloji sonucu ile saptanmış ötiroid nodüler guatr tanılı 35 kontrol ile karşılaştırıldı.

Bulgular: MTK grubu yaş ortalaması 56.00±14.14, kontrol grubunun ise 52.14±13.6 idi, aralarında anlamlı fark bulunmuyordu (t=1.153, p= 0.253). Gruplar arasında cinsiyetler arasında fark yoktu (p= 0.640). MTK grubunda 9 kişide (%26.5), kontrol grubunda ise 3 kişide (%8.6) diyabet bulunuyordu (χ2= 3.987, p= 0.046). Medüller tiroid kanseri bulunan hastaların 12’si (%35.3), kontrol grubunun 9’u (%25.7) prediyabet idi, ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (χ2= 0.748, p= 0.387). Obezite açısından da gruplar arasında fark yoktu. (χ2= 0.449, p=0.503).

Sonuç: Medüller tiroid kanseri tanılı hastalarda opere benign ötiroid guatr olanlara göre tip 2 diyabet daha sıktır. Ancak MTK’da bulunan diyabetin obezite ile ilişkisi saptanmamıştır.Neden-sonuç ilişkisinin kurulabilmesi için daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.

461 - Tiroid Stimüle Edici Hormon ve Tiroid Hormonlarındaki Mevsimsel Değişiklikler - 2023

Abbas Ali Tam, Sevgül Fakı, Pervin Demir, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, SB-15.

Amaç: Tiroid fonksiyonlarını etkileyen pek çok faktör bulunmaktadır. Mevsimsel değişikliklerin de tiroid fonksiyonlarını etkileyebileceği öne sürülmüş olmakla beraber bu konu halen tartışmalıdır. Biz de bu çalışmada mevsimsel değişiklikler ile tiroid fonksiyonları arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.

Gereç-Yöntem: Hastaların tiroid hastalığı varlığı ve tiroid ilacı kullanıp kullanmadığına baılmaksızın ‘’Big data’’ yaklaşımı kullanılarak 2019-2023 arasında ardışık 4 yıl boyunca tiroid stimüle edici horrmon (TSH), serbest triiodotironin (sT3), serbest tiroksin (sT4) bakılmış olan hastaların değerleri ile aylık ve mevsimsel olarak kayıt edilmiş olan aydınlanma süresi ve sıcaklık başta olmak üzere iklimsel/klimatik değişikler arasında ki ilişki retrospektif olarak incelendi. Meteorolojik veriler Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nden alındı.

Bulgular: Çalışma oldukça geniş bir hasta grubuyla; 195534 hastayla yapıldı. Hastaların %74.3’ü kadındı. TSH, sT3 ve sT4 ortancaları sırasıyla 1.59 mU/L, 3.21 ng/L ve 1.18 ng/dl’idi. Ötiroidi, hipertiroidi, subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidisi olan hastaların oranları sırasıyla %68.5, %22.3, %5.7 ve %3.5’dü. TSH, sT3 ve sT4 değerlerinde hem aylara (her bir parametre için, p<0.001) hem de mevsimlere göre anlamlı farklılık tespit edildi (her bir parametre için p<0.001). TSH’da (kış>ilkbahar> sonbahar>yaz) ve sT4’de (yaz>sonbahar>kış>ilkbahar) için tüm mevsimler arasında anlamlı fark belirlendi. sT3 kışın en yüksek seviyede iken ilkbahar ve sonbaharda mevsimlerinde anlamlı farklılık yoktu (kış>ilkbahar=sonbahar>yaz). Aydınlık süresi, güneşe maruziyet ile TSH, sT3 ve sT4 değerleri açısından anlamlı bir ilişki bulunmamaktaydı.

Sonuç: Çalışmamız TSH, sT3 ve sT4 değerlerinin hem aylık hem de mevsimsel değişiklik gösterdiğini ortaya koydu. Dolayısıyla tiroid fonksiyon testleri yorumlanırken mevsimsel dalgalanmaların da dikkate alınmasını gerekmektedir.

 

Aylara göre aylık ortalama hava sıcaklığı ile TSH, T3, T4 değerlerinin dağılımı


 

  

Mevsimlere göre Minimum ve maksimum gün süresi ile TSH, T3, T4 dağılımı

 


                                      

 

 

 

460 - Papiller Tiroid Karsinomlu Hastalarda Histopatolojik Olarak Farklı Subtiplerin Varlığı ile Agresif Davranış ve Rekürrens Arasındaki İlişki - 2023

Müge Keskin, Buğra Durmuş, Gökhan Rıza Baykal, Ali Abbas Tam, Buket Özdemir, Ayça Dilşad Çağlayan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, SB-10.

Amaç: Klasik PTK %95’in üzerinde 10 yıllık sağ kalım oranına sahiptir. Tiroid kanserinin görülme oranı yılda en az 4,5 kat artmaktadır. 1950’li yıllarda başlayan tiroid tümörlerinin histopatolojik tanısı son birkaç on yılda önemli gelişim göstermiştir. Agresif subtiplerin surveye etkisi tam olarak netlik kazanmamıştır.

Gereç-Yöntem: Retrospektif çalışmamıza bilateral total tiroidektomi geçirmiş, PTK ve Papiller Tiroid Mikrokarsinomu(PTMK) tanısı almış 484 hasta alındı. Subtiplerine göre agresif subtip(AS)(kolumnar hücreli, tall cell, diffüz sklerozan, solid, hobnail PTK) 11 hasta, nonagresif subtip(NAS) 382 hasta, miks subtip(MS) 91 hasta olarak üç gruba ayrıldı, 36 aylık takip sonuçları tarandı. Hastaların demografik bilgileri, görüntüleme, laboratuvar sonuçları, agresiflik özellikleri (tümör çapı, kapsül invazyonu, vasküler invazyon, ekstratiroideal invazyon, lenfatik invazyon, uzak metastaz), dinamik risk skorlaması yapıldı.

Bulgular: Tümör boyutları AS grubunda(1,83±2,27 cm), NAS ve MS’den(sırasıyla 1,21±1,26 cm ve 1,60±1,37cm) istatistiksel olarak anlamlı derecede daha büyük idi (p=0.019). Amerikan Tiroid Derneği(ATA) risk sınıflandırmasına göre orta ve yüksek risk olarak tespit edilenlerin oranlarının AS ve MS (sırasıyla %72,7 ve %68,1) grubunda, NAS’e göre (%23,9) yüksek düzeyde olduğu ve aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlendi(p<0.001). Takipte remisyon, persistan, nüks-rekürrens ve metastaz oranlarının subtip grupları arasında anlamlı fark yaratmadığı(sırasıyla p=0.926, p=0.903, p=0.776, p=0.920). Başlangıç tedavi sonrası dinamik risk skorlamasına göre tedavi yanıtlarına bakıldığında anlamlı fark olmadığı belirlendi(sırasıyla p=0.931, p=0.961, p=0.892, p=0.698, p=0.792).

Sonuç: Tümör boyutunun AS’te daha büyük olduğunu, ATA risk sınıflamasına göre orta ve yüksek risk saptananların AS ve MS grubunda daha fazla olduğunu saptadık. PTK ve PTMK’lu hastalarda agresif ve miks subtiplerde başlangıç tedavi aşamasında yaklaşım farklılıkları oluşturabilir, ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.

459 - Tiroid Kanseri Nükslerinin Başarılı Lokalizasyonu için Preoperatif Patent Mavi Boya Enjeksiyonu - 2023

Berna Evranos Öğmen, Nurcan İnce, Hakan Ataş, Şefika Burçak Polat, Hilal Ahsen, Narin Nasıroglu İmga, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Tanju Tütüncü, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, SB-06.

Amaç: Tiroid kanserli hastaların takibinde sıklıkla nonpalpabl küçük nüksler tespit edilir, bu lezyonların diseksiyon yapılmış bir boyunda bulunması ve çıkarılması zordur. Bu çalışma, nükslerin güvenli ve etkili bir şekilde çıkarılmasını sağlamak için ameliyat öncesi ultrason (US) kılavuzluğunda patent mavisi (PB) boya enjeksiyonu yapılmasının etkinliğini değerlendirmeyi amaçlamıştır.

Gereç-Yöntem: Şubat 2019 ile Mart 2023 tarihleri arasında üçüncü basamak bir merkezde boyun reoperasyonları öncesinde endokrinoloji polikliniğinde nüks lezyona US rehberliğinde PB enjeksiyonu yapılan hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi. PB enjeksiyonu ile ameliyatın başlaması arasındaki süre kaydedildi. İşlemin komplikasyonları ve etkinliği klinik, ultrasonografik, cerrahi ve patolojik kayıtlar kullanılarak değerlendirildi.

Bulgular: 28 nüks lezyonlu 23 hastaya ulaşıldı. Nükslerin boyutu ortalama 8,8 mm (4,1-15,6) idi ve tüm vakalarda başarıyla boyanma sağlandı. PB enjeksiyonu ile insizyon arasındaki ortalama süre 90 (35-210) dakikaydı. Boya enjeksiyonuna bağlı herhangi bir komplikasyon görülmedi. Tüm vakalarda mavi boyanmış lezyon kolayca tespit edildi ve çıkarıldı.

Sonuç: Ameliyat öncesi US eşliğinde PB enjeksiyonu, reopere boyunlarda bile, küçük boyuttaki nükslerin saptanmasında ve çıkarılmasında oldukça güvenli ve etkin bir yöntemdir.

 

Şekil 1                                                                                         

Şekil 2



Enjeksiyon yerinin kalemle işaretlenmesi               

Patent mavi boyalı lenf nodu ameliyat sahasında kolaylıkla bulunur

      

458 - Tiroid İnce İğne Aspirasyonu ile Braf ve Ras Mutasyon Araması İçin Yıkama Örneğinin Kullanımı: İlk Verilerimiz - 2023

Cevdet Aydın, Sevgül Fakı, Ahmet Cevdet Ceylan, Hüsniye Başer, Gülsüm Karaahmetli, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, SB-03.

Amaç: Tiroid kanserinde çeşitli mutasyonlar bildirilmiştir. Sitolojik olarak indetermine nodüllerde bu mutasyonların çalışılması gereksiz cerrahileri önlemek, sınırlı cerrahi imkanı sağlamak, tamamlayıcı tiroidektomilerin gereksinimini önlemek bakımından yardımcı olabilir. Moleküler belirteçler hücre bloğu yöntemi ile elde edilen örneklerde çalışılmaktır. Çok sınırlı sayıda çalışmada yıkama örneği kullanılmıştır. Bildirinin yapıldığı tarih itibari ile hücre bloğu yöntemi ile örnekleme yapılmış olgular ile yıkama yöntemi ile örnekleme yapılmış olgular incelendi.

Gereç-Yöntem: Ocak-temmuz 2023 tarihler arasında sitolojisi Bethesda III veya IV olan mükerrer biyopsisinde BRAF ve RAS mutasyon analizi yapılan olgular incelendi. Hücre bloğu yönteminde örnek 1 cc kadar aspirat boş enjektöre çekilerek, yıkama örneğinde ise aspirat, lama yayıldıktan sonra enjektörde kalan artık 1 cc QIAGEN GmbH sıvı ile yıkanarak elde edildi. Bu örneklerden EasyPGX® Ekstraksiyon kiti ile ile DNA eldesi yapıldı. RT-PCR yöntemi kullanılarak BRAF ve RAS genlerindeki daha önceden etkisi bildirilmiş varyantların analizi yapıldı

Bulgular: Çalışmaya 75 hasta ( 19 E, 56 K) dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 49.66±12.69 yıldı. Ilk 2 hastada hücre bloğu ile örnek alınarak genetik değerlendirme için yeterli DNA izolasyonu sağlandığı anlaşıldı. Takip eden 3 hastadan hem hücre bloğu hem de yıkama yöntemi kullanılarak örnek alındı. 3 hastanın hepsinde her iki yöntemlede genetik değerlendirme için yeterli DNA izolasyonu sağlandı. Diğer 70 hastada ise sadece yıkama yöntemi kullanıldı. Bu hastaların 4 (%5.71)’ünde yeterli DNA izolasyonu sağlanmazken 66’inde uygun DNA izolasyonu sağlandı. Yıkama yapılan 1 hastada NRAS mutasyonu saptandı.

Sonuç: Hastalarımızın %94.29’sinde yıkama yöntemi kullanılarak BRAF, NRAS ve KRAS mutasyonu analize edilebildi. Test sonuçlarının doğruluğu için histopatolojik örneklerde moleküler çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır.

457 - COVID-19 Aşıları Sonrası Oluşan Yeni ve Nüks Graves' Hastalığı ve Graves' Orbitopati Gelişimi ve Klinik Seyirleri (Türk Graves’sars-vac Çalışması) - 2023

Asena Gökçay Canpolat, Atilla Elhan, Mustafa Cesur, Ziynet Alphan Üç, Seçkin Yılmaz, Hülya Ilıksu Gözü, Mehmet Aşık, Hayri Bostan, Bekir Uçan, Tuğçe Şah Ünal, Merve Yılmaz, Ayşe Kubat Üzüm, Mehmet Çağrı Ünal, Cüneyd Anıl, Ümmü Mutlu, Nurcan İnce, Sevgül Fakı, Güven Barış Cansu, Mehmet Sercan Ertürk, Ayten Oğuz, Mustafa Aydemir, Şefika Burçak Polat, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır, Ayşe Merve Ok, Ersen Karakılıç, Muhittin Yalçın, Yusuf Kayhan, Kader Uğur, Dilek Yazıcı, Alper Gürlek, Tülay Omma, Emre Sedar Saygılı, Adnan Batman, Banu Kara, Göknur Yorulmaz, Bahri Evren, Füsun Baloş Törüner, Bülent Okan Yıldız, Murat Faik Erdoğan, Faruk Alagöl, Erman Çakal, Mustafa Şahin.
Ulusal Bildiriler 10. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-17 Aralık 2023, SB-01.

Amaç: Graves hastalığı (GH) etyolojisi net olmamakla birlikte; genetik, epigenetik ve çevresel pek çok faktör rol oynamaktadır. Bazı viral suşların GH yol açan genetik yatkınlık genleri üzerine epigenetik uyarıcı etkileri olduğu düşünülmektedir. Yine ayrıca viral ajanlar ile organizmanın taşıdığı ortak antijen yapılarının çapraz reaksiyonlarla oto-immüniteyi tetiklediği bilinmektedir. Bu amaçla TEMD Tiroid Çalışma Grubu bünyesinde ulusal olarak aşı ve enfeksiyon sonrası görülen yeni gelişimli GH, nüks GH ve yeni gelişimli veya kötüleşen GO olgularını retrospektif olarak araştırmayı amaçladık.

Gereç-Yöntem: 2019-2022 yılları arasında 24 merkezde Tiroid Çalışma Grubu faaliyeti olarak aşı ve enfeksiyon sonrası görülen yeni gelişimli GH, nüks GH ve yeni gelişimli veya nüks veya kötüleşen GO olguları retrospektif olarak tarandı, toplamda 239 hasta dahil edildi.

Bulgular: Covid-19 hastalığı sonrası 14 nüks,63 yeni GH; Covid aşıları sonrası 127 yeni GH, 29 nüks GH;Covid 19 enfeksiyonu sonrası 5 yeni GO,1 nüks GO;Covid-19 aşısı sonrası 15 yeni GO ve 1 nüks GO bildirilmiştir. 16 hastada hem GH hem GO mevcuttu.Tüm grup yaş ortalaması 42.8±13 yaş, K/E oranı 3,5 olarak tespit edildi. Aşı nedeniyle GH veya GO gelişimi dikkate alındığında sırasıyla Biontech®, Biontech®+Sinovac®,Sinovac®, Coronavac® ve Coronovac®+Biontech® aşılarının etken olduğu görüldü.Aşı olma durumuna göre gruplar arasında demografik,laboratuar, klinik özellikler ve tedavi dozları benzerken;sT3 değişimi,sedimentasyon hızı,Covid 19 enfeksiyon geçirme sayısı ve aşı sayıları farklılık arzetti.

Sonuç: Tüm gruplar için Covid 19 enfeksiyonu ve aşı etkileri kıyaslandığında, aşıya bağlı bildirilen vakaların enfeksiyona bağlı bildirilen vakalardan sayıca fazla olduğu görülmüştür. Yine de kesin bir yargıya varmak için enf veya aşı olmadan GH/GO olan gruplarla kıyaslama gerekliliği bulunmaktadır.

 

456 - PRIMER HIPERPARATIROIDILI ASEMPTOMATIK VE SEMPTOMATIK ÜROLITIYAZIS OLAN HASTALARDA BIYOKIMYASAL DEĞERLERIN KARŞILAŞTIRILMASI - 2023

Nurcan İnce, Kübra Turan, Hüsniye Başer, Neslihan Çuhacı Seyrek, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-71

Amaç: Primer Hiperparatiroidizm (PHPT), hiperkalsemi ve yüksek veya uygun olmayan şekilde normal serum paratiroid hormon seviyeleri ile karakterize yaygın bir endokrin bozukluk­tur. Çoğu zaman, PHPT’i asemptomatiktir. PHPT; osteoporoz, vertebral kırık, hiperkalsiüri ve nefrolitiazis ile kendini gösterebilir. Bu çalışmadaki amacımız; Primer hiperparatiroidizm nedeniyle opere olan hastalardaki böbrek taşı sıklığını belirlemek ve böbrek taşı olan semptomatik ve asemptomatik hastaların biyokimyasal değerlerini karşılaştırmaktır.

Yöntem: Aralık 2006-Ocak 2019 tarihleri arasında Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne başvuran, Şubat 2019-Kasım 2021 tarihleri ara­sında Ankara Şehir Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği’ne başvuran ve paratiroidektomi operasyonu geçirmiş hastaların çalışmaya dahil edilmesi planlandı.

Bulgular: Primer hiperparatiroidizm nedeniyle opere olan 886 hastanın %15,9’u (n: 141) erkekti. 189 (%21.3) hasta­da tanı anında semptom vardı. Yaygın vücut ağrısı (%37), yan ağrısı (%22,2), yorgunluk (%11,6), dispepsi (%6,9), poliü­ri ve polidipsi (%4,2) en sık görülen semptomlardı. Hastaların %45,6’sında (n:388) osteoporoz, %24,6’sında (n:253) osteopeni ve %30,3’ünde (n:257) böbrek taşı vardı. 133 (%16.5) hastada üriner semptomlar mevcuttu. 83 hastaya genetik analiz yapıldı. Genetik analiz yapılan hastaların %7,2’si MEN-1 idi. Hastaların yaş ortalaması 53,6±11,9(18-85) idi. Hastaların ameliyat öncesi ortalama total kalsiyum değeri 11,1±1,1 (6,3-18,6) mg/dl idi. Ameliyat öncesi ortalama fosfor değeri 2,6±0,7 (0,7-9,0) mg/ dl idi. Hastaların ortalama preoperatif 24 saatlik idrar kalsiyum değeri 380,5±198,2 (24-1438) mg/24-saat idi. Ameliyat öncesi ortalama 24 saatlik idrar fosfor değeri 797,9±350,4 (30,2-3798) g/24 saat idi.Böbrek taşı olan 257 hasta üriner semptomlara göre iki gruba ayrıldı. Üriner semptomu olan 131 hastanın %70,2’si (n:92) ve üriner semptomu olmayan 110 hastanın %82,7’si (n:91) kadındı. Üriner semptomu olmayan grupta kadın oranı anlamlı olarak yüksekti (p:0,035). Ortalama yaş üriner sempto­mu olmayan grupta üriner semptomu olan gruba göre anlamlı olarak yüksekti (54,7’ye karşı 51,5 yıl, p: 0,039). Osteoporoz oranı, toplam kalsiyum değeri, fosfor değeri, parathormon de­ğeri, 24 saatlik idrar kalsiyum ve 24 saatlik idrar fosfor değeri iki grup için benzerdi.

Sonuç: Semptomatik nefrolitiazisi olan hastalar daha gençti ve erkek oranı fazla idi.




455 - TIROID HORMON DIRENCI OLAN HASTADA GÖRÜLEN GRAVES HASTALIĞI - 2023

Esra Çopuroğlu, Gökhan Rıza Baykal, Bilge Dibeklioğlu, Narin Nasıroğlu İmga, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-68

Amaç: Graves hastalığı tirotoksikozun yaygın bir nedeni iken, tiroid hormon direnci (THR) yüksek tiroid hormonlarının nadir bir nedenidir. Tanı ve tedavide zorluklara neden olabilen Graves hastalığı ve THR birlikteliği literatürde çok nadir bildirilmiştir. Burada THR ve medikal tedavi ile remisyon sağlanan Graves hastalığı olan bir hastayı sunuyoruz.

Yöntem: OLGU: 38 yaşında kadın hasta, terleme ve çarpıntı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Aile öyküsünde kız kardeşinde THR mevcuttu. Vücut ısısı 37,2°C, kalp hızı 120 atım/dakika, so­lunum sayısı 18 soluk/dakika ve kan basıncı 120/70 mmHg idi. Laboratuvar tetkiklerinde tiroid stimülan hormon (TSH) 0,018 mU/L (0,55-4,78 mU/L), serbest T4 2,64 ng/dl (0,89-1,7 ng/dl), serbest T3 9,05 ng/L (2,3-4,2 ng/L) idi. Anti-tiroglobulin ve an­ti-tiroid peroksidaz negatif, TSH reseptör antikoru (TRAB) pozi­tifti. Tiroid ultrasonografisinde kronik tiroidit görüldü ve teknes­yum 99m sintigrafisinde heterojen aktivite gözlendi. Laboratuvar sonuçları retrospektif olarak incelediğimizde, önceki 3 yılda TSH, serbest T4 ve serbest T3 değerleri sırasıyla 0,84-1,75 mU/L, 1,87-2,12 ng/dL, 4,77-5,86 ng/L arasında değişiyordu. Yani has­ta bize başvurduğunda yaşamındaki en düşük TSH ve en yüksek serbest tiroid hormonlarına sahipti. Güncel laboratuvar sonuçla­rı ve görüntüleme bulguları ile Graves hastalığı tanısı konularak metimazol ve propranolol tedavisi başlandı. Metimazol ile deri döküntüsü gelişmesi üzerine propiltiourasile geçildi.

Bulgular: Aile öyküsü ve önceki tiroid hormon profili nede­niyle, hastadan THRB gen mutasyon analizi istendi ve hetero­zigot c.1001T>C mutasyonu saptandı. Tedavi ile semptomları düzeldi, izlemde TSH normale döndü, serbest T3 ve serbest T4 üst sınıra yakın veya biraz yüksek seyretti. Hastanın propiltioura­sil 5 mg/gün ilaç tedavisi 18 ay sonra kesildi. Kesildiği sırada TSH değeri 0,96 mU/L, serbest T3 6,05 ng/L, serbest T4 1,98 ng/dl olup TRAB negatifti. Son muayenesinde ilacı keseli 2 yıl olmuştu ve serum TSH’si 0,51 mU/L, serbest T3 4,86 ng/L ve serbest T4 1,50 ng/dl idi.

Sonuç: TARTIŞMA: Anti-tiroid ilaçlarla tedavi, THR ile komp­like olan Graves hipertiroidizmi için ilk seçenek olmaya devam etmektedir. Optimal tedavi, serbest tiroid hormonlarını üst sınırın biraz üzerinde tutarken TSH’yi normalleştirmektir. İyot tedavisi ve cerrahi, şiddetli hipotiroidizme neden olabileceğinden genel­likle önerilmez

454 - NIVOLUMAB KAYNAKLI HIPOTIROIDIZM: OLGU SUNUMU - 2023

Nagihan Beştepe, Yaşar Aydoğmuş, Belma Tural Balsak, Emre Hafızoğlu, Kübra Solmaz, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-65

Amaç: İmmün kontrol noktası inhibitörleri, çeşitli solid tümör­ler için yeni ve umut verici tedavilerdir. Nivolumab, anti-prog­ramlanmış ölüm-1 (PD1)’i inhibe eden ve T hücre cevabını mo­düle eden bir anti-kanser monoklonal antikordur. Birçok kanser türünde sağkalımı önemli ölçüde iyileştirdiği gösterilmiştir, ancak klinik araştırmalar aynı zamanda immün sistem ile ilişkili olumsuz olayların gelişme riskini arttırdığını bildirmiştir. Özellikle, endok­rin sistemle ilişkili immün yan etkiler olabilir. PD-1 inhibitörleri ile tedavi edilen hastaların %8,3’ünde hipotiroidizm geliştiği bil­dirilmiştir. Burada nivolumab tedavisinin neden olduğu bir tiroid disfonksiyonu olgusunu sunuyoruz.

Yöntem: 64 yaşında erkek hasta tonsiller skuamöz hücreli kar­sinom nedeniyle 9 ay süreyle nivolumab tedavisi gördü. Hastada tiroid hastalığı ve boyuna radyoterapi öyküsü yoktu. Nivolumab uygulamasından önce yapılan laboratuvar çalışmaları, normal tiroid fonksiyonunu ve normal seviyelerde anti-tiroid peroksidaz (anti-TPO) ve anti-tiroglobulin (anti-Tg) antikorlarını gösterdi.

Bulgular: Nivolumab tedavisine başladıktan 271 gün son­ra hastanın tiroid uyarıcı hormon (TSH) düzeyi aniden 57,70 mU/L’ye (normal aralık 0,55-4,78 mU/L) yükseldi ve serbest T3 düzeyi 1,65 pg/L (normal aralık 2,3-4,2 pg/L) ve serbest T4 dü­zeyi 0,24 ng/dL (normal aralık 0,89-1,76 ng/dL) olarak saptandı. Hipotiroidizme neden olacak başka bir neden yokken hastada nivolumab kaynaklı hipotiroidizm düşünüldü. Hastaya L-Tiroksin 100 mcg/gün tiroid hormon replasmanı başlandı ve hasta takipte ötiroid seyretti.

Sonuç: İmmünoterapi birçok kanser türü için nispeten yeni ve ümit verici bir tedavi yöntemidir. Kanser hücrelerine karşı immün sistemini uyarmayı amaçlar ancak bazı yan etkilerden bağımsız düşünülmemelidir. Tiroid disfonksiyonu, immün ilişkili olası bir yan etki olarak düşünülmelidir. Bu nedenle, başlangıçta ve her bir nivolumab dozunun uygulanmasından önce tiroid fonksiyon testlerinin değerlendirilmesi önemlidir.

453 - EHIZLI BÜYÜYEN BIR TIROID KITLESI OLGUSU: TIROIDIN PRIMER FIBROSARKOMU - 2023

kin Yiğit Köroğlu, Kübra Turan, Feride Pınar Altay, Bilgehan Karadayı, Aydan Kılıçarslan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-62

Amaç: Tiroidin primer fibrosarkomu, tiroid kanserinin en nadir tiplerinden biridir. Bu vaka sunumunda sert, fikse ve hızlı büyüyen tiroid kitlesi ile başvuran bir hastayı sunuyoruz. Nihai tanı, anaplastik kanserden klinik ve histolojik olarak ayırıcı tanısı zor olan, malign mezankimal tiroid tümörlerinin bir alt tipi olan fibrosarkom idi.

Yöntem: Olgu Sunumu

Bulgular: 87 yaşında kadın hasta; ses kısıklığı ve 1 hafta önce fark ettiği boyunda kitle şikayetleri ile başvurdu. 25 yıldır hipotiroidisi olan hasta levotiroksin tedavisi almaktaydı. Fizik muayenede boynun sağ tarafında sert, fikse ve palpabl 4x4 cm kitle mevcuttu. Laboratuvar değerlendirmesinde tiroid fonksiyon testleri normal, anti-tiroglobulin antikoru pozitif, anti-tiroid pe­roksizom antikoru negatif, kalsitonin normal, C-reaktif protein 224 mg/l, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri normaldi. Tiroid ultrasonografisinde; sağ lobu tamamen dolduran, makrokalsifi­kasyonlar ve kistik dejenerasyon alanları içeren 27.5x51.1x61.0 mm boyutlarında izoekoik nodül saptandı. Nodülün ince iğne as­pirasyon biyopsisi (İİAB), önemi belirsiz atipi olarak rapor edildi. İkinci İİAB’de küçük koheziv gruplar halinde atipik hücreler ve kalabalık görünümlü, yuvarlak/oval koyu nükleuslu birkaç küçük mikrodoku fragmanı, iğsi sitoplazmalı atipik hücreler, nekrozlu hücre bloğunda fibrin içinde tanımlanan izole iğsi hücreler var­dı. Sitolojik olarak malignite açısından şüpheli olarak değerlen­dirildi. İİAB materyalinin hem sitolojisi hem de akım sitometri analizi ile lenfoid maligniteler ekarte edildi. Bu sonuçlarla has­ta anaplastik tiroid kanseri ön tanısı ile servise yatırıldı. Boyun MRG’sinde 9.0x6.5x6.5 cm boyutlarında, merkezi nekrotize kitle tespit edildi. 18-FDG PET-CT taramasında lezyonda önemli mik­tarda artmış tutulum gözlendi. Ayrıca akciğerde çok sayıda me­tastatik nodül vardı.Kitleye tru-cut biyopsi yapıldı. Sitopatolojik değerlendirmede, fibröz stroma içinde fasiküler şekillerden olu­şan neoplastik infiltrasyon izlendi. Çok sayıda mitotik figür dik­kat çekti. İmmünhistokimyasal çalışmada TTF-1, CD34, PAX-8, CK-7, p63, SMA, desmin, FL-1, S100, sinaptofizin ve kalsitonin ile boyanma saptanmadı. Ki-67 proliferasyon indeksi %90 idi. BRAF mutasyonu negatifti. Anaplastik mezenkimal tümör düşü­nüldü. Histopatolojik ve immünhistokimyasal özellikler ile patol­jik tanı fibrosarkom olarak tespit edildi. Hastanın yaşı ve genel performansının düşük olması nedeniyle; kemoterapi ve cerrahi düşünülmedi. Radyoterapi başlanan hastaya, ödem ve trakeal stenoz oluşumunu önlemek için metilprednizolon radyoterapi ile eş zamanlı başlandı.

    

Resim 1. Boyundaki kitlenin dışarıdan görünümü

 

Resim 2. Kitlenin ultrasonografik görünümü: Tiroid bezinin sağ lobunu dolduran

27.5x51.1x61.0 mm boyutlarında makrokalsifikasyon ve kistik dejenere alanlar  

içeren nodül

  

Resim 3. Tru-cut biyopsi sonucunda elde edilen materyalde, fibrosarkom ile

uyumlu olarak; atipik iğsi hücrelerin balıksırtı patterninde dizildiği görülmektedir.

 

Sonuç: Tiroid bezinin primer fibrosarkomu, çok nadiren gö­rülmektedir. Birinci basamak tedavi seçeneği cerrahi olmakla bir­likte, cerrahiye uygun olmayan hastalarda radyoterapi ve/veya kemoterapi alternatif seçenekler olarak düşünülebilir. Sert, fikse ve hızla büyüyen bir tiroid kanserinde akla gelen ilk tanı anaplas­tik kanser olsa da ayırıcı tanıda fibrosarkomun da dahil olduğu malign mezenkimal tümörler de düşünülmelidir.

452 - TIROID INCE IĞNE ASPIRASYON BIYOPSI SONUCU NONDIAGNOSTIK OLAN NODÜLLERDE TEKRAR YAPILAN BIYOPSIDE YETERLI SITOLOJIK SONUCU ÖNGÖREN FAKTÖRLER - 2023

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Nagihan Beştepe, Merve Meryem Kıran, Hüsniye Başer, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-58

Amaç: İlk tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisinde (TİİAB) nondiagnostik (ND)/yeterli sonucu predikte eden faktörler iyi bi­linmekle birlikte, tekrar eden biyopsideki ND/yeterli sonucu pre­dikte eden faktörler iyi bilinmemektedir. ND olan nodüle tekrar yapılan biopsilerde sonucun yine ND olma oranı oldukça yük­sektir (% 17-67.5). Bu nodüllere yapılan her biopsi tekrarında tanısal sitoloji elde etme olasılığı giderek azalmakta, ek olarak tekrarlayan biopsiler hem hasta anksiyetesi, hem de iş gücü ve maliyet artışına neden olmaktadır. Diğer yandan, ilk biopsisi ND olduğu halde 2. biopsisi yeterli olan önemli oranda nodül vardır. Bu çalışmada amacımız, ilk TİİAB sonucu ND olan nodüllerde ikinci TİİAB sonucunun yeterli sitolojik sonuç olmasını öngören bir faktör bulunup bulunmadığını tespit etmektir.

Yöntem: 2019-2022 yılları arasında illk TİİAB sonucu ND olup ikinci TİİAB yapılan nodüller retrospektif olarak tarandı ve çalışmaya dahil edildi. İkinci biopsi sonucunun ND olması yeter­siz sonuç, ND dışında diğer tüm sitolojik sonuçlar ise yeterli sonuç olarak değerlendirildi. İkinci TİİAB sonucu yeterli olanlar Grup-1, yine ND olanlar Grup-2 olarak sınıflandırıldı. İki grup; demogra­fik, klinik, laboratuar ve ultrasonografik açılardan karşılaştırıldı.

Bulgular: 443 hastanın ilk biyopsisi ND olan 643 nodülü­ne ikinci TİİAB yapılmıştı. Bunların 437’sinde (% 68.0) ikinci TİİAB yeterli iken (Grup-1), 206’sında (% 32.0) yine ND idi (Grup-2). Tiroid otoantikor pozitifliği açısından iki grup benzerdi. Ultrasonografide Grup-1de solid yapı ve izoekoik görünüm daha sık iken (p=0.038, p=0.001), Grup-2’de kistik/mikst yapı ve he­terojen ekojenite daha sıktı (p=0.038 ve p=0.007) . Sınır düze­ni, mikro/makrokalsifikasyon, “taller-than-wide” ve halo varlığı iki grupta benzerdi (p>0.05). Nodül boyutları, volümü ve 1 cm altı nodül oranı açısından iki grup arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). Multivariate analizde; izoekoik nodüllerde yeterli sito­loji olasılığı, heterojen nodüllere göre 1.943 kez daha yüksekti (95 CI:1.253-2.977,p=0.003). Fakat nodül yapısının yeterli so­nuç üzerine etkisi anlamsızdı (p=0.432). Yeterli sonuç grubunda (Grup-1) 299 (% 68.4) benign, 131 (% 30.0) ÖBA/ÖBFL, 2 (% 0.5) FN/FNŞ, 1 (% 0.2) malignite şüphesi ve 4 (% 0.9) malign nodül vardı. Grup-1’deki 35 hasta ve Grup-2’deki 20 hastaya tiroidektomi yapıldı. Grup 1’deki nodüllerin % 20’sinde (12/60) ve Grup-2’deki hastaların % 8.1’inde (3/37) malign histopatoloji vardı (p=0.116) (Tablo).

 


Sonuç: İkinci biyopsisi yeterli olan grupta (Grup-1) solid yapı ve izoekoik görünüm daha fazla iken, ND olan grupta (Grup- 2) heterojen ekojenite ve kistik/mikst yapı sıklığı daha fazlaydı. Bununla birlikte multivariate analiz sonrası sadece izoekoik ya­pının yeterli sitolojik sonucu öngördüğü gösterildi. İki gruptaki benzer malign histopatolojik sonuç oranı nedeniyle, tüm ND no­düllere ikinci TİİAB yapılmalıdır.

 

451 - HIPOPARATIROIDI TANILI HASTALARIN TAKIBINDE TANI VE TEDAVI KILAVUZLARINA NE KADAR UYULUYOR? - 2023

Beril Turan Erdoğan, Çağlar Keskin, Şefika Burçak Polat, Narin Nasıroğlu İmga, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-42

Amaç: Hipoparatiroidizm, en az 6 ay boyunca düşük veya uygun olmayan şekilde normal seviyedeki parathormon düzeyleri, hipokalsemi ve hiperfosfotemiyle karakterize nadir bir durumdur. Hipoparatiroidizmin uzun dönem komplikasyonları olup bu komplikasyonlar için tarama tetkikleri yapılması gerekmektedir. Tanı ve tedavi kılavuzlarına göre bu hastaların takiplerinde kalsiyum, fosfor, albümin, magnezyum, kreatinin ve eGFR seviyeleri yılda bir veya duruma göre daha sık tetkik edilmelidir. Yirmidört saatlik idrar kalsiyumu yılda 1 kere değerlendirilmelidir. Kreatinin artışı veya idrar kalsiyum atılımında artış saptanması durumunda renal taş açısından görüntüleme tetkikleri yapılmalıdır. Bazal ganglion taraması için beyin MR veya BT yapılması, katarakt açısından ise yıllık göz kontrolü yapılması önerilmektedir. Çalışmamızda hipoparatiroidi tanılı hastaların takibinde kılavuzlara ne kadar uyulduğu değerlendirilecektir.

Yöntem: Şubat 2019 ile Eylül 2021 tarihleri arasında endokrinoloji ve metabolizma polikliniğinde rutin kontrollerine gelen 18 yaş ve üstü hipoparatiroidizm tanılı hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Bu hastaların ek hastalıkları, görüntüleme ve hormon testleri ve test sonuçları değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 264 hastanın yaş ortalaması 49,34± 12,98 (22-91) idi. Hastaların 211’i (%79,9) kadındı. Tüm hastaların kan biyokimya testleri yapıldı. Hastaların %3’ünde göz muayenesi, %9,8’inde beyin görüntülemesi, %18,6’sında renal görüntüleme, %11’inde 24 saatlik idrar Ca ölçümleri yapıldığı görüldü. Yapılan tetkik sonuçlarına göre hastaların 2’sinde (%0,8) katarakt, 4’ünde (% 1.5) bazal ganglion kalsifikasyonu saptandı.Buna ek olarak 2 hastada (%0,8) nefrokalsinozis veya nefrolitiazis görüldü. Hiperkalsiüri, 24 saatlik idrar kalsiyum atılımının >300 mg/24 saat olması olarak tanımlandı ve hipoparatiroidizmi olan hastaların 8’inde saptandı (Tablo 1).


Sonuç: Çalışmamızda hipoparatiroidili hastaların takibinde kılavuzlara uyum oranları düşük saptanmıştır. Bunun nedeninin yoğun poliklinik koşullarında hastalara yeterli zamanın ayrılamaması olduğunu düşünüyoruz. Çalışmamız sonucunda ortaya çıkan veriler ışığında hipoparatiroidi ile takipli hastalarda komplikasyon taramalarının kan tetkikleri kadar önemli olduğu saptanmış olup hastalara yeterli zamanın ayrılabileceği düzenlemeler yapılması hastaların takip ve tedavi sürecini geliştirecektir

450 - PRIMER HIPERPARATIROIDILI HASTALARDA MEME KALSIFIKASYONU, KALSIFIKASYON ÖZELLIKLERI VE BI-RADS (BREAST IMAGING-REPORTING AND DATA SYSTEM) KATEGORILERININ DEĞERLENDIRILMESI - 2023

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Sevgül Fakı, Ekin Yiğit Köroğlu, Arzu Özsoy, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-41

Amaç: Primer hiperparatiroidi (PHPT) hastalarında meme kanseri gelişim sıklığının, PHPT olmayan hastalara kıyasla arttığı tespit edilmiştir. PHPT’de artan meme kanseri sıklığının nedenlerinden birinin, hipotetik olarak, hastalarda memede kalsiyum birikiminin artmasının muhtemel olması ve bu nedenle hastalara meme inceleme tetkiklerinin daha fazla yapılması olabileceği düşünülmektedir. Birçok çalışma ve vaka bildiriminde PHPT hastalarında farklı organ ve dokularda kalsifikasyon olduğu gösterilmekle birlikte, memede kalsifikasyon artışı olup olmadığını inceleyen bir çalışma literatürde bulunmamaktadır. Bu çalışmada amacımız, PHPT hastalarında meme kalsifikasyonunun sıklığını, özelliklerini ve BI-RADS skor dağılımını tespit etmektir.

Yöntem: 40 yaş ve üzeri kadın PHPT hastaları ve yaş-uyumlu sağlıklı kadın kontrol grubu prospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Demografik, antropometrik ve laboratuar bulgular kaydedildi. Tüm hastalara ve kontrol grubuna mammografi yapıldı. Mammografideki kalsifikasyon varlığı, kalsifikasyon tipleri ve BI-RADS skorları not edildi. Kümelenmiş mikrokalsifikasyon, duktal kalsifikasyon, çizgisel, ince ya da segmental kalsifikasyon şüpheli kalsifikasyon olarak; cilt kalsifikasyonu, dağınık, noktasal ve vasküler kalsifikasyonlar ve makrokalsifikasyon ise benign kalsifikasyon olarak değerlendirildi. Hasta ve kontrol grupları; demografik, antropometrik ve laboratuar özellikler, kalsifikasyon varlığı ve tipleri ve BI-RADS skorlarının dağılımı açısından karşılaştırıldı. Ek olarak hasta grubu, hastalık süresi 48 aydan az veya fazla olarak iki alt gruba ayrılarak bahsedilen özellikler açısından karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmaya 61 hasta ve 75 kontrol dahil edildi. Yaş dağılımı PHPT hastalarında kontrol grubuyla benzerken (57.0±7.9, 55±7.5, p=0.153), vücut kitle indeksi hasta grubunda daha yüksekti (32.4±6.7, 29.2±6.2 kg/m2, p=0.005). PHPT süresi median olarak 46 (4-85) aydı. BI-RADS skoru iki grupta benzerdi ve en sık skor BI-RADS 0 idi. Meme kalsifikasyon varlığı ve tipi iki grupta farklı değildi. Demografik, antropometrik, laboratuar ve mammografik bulgular tabloda gösterilmiştir. PHPT süresi 48 aydan uzun veya kısa olan hastalarda kalsifikasyon varlığı oranı benzerdi. Kalsifikasyon varlığını öngörebilecek bir hastalık süresi kesim noktası tespit edilmedi (AUC_0.545±0.75, p=0.543). Eksizyonel meme biyopsisi yapılan 3 hasta da PHPT grubundaydı. Bir hastada sonuç benign iken, diğer iki hastada sitoloji invaziv meme kanseri ve atipik duktal hiperplazi olarak sonuçlandı.


Sonuç: PHPT tanılı kadın hastalarda sağlıklı kadınlara göre meme kalsifikasyon sıklığı artmamıştır. PHPT hastalarında artmış meme kanseri sıklığı, meme kalsifikasyonu nedeniyle olmayabilir. PHPT hastalarında BI-RADS skor dağılımı da sağlıklı populasyondan farklı değildir.

449 - OBEZ HASTALARDA TIROID NODÜL SIKLIĞI VE ULTRASONOGRAFIK ÖZELLIKLERI - 2023

Fatma Cuhaci, Nurcan İnce, Sevgül Fakı, Hüsniye Başer, Abbas Ali Tam, Şefika Burçak Polat, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-39

Amaç: Tiroid nodülleri sık görülen tiroid hastalıklarından birisidir. Obezite perevelansı, özellikle de ciddi obezite tüm dünyada giderek artan sıklıkta görülmektedir. Obezite ve tiroid hastalıkları birbirleri ile ilişkili olmasına rağmen, aralarındaki patolojik ilişki net değildir. Bazı çalışmalar tiroid nodüllerinin beden kitle indeksi (BKİ) ile değerlendirilen adipozite ile ilişkili olduğunu saptamıştır. Bazı çalışmalarda, özellikle kadınlarda, BKİ ve tiroid nodülleri arasında pozitif ilişki olduğunu saptanmış, ancak başka çalışmalar bunu desteklememiştir. Biz bu çalışmada, obez hastalarda tiroid bezinin morfolojik yapısını ve varsa tiroid nodüllerinin özelliklerini obezitenin derecesine göre değerlendirmeyi amaçladık.

Yöntem: 2019-2022 yılları arasında obezite veya herhangi bir nedenle polikliniğimize başvuran, BKİ’i >30 kg/m2 olan ve tiroid fonksiyon testleri ve tiroid ultrasonografisi (USG) istenen 273 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik verileri (yaş, cinsiyet), tiroid fonksiyon testleri, tiroid ultrasonografi özellikleri (tiroid bez boyutu, hacmi, parankim yapısı, ve eğer varsa nodül ve nodül özellikleri) değerlendirildi. Obezite derecesine göre hastalar sınıf I (BKİ; 30-34.9 kg/m2), sınıf II (BKİ; 35-39.9 kg/m2), sınıf III (BKİ; 40 kg/m2) olarak sınıflandırıldı.

Bulgular: 273 hastanın 53’ü erkek (%19.4), 220’i kadın (%80.6) idi. Hastaların 19 (%7)’u sınıf 1, 60 (%22)’ı sınıf 2 ve 194 (%71)’ü sınıf III obeziteye sahip idi. Ultrasonografik olarak 221 hastada (%92.9) tiroid parankimi heterojen idi. Gruplar arasında heterojenite açısından fark saptanmadı. Ant Tiroglobulin antikor düzeyi sınıf III obez hastalarda anlamlı olarak daha yüksek idi (p=0.047). Anti TPO antikor ve tiroid fonksiyon testleri açısından anlamlı fark saptanmadı. Ayrıca obezite derecesi ve troid nodül özellikleri açısından anlamlı fark saptanmadı.

Sonuç: Hastalarımızda obezite derecesi ile tiroid parankim heterojenitesi ve tiroid nodül özellikleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı. Ancak artan obezite prevelansı ve tiroid nodül sıklığı göz önüne alındığında obez hstalarda tiroid ultrasonografisinin yararlı olacağını düşünmekteyiz.

448 - APOPLEKSI SONRASI AKROMEGALI REMISYONU: BIR OLGU SUNUMU - 2023

Safiye Kızışar Yılmaz, Hatice Aksu, Belma Özlem Tural Balsak, Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-33

Amaç: Pituiter apopleksi hipofiz adenomlarının nadir bir komplikasyonudur. Apopleksi sonucunda, hipofiz hormon eksiklikleri ve hormon sekrete eden adenomlarda klinik remisyon gelişebilir. Bu olgu sunumunda akromegali tanısı öncesinde spontan pituiter apoleksi sonucu akromegali ve diyabet kliniğinde remisyon gelişen bir olguyu sunmayı amaçladık.

Yöntem: Ankara Şehir Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği’ne başvuran hastanın semptom ve bulguları, tetkik ve görüntüleme sonuçları değerlendirildi.

Bulgular: 53 yaşında tip 2 diabetes mellitus ile takipli erkek hasta diplopi şikayeti ile göz hastalıkları polikliniğinde tetkik edilirken 14 mm hipofiz makroadenomu saptanmış ve beyin cerrahisine yönlendirilmiş. Beyin cerrahisi tarafından yapılan tetkiklerinde IGF-1 düzeyi 284 mcg/L (87-238), GH düzeyi 4,3 mcg/L (0,05-3), HbA1c düzeyi %10,4 olarak saptanmış fakat diyabet tedavisinde değişiklik yapılmamış. Makroadenom saptandıktan 3 ay sonra hastada şiddetli baş ağrısı şikayeti olmuş fakat hastaneye başvurmamış. Takibinde ağrısı düzelmiş. Baş ağrısı şikayetinin gelişmesinden 2 hafta sonra polikliniğimize yönlendirilmiş. Polikliniğimizdeki değerlendirmesinde kaba yüz görünümü, ellerde ve ayaklarda büyüme, çenede ve burunda büyüme, yağlı cilt gibi klasik akromegali kliniği olan hastanın semptom ve bulgularının eskiye göre gerilemiş olduğu öğrenildi. Tetkiklerinde IGF1 düzeyi 224 mcg/L (87-238), GH 3,5 mcg/L (0,05-3,5), diğer ön hipofiz hormon düzeyleri normal, açlık plazma glukozu 143 mg/dL, HbA1c %7,8 olarak görüldü. Seri GH-IGF-1 düzeyleri ölçüldü, glukoz değerleri yüksek iken büyüme hormonu supresyonu olmaması (glukoz 244 mg/dL iken en düşük GH 1,44 ng/ mL) üzerine akromegali tanısı koyuldu. Çekilen hipofiz MRG’da adenomda hemorajik komponent saptandı. Apopleksiye bağlı hormon eksikliği gelişmeyen hastanın akromegali açısından takip edilmesi planlandı.

Sonuç: Pituiter apopleksi akromegali hastalarında görülebilir. Başağrısı gelişen hipofiz adenomlu hastalarda pituiter apopleksi açısından değerlendirme gerekmektedir. Akromegali ile takipli hastalarda apopleksi gelişmesi durumunda hipofiz hormonlarının eksiklikleri gelişebileceği için hormonal değerlendirme tekrarlanmalı ve akromegali remisyonu açısından tedavisi gözden geçirilmelidir. Apopleksi sonrası takipte akromegali rekürensi de görülebilir. Bu nedenle hastaların rekürens açısından yakın takip edilmesi önerilmektedir.

447 - AGRESIF SEYIR GÖSTEREBILEN BIR HIPOFIZ NEOPLAZISI: SESSIZ KORTIKOTROP ADENOM - 2023

Ekin Yiğit Köroğlu, Mehdi Houssein, Belma Tural Balsak, Burak Bahadır, Servet Güreşçi, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-29

Amaç: Agresif seyir gösterebilen bir hipofiz neoplazisi olan sessiz kortikotrop adenom görülen bir olgunun sunulması amaçlanmıştır.

Yöntem: Olgu sunumu

Bulgular: Bilinen hastalığı olmayan 43 yaşında kadın hasta; unutkanlık şikayeti nedeni ile çekilen kranial MR’de hipofizer kitle görülmesi üzerine 10/22’de merkezimize yönlendirilmiş. Hastanın kontrastlı hipofiz MR’ında ‘Sellayı ekspanse etmiş, suprasellar sisterni doldurarak superiora uzanmış ve optik kiazmayı basılayarak yukarı yaylandırmış, 3,2x3x2,3 cm boyutlarında geniş intrasellar kitle lezyonu’ saptandı (Resim 1). 2 yıldır amenoresi olan ve unutkanlık dışında herhangi bir semptom tariflemeyen hastada galaktore, cushingoid görünüm, akromegaloid görünüm, akral büyüme, kilo alımı bulguları yoktu. Hastaya preoperatif yapılan tetkikler sonucunda santral hipotiroidi ile uyumlu tiroid fonksiyon testleri ve sap basısına bağlı olduğu düşünülen prolaktin yüksekliği saptandı (Tablo 1). Görme alanı muayenesi normal olarak değerlendirildi. Bu tetkikler sonucunda hastaya levotiroksin 1x25 mcg başlandı ve hastada non-fonksiyonel hipofizer adenom olduğu düşünüldü.03/11/2022 tarihinde transsfenoidal cerrahi uygulanan hastanın post-operatif takibinde hipopituitarizm veya santral diabetes insipidus gelişmedi. Hastanın cerrahi materyalinin immünhistokimyasal ve histolojik incelemesinde: ‘ Tümör hücreleri ACTH ile yaygın ve dağınık olarak boyanma göstermiştir. CAM5.2 ile sitoplazmik boyanma mevuttur. GH, PRL, TSH, FSH, LH negatiftir. Ki-67 proliferasyon indeksi yaklaşık %3-4 olarak değerlendirilmiştir.’ Bu bulgular ve hastanın pre-operatif tetkikleri ile kliniği birlikte değerlendirilerek, hastada ‘sessiz kortikotrop adenom’ olduğu saptandı. Post-operatif 1. Ayda endokrinoloji poliklinik kontrolüne gelen hastanın herhangi bir şikayeti bulunmamaktaydı. Hastanın ön hipofiz hormonları görüldü (Tablo 2). 1 miligram deksametazon supresyon testi sonucu: 1,04 µg/dL olarak görüldü. Daha sonra hastaya 0,5 mg deksametazon supresyon testi uygulandı ve test sonucu 0,9 µg/ dL olarak saptandı. Görme alanı testinde ‘sağda süperior vertikal görme alanı defekti’ saptanan hastada, sessiz kortikotrop adenomların agresfi seyretme eğilimi olmasından dolayı post-op 3. ayda hipofiz MR kontrolü görülmesi planlandı.


Resim 1. Hipofiz MR: ‘Sellayı ekspanse etmiş, suprasellar sisterni doldurarak superiora uzanmış ve optik kiazmayı basılayarak yukarı yaylandırmış, 3,2x3x2,3 cm boyutlarında geniş intrasellar kitle lezyonu’  




Sonuç: Sessiz kortikotrop adenomlar; tüm hipofizer adenomların %4,8-6,8’ini, non-fonksiyone hipofiz adenomlarınsa %19’unu oluşturmaktadır. Yüksek oranda agresif bir seyir göstermekle beraber, tedavi sonrası sık nüks ve konvansiyonel tedavilere direnç göstermektedir (1). Bu nedenle bizim vakamızın takibinde de aşikar veya subklinik Cushing sendromu gelişmesi ya da kitlede nüks ve invazif seyretme riski bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda, Cushing sendromu taramasında cut-off değeri 3,0 µg/dL alınarak yapılan 0,5 mg deksametazon supresyon testinin; klasik 1 miligram deksametazon supresyon testine göre daha yüksek sensitivite ve spesifitesi olduğu gösterilmiştir (2). Bizim vakamızda post-op dönemde her iki tarama testi de uygulanmış

446 - NADIR GÖRÜLEN BIR HIPOFIZ PATOLOJISI: CROOKE HÜCRELI KORTIKOTROP ADENOM - 2023

Ekin Yiğit Köroğlu, Cevdet Aydın, Çağlar Keskin, Ömer Faruk Türkoğlu, Servet Güreşçi, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-28

Amaç: Nadir görülen ve agresif seyirli olan bir Crooke hücreli kortikotrop adenomu vakası sunulması amaçlanmıştır.

Yöntem: Olgu sunumu

Bulgular: Bilinen tip 2 diabetes mellitus dışında ek hastalığı olmayan 69 yaşında kadın hastanın, düşme sonrası çekilen kranial MR görüntülemesinde hipofizer adenom saptanmış. Bunun üzerine çekilen hipofiz MR’da ‘Sellar suprasellar yerleşimli, yaklaşık 3.5x2.5x3 cm olan, optik kiazmaya bası oluşturan, her iki kavernöz sinüsle sellayı ekspanse eden kitlesel görünüm’ (Resim 1) saptanması üzerine, 09/2022’de hasta tarafımıza yönlendirilmiş. Hastanın amamnezinde son 1 yıl içerisinde 10 kg aldığı ve son birkaç haftadır kan şekerinin disregüle olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde buffalo hörgücü, ince ekstremiteleri ve santral obezitesi bulunmaktaydı. Karın duvarında stria, yüzde pletore ve proksimal myopati bulguları gözlenmedi. Yapılan rutin biyokimya ve bazal ön hipofiz hormon tetkik sonuçları Tablo 1’deki gibidir. Hastaya yapılan 1 mg deksametazon supresyon testi sonucu: 43,56 µg/dL olarak görüldü. İleri tetkik amacıyla endokrinoloji servisine yatırılan hastanın gece serum kortizolü: 33 µg/ dL, gece tükrük kortizolü: 2,24 µg/dL, 24 saat idrarda serbest kortizol:1718,35 ug/24 h olarak saptandı (Cushing Sendromu tanısına yönelik yapılan tetkik sonuçları Tablo 2’de gösterilmiştir). Hastaya profilaktik enoksaparin başlandı. Dirençli hipokalemisi ve aşikar hiperkortizolemisi olan hastaya spironolakton 1x25 mg ve metirapon başlandı. Hasta multidisipliner konseyde değerlendirildi. Hipofizer cushing tanısı ile cerrahi kararı verildi. Transsfenoidal cerrahi sonrası hastanın operasyon materyalinde ACTH ile fokal boyanma ve Cam5.2 ile %50den fazla hücrede kalın membranöz boyanma saptandı. Bu bulgular ile hastanın patoloji sonucu ‘Crooke hücreli kortikotrop adenom’ ile uyumlu olarak raporlandı. Post-operatif dönemde metirapon kesildi. Santral hipotiroidi ve santral diabetes insipidus gelişen hastaya levotiroksin ve oral desmopressin tedavileri başlandı. Düşmeye bağlı kronik subdural hematomu bulunan hastaya, cerrahi sonrası anti-ödem etki amacıyla deksametazon tedavisi verilmesi nedeni ile hiperkortizolemi post-operatif erken dönemde değerlendirilemedi.

 

Resim 1. Hipofiz MR’da ‘Sellar suprasellar yerleşimli, yaklaşık 3.5x2.5x3 cm olan, optik kiazmaya bası oluşturan, her iki kavernöz sinüsle sellayı ekspanse eden kitlesel görünüm’



Sonuç: Crooke hücreli adenomlar nadiren gözükmekle birlikte; genellikle invaziv ve klinik olarak agresif seyretme eğiliminde olurlar. Cerrahi sonrası nüks edebilir ve cerrahi tekrarı ya da radyoterapiye direnç gösterebilirler (1). Bizim vakamızda da; çevre dokulara bası yapan hipofizer bir kitle, aşikar hiperkortizolemi ile bunlara sekonder hızlı progrese olan klinik ve laboratuar bulguları mevcuttu.

445 - ASSOCIATION OF ABO BLOOD GROUPS WITH DIABETIC MICROVASCULAR COMPLICATIONS - 2023

Sevgül Fakı, Nurcan İnce, Abbas Ali Tam, Beril Turan Erdoğan, Fatma Neslihan Çuhaci Seyrek, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-17

Amaç: Micro vascular complications are the major outcome of Type 2 Diabetes Mellitus progression, which reduces the quality of life and increases diabetic morbidity & mortality. As the incidence of type 2 diabetes is growing day by day; our search for its aetiology and pathogenesis is also ever growing to predict its risk factors and early screening for better care and prevention of its complications. Many studies have tried to link susceptibility of type 2 diabetes with ABO blood group though results have been inconsistent. The present study aims to analyse association of micro vascular complication with different blood groups if any.

Yöntem: The study included the paitents with diabetes who were hospitalized and followed up in our clinic form Dec. 2019 to April 2022. Information such as age, sex, and family history of diabetes was scanned from medical records. The blood group was determined by standard serological methods. Screening of microvascular complications done by appropriate clinical examinations and laboratory investigations.

Bulgular: There was 348 patients with type 2 diabetesin this study, the average age of the patients was 59,3±12,8, male to female ratio was 142(40,8%)/204 (59,8%) reapectively. 246 (70,68%) patients had one or the other complications. Diabetic nephropathy, rethinopathy and neuropathy ratio was 31,3 %, 35,20 % ve %52,0 % respectively. None of the type of micro vascular complication was found to be significantly associated with different blood groups. In addition we found that Rh (-) group had significantly low Diabetic nephropathy , rethinopathy compare to Rh (+) group (p= 0,044 ve p 0,041).

Sonuç: Although we didn’t finde a relationship between ABO blood group and diabetic microvascular complications, Rh (+) was found to be a risk factor for developing nephropathy and retinopathy

444 - METFORMIN ILIŞKILI LAKTIK ASIDOZ: OLGU SUNUMU - 2023

Gökhan Baykal, Mehdi Houssein, İrem Önal, Enes Seyda Şahiner, İhsan Ateş, Narin Nasiroğlu İmga, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-14

Amaç: Metformin tip 2 diyabetik hastalarda birinci basamak tedavi olarak yaygın şekilde kullanılmaktadır. En yaygın görülen yan etkileri gastrointestinal yan etkilerdir. Metformin ilişkili laktik asidoz diyabetik hastalarda nadir olarak görülen ancak ciddi bir yan etkidir. Metformin tedavisi altında olan hastalarda görülebileceği gibi intihar girişimi amaçlı yüksek doz alan hastalarda da görülebilir.

Yöntem: Bu olguda intihar girişimi amaçlı yüksek doz metformin aldıktan sonra şiddetli laktik asidoz geliştiren bir hastayı sunuyoruz.

Bulgular: Anksiyete bozukluğu ve depresyon tanısı olan 22 yaşında kadın hasta intihar girişimi amacıyla yüksek dozda metformin aldıktan sonra konuşmada bozukluk ve bulantı yakınmalarıyla acil servise başvurdu. Hastanın yaklaşık 30 gr metformin aldığı öğrenildi. Laboratuvar bulgularında arteriyel kan gazı pH 7,41, bikarbonat 14 mmol/L, anyon açığı 13 mmol/L, laktat 7,5 mmol/L ve kreatinin 1,44 mg/dL idi. Daha sonra durumu kötüleşen hastanın arteriyel kan gazı pH 6,96, bikarbonat 5,8 mmol/L, anyon açığı 33 mmol/L, laktat 23,9 mmol/L ve kreatinin 1,99 mg/dL olduğu görüldü. Hastaya renal replasman tedavisi başlandı. Hastanın asidemisi ve böbrek fonksiyon bozukluğu bir diyaliz seansından sonra zaman içerisinde düzeldi. Herhangi bir komplikasyon gelişmeyen hasta taburcu edildi. Hastanın laktik asidozu ve şüpheli ilacı kullanması arasında olası bir ilişkiyi gösteren Naranjo değerlendirme skoru 9 olarak hesaplandı.

Sonuç: Metformin ilişkili laktik asidoz metforminin iyi bilinen ve yaşamı tehdit eden bir komplikasyonudur. Kusma ve ishal metformin ilişkili laktik asidozun ilk belirtileridir. Başlangıçta şiddetli laktik asidoz olmasa bile klinisyenler vakamızda olduğu gibi bu hastalarda zamanla laktik asidozun gelişebileceğinin farkında olmalıdır. Metformin diyalizle temizlenebilir bir ajan olduğundan şiddetli laktik asidoz renal replasman tedavisi ile tedavi edilebilmektedir

443 - AKUT OKULOMOTOR SINIR PARALIZISI ILE BAŞVURAN TIP 2 DIYABET OLGUSU - 2023

Gökhan Baykal, Şefika Burçak Polat, Şadiye Gümüşyayla, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-13

Amaç: Kranial mononöropatiler genellikle yaşlı, uzun süreli ve kötü kontrollü diyabeti, nöropatisi ve vasküler komplikasyonu olan hastalarda görülür ve nadirdir. Okulomotor sinir paralizisinde hastalarda ani başlangıçlı ciddi diplopi, görme keskinliğinde azalma ve gözde şiddetli ağrı görülebilir. Fizik muayenede gözde addüksiyon, elevasyon ve depresyonda kısıtlılık ve pitozis görülür. Diyabetik okulomotor sinir paralizisi genellikle diğer kranial sinir paralizileri olmaksızın görülebilir. Sinir hasarı, sinirde iskemi veya mezensefalondaki nükleusun infarktüsünden dolayı gelişmektedir.

Yöntem: Bu olguda akut okulomotor sinir paralizisi ile başvuran tip 2 diyabetik bir hastayı sunuyoruz.

Bulgular: Bilinen tip 2 diabetes mellitus, hipertansiyon ve nonalkolik steatohepatite bağlı karaciğer sirozu tanısı olan 36 yaşında erkek hasta ani başlayan sağ gözde dışa kayma, göz kapağında düşüklük, ağrı ve çift görme yakınmalarıyla acil servise başvurdu. Hastanın yapılan fizik muayenesinde bilinci açık, ışık refleksleri doğal, pupiller izokorik, sağ gözde hafif dışa deviasyon, aşağı, yukarı ve içe bakışta kısıtlılık, sağ gözde totale yakın pitozis olduğu görüldü. Laboratuar tetkiklerinde plazma glukoz 100 mg/dL, HbA1c %7,8 olarak idi. Hasta diyabeti için metformin, empagliflozin, sabah ve akşam mix insülin tedavileri almaktaydı. Özgeçmişinde 2012 ve 2017 yıllarında periferik fasiyal paralizi öyküsü olduğu öğrenildi. Beyin MRG’de sağ orbitada medial rektus kasında sadece flair sekansında izlenebilen nonspesifik hiperintensite tespit edildi. Radyoloji ve nöroloji tarafından değerlendirilen hastanın mevcut bulgularının miyozitten ziyade diyabete bağlı okulomotor sinir denervasyonuna sekonder olarak geliştiği düşünüldü. Hospitalize edilen hastaya 1 mg/kg iv metilprednizolon tedavisi başlandı ve tedricen azaltılarak kesilmesi planlandı. İzleminde şikayetlerinde gerileme görülen hasta sıkı glisemik kontrol ile takip edildi. 

Sonuç: Kranial mononöropatiler uzun süreli ve kötü kontrollü diyabetik hastalarda daha sık görülmesine rağmen kan şekerleri nispeten daha iyi kontrollü olan hastalarda da görülebilir ve tipik semptom ve muayene bulguları olan hastalarda akla gelmelidir. Ayırıcı tanıda infeksiyöz hastalıklar, anevrizma, inflamatuar hastalıklar, tümörler ve travma düşünülmelidir. Diyabetik okulomotor sinir paralizisi haftalar ve aylar içinde sekel bırakmaksızın iyileşir. Tedavisinde sıkı glisemik kontrol ve iskemiye yol açabilecek risk faktörlerini azaltmak yer alır.

442 - ADRENAL INSIDENTALOMALI HASTALARDA OTONOM KORTIZOL SEKRESYONUNUN METABOLIK HASTALIKLARLA ILIŞKISI - 2023

Beril Turan Erdoğan, Berna Evranos Öğmen, Muhammed Saçıkara, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, E-06

Amaç: Adrenal insidentaloma (Aİ), klinik yakınma veya muayene bulgusu olmadan görüntüleme esnasında rastlantısal olarak saptanan lezyonlardır. Adrenal insidentalomaların %5-30’u hormon sentezleyebilmektedir. Bunlar içinde en sık olan otonom kortizol sekresyonudur (OKS). OKS asemptomatik olmakla beraber metabolik hastalık sıklığında artışa neden olmaktadır.

Yöntem: Radyoloji kliniğinde üst abdomen MRG çekilmiş ve insidental olarak sürrenal adenom saptanmış ≥18 yaş olan hastalardan endokrinoloji polikliniğine başvuran ve tetkikler yapılan hastaların verileri retrospektif olarak kaydedildi. Bu hastaların komorbiditeleri, endokrinoloji polikliniklerinde yapılan tetkikleri ve hormonal testleri ve sonuçları değerlendirildi. Deksametazon süpresyon testleri ile baskılanma olmayan (kortizol>1.8 µg/dL) ve Cushing sendromu kliniği olmayanlar OKS olarak kabul edildi.

Bulgular: Yaş ortalaması 54.8±10.2 (18-82) olan 465 hastanın 311’i (66.9%) kadındı. Hastaların %31.4’unda Diyabetes mellitus (DM), %53.8’inde hipertansiyon (HT), %30.8’inde hiperlipidemi (HL), %11.8’inde koroner arter hastalığı (KAH), %1.3’ünde kalp yetmezliği (KY) vardı. Hormon tetkiklerine göre; hastaların 31’sında (%6.6) primer aldosteronizm, 7’sinde (%1.5) feokromositoma, 75’inde (16.1%) OKS saptandı. OKS olan ve olmayan hastalar ek hastalık varlığı (Tablo-1) ve adenom boyutları açısından karşılaştırıldı. DM, HT, HL ve KAH OKS olan grupta daha fazlaydı (p<0.05, her biri için). OKS olan grupta adenom boyutu daha büyüktü (p<0.001). Cinsiyet dağılımı iki grupta benzerken(p>0.05), OKSli hastalar daha yaşlıydı (p=0.006) (Tablo-1).

 

Sonuç: Adenom boyutu büyük olanlarda OKS olma ihtimali daha yüksektir. Büyük boyutlu adrenal kitleler OKS ve ilişkili kardiyometabolik riskler açısından takip edilmeli, gerekli tedavileri düzenlenmelidir.

441 - SARS-COV-2 AŞISI VE COVİD-19 ILE ILIŞKILI SUBAKUT TROIDITLER: ULUSAL ÇOK MERKEZLI ÇALIŞMA (THYROVAC ÇALIŞMASI) - 2023

Adnan Batman, Dilek Yazıcı, Oğuz Dikbaş, Kemal Agbant, Emre Sedar Saygılı, İbrahim Demirci, Nurbanu Bursa, Görkem Ayas, Cüneyd Anıl, Mustafa Cesur, Fatma Nur Korkmaz, Adile Begüm Bahçecioğlu, Demet Çorapcıoğlu, Murat Faik Erdoğan, Hayri Bostan, Murat Calapkulu, Sema Hepsen, Bekir Ucan, Erman Cakal, Bagdagul Yuksel Guler, Cem Haymana, Suleyman Hilmi Ipekci, Selami Aydın, Havva Sezer, Seçil Ozısık, Oguzhan Deyneli, Faruk Alagöl, Refik Tanakol, Mustafa Eroğlu, Ümmü Mutlu, Hülya Hacisahinogullari, Ayse Kubat Uzum, Canan Demir, Gonul Koç, Sevde Nur Fırat, Tulay Omma, Nurcan Ince, Şefika Burcak Polat, Oya Topaloglu, Cevdet Aydın, Bekir Cakır, Cigdem Tura Bahadır, Mehmet Güven, Mehmet Sözen, Alev Selek, Zeynep Cantürk, Berrin Çetinarslan, Mustafa Aydemir, Isilay Taskaldiran, Yusuf Bozkus, Özlem Turhan Iyidir, Filiz Eksi Haydardedeoglu, Seda Erem Basmaz, Mehmet Cagri Unal, Tevfik Demir, Ayten Oguz, Ozlem Celik, Merve Yilmaz, Aykut Cimsir, Serdar Kayihan, Ziynet Alphan Uc, Sakin Tekin, Ömercan Topaloglu, Basak Ozgen Saydam, Yasemin Aydogan Unsal, Özge Özer, Göknur Yorulmaz, Kader Uğur, Sezin Dogan Cakır, Mehmet Aşık, Mustafa Unubol, Selin Genç, Burak Andac, Mine Okur, Özlem Doğan, Ersen Karakılıç, Gökçen Ünal Kocabaş, Cem Onur Kırac, Güven Barış Cansu, Meliha Melin Uygur, Zafer Pekkolay, Sadettin Öztürk, Askin Gungunes, Eren Gurkan, Lezzan Keskin, Kenan Caglayan, Yasemin Emur Gunay, Eren İmre, Selcuk Yusuf Sener, Ahmet Toygar Kalkan, Deniz Engin Gok, Mustafa Şahin.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, S-17

Amaç: Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) ve şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) aşısına bağlı subakut tiroidit (SAT) vakalarının klinik özelliklerini, laboratuvar bulgularını, tedavi yanıtını ve seyrini araştırmak, klasik SAT’lardan -varsa- farklılıklarını belirlemek amaçlanmıştır.

Yöntem: Ülke çapında çok merkezli bu retrospektif kohort çalışmasına Türkiye’deki 54 endokrinoloji merkezi dahil edilmiştir. Çalışma katılımcıları, COVID-19 ile ilgili SAT (Cov-SAT), SARSCoV-2 aşısıyla ilgili SAT (Vac-SAT) veya kontrol SAT (Cont-SAT; diğer etkenlere bağlı) olarak üç grupta incelendi. Bu 3 grup, hastaların demografik verileri, klinik ve laboratuvar sonuçları ile kısa ve orta dönem komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı.

 


Şekil 1. Çalışma dizaynı

Vac-SAT, SARS-CoV-2 aşısına bağlı subakut tiroidit; Cov-SAT, COVID-19’a bağlı subakut tiroidit; Cont-SAT, klasik subakut tiroidit, diğer etkenlere bağlı

 

Bulgular: Çalışmaya SAT tanısı konulan ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 870 hastadan 811’i dahil edildi (Şekil 1). Bunlardan 258’i (%31,8) Vac-SAT, 98’i (%12,1) Cov-SAT ve geri kalan 455’i (%56,1) Cont-SAT grubunda kümelendi. Cont-SAT tanısı konulan 455 hastanın 129’una (%28,4) COVID-19 öncesi dönemde, geri kalan 326 hastaya (%71,6) ise COVID-19 pandemisi sırasında tanı konmuştur. Vac-SAT grubundaki vakaların 203’ü (%78.7) mRNA aşısı (Pfizer/BioNTech®), 54’ü (%20.9) inaktive aşı (Synovac/CoronaVac®) ve 1’i (%0.4) viral vektör aşısı (Astra Zeneca) yapılmıştı.. Tüm gruplarda en sık görülen semptomlar boyun ağrısı ve tiroid lojunda hassasiyet idi (Tablo 1). Hem Cov-SAT hem de Vac-SAT gruplarında steroid tedavisi gereksinim oranları Cont-SAT grubundan istatistiksel olarak daha düşüktü (p = 0.049) (Tablo 2). SAT nüks oranları ve hipotroidi açısından farklı SAT etiyoloji grupları arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı (Tablo 2). mRNA aşı ilişkili SAT (mRNA Vac-SAT) ve inaktive aşı ilişkili SAT (inaktive Vac-SAT) karşılaştırıldığında iki grupta da (%66,5 ve %74,1) en sık ikinci doz aşılamadan sonra SAT geliştiği izlendi. (Tablo-3). Nüks olan hastalarda, ilk tanı anında TSH (p < 0.001), FT4 (p < 0.001), FT3 (p < 0.001), FT4/FT3 oranı (p = 0. 009), CRP (p=0.015) ve ESR (p=0.006) değerleri, nüks olmayanlara göre daha düşüktü. Steroid tedavi ihtiyacı SAT rekürrensi gelişen grupta daha sık olarak izlendi (% 89.2’ye karşılık %52.5, p < 0.001) (Tablo 4).



 

Sonuç: Sonuç olarak izlemimizde SAT etiyoloji grupları arasında hem klinik özellikler hem de hipotiroidizm veya nüks sonuçları açısından fark saptanmadı. Benzer şekilde mRNA SARS-CoV-2 aşısı ve inaktive SARS-CoV-2 aşısı ile ilgili SAT’lar arasında klinik sunum, tedavi modaliteleri ve sonuç parametreleri açısından fark bulunmadı. Steroid tedavisi gereken hastalar aynı zamanda nüks riski artmış hastalar olarak saptanırken, steroid tedavisinin hipotiroidizm insidansını azalttığı görülmektedir. Bu nedenle klinisyenler hastalarını yakından takip etmeli, ağır SAT’lerde steroid tedavisi verildiğinde hızlı azaltma şeması uygulamamalı ve steroid tedavisini erken dönemde kesilmemelidir.

440 - PAPILLER TIROID KARSINOMU TANILI HASTALARDA KURU GÖZ PARAMETRELERININ VE VITAMIN E DÜZEYLERININ DEĞERLENDIRILMESI - 2023

Müge Keskin, Belma Özlem Tural Balsak, Neslihan Bayraktar Bilen, Çağlar Keskin, Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 44. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-13 Mayıs 2023, İstanbul, S-11

Amaç: Kuru göz sendromu, tiroid orbitopatili hastalarda sık görülen bir bulgudur. Papiller tiroid kanserli (PTK) hastalarda ise kuru göz sendromu ile ilgili çalışma sayısı azdır. Antioksidan, antiinflamatuar ve antiapoptotik özellikleri olan vitamin E eksikliği durumunda retinal patoloji gelişebilir. Ek olarak vitamin E’nin retinal patolojilerde terapötik önemi mevcuttur. Bu çalışmada radyoaktif iyot (RAİ) tedavisi alan ve almayan PTK’lı hastaların göz kuruluğu ve vitamin E düzeyi açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Çalışmamıza Aralık 2021 ve Haziran 2022 tarihleri arasında kliniğimize başvuran PTK tanılı RAİ tedavisi alan (Grup 1) 29 hasta ve RAI tedavisi almayan (Grup 2) 22 hasta dahil edildi. PTK olmayan sağlıklı 28 birey kontrol grubu (Grup 3) olarak belirlendi. Diyabet, romatolojik hastalık öyküsü, keratokonus, glokom, kronik allerjik konjonktivit, kornea skarı, pterjiyum gibi göz hastalığı, kontakt lens kullanım öyküsü, geçirilmiş göz cerrahisi dışlanma kriterleri idi. Hastaların göz kuruluğu; oküler yüzey hastalık indeksi, meibomian bez salgı kalitesi, kapak kenarı skoru, sirius cihazı ile noninvaziv gözyaşı kırılma zamanı ve meibomiagrafi ile değerlendirildi. Tüm hastalarda sabah aç tirotropin (TSH), serbest tiroksin, serbest triiodotironin ve vitamin E düzeyleri ölçüldü.

Bulgular: TSH değeri, RAİ alan ve almayan PTK’lı hastalarda, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü (sırasıyla p<0.001 ve p<0.001). Vitamin E düzeyleri açısından gruplar arasında anlamlı bir fark bulunmadı (p=0.599). Yapılan göz ölçümlerinde; ortalama noninvaziv gözyaşı kırılma zamanı normal (>17) olanların oranı Grup 1, Grup 2 ve Grup 3’de benzerdi (sırasıyla %30,8; %27,3 ve %44,6 p=0.145). İlk noninvaziv gözyaşı kırılma zamanı açısından gruplar arasında fark saptanmadı (%27,3; %31,4; %44,6; p=0.155). Üst kapak kenarı skoru ≥1 olanların oranı Grup 1 ve Grup 2’de kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (%64,9; %56,8 ve %17,9; p=0.025). Grup 1’de %34,5, Grup 2’de %22,7 ve Grup 3’de %7,1 hastada alt meibomian bez ekspressibilite >1 idi (p=0.002). Alt meibomiagrafi değerleri ≥1 sahip olanlarınoranı Grup 1 ve Grup 2’de kontrol grubuna göre anlamlı olarak fazlaydı (sırasıyla %61,1; %52,5; %29,5; p=0.007). Gruplar arasında alt kapak kenarı skoru, Oxford değerleri, üst meibomian bez ekspressibilitesi ve üst meibomiagrafi dereceleri açısından anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla p=0.485, p=0.064, p=0.256 ve p=0.069). OSDİ (göze bağlı irritasyon semptomlarını sorgulayan anket) değerleri Grup 1’de 6,25, Grup 2’de 8,12 idi ve kontrol grubuna göre (2,27) anlamlı olarak yüksekti (p=0.034).

Sonuç: RAİ alan ve almayan PTK’lı hastalarda meibomian bez disfonksiyonu görülmektedir. Bu durum TSH supresyonu ile ilişkili olabilir. Bu hastaların günlük yaşam aktivitelerini etkilemesi nedeni ile kuru göz açısından sorgulanması önemlidir. 

439 - Hızlı Büyüyen Tiroid Kitlesi: Tanı Her Zaman Anaplastik Kanser Mi? - 2022

Ekin Yiğit Köroğlu, Fatma Dilek Kahramanca, Kübra Solmaz, Aydan Kılıçarslan, Bilgehan Karadayı, Didem Özdemir, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler Endokurs, 6. Mezuniyet Sonrası Eğitim Kursu, 14-16 Ekim 2022, Adana, S-06

Amaç: Malign mezenkimal tiroid tümörü,tiroid kanserinin en nadir tiplerinden biridir. Bu vaka sunumunda sert,fikse ve hızlı büyüyen tiroid kitlesi ile başvuran bir hastayı sunuyoruz. Nihai tanı,anaplastik kanserden klinik ve histolojik olarak ayırıcı tanısı zor olan malign mezankimal tiroid tümörü idi.

Olgu: 87 yaşında kadın hasta;ses kısıklığı ve 1 hafta önce fark ettiği,boyunda ele gelen kitle şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Fizik muayenede boynun sağ tarafında sert,fikse ve palpabl 4x4 cm kitle mevcuttu. Laboratuvar değerlendirmesinde tiroid fonksiyon testleri normal,anti-tiroglobulin antikoru pozitif,anti-tiroid peroksizom antikoru negatif,kalsitonin normal görüldü. Tiroid ultrasonografisinde;sağ lobu tamamen dolduran, makrokalsifikasyonlar ve kistik dejenerasyon alanları içeren 27.5x51.1x61.0 mm boyutlarında izoekoik nodül saptandı. Nodülün ince iğne aspirasyon biyopsisi(İİAB), önemi belirsiz atipi olarak rapor edildi. İkinci İİAB’de malignite açısından şüpheli olarak değerlendirildi. İİAB materyalinin hem sitolojisi hem de akım sitometri analizi ile lenfoid maligniteler ekarte edildi. Bu sonuçlarla hasta anaplastik tiroid kanseri ön tanısı ile hastaneye yatırıldı.

Boyun MRG’sinde sağ ana karotis arteri ve özofagusu çevreleyen, 9.0x6.5x6.5 cm boyutlarında,merkezi nekrotize kitle tespit edildi. PETCT taramasında lezyonda önemli miktarda artmış tutulum gözlendi.

Kitleye tru-cut biyopsi yapıldı. Sitopatolojik değerlendirmede;fibröz stroma içinde fasiküler şekillerden oluşan neoplastik infiltrasyon izlendi ve anaplastik mezenkimal tümör düşünüldü. BRAF mutasyonu negatifti. Hastanın ileri yaşı ve genel performansının düşük olması nedeniyle;kemoterapi ve cerrahi düşünülmedi. Hastaya radyoterapi ve ödem ile trakeal stenoz oluşumunu önlemek için metilprednizolon,eş zamanlı olarak başlandı.

Sonuç: Tiroid bezinin malign mezenkimal tümörleri,tüm malign tiroid tümörlerinin yaklaşık %0.3’ünü oluşturmaktadır. Sert,fikse ve hızla büyüyen bir tiroid kanserinde akla gelen ilk tanı anaplastik kanser olsa da ayırıcı tanıda malign mezenkimal tümörler de düşünülmelidir.

  

438 - Graves Hastalığı İlişkili Süperior Vena Cava Sendromu - 2022

Himmet Durmaz, Ünzile Arifoğlu, Mustafa Ömer Yazıcıoğlu, Muhammed Saçıkara, Narin Nasıroğlu İmga, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-224.

GİRİŞ: Guatr, tiroid bezinin hastanın yaşı ve cinsiyeti için normal olarak tanımlanan boyuttan büyük olması demektir. İyot eksikliği, tiroid nodülleri, Graves hastalığı guatr nedenlerindendir. Graves hastalığında hipertiroidi, oftalmopati ve dermopati görülebilmektedir. Ayrıca guatra bağlı bası semptomları da(dispne, disfaji, süperior vena cava sendromu) görülür. Burada süperior vena cava sendromu kliniği ile gelen bir Graves hastalığını sunacağız.

VAKA: Hipertiroidi tanısıyla 6 yıldır metimazol kullanan hasta boyunda şişlik ile polikliniğimize başvurdu. Başvurusunda metimazol 10 mg/gün alıyordu. Fizik muayenede grade 3 guatr, boyunda bilateral venöz kollateraller ve inaktif Graves oftalmopatisi saptandı. Pemberton belirtisi pozitifti. Tetkiklerinde TSH: <0,008 mU/L, ft4:1,01 ng/dl, ft3: 10,6 ng/L, antiTPO:>13000 U/L(<60 negatif), antiTG:724 IU/mL(<1,3 negatif), TRAB:34,3 U/L (≤1 negatif) saptandı. Tiroid US’de sağ lob 33,9x33,4x73,4 mm, sol lob 35,3x50x78,5mm, isthmus 20 mm ölçüldü, tiroid nodülü izlenmedi. Tiroid bezi retrosternal uzanım göstermekteydi. Tiroid sintigrafisi Graves hastalığı ile uyumluydu. Hasta medikal tedavi dirençli Graves hastalığı kabul edildi. Ayırıcı tanı ve servikal bölgeyi değerlendirmek için boyun ve toraks BT çekildi: Her iki tiroid lobu boyutları ileri derecede artmış olup paraözefegeal, paratrekeal, intratorasik retrosternal alana uzanım göstermektedir, larinks ve özefagusa belirgin ekstrensek basıladığı görüldü. Ayrıca bilateral subklavyen venler tiroid glandı tarafından basılı olup tiroid anterior kesiminde bu düzeyde cilt-ciltaltında yaygın dilate venöz yapılar izlenmiştir. Anterior mediastende variköz dilate venler izlendi( Subklavyen ven basısına sekonder ?). Akciğer ve mediastende patolojik bulgu izlenmedi. Tiroid fonksiyon testleri normal olduktan sonra bilateral total tiroidektomi yapıldı. Patolojisi diffüz toksik hiperplazik tiroid bezi olarak raporlandı. Postoperatif dönemde hastanın boyundaki venöz kollateralleri kayboldu. Kliniğinde anlamlı düzelme gözlendi.

SONUÇ: Hipertiroidinin en sık nedeni Graves Hastalığıdır. Graves hastalığında tiroid bezinde diffüz hiperplazi olmaktadır. Tiroid bezinde diffüz hiperplaziye bağlı bası semptomları görülebilir. Özellikle retrosternal uzanım gösteren guatr vasküler yapılara bası yaparak süperior vena cava sendromu kliniğine yol açabilir. Süperior vena cava sendromunun en sık nedeni malignitelerdir. Ama benign nedenler de akılda tutulmalıdır. Benign nedenlerden Graves hastalığı da Süperior vena cava sendromu ayırıcı tanısında düşünülmelidir. Tiroidektomi ile bu tabloda düzelme beklenir. 

437 - Nadir Bir Hipotiroidi Nedeni: Erişkin Başlangiçli İzole Santral Hipotiroidizm - 2022

Burçak Cavnar Helvacı, Buğra Durmuş, Belma Tural Balsak, Neslihan Çuhacı Seyrek, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-223.

AMAÇ: Santral hipotiroidizm (SH), hipofiz veya hipotalamik defektlere bağlı olarak gelişen nadir bir hipotiroidi nedenidir. Edinilmiş veya kalıtsal olabilir. TSHbeta ve TRH reseptöründeki değişikliklerin izole santral hipotiroidizme neden olabileceği literatürde tanımlanmıştır. SH’nin klinik sonuçları, etiyolojiye, tiroid bozukluğunun ciddiyetine ve hastanın yaşına bağlı olarak büyük ölçüde değişir. Primer hipotiroidizmden ayrımında tiroid yetmezliğinin daha hafif olması ve guatr olmaması önemlidir. Erişkin yaşta izole SH tanısı almış ve TSHbeta ve TRH reseptör genlerinde mutasyon saptanmamış bir vakayı sunuyoruz.

VAKA: 51 yaşında kadın hasta sekiz yıldır başka bir merkezde multinodüler guatr tanısı ile takipli olup kontrol için merkezimize başvurdu. Ailede tiroid hastalığı, boyuna radyoterapi öyküsü olmayan hastanın bilinen ek hastalığı, ilaç kullanımı yoktu. Hastanemizde yapılan tetkiklerinde TSH 0,15 mU/L, sT4 0,84 ng/dL, sT3 3,3 ng/dL, tiroid otoantikorları negatif saptandı. Tiroid ultrasonografisi ‘multinodüler, minimal heterojen tiroid bezi’ olarak değerlendirildi. Önhipofiz hormonlarından ACTH 12,7 pg/mL, kortizol 11,5 µg/dL, FSH ve LH postmenapozal dönem ile uyumlu, IGF-1 yaşa göre normal sınırlardaydı. 250 mcg ACTH-kortizol uyarı testınde 60.dakika kortizol değeri 37,5 µg/dL saptandı. İdrar iyot düzeyi sonucu 24,53 ug/L gelen hastaya iyot replasmanı verildikten sonra idrar iyotu 105 ug/L iken bakılan TSH 0,42 mU/L, sT4:0,63 ng/dL olarak tespit edildi. Son sekiz yıldır hastaya yapılan tiroid fonksiyon testleri incelendiğinde benzer sonuçları olduğu görüldü. Hipofiz MR’da patoloji saptanmayan hastaya hipotiroidi ayırıcı tanısı açısından TRH uyarı testi yapıldı ve TSH diurnal ritmine bakıldı.. TRH testine yanıtı olmayan ve TSH diurnal ritmi kaybolan hastaya santral hipotirodi tanısı konularak levotiroksin başlandı. Takibinde ötiroid olan hastanın yapılan tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi sonucu Bethesda sınıflandırmasına göre ‘benign’ olarak raporlandı. Genetik olarak TSHbeta ve TRH reseptör genlerinde mutasyon saptanmadı. Üç yıllık takibinde stabil seyreden hastanın ek patolojisi olmadı. SONUÇ: Erişkin başlangıçlı izole SH’de TSH salgılama fonksiyonunun kaybolmasının nedeni açık değildir. Çoğu hastada panhipopitüitarizm olmadığı veya panhipopitüitarizme ilerlemediği için, TSH veya TRH salgılayan hücreleri hedef alan otoantikorlara sahip bir otoimmün hastalık olduğu düşünülmektedir. Gelecekte santral hipotiroidili hastaların değerlendirilmesi için doğrudan TRH veya TSH/TRH’e karşı antikor ölçümü tanıda yardımcı olabilir. Ayırıcı tanıda TSH diurnal ritmine bakmak fayda sağlayabilir.

436 - Foliküler Neoplazi Şüphesi (Bethesda 4) Sitolojisinde Parathormon Washout - 2022

Himmet Durmaz, Burçak Cavnar Helvacı, Nagihan Beştepe, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-198.

GİRİŞ: Tiroid nodüllerinde malignite riski ince iğne aspirayon biyopsi (İİAB) yapılarak Bethesda sistemi ile raporlanmaktadır. Önemi belirsiz atipi (Bethesda 3) ve Foliküler Neoplazi Şüphesi (Bethesda 4) sitolojileri tedavi ve takip konusunda belirsizlik oluşturmaktadır. Bu belirsizliğe yönelik moleküler testler, nodülün ultrasonografik özellikleri, kalsitonin düzeyi bizlere yardımcı olmaktadır. Burada İİAB sitolojileri Bethesda 3 ve Bethesda 4 gelen bir hastayı sunacağız.

VAKA: 53 yaşındaki kadın hasta boyun ultrasonda tiroid bezinde nodül saptanması üzerine polikliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde ailesel akdeniz ateşi, osteoporoz, renal transplantasyon (5 yıl önce) olduğu öğrenildi. Ayrıca hasta diyalize girdiği dönemde paratiroid bezinden opere olduğunu ifade etti. Paratiroid cerrahisi ile ilgili doküman yoktu. Laboratuar tetkiklerinde TSH: 2,96 mU/L, ft4:1,22 ng/dl, ft3:2,96 ng/L, kalsitonin:<2 pg/ mL, kalsiyum:9,9 mg/dL, albümin:4,7 g/L, 25-OH vitamin D:14 ng/ mL, parathormon(PTH):152 pg/mL saptandı. Vitamin D eksikliğine bağlı sekonder hiperparatiroidi düşünüldü. Tiroid ultrasonda sağ lob inferior karotis arter komşuluğunda 9,7x11,4x13,7 mm kistik dejenerasyon alanları içeren hipoekoik nodül izlendi. İİAB sitolojisi önemi belirsiz foliküler lezyon olarak raporlandı. İkinci İİAB sitolojisi de foliküler neoplazi şüphesi olarak raporlandı. Multidisipliner konseyde değerlendirilen hastanın İİAB mikroskopisinde “küçük kümeler, izole çıplak nükleuslar ve seyrek olarak mikrofoliküller halinde küçük küçük, yuvarlak, monoton nükleuslu sınırları belirsiz soluk siyanofilik sitoplazmalı hücreler” bulunmasından dolayı paratiroid lezyon açısından paratiroid sintigrafisi, İİAB tekrarı ve PTH yıkama yapıldı. Paratiroid sintigrafisinde paratiroid adenomu ile uyumlu olabilecek tipik sintigrafik bulgu izlenmedi. İİAB sitoloji nondiagnostik; PTH yıkama 525 çıktı. Paratiroid lezyon şüphesinin yüksek olması üzerine 4. Kez İİAB ve dilüe PTH yıkama yapıldı. İİAB sitolojisi önemi belirsiz atipi, dilüe PTH yıkama sonucu: 103871 geldi. Tüm sonuçlarla lezyon intratiroidal paratiroid adenom veya cerrahiye bağlı paratiroid seeding olarak değerlendirildi. Hastanın renal transplantasyonlu olması, hiperkalseminin olmaması, mevcut paratiroid lezyonunun çıkarılması durumunda morbiditesinin kötüleşme ihtimalinden dolayı hastaya takip planlandı.

SONUÇ: Tiroid nodülü olarak değerlendirilen paratiroid lezyonlarında sitolojik değerlendirme bizlere intratiroidal paratiroid lezyon açısından fikir sağlayabilir. Paratiroid sintigrafisi de her zaman tutulum göstermez. Bu durumda PTH yıkama yardımcı olmaktadır. Ultrasonografik özellikleri ve İİAB mikroskopisi ile PTH yıkama sonucu uyumsuzsa olası hook etkisinden dolayı dilüe PTH yıkama yapılması doğru sonuç almamızı sağlayabilir. Yine, tersiyer hiperparatiroidi nedeniyle paratiroid cerrahisi geçirmiş hastalarda tiroid içi paratiroid seeding de akılda tutulmalıdır. 

435 - Sars-Cov2 Aşısı Sonrasinda Graves Hastalığı: 2 Vaka Sunumu - 2022

Sevgül Fakı, Leyla Akdoğan, Hatice Aksu, Narin Nasıroğlu İmga, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-181.

SARS-CoV2 pandemisi tüm dünyayı etkileyip can kayıplarına neden olurken, yayılmayı önlemek için alınan tedbirlere ek olarak geliştirilen aşılar pandeminin sonlanması için umut olmuştur. mRNA bazlı aşı SARSCoV2 enfeksiyonunu önlemede % 90’ın üzerinde etkinlik göstermiştir. Gönüllülerde Az miktarda yan etki saptanmış olup bu yan etkiler birkaç gün devam eden lokal ağrı, ateş, titreme ve kas ağrısı şeklinde izlenmiştir ancak aşılama küresel düzeyde başlaması ile birlikte aşı ile ilişkili olabilecek yan etkilerin bildirimi artmıştır. BioNTech aşı ile ilişikili otoümmün tiroid hastalıklaı bildirmlerinde artış görmekteyiz. Aşısı sonrasında 2 yeni tanı graves hastasını sunmayı planladık. VAKA 1: Çarpıntı, terleme, kilo kaybı şikayetleri ile başvuran 46 yaşındaki kadın hasta bilinen ötroid hashimato hastalığı mevcut. Hastanın hikayesinde 5 nisan 2021 de aşı olduğu aşıdan sonra halsizlik çarpıntı şikayayeti ile 07.05.2021 tarihinde yapılan tetkiklerde TSH: 0.017 µIU/mL (normal: 0.55-4,78), sT4: 1,87 ng/ dL (normal: 0.93- 1.7) olarak saptanmış. 2. Doz aşısını 5 nisan 2021 tarhinde yapılan hastanın şikayetlerinin artması üzerine polikinliğimize başvurudu. Yapılan tetkiklerde aşıkar hipertiroidi saptandı. TSH reseptör antikoru (TRAK) 4.5 IU/L pozitif olarak saptandı. Çekilen tiroid ultrasonografisinde (TUSG): kronik tiroidit zemininde multinodüler guatr saptandı, tiroid sintigrafisi: nonhomojen artmış aktivite tutulumu ile uyumlu bulgular izlendi. Hastaya metimazol tedavisi başlandı, 3 ay ilacı kulanan hasta ilacı kesmiş. Hastanın tedavisiz 4. ayında bakılan tiroid fonksyon testeri (TFT) ve TRAK değeri normal olarak sonuçlandı.

VAKA 2: Uzun süredir kaşıntı şikayetinin 2. Doz BioNTech aşısıdan 20 gün sonra artması üzerine dahiliye polikinliğinde yapılan tetkiklerde TSH: 0,008 µIU/mL, sT4: 3.32 ng/ dL, sT3: 15,8 ng/ dL olarak sonuçlanan hasata polikinliğimize yönlendirildi. Tiroid otoantikorları negative saptanan hastanın TRAK 6,34 IU/L pozitif olarak saptandı. TUSG: kronik tiroidit ile uyumlu bulundu. Hastaya metimazol tedavisi başlandı. Tedavinin 1. Ayın sonunda TFT ötroid olarak saptandı.

TARTIŞMA: Aşıların otoimmun hastalıklara yol açtığı ile ilgili sınırlı sayıda vaka olmasına karşın halen toimmun hastalıkları tetiklediği düşünülmektedir. Aşılar ve otoimmun hastalıklar arasındaki ilişki halen tartışma konusudur. Sağlıklı iki vakamızda covid aşısı sonrasında kısa sürede gelişen graves hastalığının adjuvanlar ile indüklenen otoimmün / inflamatuar sendromu geliştiğini düşünmekteyiz. Ancak Hem sınırlı sayıda vaka hemde graves hastalığının sıklığı göz önünde bulundurulduğunda aşılama sonrasında otoimmün hastalığın belirti ve bulguları açısından yakın takip edilmelidirler.

434 - Covid-19 Pandemisi Döneminde Çekilen Toraks Tomografilerinde İnsidental Saptanan Tiroid Patolojileri - 2022

Burçak Cavnar Helvacı, Kübra Turan, Çağlar Keskin, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-180.

AMAÇ: Koronavirüs hastalığı (COVID-19), SARS-CoV-2 virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. COVID-19 pandemisine bağlı ilk vaka ülkemizde 11 Mart 2019’da resmi olarak bildirilmiştir. Pandemi sürecinde hastalık kaynaklı ölümler, hastanede ve yoğun bakımda kalma süresinin uzaması, hastalık sonrası kalıcı sağlık sorunları, temaslılara uygulanan karantinalar gibi çeşitli sağlık sorunları yaşanmıştır. Salgının ilk döneminde PCR testlerinin duyarlılığının yeterli olmaması nedeniyle tanıda akciğer tomografisi yoğun olarak kullanılmıştır. Bu çalışmada Covid-19 pandemisi sırasında çekilen akciğer tomografilerinde insidental saptanan tiroid patolojilerinin sıklığınının saptanması amaçlanmıştır.

YÖNTEM: Mart 2020-Eylül 2020 tarihleri arasında hastanemizde çekilen akciğer tomografileri retrospektif olarak incelendi. Toplam çekilen 38090 tomografiden; 18 yaş altındaki hastalar dışlandıktan sonra 36939’u değerlendirmeye alındı. Değerlendirmeye alınan hastaların 624’ü tiroidektomili olması, 1201’i bilinen tiroid patolojisi olması nedeniyle çalışmadan dışlandı. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 35114 hastanın 20294’ü (%58) erkek, 14820’si (%42) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 48±18 (19- 102)idi. 32069 (%91.3) hastanın tomografi raporunda tiroidle ilgili bilgi verilmemişti; 1318 (%3.7) hastada tiroid patolojisi olmadığı belirtilmiş; 1341 (%3,8) hastada tiroidde nodül olduğu; 386 (%1,2) hastanın tiroidinin heterojen görüldüğü raporlanmıştı. Tiroid patolojisi saptanan 1727 hastadan 272’sinde ultrasonografi yapılmıştı. Ultrasonografi yapılan hastaların 190’ı (%69) ‘kronik tiroidit zemininde multinodüler guatr’, 26’sı (%8.7) ‘kronik tiroidit zemininde nodüler guatr’, 21’i (%7.4) ‘diffüz hiperplazik tiroid bezinde multinodüler guatr’, 30’u (%9) ‘kronik tiroidit’, 13’ü (%3) normal tiroid bezi olarak raporlanmıştı. 1036 hastaya TSH; 958 hastaya sT4; 830 hastaya sT3 değeri bakılmıştı. 51’i (%4.9) ötiroid hasta sendromu, 59’u (%5.6) aşikar hipotiroidi, 25’i (%2.9) aşikar hipertiroidi, 57’si (%5.5) subklinik hipertiroidi, 34’ü (%3) subklinik hipotiroidi, 810’u (%78) ‘ötiroid’ olarak değerlendirildi. AntiTPO antikoru bakılan 347 hastanın; 37’si (%10.8), antiTg antikoru bakılan 292 hastanın; 29’u (%9.9) pozitif saptandı.

SONUÇ: Literatürde yetişkin popülasyonda kontrastlı akciğer tomografisinde insidental saptanan tiroid nodüllerinin prevalansı %16-25 arasındadır. Yayınların genellikle kontrastlı tomografilerle yapılması, pandeminin doğasındaki hızlı raporlama gerekliliği ve farklı radyologların raporlamadaki farklı yaklaşımları serimizde daha düşük prevalans saptanmasına yol açmış olabilir. Pandemi döneminde artan akciğer görüntüleme yöntemleri insidental tiroid lezyonlarının sıklığını da arttıracaktır. Pandeminin kollateral sonuçlarından biri olan bu durumun endokrinoloji bilimini de etkileyeceği aşikardır.

433 - Parsiyel Kistik Nodüllerin Sitolojik Değerlendirmesinde Yayma Ve Hücre Bloğunun Eş Zamanlı Kullanımının Tanısal Yeterliliğe Katkisi - 2022

Kübra Turan, Burçak Cavnar Helvacı, Şefika Burçak Polat, Ayşegül Aksoy, Sevgül Fakı, Çağlar Keskin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-179.

AMAÇ: Tiroid nodül ince iğne aspirasyon biyopsi (TİİAB) sonuçları bethesda sistemine göre sınıflandırılmaktadır. Kistik nodüller genellikle sınıflamanın alt gruplarından olan non-diagnostik (ND) kategorisine girmektedir. Papiller tiroid karsinomlarının (PTK) az bir kısmı kistik özelliktedir ve bu durum PTK tanısı zorlaştırabilmektedir. Bu çalışmadaki amacımız kistik sıvının sitolojik incelenmesinin biyopsinin tanısal yeterliliğine katkısı olup olmadığını değerlendirmektir. YÖNTEM: 2020-2022 yılları arasında İİAB yapılan 8230 hastadan, kist sıvısı örneklerinin sitolojik değerlendirilmesinin yapıldığı 52 hastanın sonuçları incelendi. İİAB işlemi ultrasonografi eşliğinde aynı ekip tarafından yapıldı. İİAB sonuçları bethesda sınıflandırma kriterlerine göre değerlendirildi. Aspirasyon sıvısı patoloji bölümü tarafından santrifüj edilip, hücre bloğu şeklinde hazırlanarak incelendi.

BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 45.4’tü (20-73). Hastaların 27’si (%51.9) kadın, 25’i (%48.1) erkekti. Nodüllerin 18’i (%34.6) sağ, 31’i (%59.6) sol, 3’ü (%5.9) istmus yerleşimliydi. Nodüllerin en uzun boyutunun ortalaması 44.8 mm’ydi (18.2-88.5). TIRADS’a göre nodüllerin %9.6’sı TIRADS-2, %80.8’i TIRADS-3, %5.8’i TIRADS-4, %1.9’u TIRADS-5’ti. Hastaların 39’unun (%75) ilk, 6’sının (%11.5) ikinci, 7’sinin (%13.5) üçüncü biyopsisiydi. Hücre bloğu sonucunda hastaların 34’ü (%63.5) ND, 11’i (%21.2) benign, 4’ü (%7.7) önemi belirsiz atipi (ÖBA)’ydi. İİAB yayma sonuçlarına bakıldığında 29’u (%59.2) ND, 14’ü (%28.6) benign, 6’sı (%12.2) ÖBA’ydı. Hastalardan 7’sinin (%14.2) yayma ve hücre bloğu sonuçları birbiriyle uyumsuzdu. Bunlardan 4’ünün hücre bloğu ND iken yayma sonuçları benigndi. 2 hastanın hücre bloğu değerlendirmesi ND iken yayması ÖBA’ydı. 1 hastanın hücre bloğu sonucu benign raporlanırken yayma sonucu ND’ydi. Daha önce biyopsisi olan 13 hastadan 4’ünün önceki İİAB sonuçları ND olup, hücre bloğu sonucu 2’si benign, 1’i ÖBA, 1’i ND’ydi. Hücre bloğu yapıldıktan ortalama 3 ay sonra tekrar TİİAB yapılıp sonuçlanan 15 hasta (13 ND, 1 ÖBA, 1 benign) vardı. 9’u ND, 4’ü benign, 2’si ÖBA’ydı. Çalışmaya alınan hastaların 11’i (%21.2’si) opere edildi. Bunlar arasında hücre bloğu ND olan 8 nodülün 5’inin cerrahi sonrası patolojisi benign, 2’si PTK, 1’i malignite potansiyeli belirsiz olarak sonuçlandı. Blok sonucu ÖBA ve/veya benign gelip opere edilen 3 hastanın operasyon sonrası patolojik tanıları benigndi.

SONUÇ: Kist sıvısının hücre bloğu incelemesi tanıya katkı sağlamasa da kist boşaltıldıktan sonrasında tekrarlanan biyopsiler tanısal yeterliliğe katkı sağlıyor olabilir. Bugüne kadar, kist sıvısının incelenmesine odaklanan büyük bir çalışma yapılmamıştır. Bu konuyla ilgili daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.

432 - Tiroid İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi Sonrası Hastaların Ağrı Skorlarının Değerlendirilmesi - 2022

Burçak Cavnar Helvacı, Sevgül Fakı, Şefika Burçak Polat, Hüsniye Başer, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-178.

AMAÇ: Ultrasonografinin kullanım sıklığının artması ile birlikte tiroidde nodül saptama oranları artmıştır. Genel popülasyonda palpasyon ile nodül tespiti %1-5 iken; ultrasonografi kullanılması ile bu oran %19- 68’e yükselmektedir. Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB); maliyet etkinliği, düşük komplikasyon oranı ve hızlı preoperatif inceleme sağlaması nedeniyle tiroid nodülleri için standart bir başlangıç tanı aracıdır. Komplikasyonları nadir olmakla birlikte, TİİAB ağrıya neden olabilen ve endişe yaratabilen invaziv bir işlemdir. Biz de bu çalışmamızda TİİAB uygulanan hastalarda ağrı ve anksiyete sıklığını ile ilişkili faktörleri belirlemeyi amaçladık.

YÖNTEM: Aralık 2021-Şubat 2022 tarihleri arasında bölümümüzde TİİAB yapılan 218 hasta prospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalara işlem öncesi ayrıntılı bilgi verilerek; aydınlatılmış onamları alındı. Hastaların hepsine aynı ekip tarafından, aynı ultrasonografi cihazıyla işlem yapıldı; biyopsilerin hepsinde 20 gaugelik iğne ile kapiller yöntem kullanılarak örnek alındı. İşlem öncesi hastalara ‘Beck anksiyete ölçeği’, işlem sonrası ‘görsel ağrı skalası’ uygulandı. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 43,14 (20-72) idi. Hastaların 184’ü (%84,4) kadın, 34’ü (%15,6) erkekti. 156 (%71,6) hastanın tek nodülü, 62 (%28,4) hastanın birden fazla nodülü mevcuttu. Tek nodülü olanların 84’ü (%54,9) sağ lob, 60’ı (39,2) sol lob, 9’u (%5,9) istmus yerleşimliydi. Hastaların ağrı skorları incelendiğinde; 8’inin (%3,6) ağrısı yoktu, 51’inin (%23,3) hafif, 115’inin (%52,7) orta, 44’ün (%20,1) ciddi ağrısı mevcuttu. Ortalama yaş 44 saptanması nedeniyle hastalar 44 yaş üstü ve altı olarak iki gruba ayrılarak ağrı ve anksiyete skorları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p=0,113 ve p=0,164). Ağrı ve anksiyete skorları arasında anlamlı bir korelasyon mevcuttu (p=0,000 ve r=0,292). Nodulün yerleşim yerine göre ağrı skorları farklı değildi (p=0,454). Ayrıca anksiyete durumlarına göre hastalar anksiyete yok, hafif, orta ve ciddi anksiyete olarak 4 grupta incelendi. Ortalama ağrı skorları arasında istatistiksel anlamlı farklılıklar mevcuttu. Anksiyetesi olmayan veya hafif düzeyde anksiyetesi olan bireylerin ağrı skorları orta veya ciddi düzeyde anksiyetesi olanlara göre anlamlı olarak yüksekti. Orta ve ciddi anksiyetesi olan bireyler arasında ise fark yoktu.

SONUÇ: TİİAB hastalar tarafından iyi tolere edilebilse de hastaların %72,7’i orta-ciddi ağrı hissetmektedir. TİİAB’de ağrı ve anksiyete skorları; yaş, cinsiyet ve nodül lokalizasyonundan bağımsızdır. Anksiyetenin varlığı ve şiddeti ağrı ile ilişkilidir. Hastaların ağrılarını değerlendirmeye ve azaltmaya yönelik daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. 

431 - Merkezimizde Takip Ettiğimiz Ret Pozitif Hastaların Demografik ve Klinik Özellikleri - 2022

Ünzile Arifoğlu, Kubra Turan, Sevgül Fakı, Şefi Ka Burçak Polat, Emin Emre Kurt, Gülay Güleç Ceylan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-161.

GİRİŞ: RET proto-onkojeninde aktive edici mutasyonla ilişkili endokrin patolojilerin başında MEN-2 sendromu gelmektedir. Kliniğimize son 2 yıl içerisinde başvuran medüller tiroid kanseri (MTK) ve/veya feokromasitoma tanısı koyduğumuz germ-line RET mutasyonu saptanan hastalarımızın klinik ve demografi k verilerini sunmayı amaçlamaktayız.

OLGU SUNUMLARI: MEN-2 vakalarının %95’inden fazlasında RET germline mutasyonunun izlendiği bilinmektedir. Aile taraması ile de bazı RET pozitif kişilerde henüz MTK gelişmeden tedavi etmek veya erken tanı koymak mümkün olmaktadır. 7 vakamızdan 5 tanesinin aile taramasında RET mutasyonları saptanmış ve gerekli takip planları yapılmıştır. Hastalarımızın ortanca yaşı 35 (21-81), kadın/erkek oranı 2.5/1 olarak saptandı. MEN-2A komponentleri; MTK (%100), feokromasitoma (%50) ve paratiroid adenom/hiperplazidir (%10-20). MEN-2A vakalarında %10-20 oranında görülen hiperparatiroidi vakalarımızın hiçbirinde saptanmadı. Kodon 634 RET mutasyonları feokromasitoma açısından yüksek penetransa sahip olduğu bilinmektedir, feokromasitoma tanısı almış iki hastamızda da bu kodonda mutasyon saptanmıştır. Üstelik feokromasitoma, MEN-2’de sadece %25 olguda MTK’dan daha önce ortaya çıkar. Bizim C634A mutasyonu saptanan bu iki hastamız feokromasitoma kliniği ile prezente olmuş olup birisi takipte MTK tanısı almış, diğerinde ise kalsitonin yüksek saptanmasına rağmen tekrarlayan nodülden kalsitonin ‘wash-out’ ve nodül biyopsilerine rağmen MTK odağı saptanmamıştır ancak bilindiği gibi RET mutasyonu taşıyan bireylerin hemen hepsinde MTK gelişmektedir, bu nedenle hastamız tiroidektomi için genel cerrahi bölümüne yönlendirildi. Hastalarımızın sadece bir tanesinde MTK tek odak olup diğerlerinde multifokal saptandı. Feokromasitoması olan 2 hastamızda hastalık bilateraldi ve metanefrin salgısı daha baskındı. Ülkemizde en sık saptanan mutasyonlar ekzon 11 (C634A) ve ekzon 14 (V804M) olup bizim vakalarımızda da bu durum benzer şekilde saptanmıştır. Ekzon 19 (P1039G), varyant sınıfl andırma kılavuzuna göre ‘klinik önemi bilinmeyen varyant’ olarak sınıfl andırılmıştır. Ancak bu mutasyonun hastanın mevcut kliniğini açıklayabileceğini düşünmekteyiz. Bu hastamız yakın zamanda tanı almış olup aile taraması sonucuna göre mutasyon tipi hakkında daha net fi kir sahibi olacağımızı düşünmekteyiz. Ekzon 13 (L790P) ve ekzon 10 (C618G) mutasyonları ülkemizde oldukça nadir görülmekte olup bizim vaka serimizde de birer vakada saptanmıştır.

SONUÇ: Biz bu bildirimizde kliniğimizde son 2 yıl içinde takip ettiğimiz germ-line RET mutasyonu olan hastalarımızın klinik ve demografik verilerini bildirmeyi amaçladık. 

        

Hastaların Klinik ve Demografik Verileri

 

YAŞ/ CİNSİYET

TANI YAŞI

AİLESEL RET POZİTİFLİĞİ

MTK

KALSİTONİN (ng/L)

FEOKROMASİTOMA

ADRENAL GÖRÜNTÜLEME

(lezyon boyutu)

PRİMER HİPERPARATİROİDİ

KATEKOLAMİN DÜZEYLERİ (mcg/24h)

MUTASYON

Olgu 1

81/E

81

-

Multifokal

3202

Yok

Normal

Yok

Normal

c.3116C>A (p.Pro1039Gln) Ekzon:19

Olgu 2

26/K

25

+

-

58

Bilateral

Sağ 25x18 mm, Sol 10x16 mm

Yok

Metanefrin: 2545 Normetanefrin: 1751

c.1900T>C (p.Cys634A) Ekzon:11

Olgu 3

29/K

27

+

Multifokal

703

Bilateral

Sağ 100x88 mm, Sol 22x17 mm

Yok

Metanefrin: 23233 Normetanefrin: 9729

c.1900T>C (p.Cys634A) Ekzon:11

Olgu 4

51/K

47

-

Multifokal

72

Yok

Normal

Yok

Normal

c.2410G>A (p.Val804Met) Ekzon:14

Olgu 5

54/E

42

+

Soliter

42

Yok

Normal

Yok

Normal

c.208C>T (p.Leu790Phe) Ekzon:13

Olgu 6

23/K

21

+

Multifokal

10000

Yok

Normal

Yok

Normal

c.1852T>G (p.Cys618Gly) Ekzon:10

Olgu 7

36/K

35

+

Multifokal

34

Yok

Normal

Yok

Normal

c.2410G>A (p.Val804Met) Ekzon:14

 

430 - Paratiroid Adenomu Ve Oral Liken Planus Ile Birlikte Görülen Gastrik Nöroendokrin Hücre Hiperplazisi - 2022

Müge Keskin, Arzu Or Koca, Öykü Tayfur Yürekli, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-140

AMAÇ: Gastrik nöroendokrin tümörler (gNET), mide mukozasındaki enterokromaffin benzeri hücrelerden kaynaklanır. Gastrik nöroendokrin hücre hiperplazisi ise, gNET gelişimine yol açabilen nadir fakat önemli bir hücresel olaydır.

OLGU: 63 yaşında kadın hasta endokrinoloji polikliniğimize kalsiyum yüksekliği nedeniyle başvurdu. Özgeçmişinde; astım, uyku apne sendromu, tedaviye dirençli oral eroziv liken planus tanıları mevcuttu. Laboratuvar analizinde; kalsiyum: 11,5 mg/dL(8,4-10,2), albümin: 3,9 g/dL(3,5- 5,2), fosfor: 2,5 mg/dL(2,5-4,5), kreatinin: 0,74 mg/dL(0,5-1,1), PTH: 194 pg/mL(15-65), 25OHD: 21,2 ng/mL(25-80), 24 saatlik idrar kalsiyumu: 236,5 mg/gün (100-300) bulundu. DEXA ile ölçülen kemik mineral yoğunluğu L1-L4 t-skoru: -2, femur boyun t-skoru -2,2, ön kol t-skoru -4,1 idi. Boyun ultrasonografisinde paratiroid adenomu lokalize edilen hastaya paratiroidektomi yapıldı, histopatolojik olarak paratiroid adenomu saptandı. Hastanın demir eksikliği anemisine yönelik yapılan üst GİS endoskopik biyopsi sonucu atrofik intestinal metaplazili gastrit, nöroendokrin hücre hiperplazisi ile uyumlu geldi. Endosonografisinde; 4 ve 2mm’lik sarımtırak renkli karsinoid tümörü düşündüren görünüm, korpus arka duvarında ve antrum proksimalinde 6 ve 3 mm ksantomu düşündüren görünüm izlendi. Ga-68 DOTATATE sintigrafi ile mide korpusu posterior duvarda lineer tarzda artmış patolojik aktivite izlendi. 24 saatlik idrar katekolaminleri normal düzeyde olan hastanın kromogranin A 255,9ng/ mL(0-100), gastrin 607 pg/mL(13-115), nöron spesifik enolaz 13,4 ng/ mIL(0-17) idi. Mideden yapılan çoklu biyopsi sonucu, kronik atrofik gastrit, nöroendokrin tümör, Ki 67 proliferasyon indeksi <%2, WHO’ya göre grade 1/3 (iyi diferansiye), nontümöral alanlarda mikronodüler nöroendokrin hiperplazi saptandı, iki adet polipe polipektomi yapıldı. Hastanın bir yıl sonraki kontrolünde Ga-68 DOTATATE görüntülemesinde mide korpusu ve fundustaki tutulum azalmıştı, kontrol üst GIS endoskopisinde polip görülmemişti. Kalsiyum, PTH, 24 saatlik idrarda katekolamin, pitüiter hormon seviyeleri, hipofiz MR sonucu normal olarak geldi. Genetik analizinde; CDKN1B, MEN1, RET genlerinde mutasyon saptanmadı.

SONUÇ: Gastrik nöroendokrin hücre hiperplazisili olgularda, gNET tanısı çoklu mide biyopsisi ile konulabilir. gNET, paratiroid adenom ve tedaviye dirençli oral eroziv liken planus birlikteliği literatürde tanımlanmamıştır. Hastamızda multiple endokrin patolojilere yol açabilecek sık görülen mutasyonların saptanmaması bu üç durumun koinsidans olabileceğini düşündürmekle birlikte daha ayrıntılı moleküler analizler ile farklı bir genetik mutasyon saptanması muhtemeldir.

429 - Primer Hiperparatiroidizme Sekonder Multifokal Brown Tümör: Olgu Sunumu - 2022

Nagihan Beştepe, Himmet Durmaz, Esra Çopuroğlu, Mustafa Fatih Sarı, Abbas Ali Tam, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-139

GİRİŞ: Brown tümör, primer hiperparatiroidizm (PHPT) veya sekonder hiperparatiroidizme (SHPT) bağlı olarak ortaya çıkan, iskelet sisteminde nadir görülen benign bir lezyondur. Parathormon (PTH) yüksekliği kemikte anormal turnovera ve olağandışı reaktif lezyona neden olur. PHPT’ye sekonder Brown tümör son derece nadir görülürken, özellikle kronik böbrek yetmezliği tanısı olan hastalarda SHPT’ye bağlı Brown tümör daha sıklıkla bildirilmektedir. Brown tümör, multipl metastatik tümörleri taklit eden biyolojik davranışı nedeniyle yanlış teşhis edilebilir. Kesin tanı esas olarak aşırı yüksek PTH ve biyopsiye dayanır. Burada, PHPT’ye sekonder gelişen multifokal Brown tümörü olan bir olgumuzu sunduk.

OLGU: 45 yaşında erkek hasta, sağ kol ve torakodorsal ağrı, kalça ağrısı ve halsizlik şikayeti ile hastanemize başvurdu. Bilgisayarlı tomografi (BT)›de T11 vertebra korpusunda ve bilateral kostalarda yer yer kemiklerde litik lezyonlar ve sağda humerus baş kesiminde litik lezyon görüldü. Tüm vücut kemik sintigrafisinde iskelet sisteminde multipl litik lezyonlar saptandı. 18F-florodeoksiglukoz (18FDG)-PET-BT’de sağ frontal kemikte, maksillada, mandibulada, sağ humerus başında, kostalarda, vertebralarda ve pelvik kemiklerde, sol femur boynunda, her iki tibia ve fibulada görülen multipl litik lezyonlarda yüksek F-18FDG alımı izlendi (SUVmaks: 21,79). Hastaya sağ 7. kot lateralindeki litik lezyondan biopsi yapıldı. Patoloji dev hücreli lezyon olarak raporlandı ve Brown tümör lehine değerlendirildi. PTH, 1237 ng/L’de (normal, 18-80 ng/L); serum kalsiyum seviyesi 12,4 mg/dL (normal, 8,7–10,4 mmol/L); serum fosfor seviyesi 1,5 mg/dL (normal, 2,4–5,1 mmol/L) idi. Tiroid ultrasonografide sağ inferior tiroid loju dışında paratiroid adenomunu düşündüren 17x21x25 mm hipoekoik lezyon saptandı. 99mTcsestamibi (MIBI) taraması, sağ tiroid lobunun alt kutbunun hemen altında fokal artmış radyofarmasötik alımı ortaya çıkardı. Hastaya sağ inferior paratiroidektomi ile birlikte sağ lobektomi yapıldı. Histopatolojik inceleme paratiroid adenomu, onkositik varyant olarak raporlandı. Takipte PTH seviyesi normal (35 ng/L) ve serum kalsiyum seviyesi 8,9 mg/dL idi. Ayrıca, 3 aylık takiplerde PHPT’ye ilişkin biyokimya normal kaldı ve kalça ve kol ağrısı semptomları önemli ölçüde azaldı.

SONUÇ: PHPT, erken dönemde etkin bir şekilde teşhis ve tedavi edilebilmektedir ve PHPT’ye sekonder Brown tümör iskelet sisteminde nadirdir. Brown tümör biyolojik davranışı nedeniyle multipl metastatik tümörleri taklit edebilir ve yanıltıcı olabilir. Hiperparatiroidi ve multifokal destrüktif kemik lezyonları olan hastalarda Brown tümör tanısı ayırıcı tanıda akla gelmelidir

428 - Yaygın Kemik Lezyonları Ve Brown Tümörüyle Başvuran Normokalsemik Bir Primer Hiperparatiroidizm Vakası - 2022

Kübra Solmaz, Buğra Durmuş, Belma Tural Balsak, Fazlı Erdoğan, Mahmut Nedim Aytekin, Narin Nasıroğlu İmga, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-138

AMAÇ: Primer hiperparatiroidizm; hiperkalsemi, hipofosfatemi, normal ya da yükselmiş parathormon ile karakterize bir hastalıktır. Primer hiperparatiroidiye bağlı kemik hastalıkları nadirdir. Brown tümör, hiperparatiroidizmin nonneoplastik bir belirtisidir. Burada ağrılı yaygın kemik lezyonlarıyla başvuran normokalsemik bir brown tümörlü primer hiperparatiroidi vakası sunulmaktadır.

VAKA: Bilinen kronik hastalığı olmayan 24 yaşındaki kadın hasta, yaygın vücut ağrısı ve hareket kısıtlılığı ile dış merkeze başvurduğunda sağ tibiada kitle saptanmış ve opere edilmiş, patolojisi basit kemik kisti olarak raporlanmış. 6 ay sonrasında çenede ağrısı olmasıyla değerlendirildiğinde sol maksiller sinüste kitle saptanarak opere edilmiş ve patolojisi dev hücreli granülom olarak raporlanmış. Yaygın vücut ağrıları operasyonlara rağmen devam eden hasta hastanemiz ortopedi bölümüne başvurmuş ve tüm vücut kemik grafileri çekilmiş. Bilateral humeruslarda kistik lezyon, sağ iliak kanatta 8x3 cmlik litik bir kitle izlenmiş. Hasta sağ ve sol humerustan 2 ay arayla opere edilmiş. Patolojileri fibröz displazi? Brown tümör? Basit kemik kisti? olarak raporlanınca hasta endokrinolojiye danışıldı. Tetkiklerinde kalsiyum:10.1 mg/dL, fosfor:1.6 mg/dL, magnezyum:1.9 mg/dL, PTH:640 ng/L, ALP:1263 U/L GFR:162 ml/dk/1.73 m2 , TSH:1.2 mU/L, 24 saatlik idrar kalsiyumu: 488 mg, fraksiyone kalsiyum atılımı:0.02, D vitamini:7 ng/dl idi. Gastrointestinal sistemle ilgili intolerans ve kilo alamama şikayetleri olması nedeniyle yapılan çölyak antikorları ve endoskopisi çölyak hastalığı ile uyumluydu. Diyet başlandı. Tiroid ve paratiroid ultrasonunda; tiroid bezi normal görünümde, sağ inferior-posteriorda 10x17,5x17mm hipoekoik nodüler lezyon paratiroid adenomu?, sintigrafi de tiroid bezi sağ inferior-posteriordaki lezyon paratiroid adenomunu destekler niteliktedir olarak raporlandı. Üriner ultrasonda taş saptanmadı. Kemik mineral dansitometresinde z skoru L1-4:-4, femur boynu:-2.2 radius 1/3:-6.1 ölçüldü. D vitamini replasmanı başlandı. 2 ay sonra kalsiyum: 11.1 mg/dL, fosfor:1.7 mg/dL, magnezyum:2.2 mg/dL, parathormon:386 ng/L olarak ölçüldü. Ağrılarında ve mobilitesinde belirgin iyileşme izlendi. Genetik test; RET (NM_020975.6)c.961G>A(p.Gly321Arg) (rs377767388) heterozigot olarak tespit edildi. Katekolamin, kalsitonin, gastrin normaldi. Hastaya sağ paratiroidektomi yapıldı. Patolojisi paratiroid adenom olarak raporlandı. Postoperatif hipokalsemik seyreden hasta, devit replasmanı sonrası normokalsemik seyretti.

SONUÇ: Osteolitik lezyonların ayırıcı tanısında klinik, laboratuar, radyolojik değerlendirme dikkatli yapılmalıdır. Hastamızda d vitamini eksikliği ve çölyak hastalığı da olduğu için, kalsiyum normal düzeylerde kalabilmiş, metabolik bir hastalık düşünülmediğinden endokrinolojiye danışılana kadar birçok cerrahi operasyon geçirmiş ve iyileşememişti. Multiple kemik tutulumu olan ve malignitesi olmayan hastalarda metabolik kemik hastalıkları akla getirilmelidir.

427 - Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Kardiyometabolik Özellikler - 2022

Nurcan İnce, Sevgül Fakı, Gülsüm Karaahmetli, Şefika Burçak Polat, Birgül Genç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-134

AMAÇ: Primer hiperparatiroidi (PHPT) en yaygın görülen üçüncü endokrin hastalıktır. Bu çalışmada; PHPT hastalarında obezite, dislipidemi, glukoz intoleransı riskini ve obezite ile PHPT klinik şiddetini değerlendirmeyi planladık.

YÖNTEM: 2019-2021 yılları arasında Ankara Şehir Hastanesine başvuran 142 PHPT hastası ve yaş, cinsiyet dağılımı uyumlu 102 kontrol hastası çalışmaya dahil edildi.

BULGU: PHPT olan grup ile kontrol grubunun yaş ve cinsiyet dağılımı benzerdi. İki grup arasında beden kitle indeksi (BKİ), vücut yağ oranı, yağsız vücut kitlesi, toplam vücut sıvı kitlesi, Trigliserid, HDL-Kolesterol, LDL-Kolesterol, Total Kolesterol, Açlık kan şekeri, insülin, Homa, Kreatinin, DM prevalansı açısından anlamlı farklılık saptanmadı. PHPT olan grupta anlamlı olarak yağ miktarı daha azdı (26.91±9.84 vs 30.80±12.61; p:0.007). Hipertansiyon öyküsü primer hiperparatiroidi grubunda anlamlı olarak daha sık bulundu [%38.0 (n:54) vs %15.7 (n:16): p:0.000], 1,2,3 antihipertansif ilaç kullanan hasta oranı PHPT grubunda anlamlı olarak daha fazlaydı (%37.3 vs %14.7; p:0.000) PHPT hastaları normal kilolu, kilo fazlalığı ve obez olarak gruplandırıldığında; kalsiyum, parathormon, alkalen fosfataz, D vitamini, idrar kalsiyumu atılımı ve üriner taş öyküsü açısından gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmadı. BKİ>30 olan grupta osteopeni ve osteoporoz oranı anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p:0.039).

SONUÇ: Yapılan çalışmalarda; PHPT hastalarında anlamlı olarak daha yüksek vücut ağırlığı ve beden kitle indeksi tespit edilmiştir. Ancak bizim çalışmamızda, BKİ açısından iki grup arasında anlamlı farklılık bulunmamış olup primer hiperparatiroidi olan grupta yağ miktarı anlamlı olarak daha azdı. Bu durum hiperkalseminin anoreksik etkilerine bağlı olabilir. Yapılan çalışmalarda dislipidemi, glukoz metabolizma bozukluklarının PHPT li hastalarda daha sık olduğu belirtilmiştir ancak bizim çalışmamızda kontrol grubuna benzerdir. PHPT HT sıklığı ve şiddetini arttırmakta ancak diğer kardiyak risklere katkıda bulunmamaktadır.

426 - Primer Hiperparatiroidi Nedeniyle Paratiroidektomi Yapilan Hastalarda Erken Postoperatif Hipoparatiroidi Gelişimi Preoperatif Olarak Öngörülebilir Mi? - 2022

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Esra Çopuroğlu, Beril Turan Erdoğan, Hüsniye Başer, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-133

AMAÇ: Paratirodektomi sonrasında hastaların % 10-46’sında hipoparatiroidi görülebilmektedir. Literatürde tiroidektomi yapılan hastalarda postoperatif hipoparatiroidiyi öngörmek için kullanılabilecek preoperatif belirteçleri araştıran çok sayıda çalışma olmakla birlikte, paratirodektomi yapılan hastalarda bu konuyla ilgili çok az sayıda çalışma mevcuttur. Çalışmamızda primer hiperparatiroidi (PHPT) nedeniyle paratiroidektomi yapılan hastalarda erken postoperatif hipoparatiroidi gelişimini öngören preoperatif klinik, laboratuar ve/veya ultrasonografik bir özelliğin olup olmadığı incelendi.

MATERYAL-METOD: 2019-2022 yılları arasında PHPT nedeniyle paratiroidektomi yapılan hastaların medikal verileri tarandı. Eş zamanlı tiroidektomi yapılan hastalar, çalışmadan dışlandı. Hastaların demografik ve ultrasonografik özellikleri, histopatoloji sonuçları, nefrolitiazis ve osteoporoz varlığı not edildi. Tüm bu özellikler, postoperatif ilk 2 gün içinde hipokalsemi gelişen (Grup-1) ve gelişmeyen (Grup-2) hastalarda karşılaştırıldı. BULGULAR: Paratiroidektomi yapılan toplam 179 hastadan 96’sına tiroidektomi yapılmaksızın yalnızca paratiroidektomi yapılmıştı. Bu hastaların 21’inde (% 22.6) erken postoperatif hipokalsemi gelişti. Hastaların bulguları tabloda özetlenmiştir. Yaş ve cinsiyet dağılımı iki grupta benzerdi. Preoperatif kalsiyum, fosfor, magnezyum, parathormon, 25 OH vitamin D ve alkalen fosfataz düzeylerinde farklılık yoktu. Fraksiyonel kalsiyum atılımı (FKA), grup-1’de daha düşük düzeydeydi (p=0.034). ROC analizinde, postoperatif hipoparatiroidiyi öngören FKA kesim noktası 0.02197 idi (AUC 0.647±0.059, sensitivite % 69.6, spesifite % 54.2, p=0.034). Nefrolitiazis ve osteoporoz sıklığı iki grupta benzerdi. İntraoperatif parathormon düzeyleri arasında da bir farklılık yoktu. Paratiroid lezyonlarının ultrasonografik ve histopatolojik boyutları ve volümleri arasında farklılık yoktu (p>0.05). Histopatolojik olarak 78 lezyon (% 72.9) paratiroid adenomu, 2 lezyon (% 1.9) atipik paratiroid adenomu, 12 lezyon (% 11.2) paratiroid hiperplazisi, 7 lezyon (% 6.5) hücreden zengin paratiroid bezi, 8 lezyon (% 7.5) paratiroid dokusu tanısı almıştı. İki grup arasında histopatolojik tanı dağılımı benzerdi.

SONUÇ: FKA değerinin 0.02197’den düşük olması postoperatif hipokalsemi gelişimini predikte edebilir. Düşük FKA düzeyine sahip hastaların postoperatif hipokalsemi gelişimi için yakın takibi gerekebilir.

 

Paratiroidektomi yapılan hastalarda postoperatif hipokalsemi gelişimini öngörmede fraksiyone kalsiyum atılım değeri için ROC eğrisi

 


 

 

Postoperatif hipokalsemi gelişen ve gelişmeyen hastaların demografik, klinik ve laboratuar özellikleri

 

 

Grup-1

(Hipokalsemi grubu)

(n=21, % 22.6)

Grup-2

(Normokalsemi

grubu) (n=72, %

77.4)

p

 

n(%),

[median (Ç1-Ç3)]

n(%),

[median (Ç1-Ç3)]

 

Yaş (yıl)

48.0 (39.0-57.0)

51.0 (45.5-57.0)

0.136

Cinsiyet (kadın)

20 (87.0)

54 (74.0)

0.196

Düzeltilmiş kalsiyum

(N: 8.7-10.4 mg/dL)

10.5 (10.3-10.6)

10.7 (10.3-11.4)

0.103

Fosfor (N: 2.4-5.1 mg/dL)

3.0 (2.5-3.3)

2.5 (2.4-3.0)

0.052

Magnezyum

(N: 1.3-2.7 mg/ dL) (n=86)

2.1 (2.0-2.2)

2.0 (1.9-2.2)

0.210

Alkalen fosfataz

(N: 42-98 U/L) (n=94)

103.0 (94.8-141.8)

113.0 (86.5-141.3)

0.964

Parathormon

(N: 18.4-80.1 ng/mL)

188.0 (142.0-198.0) 1

190.0 (141.0-277.5)

0.332

25 OH Vitamin D3

(N: 25-80 ng/mL) 1

19.0 (10.8-23.2)

16.0 (11.3-22.8)

0.711

Fraksiyonel kalsiyum atılımı

0.01897 (0.01500-0.02280)

0.02275 (0.01759-0.02800)

0.034

Nefrolitiazis varlığı

5 (21.7)

31 (42.5)

0.073

Osteoporoz varlığı

9 (39.1)

28 (38.4)

0.271

İntraoperatif parathormon (n=73)

27.0 (18.5-40.5)

35.5 (23.3-52.6)

0.142

Çıkarılan paratiroid bez sayısı

(n=107, median (min-max)

1 (1-2)

1 (1-3)

0.613

 

425 - Pituiter Apopleksi Ile Başvuran Covid19 Pcr Pozitif Hastada Nadir Bir Patoloji: Sellar Ksantogranülom - 2022

Kübra Solmaz, Esra Çopuroğlu, Muhammed Saçıkara, Burak Bahadır, Servet Güreşçi, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-115

AMAÇ: Ksantogranülomlar, etyolojisi tartışmalı olan sellar konumu nadir intrakraniyal lezyonlardır. Tipik bir radyolojik özelliği yoktur. Pituiter apopleksi, hipofiz bezindeki akut hemoraji veya infarkt sonucu gelişen, yüksek morbidite ve mortalite ile seyreden nadir görülen bir klinik tablodur. Bu olguda pituiter apopleksi ile başvuran, covid19 pcr pozitif saptanan ve histopatolojik olarak sellar ksantogranülom tanısı konulan bir vaka sunuyoruz.

VAKA: Kronik hastalığı olmayan ve 6 aydır başağrısı şikayeti olan 42 yaşında erkek hasta, bilinç bulanıklığı nedeniyle dış merkezde çekilen kranial bilgisayarlı tomografide(BT) hipofizde 3 cm hiperdens lezyon saptanması üzerine apopleksi ön tanısı ile tarafımıza yönlendirildi. Gelişinde hipotansif ve oksijen ihtiyacı olan hastanın tetkiklerinde kortizol:14 µg/dL, acth<5 pg/mL, fsh:0.7 U/L, lh:0.7 U/L, total testosteron<0.07 ug/L, prolaktin:251 µg/L, dilue prolaktin: 228 µg/L, tsh:0.9 mU/L, st4:0.58 ng/dl, st3:3.16 ng/dl, gh<0.05 µg/L, ıgf-1:36 µg/L, na:133 mEq/L, k:3.8 mEq/L, glukoz: 138 mg/dL, idrar dansitesi:1013, serum osmolalitesi:285 mOsm/kg ve idrar osmolalitesi:566 mOsm/kg saptandı. Kranial BT’de sellada genişlemeye yol açan 32x33 mm boyutunda hiperdens kitle lezyonu vardı. Radyoloji tarafından, lezyon içerisindeki hiperdansiteler hemorajik komponent-pitüiter apopleksi açısından anlamlı değerlendirildi. Ayrıca lezyonda görülen yer yer kaba kalsifiye içeriklerin makroadenom ve kraniofarenjiom açısından şüpheli olduğu belirtildi. Hipofiz MR’da 28x32x40 mm boyutlu, içerisinde kalsifikasyonu düşündüren sinyal bulunan, T1 ve T2’de heterojen sinyalde kitle lezyonu izlendi. Lezyon suprasellar sisterni oblitere etmişti. Optik kiazma düzeyinde ve bilateral prekiazmatik segmentlerde bası etkisi göstermekteydi. Hastaya steroid ve ardından levotiroksin tedavisi başlandı. Cerrahi planlanan hastanın covid pcr pozitif saptanması üzerine, pcr negatifleşene kadar takip edildi. Beyin cerrahisi tarafından transsfenoidal olarak opere edilen hastanın patolojisi; sellar ksantagranülom; mikroskopisi organize proteinöz materyal, hemoraji ve bir fibrotik doku fragmanı içerisinde yoğun lenfohistiositik reaksiyona eşlik eden kolesterol kleftleri ve hemosiderin pigmenti olarak raporlandı.

SONUÇ: Literatürde pitüiter apopleksi ve covid 19 pozitifliği vaka şeklinde sunulmuştur. Ancak koronavirüs enfeksiyonu pitüiter apopleksi ile doğrudan ilişkili mi, yoksa bu iki durum koinsidental mi net değildir. Sellar ksantogranülomlar nadir görülen intrakraniyal lezyonlardır. Araştırdığımız kadarıyla bu vaka pitüiter apopleksi, panhipopituitarizm ve covid19 pozitifliği ile prezente olan ve patolojik olarak sellar ksantogranülom saptanan ilk vakadır. Ksantogranülomların ameliyat öncesi radyolojik ve klinik olarak tanımlanması zordur. Yine de panhipopituitarizm ile başvuran ve sellar bölgede lezyon saptanan hastaların preoperatif ayırıcı tanısında yer almalıdır.

424 - Adipsik Diabetes Insipidus Seyrinde Ölümcül Olabilen Bir Komplikasyon: Venöz Tromboembolizm, Bir Olgu Sunumu - 2022

Safiye Kızışar Yılmaz, Beril Turan Erdoğan, Muhammet Saçıkara, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-113

AMAÇ: Adipsik diabetes insipidus; kraniyofarengioma, suprasellar uzanımlı hipofiz adenomu gibi sebeplerle yapılan cerrahilere sekonder olarak gelişebilen nadir bir komplikasyondur. Yönetimi oldukça zor olan adipsik diabetes insipidus seyrinde dikkate değer bir komplikasyon; özellikle hipernatremi sırasında gelişme riski artan venöz tromboemboli tablosudur. Bu olgu sunumunda kraniyofarengioma operasyonu sonrası adipsik diabetes insipidus gelişen, hipernatremi nedeniyle hospitalizasyon sırasında bilateral derin ven trombozu ve pulmoner tromboemboli ile komplike olan bir vakayı sunmayı amaçladık.

VAKA: 30 yaşında bilinen dahili hastalığı olmayan Somalili erkek hasta kraniyofarengioma nedeniyle opere edilmiş olup postoperatif dönemde panhipopituitarizm ve diabetes insipidus tablosu gelişmesi nedeniyle desmopressin ve deksametazon replasmanı başlanarak izleme alınmış. Tanı sırasında adipsi açısından değerlendirilmemiş olan hastanın aralıklı olarak hipernatremi nedenli dış merkez acil başvuruları olmuş. Postoperatif 2. ayda konuşma bozukluğu, bilinç bulanıklığı gelişmesi üzerine hastanemiz acil servisine başvurmuş. Hastanın acil serviste yapılan tetkiklerinde hipernatremi saptanması üzerine kliniğimize yatırıldı. Hastanın öyküsünde su içme isteğinin olmadığının öğrenilmesi üzerine adipsik diabetes insipidus olarak değerlendirildi. Hipernatremi kontrol altına alındıktan sonra sodyumunun 140 mEq/L olduğu sırada ölçülen vücut ağırlığı hedef ağırlık olarak kabul edilerek günlük sıvı alımı vücut ağırlığı takibine göre ayarlandı. Hastanın göğüs ağrısı, nefes darlığı ve takipnesi olması üzerine yapılan değerlendirmelerinde pulmoner tromboemboli ve bilateral derin ven trombozu saptandı. Hastaya tedavi dozunda enoksaparin başlandı. Takipte kliniği düzelen, sodyum seviyeleri normal aralıkta seyreden, hedef vücut ağırlığı ve günlük sıvı alımı belirlenen, ilaç dozları düzenlenen hasta taburcu edildi. Panhipopituitarizm ve adipsik diabetes insipidus nedeniyle replasman tedavileri altında, sodyum düzeyi normal aralıkta günlük sıvı alımını vücut ağırlığına göre ayarlanarak poliklinik takiplerine devam edilmektedir.

SONUÇ: Adipsik diabetes insipidus ile prezente olan hastalarda venöz tromboemboli önemli bir morbidite ve mortalite nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatürde bildirilen benzer vakalarda venöz tromboemboliye neden olabilen faktörler olarak hipernatremi ve dehidratasyona bağlı hemokonsantrasyon, tedavide kullanılan desmopressinin endotelden faktör 8 ve von Willebrand faktör salınımını artırması, immobilizasyon, cerrahi, obezite, gerekenden daha yüksek dozda steroid veya seks steroid replasmanı yapılması bildirilmiş olup elde edilen bilgiler daha çok vaka sunumları şeklinde olduğundan bu konuda ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu hastaların takibinde bahsi geçen faktörlerin varlığında venöz tromboemboli gelişebileceğinin göz önünde bulundurulması, özellikle hipernatremi ve hospitalizasyon sırasında hastaların tromboemboli profilaksisi açısından değerlendirmesi uygun bir yaklaşım olacaktır.

423 - Uygunsuz Antidiüretik Hormon Sekresyonunun Nadir Bir Sebebi: Euzinofilik Granülomatozis Polianjitis (EGPA) - 2022

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Gülsüm Karaahmetli, Serdar Can Güven, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-110

GİRİŞ: Euzinofilik granülomatozis polianjitis (EGPA, eski ismiyle ChurgStrauss sendromu), küçük-orta kalınlıktaki kan damarlarını etkileyen, kronik rino-sinüzit, astım bronshiale ve euzinofili ile karakterize multisistemik, nekrotizan bir vaskülittir. Burada uygunsuz antidiüretik hormon (ADH) sekresyonuna neden olan euzinofilik granülomatozis polianjitisi olan bir vakayı sunmaktayız.

VAKA: 53 yaşındaki erkek hasta, iki aydır büyük eklemlerde olan ağrı ve dizlerde sabah tutukluğu şikayetiyle başvurdu. Hastanın hikayesinde bozulmuş açlık glukozu, astım bronshiale, nazal polip, ürtiker, anjioödem, hipertansiyon, hiperlipidemi ve obsessif-kompulsif bozukluk vardı. Fizik muayenede sağ elde intrensek kas atrofisi ve güçsüzlük saptandı. Periferal euzinofil sayısı 78x109 /L (0.02-0.5), eritrosit sedimentasyon hızı 39 mm/saat (0-20), ve C-reaktif protein düzeyi 0,0577 g/L (0-0.005) idi. Romatoid faktör, anti-nötrofil sitoplazmik ve anti-siklik sitrüline peptid antikorları negatifti. Kompleman 3 ve 4 düzeyleri normaldi. Önceki toraks tomografilerinde gezici tarzda buzlu cam görünümünde opasiteler vardı. Ekokardiyografi, kardiyak euzinofilik tutulum ile uyumluydu. Elektromyografide sağ ulnar sinirde akut distal aksonal nöropati saptandı. Hastaya EGPA tanısı kondu ve oral metilprednizolon tedavisi başlandı. Kemik iliği biopsisi yapılarak myeloproliferatif hastalıklar dışlandıktan sonra intravenöz immunglobulin (IVIG) ve siklofosfamid başlandı ve oral steroidin azaltılması planlandı. Hastanın tedavi öncesi değerlendirmesinde serum sodyum düzeyi 123 mEq/L (132-146) olarak tespit edildi ve hiponatremi takip boyunca devam etti. 24 saat idrar sodyumu 387 mEq, kreatinini 1156 mg ve volümü 3000 mL idi. Hastanın tıbbi kayıtları incelendiğinde hiponatremisinin yaklaşık 2 yıldır mevcut olduğu görüldü. Hiponatremi ve/veya hipervolemi semptomları yoktu. Diüretik kullanım öyküsü, hiperlipidemi ve hiperproteinemi de mevcut değildi. Tiroid, adrenal, renal ve hepatik fonksiyon testleri normaldi. Serum osmolalitesi 270 mOsm/kgH2O iken, idrar osmolalitesi 911 mOsm/ kgH2O idi. Hastaya uygunsuz ADH sendromu tanısı kondu. Kraniyal MR’da hipotalamo-hipofizyal iskemi, infiltrasyon ya da kitle yoktu. Sıvı alımı kısıtlamasıyla serum sodyum düzeyi normale dönmemekle birlikte 130 mEq/L’ye kadar yükseldi. İkinci siklüs EGPA tedavisi (siklofosfamid ve IVIG) sonrası,serum sodyum düzeyi normale geldi.

SONUÇ: Uygunsuz ADH sendromunun patogenezinde altta yatan pek çok hastalık tanımlanmıştır. Sendromun tedavisi, nedene yönelik tedavidir. Literatürde EGPA ile uygunsuz ADH sendromu birlikteliğini bildiren yalnızca dört vaka mevcuttur. EGPA vaskülitinin hipotalamus ve/veya posterior hipofize olan kan dolaşımını etkileyerek uygunsuz ADH sendromuna neden olabileceğini düşünmekteyiz. Bu vaka, uygunsuz ADH sendromunun EGPA’dan kaynaklanabileceğini ve/veya EGPA ile birlikte görülebileceğini göstermesi nedeniyle önem taşımaktadır

 

Hastanın laboratuar değerlerinin seyri


422 - Akromegalinin Ölümcül Komplikasyonu: Kardiyomiyopati, Vaka Sunumu - 2022

Mehdi Houssein, Kübra Turan, Ahmet Temizhan, Belma Tural Balsak, Abbas Ali Tam, Oya Topaloğlu, Reyan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-107

GİRİŞ: Akromegalik kardiyomiyopati, akromegali hastalarında morbidite ve tüm nedenlere bağlı mortalitenin en sık nedenidir. Erken tanı ve tedavi ile hormonal kontrolün sağlanması mortalite oranında ciddi bir azalma ile sonuçlanır.

OLGU: 36 yaşında erkek hasta çarpıntı, nefes darlığı ve ortopne şikayetleri ile kardiyoloji yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Hasta yaklaşık 2 yıl önce senkop, çarpıntı ve ani gelişen nefes darlığı şikayeti nedeniyle tetkik edilmiş. O dönmede çekilen toraks BT’de; sol akciğer lingula inferiorda minimal fi brotik değişiklik, sağ hemitoraksın en geniş yerinde yaklaşık 35 mm genişliğe ulaşan plevral sıvı ve artmış kardiyotorasik indeks saptanmış. Yapılan transtorasik ekokardiografi de (EKO) ise düşük ejeksiyon fraksiyonu (EF %35), ciddi sol ventrikül disfonksiyonu, grade II diyastolik disfonksiyon, orta derecede mitral yetersizliği ve global hipokinezi tespit edilmiş. Koroner arter hastalığını ekarte etmek için koroner anjiyografi planlanmış ve distal LAD’de fi brokalsifi k plak dışında ek patolojiye rastlanmamış. Kardioloji tarafından medikal tedavisi düzenlenen hastanın tedaviye rağmen şikayetleri giderek artmış ve takip eden 24 ay boyunca akut dekompanse konjestif kalp yetmezliği nedeniyle hastaneye birkaç kez yatırılmış. İki yıl sonra hastanemize başvurduğunda yeni yapılan EKO’da EF’de azalma (% 10) saptandı ve hastaya inotropik tedavi başlandı. Kardiyak MRG’da dilate kardiyomiyopati izlendi. Akromegalik fenotipi nedeniyle hasta Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bölümüne danışıldı. Fizik muayenede akral büyüme, frontal bölgede genişleme, burunda büyüme ve prognatizm saptandı. Bazal bakılan GH ve IGF-1 25 ng/ml ve 359 ng/ml şeklinde idi. OGTT GH supresyon test sırasında GH değerinde süpresyon olmadığı gözlendi (tablo 1). Hipofi z MR: bez sağ yarımını dolduran uzun boyutu 10 mm, kalınlığı 7 mm ölçülen hipofi z bezine göre daha az kontrastlanan hafi f heterojen sinyal özelliğinde adenomu ile uyumlu görünüm saptandı. Bu sonuçlarla hasta akromegalik kardiomyopati olarak kabul edildi. Aile öyküsü negatifti, ancak genç yaş ve agresif seyir nedeniyle AIP gen mutasyonu çalışıldı ve germline AIP mutasyonu saptanmadı. Mevcut klinik tablo nedeniylehipofiz cerrahisi ertelendi, medikal tedavi olarak hastaya oktreotid Lar 20 mg başlandı. Tek doz oktreotid alabilen hasta taburcu olduktan yaklaşık 1 ay sonra kardiojenik şok nedeniyle exitus oldu.

SONUÇ: Her ne kadar sık görülmesede akromegalik kardiyomyopati akromegalide önde gelen morbidite ve mortalite sebeplerinden biri olması nedeniyle erken tanı ve uygun bir şekilde tedavi edilmesi oldukça önemlidir.

  

Hipofiz MR

 


OGTT GH supresyon testin sonuçları

 

 

 0.dk

30.dk

60.dk

90.dk

120.dk

Glukoz (mg/dl)

80

112

162

198

173

GH (ng/ml)

8,74

10,4

34,4

20,9

14,3

 dk: dakika GH: growth hormone

421 - Pons Hematomu Olan Bir Hastada Liddle Sendromu, Vaka Sunum - 2022

Mehdi Houssein, Abbas Ali Tam, Cihangir Doğu, Dilek Dellal Kahramanca, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-084

GİRİŞ: Liddle sendromu genellikle erken yaşta gelişen şiddetli hipertansiyon ile karakterize, nadir görülen, kalıtsal bir hastalıktır. Çoğu zaman belirgin semptomlarla ilişkili olmasa da, nadiren ciddi hipertansiyona bağlı olarak mortal komplikasyonlar gelişebilir.

OLGU: 20 yaşındaki erkek hasta bilinç kaybı nedeniyle acile getirildi. Acil odasında kan basıncı 220/140 mmhg olarak ölçüldü. Kranial tomografide: Ponsta hematom ile uyumlu hiperdens lezyon tespit edildi. Entübe edilen hasta yoğun bakımda takip edildi. Hastaneye ilk başvuruda potasyum 2,6 meq/l idi. Sekonder hipertansiyon (HT) etyolojisi açısından kan tetkikleri gönderildi, Hastaya başlangıç olarak urapidil infüzyon ve doksazosin tedavisi başlandı.Fakat gliseril trinitrat infüzyonu da alan hastanın yüksek seyreden kan basıncı, perindopril/ hidroklorotiazid 5/12.5, furosemid, doksazosin, nifedipin ve esmolol almasına rağmen yüksek seyretti. Hipokalemi ve yüksek kan basıncının devam etmesi üzerene tedaviye aldaktone eklendi. KİBAS nedeniyle dexametazon ve mannitol de tedaviye eklendi. Aldactone dozu 200 mg ‘a çıkıldı, ancak halen hipertansif olan hastanın tedavisine rilmenidin de eklendi. Tetkiklerinde plazma renin aktivitesi süprese ve aldosteron konsantrasyonu düşük olarak saptandı, bununla birlikte hipokalemisi olan 1.derece akrabası da olması üzerine hasta Liddle Sendromu olarak kabul edildi ve medikal tedaviye amilorid eklendi. Tedaviye amiloridin eklenmesi ile birlikte hastanın kullandığı antihipertansif ilaç sayısı azaldı, kan basınç değerleri geriledi. Steroid azaltılarak kesildi. Kontrol beyin tomografisinde pons posteriorda 10x9 mm boyutunda hiperdens alan izlendi. Önceki (23.04.21) tarihli beyin tomografisi ile karşılaştırıldığında lezyon boyutunun küçüldüğü ve dansitesinin azaldığı görüldü. Takiplerinde hasta ekstübe edildi. Liddle açısından gönderilen hastanın genetik testi Liddle Sendromu SCNN1B geni şeklinde çalışıldı, ancak tüm gen dizi analizi normal olarak raporlandı.

SONUÇ: Hipokalemi, tedaviye dirençli hipertansiyonu ve düşük aldosteron/renin aktivitesi olan hastalarda Liddle Sendromu göz önünde bulundurulmalıdır.

Pons Kanama alanı


 

 

 

Hastanın laboratuvar değerleri

 

 

PAC

(ng/dl)

PRA

(ng/ml/saat)

Metanefrin

(N<90)

Normetanefrin

(N<250)

ACTH

(pg/dl)

Kortizol

(mcg/dl)

kreatinin

(mg/dl)

Potasyum

(meq/l)

11

deoksikortikosteron

(ng/dl)

Yatışında

gonderilen

tetkikler

3,64

0,28

60,55

105

6,37

5,7

1,5

2,5

 

 

 

 

 

 

 

19,7

 

2,7

3

Amilorid

eklendikten

sonra

 

 

 

 

 

 

 

1,9

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3,3

 

 

 

 

 

 

 

 

1,2

4,2

 

PAC: plazma aldosteron konsentrasyonu PRA: plazma renin aktivitesi

420 - Tip 1 Diyabetes Mellitus Tanili Hastalarda Yüksek Transaminazlarin Ve Büyüme Geriliğin Nadir Bir Nedeni: Mauriac Sendromu, 2 Olgu Sunumu - 2022

Mehdi Houssein, Yaşar Aydoğmuş, Selim Dereci, Pınar Kocaay, Müge Keskin, Nagihan Baştepe, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-054

GİRİŞ: Hepatomegali, büyüme geriliği, boy kısalığı, puberta tarda ve Cushingoid görünüm gibi özelliklere sahip Mauriac sendromu kötü kontrollü tip 1 diyabetes mellituslu (DM) hastalarda görülen nadir bir sendromdur.

1. VAKA: 23 yaşında kadın hasta diyabetik ketoasidoz (DKA) nedeniyle Ankara Şehir Hastanesi Acil Dahiliye Servisine yatırıldı. 9 yaşında iken Tip 1 DM tanısı konulmuş. Hastanın öyküsünden düzenli insülin kullanımının olmadığı, tekrarlayan DKA ve hipoglisemi atakları nedeniyle hastaneye yatışlarının olduğu öğrenildi. Hastaya 15 yaşında iken karnında şişklik ve karaciğer enzimlerinde artış olması nedeniyle yapılan abdomen ultrasonografisinde (USG) hepatomegali saptanmış. Hastaya karaciğer biopsisi yapılmış ve sonucunda tip 4 glikojen depo hastalığı tanısı konulmuş ve hastaya nişasta diyeti önerilmiş. Takibinde disglisemik tablosu devam eden hastanın karaciğer biopsi örnekleri Patoloji bölümünce tekrar değerlerndirildi ve “Glikojen birikimi ve fokal yağlı değişim, glikojenik hepatopati şeklinde raporlandı.” Hastanın ayrıca büyüme geriliği de mevcuttu (Boy: 150 cm Kilo: 45,9 kg BKİ: 20,4 kg/ m2 ). Bu bulgular doğrultusunda (kötü kontrollü tip 1 DM, hepatomegali ve büyüme geriliği) hastaya Mauriac sendromu tanısı konuldu. Hastaya insülin pompa tedavisi başlandı ancak hasta pompa tedavisine uyum gösteremedi. Bazal ve bolus insülin tedavisi ile glisemik kontrol sağlanan hastanın karaciğer fonksiyon testlerinde düzelme görüldü (Tablo 1).

2.VAKA: 11 yıldır tip1 DM olan 19 yaşında ki Irak’lı göçmen kadın hasta Ülkesindeki savaş nedeniyle insülin temin etmekte güçlük yaşamış ve bu nedenle tekrarlayan DKA atakları yaşamış. 2019 yılında hepatomegali nedeniyle çocuk gastroenteroloji bölümü tarafından tetkik edilmiş O dönemde vücut ağırlığı: 53 kg (10-25p) ve boy: 144 cm (< 3p) olarak kayıt edilmiş. Abdomen USG’de massif hepatomegali, hepatosteatoz saptanmış. Karaciğer biopsisi: “Karaciğer normal mikroanatomisi korunmuştur. Parankimde hepatositlerde küçük ve büyük damlacık şeklinde %40 oranında makroveziküler hakim steatoz izlenmiştir. Parankimde hepatositlerde glikojen akümülasyonu ile karakterize belirgin şeffaf sitoplazma gözlenmiştir. Nükleer glikojenizasyon mevcuttur. Portal alanlar büyük oranda normale yakın görünümdedir. Steatoz ve glikojenik hepatopati ile karakterize karaciğer iğne biyopsisi aşikar fibrozis gözlenmedi” olarak raporlanmış. Bu veriler doğrultusunda hastaya Mauriac sendromu tanısı konuldu, insülin pompası ile kan şeker regülasyonu sağlanan hastanın takiplerinde karaciğer boyutlarında küçülme ve karaciğer enzimlerde düzelme görüldü. (Tablo 2)

SONUÇ: Klinisyenler özellikle kötü kontrollü diyabeti, hepatomegalisi ve karaciğer enzimlerinde yüksekliği olan hastalarda Mauriac sendromunu / glikojenik hepatopatiyi da düşünmelidirler.

 

1. Vakanın laboratuvar değerleri

Parametre/Tarih

ALT (U/L)

AST (U/L)

ALP (U/L)

GGT (U/L)

Hba1c (%)

02/2020

93

79

103

164

10,7

05/2020

31

15

98

86

10,5

 

2. Vakanın laboratuvar değerleri

Parametre/Tarih

ALT (U/L)

AST (U/L)

ALP (U/L)

GGT (U/L)

Hba1c (%)

02/2021

 211

442

115

142

10

06/2021

20

18

100

31

9,2

 

419 - Hipogliseminin Nadir Bir Nedeni: Anti-Insülin Antikorlarina Bağlı Hipoglisemi - 2022

Ünzile Arifoğlu, Safiye Kızışar Yılmaz, Çağlar Keskin, Burçak Polat, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-053

AMAÇ: Hirata hastalığı olarak da bilinen insülin otoimmün sendromu, hipogliseminin nadir sebepleri arasındadır. Yüksek düzeyde insülin seviyeleri ile birlikte olan hipoglisemi tespit ettiğimiz ve diyet tedavi önerileri şikayetleri gerileyen otoimmün hipoglisemi saptadığımız bir vakayı sunuyoruz.

VAKA: 62 yaşında kadın hasta 3 yıldır olan aralıklı terleme, titreme ve çarpıntı şikayeti nedeni ile polikliniğimize başvurdu. Şikayetleri yemekten 2-4 saat sonra yaşıyormuş. Hastanın semptomları yaşadığı sırada evdeki parmak ucundan kapiller şeker ölçümlerinde en düşük değer 43 mg/dl idi. Poliklinikte değerlendirilen hasta hipoglisemi etyolojisi araştırılmak üzere kliniğimize yatırıldı. Hastanın halihazırda kullanmakta olduğu ilaçlar rosuvastatin, asetilsalisilik asit ve verapamildi. Özgeçmişinde diyabet öyküsü, sulfanilüre kullanımı, egzojen insülin veya hipoglisemiye yol açabilecek ilaç kullanım öyküsü yoktu. Alkol, madde bağımlılığı veya bitkisel ürün kullanımı yoktu. Fizik muayenede patolojik bulgu saptanmadı. Hastanın vücut kitle indeksi: 25,3 kg/m2 idi. Laboratuvar tetkiklerinde karaciğer, böbrek ve tiroid fonksiyon testleri normal idi. HbA1C değeri: % 5,8 idi. Hastaya uzamış açlık testi yapıldı. Uzamış açlık testinin 48. saatinde hastadan bakılan plazma kan şekeri 45 mg/dl idi. Eş zamanlı bakılan insülin 12,5 mU/L, C-Peptid 0,46 µg/L, betahidroksibütirat: <2.7 olarak görüldü. Hastanın görüntüleme tetkiklerinde pankreasa yönelik dinamik MR’da duodenum papil açılım yerinde şüpheli lezyon, hipertrofik papil veya NET açısından anlamlı olabilir şeklinde olması üzerine insülinoma öntanısı ile hastaya EUS planlandı. EUS’da herhangi bir lezyon saptanmadı. Hastanın anti-insülin antikoru gönderildi ve pozitif olarak sonuçlandı. Hastaya anti-insülin antikoruna bağlı otoimmün hipoglisemi tanısı konuldu. Diyetisyen ile konsülte edilerek; diyet tedavisi ile takip planlandı. Hastanın takiplerinde hipoglisemisi olmadı.

SONUÇ: İnsülin otoimmün sendromu insülin kullanımı olmaksızın insülin antikorlarının varlığı ve hipoglisemi ile karakterize nadir bir hastalıktır. Gereksiz tetkik, tanı testleri ve ameliyatı önlemek için özellikle görüntüleme tetkiklerinde insülinoma lehine bulgu saptanmayan hiperinsülinemik hipoglisemi saptanan vakaların ayırıcı tanısında mutlaka akılda tutulması gerekmektedir.

418 - Tip 2 Dm Olan Ötiroid Hastalarda Serbest Tiroid Hormon Düzeyleri Ile Diyabetik Retinopati Ilişkisi - 2022

Leyla Akdoğan, Şefika Burçak Polat, Nagihan Uğurlu, Ahmet Dirikoç, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-050

GİRİŞ: Diyabetes mellitus (DM) prevalansı dünya genelinde artış göstermeye devam etmektedir. Diyabetik retinopati (DRP) Tip 2 DM’nin en sık komplikasyonlarından biridir. Son dönemlerde diyabetik mikrovasküler komplikasyonlar üzerine tiroid hormonlarının etkisi dikkati çekmiştir. Bu ilişki tiroid hormonlarının endotelyal fonksiyon üzerine önemli etkileri ile açıklanmaktadır. TSH ile diyabetik nefropati ve DRP ilişkisini araştıran çalışmalar mevcuttur. Serbest hormon düzeylerini değerlendiren çalışma çok az sayıdadır. Bu çalışmada tip 2 DM olan ötiroid hastalarda serbest tiroid hormon düzeyleri ile DRP arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır.

METOD: Bu çalışmada Ocak 2018 - Ağustos 2018 tarihleri arasında hastanemiz endokrinoloji ve göz kliniklerine başvuran, Tip 2 DM tanısı ile takipli, ötiroid olan ve retinopati değerlendirmesi yapılan hastaların biyokimyasal kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik verileri ve diyabetik retinopati ile ilişkili olabilecek özellikleri değerlendirildi. Hastaların DRP olup olmadığı ve varsa retinopati düzeyleri kaydedildi. DRP olmayan ve olan gruplar arasında serbest tiroid hormon düzeyleri açısından fark olup olmadığı değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya 106 erkek ve 65 kadın olmak üzere toplamda 171 hasta dahil edildi. Ortalama yaş 57.19 ±10.81 idi. Hastaların 127’sinde (%74.2) DRP mevcut değilken, 36 hastada (%21) nonproliferatif DRP ve 8 hastada (%4.6) proliferatif DRP mevcuttu. Gruplar arasında yaş, cinsiyet, hipertansiyon, kardiyovasküler hastalık, açlık plazma glukozu, serum kreatinin, lipid düzeyleri, mikroalbuminüri açısından fark görülmedi. Diyabet süresi nonproliferatif DRP grubunda uzun idi (p=0.026). HbA1c düzeyleri proliferatif DRP grubunda yüksekti (p=0.05). Her 3 grupta da TSH düzeyleri ile serbest tiroid hormon düzeyleri açısından anlamlı fark tespit edilmedi.

SONUÇ: Çalışmamızda ötiroid tip 2 DM hastalarda serbest tiroid hormon düzeyleri ile DRP arasındaki ilişki araştırıldı. Literatüre benzer şekilde diyabet süresi ve Hba1c düzeylerinin DRP’de risk faktörü olduğu görüldü. DRP olan ve olmayan gruplar karşılaştırıldığında TSH ve serbest T4 ile serbest T3 düzeylerinde fark saptanmadı.

417 - Diyabetik Striatopati: Tanisal Ikileme Neden Olan Nadir Bir Durum, Vaka Sunumu - 2022

Mehdi Houssein, Esra Çopuroğlu, Savili Eryılmaz, Agah Yeniçeri, Pınar Çeltikçi, Belma Tural Balsak, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-041

GİRİŞ: Diyabetik striatopati, genellikle çeşitli hiperkinetik hareket bozuklukları ile ortaya çıkan ve kötü glisemik kontrol ile ilişkili olan nadir bir hastalıktır. Çoğunlukla tip 2 diyabette (DM) görülür ancak tip 1 DM’de ortaya çıkabilir. Bazı vakalarda hiperkinetik bozukluklar olmadan da vertigo şeklinde kendini gösterebilir.

OLGU: 21 yaşında kadın hasta 4 haftalık baş dönmesi şikayeti ile başvurdu. Hastanın tip 1 DM tanısı mevcut olup diyabetik retinopati öyküsü yoktu. 3 ay önce diyabetik ketoasidoz ile yatış öyküsü mevcutu. Glisemik kontrolü kötü olan hastanın kan HbA1c seviyesi %10’du, evde glukometreyle kan şeker düzeyleri 80-300 mg/dl arasında değişmekteydi. Hastada yakın zamanda insülin pompa tedavisine geçilmişti. Baş dönmesi nedeniyle kulak burun boğaz (KBB) bölümüne danışılan hastanın yapılan değerlendirilmesinde baş hareketleri ile tetiklenen baş dönmesi ve dengesizlik tespit edildi. Muayenesinde bilateral timpanik membran doğaldı ve spontan nistagmus yoktu. Odyololojik muayene normal ve vestibüler testleri negatif olarak raporlandı. KBB patolojisi düşünülmeyen hasta Nöroloji bölümüne danışıldı. Nörolojik muayenesinde patoloji saptanmayan hastadan santral patoloji açısından beyin MR istendi. Beyin MR’’ mezensefalon, pons ve bulbusta patolojik sinyal değişikliği izlenmemektedir. Serebelluma ait intensite homojendir. Bazal sisternler açıktır. IV., III. ve lateral ventriküller normal genişliktedir. Bilateral globus pallidus düzeyinde T1 ağırlıklı görüntülerde hafif hiperintens simetrik sinyal değişiklikleri dikkati çekmiştir’ şeklinde raporlandı. Bazal ganglion patolojisi açısından ayırıcı tanıda olası diğer nedenler (wilson hastalığı, çöliak hastalığı, otoimmun heaptit ve kalp yetmezliği) dışlandıktan sonra hasta diyabetik striatopati olarak kabul edildi. Kan şeker regülasyonu ile takip edildi.

SONUÇ: Nadir bir durum olmakla birlikte, diyabetik hastalarda baş dönmesi, ataksi ve hiperkinetik hareket bozuklukları varlığında olası diğer nedenler ekarte edildikten sonra diyabetik striatopati düşünülmeli. Beyin MR’da bazal ganglionda tutulum tanı açısından oldukça anlamlıdır. Genellikle yaşlı hastalarda ve kötü glisemik kontrol sonucu ile gelişir. Çoğunlukla retinopati eşlik etmektedir.

416 - Adrenal Yetmezlik: Hiv/Aids Hastalarinda Unutulan Tani, Vaka Sunumu - 2022

Mehdi Houssein, Hatice Aksu, Fatma Eser, Muhammet Saçıkara, Abbas Ali Tam, Oya Topaloğlu, Reyan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-016

GİRİŞ: Adrenal yetmezlik (AY), HIV/AIDS hastalarında en sık görülen endokrin komplikasyonlardan biridir, özellikle CMV enfeksiyonu eşlik eden vakaların yaklaşık % 80’inde adrenal bez tutulumu vardır.

OLGU: 32 yaşında erkek hasta 03/2021 tarihinde Enfeksiyon Hastalıkları Bölümü tarafından pansitopeni nedeniyle yatırıldı. Kabulde kan basıncı 70/40, nabız:110 atım / dk’idi. Anti HİV ve HİV RNA pozitif olarak saptandı, CD4 %20 olan hasta AİDS olarak kabul edildi. Hastaya anti retroviral tedavi (ART), ek olarak geniş spektrumlu antibiotik ve inotrop tedavisi başlandı. Bu süreçte bakılan Na değerinin 141 meq/l ve serbest (st4) ve serbest (st3) değerlerinin düşük olması nedeniyle hasta Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları bölümüne konsülte edildi.Sabah aç karna bakılan TSH, sT3, st4 normaldi, ancak ACTH 187 pg/ml, kortizol 23,2 mcg/dl olarak görüldü. Akut enfeksiyon tablosuna sekonder ACTH yüksekliği olarak değerlendirilen hastanın takibinde Na değeri 131 meq/l’e düştü, bu sırada bakılan ACTH 199 pg/ml, kortizol 17,8 mcg/dl ‘di. Genel durumu giderek kötüleşen hastanın bakılan enfeksyöz parametrelerinde CMV pozitif sonuçlandı.Takiplerinde CMV pnömonit ve kolit tanısı da konulan hastanın bu dönemde; Na’u 122 meq/l, ACTH’u 312 pg/ml, ve kortizolü 10,1 mcg/dl olarak ölçüldü. Hasta HİV / CMV adrenalit olarak kabul edildi. Cosyntropin stimülasyon testi yapılmadan hastaya hidrokortizon replasmanı başlandı. Ek olarak enfeksiyon hastalıkları tarafından gansiklovir eklendi. Takip eden günlerde hastanın Na değeri 142 meq/l’ye kadar yükseldi. Vital bulguları stabil iken hasta ART ve hidrokortizon sabah 15 mg akşam 5 mg dozu ile taburcu edildi. Yatışı sırasında çekilen adrenal MR: ‘’Her iki sürrenal gland medial krusunda daha belirgin olmak üzere kontrastlı serilerde lineer hipointens sinyal değişikliği ve T2A yağ baskılı sekansta her iki sürrenal bez medial krusu komşuluğunda sıvama tarzında maii ile uyumlu lineer hiperintens sinyal değişiklikleri izlenmektedir.’’ olarak raporlandı. Hasta taburcu olduktan yaklaşık 1 ay sonra adrenal kriz nedeniyle acile yatırıldı, medikal tedavisine uyum göstermeyen hastanın bakılan Na değeri 125 meq/l’ye, ACTH 265pg/ml, kortizol 10,12 mcg/dl‘di. Hastaya yüksek doz steroid replasmanı başlandı, Na değeri yükseldi ancak inotrop ihtiyacı devam eden hasta septik şok nedeniyle exitus oldu.

SONUÇ: HIV/AIDS olan hastalarda AY potansiyel olarak hayatı tehdit eden bir endokrin komplikasyon olup; erken tanı ve tedavinin hayat kurtarıcı olabilmesi nedeniyle bu hastaların takiplerinde AY akılda tutulmalıdır.

 

Hastanın laboratuvar değerleri

Parametre / Tarih

Na(meq /l )

K (meq/l)

ACTH (pg/ml)

Kortizol (mcg/dl)

HIV RNA (viral yük)

CD4 (Hücre/ ml)

CMV (Viral yük)

1.başvuru 03/2021

140

4,75

183

23

26784955

20

 

04/2021

122

5,07

 

312

10

 

 

76 841

Taburculukta

132

4,13

199

 

 

 

 

2. başvuru 05/2021

125

5,88

265

10,12

 

 

 

 

415 - Adrenal Insidentaloma, Tek Merkez Klinik Deneyimi - 2022

Beril Turan Erdoğan, Berna Öğmen, Çağlar Keskin, Sevgül Fakı, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-014

AMAÇ: Adrenal insidentaloma (Aİ), klinik yakınma veya muayene bulgusu olmadan görüntüleme esnasında rastlantısal olarak saptanan lezyonlardır. Adrenal insidentalomaların %5-30’u hormon sentezleyebilmektedir. Bunlar içinde en sık olan otonom kortizol sekresyonudur (OKS). OKS asemptomatik olmakla beraber metabolik hastalık sıklığında artışa neden olmaktadır.

YÖNTEM: Şubat 2019- Şubat 2020 tarihlerinde radyoloji kliniğinde üst abdomen manyetik rezonans görüntüleme (MRG) çekilmiş ve insidental olarak sürrenal adenom saptanmış ≥18 yaş olan hastalardan endokrinoloji polikliniğine başvuran ve tetkikler yapılan hastaların verileri retrospektif olarak kaydedildi. Bu hastaların komorbiditeleri, endokrinoloji polikliniklerinde yapılan tetkikleri ve hormonal testleri ve sonuçları değerlendirildi. Deksametazon süpresyon testleri ile baskılanma olmayan (kortizol>1.8 µg/dL) ve Cushing sendromu kliniği olmayanlar OKS olarak kabul edildi.

BULGULAR: Yaş ortancası 56 (18-80) olan 223 hastanın 138’i (61.9%) kadındı. Hastaların %26.9’unda tip 2 diyabetes mellitus (DM), %54.3’ünde hipertansiyon (HT), %17.9’unda hiperlipidemi (HL), %12.1’inde koroner arter hastalığı (KAH), %1.3’ünde kalp yetmezliği (KY) vardı. Hormon tetkiklerine göre; hastaların 6’sında (2.6%) primer aldosteronizm, 5’inde (2.2%) feokromositoma, 35’inde (15.6%) OKS saptandı. OKS olan ve olmayan hastalar ek hastalık varlığı (Tablo-1) ve adenom boyutları açısından karşılaştırıldı. DM, HT ve HL OKS olan grupta daha fazlaydı (p<0.05, her biri için). OKS olan grupta adenom boyutu daha büyüktü (p<0.05). Yaş ve cinsiyet dağılımı iki grupta benzerdi (p>0.05) (Tablo-1).

SONUÇ: Adenom boyutu büyük olanlarda OKS olma ihtimali daha yüksektir. Büyük boyutlu adrenal kitleler OKS ve ilişkili kardiyometabolik riskler açısından takip edilmeli, gerekli tedavileri düzenlenmelidir.

Tablo-1. Otonom kortizol sekresyonu olan ve olmayan hasta özelliklerinin karşılaştırılması

Otonom kortizol sekresyonu

Var

Yok

p

Cinsiyet K/E

2.18

1.54

0.45

Yaş median (min-max)

59 (36-80)

55 (18-74)

0.071

Adenoma boyutu mm

25 (10-54)

18 (10-60)

0.001

T2DM

17 (%48.6)

43 (%22.9)

0.002

HT

25 (%71.4)

96 (%51.1)

0.028

HL

13 (%37.1)

27 (%14.4)

0.003

KAH

7 (%20)

20 (%10.6)

0.154

KY

1 (%2.9)

2 (%1.1)

0.402

Osteoporoz veya osteopeni

6 (%30)

13 (%56.5)

0.125

K:Kadın, E:Erkek, T2DM: Tip 2 Diabetes Mellitus, HT: Hipertansiyon, HL: Hiperlipidemi, KAH: Koroner Arter Hastalığı, KY: Kalp Yetmezliği

414 - Dev Kitle İle Gelen Adrenokortikal Karsinom Vakasi - 2022

Ünzile Arifoğlu, Yaşar Aydoğmuş, Nagihan Beştepe, Altuğ Tuncel, Aydan Kılıçarslan, Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-013

AMAÇ: Adrenokortikal karsinom nadir görülen, agresif seyirli bir endokrin malignitedir. 5 yıllık sağkalım oranı %16-38’dir. Fonksiyonel veya non-fonksiyonel olabilir. Fonksiyonel açıdan en sık hiperkortizolemi ve hiperandrojenemi görülür. Burada sol hipokondriyumu dolduran yaklaşık 20 cm’lik dev kitle ile prezente olan bir vakayı sunuyoruz.

VAKA: 35 yaşında kadın hasta, son 1 yılda 20 kg kilo alma, adet düzensizliği, kıllanma artışı ve 2-3 aydır olan sol yan ağrısı şikayetleri ile kliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde özellik yoktu. Fizik muayenesinde kan basıncı 150/90 mm Hg, nabız 81 atım / dk, vücut kitle indeksi 40.6 kg/ m2 idi. Bufalo hörgücü, aydede yüzü, santral obezitesi ve kıllanma artışı tespit edildi. Ferriman-Gallwey skoru 18 idi. Batında erguvan renkli 0.5 cm genişliğinde yaygın striaları mevcuttu. Batında sol hipokondriyumu dolduran kitle lezyonu palpe edildi. Abdomen MR’da; sol böbrek üst pol ile ara planı kaybolan, böbreği posterior ve inferiora deplase eden, sol sürrenal glandın seçilemediği, retroperitoneal alan kaynaklı,en geniş yerde 199x124x200 mm boyutlarında ölçülen komşu retroperitoneal yağ dokuda retiküler dansite artımlarının eşlik ettiği, T1 de içerisinde hiperintens odaklar bulunan heterojen intensitede, T2A’da heterojen intensitede, difüzyon ağırlıklı sekanslarda kısıtlanma özelliği gösteren içerisinde lineer tarzda oluşumlarında izlendiği kitle lezyonu izlendi. İdrar ve plazma metanefrin ve normetanefrin düzeyleri normaldi. ACTH<5 pg/ml, kortizol 30 µg/dl, DHEAS > 1500 µg/dl, 1 mg deksametazon supresyon testi sonrası kortizol 32 µg/dl olarak sonuçlandı. PET-CT’de sol sürrenalde ön planda adrenokortikal karsinomu düşündüren patolojik hipermetabolizma (SUVmax:13,41) izlendi. Metastaz ile uyumlu görünüm saptanmadı. Sürrenal kaynaklı cushing sendromu ve adrenokortikal karsinom öntanısı ile sol adrenalektomi yapılan hastanın histopatolojisi adrenokortikal karsinom (tümör çapı 22 cm) olarak raporlandı.

SONUÇ: Yapılan geniş seri çalışmalarda adrenokortikal karsinom için ortalama tümör çapı 10-11 cm olarak bulunmuştur. Literatürde rapor edilen en büyük tümör çapı 35 cm’dir. Kitlenin boyutu malignensi açısından en değerli göstergedir. Karsinomlar sıklıkla 6 cm üstü lezyonlar olarak saptanırlar. Tümör boyutu malignite belirteci olarak kullanılabilir. Olgumuzda, tümör çapı histopatolojik olarak 22 cm olarak rapor edilmiştir. Tümör boyutuna rağmen metastaz ve çevre dokuya invazyon saptanmamıştır.

413 - Geç Konjenital Adrenal Hiperplazi Tanisi Alan Hastada Testis Tümörü: Vaka Sunumu - 2022

Sevgül Fakı, Nurcan İnce, Müge Keskin, Cüneyt Özden, Berrak Gümüşkaya Öcal, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji Ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, Ps-05

GİRİŞ: Adrenal insidentilomaların (Aİ) radyolojik serilerde insidensı %2-4 cıvarında olup 70 yaş üstü hastaların %10 kadar artış olduğu bilinmektedir. Aİ’ların %0,8’in konjenital adrenal hiperplazi (KAH) oluşturmaktadır. Geç tanı alan KAH erkek hastada mikst sex cort stromal tümör vakasını sunmayı planladık.

VAKA: 62 yaşında erkek hasta 2 yıl önce tespit edilen sürrenal insidentiloma nedeni ile takipli control amaçlı polikinliğimize başvurdu. Evli 2 sağlıklı çocuğu var. yapılan tetkikler sonucunda nonfonksyone surenal adenoma olarak sınıflandırıldı. Hastanın tekrarlayan 17-hidrok siprogesteron (17-OHP) değerleri yüksek saptandı. ACTH ile poststimulasyon değeri 22.53 nmol/L saptanması üzerine genetic testi istendi. Hastanın pedigri analizinde kardeşinin akraba evliliğinden olan 1 erkek çocuğunun 1,5 yaşında ex olduğu 1 erkek çocuğundada mental retardasyon saptandığı öğrenildi. Testiküler adrenal rest tümör (TART) açısından çekilen skrotal ultrasonografide: sağ testiste 20x15 mm düzgün sınırlı homojen hipoekojen zayıf kanlanması olan solid kitle lezyonu izlendi. Fizik muayenesinde sağ testiste yaklaşık 2 cm sert kitle tespit edilen hastaya sağ radikal orşiektomi yapıldı. Patolojisi: mikst sex cort stromal tümör olarak raporlanan hastanın postop polikinlik kontrollerinde 17-OHP değeri normal olarak sonuçlandı.

TARTIŞMA: KAH’lı erkek hastaların %8.2’sinde testiküler adrenal rest tumor (TART) gelişebilir. Genellikle bilateraldir ve tedavi edilmemiş hastalarda görülürler. Artmış ACTH düzeylerini baskılayacak dozda steroid tedavisi ile tümör boyutları küçülebilir. Testiküler adrenal rest tümörler (TART) rete testisten kaynaklandığı için 2 cm.’nin üzerindeki tümörler palpe edilebilir. Görüntülemek için en uygun metodlar USG ve MRI’dır. TART ile malign Leyding hücre tümörlerinin histolojik olarak ayrımını yapmak güçtür. Bu sıklıklar göz önünde bulundurulduğunda Aİ nedeni ile takipli hastalarda KAH açısından cinsiyet ve yaşa sınırlaması olmadan KAH açısından değerlendirilmeli ve tanı konması halinde TART açısından hasta mutlaka muayene edilmeli, skrotal ultrasonografi çekilmeli ve multidipliner yaklaşılmalıdır. 

412 - Diyabeti Olan Ve Olmayan Covid-19 Pcr Pozitif Hospitalize Hastalarda Nötrofil Lenfosit Orani Ve Luc (Büyük Boyanmayan Hücre) Sayisi Birbirinden Farklı Mıdır? - 2022

Müge Keskin, Sefika Burcak Polat, İhsan Ateş, Seval İzdeş, Hatice Rahmet Güner, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, SS-30

AMAÇ: COVID-19 enfeksiyonu, 380 milyon üzerinde vaka ile dünya çapında en hızlı yayılan hastalıktır. Diyabetes Mellitus’lu hastalarda COVID-19 enfeksiyonu, akut solunum yetmezliği sendromu, hastalık progresyonu ve mortalite ile ilişkilidir. COVID-19 enfeksiyonu, başta lenfopeni olmak üzere bazı hematolojik bozukluklarla seyreder. Nötrofil lenfosit oranının (NLR), COVID-19 enfeksiyon şiddetini göstermede güvenilir bir belirteç olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur. %LUC parametresi rutin hematoloji analizörü ile ölçülür, aktif lenfositleri ve peroksidaz negatif hücreleri yansıtır. Önceki çalışmalarda %LUC değeri HIV’li hastalarda hastalık progresyonu ile ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmadaki amacımız, COVID-19’lu diyabetik hastalarda %LUC ve NLR değerlerinin hastalık progresyonu ile ilişkisi olup olmadığını araştırmaktır.

MATERYAL-METOD: Retrospektif çalışmamıza 15.3.2020 ve 17.07.2020 tarihleri arasında Ankara Şehir Hastanesi Enfeksiyon hastalıkları servisinde ve yoğun bakım ünitesinde hospitalize edilen, 131 diyabetik, 525 non-diyabetik toplam 656 COVID-19 PCR pozitif hasta alındı. Hematolojik ve solid malignitesi olanlar, kronik böbrek hastalığı, kronik karaciğer hastalığı olanlar, gebeler çalışma dışı bırakıldı. Hastaların WBC, nötrofil, nötrofil yüzdesi, lenfosit, lenfosit yüzdesi, LUC, %LUC değeri, NLR, platelet, hemoglobin değerleri ve surveyi kayıtlardan not edildi. BULGULAR: COVID-19 PCR pozitif diyabetik hastaların ortalama yaşı 61.29±13.81 yıl, diyabetik olmayan hastaların 44.37±17.14 yıl olacak şekilde diyabetik hastalarda yaş ortalaması anlamlı yüksek bulundu (p<0.001). Diyabetik hastalarda NLR, WBC, nötrofil yüzdesi ve nötrofil değerleri istatistiksel olarak anlamlı yüksek tespit edildi (sırasıyla, p<0.001, p=0.008, p=0.008, p=0.003 ve p=0.049). Her iki grupta lenfosit, platelet, LUC sayısı ve %LUC değerinde anlamlı bir farklılık saptanmadı (p>0.05).

SONUÇ: Literatürde, %LUC değerinde azalma ve NLR değerinde artışın, şiddetli COVID-19 enfeksiyonu belirteci olarak gösterilmiş yayınlar mevcuttur. Biz çalışmamızda diyabetik hastalarda %LUC değerinde bir farklılık saptamadık. Çalışmamız bir ön çalışmadır, klinik bulgular ile birlikte veri analizi daha fazla hasta sayısı ile devam etmektedir. 

411 - Hücre Bloğu Yapmak Önemi Belirsiz Atipi Nodüllerde Tanisal Sonuçları Arttırır Mı? - 2022

Nurcan İnce , Ayşegül Aksoy Altınboğa, Berna Öğmen , Şefika Burçak Polat , Leyla Akdoğan, Cevdet Aydın , Oya Topaloğlu , Reyhan Ersoy , Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 43. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 18-22 Mayıs 2022, Antalya, SS-01

AMAÇ: Tiroid sitolojilerini raporlamak için Bethesda klasifikasyon sistemi (TBSRTC) kullanılmaktadır. TBSRTC, nondiagnostik (ND), benign (B), önemi belirsiz atipi/foliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL), foliküler neoplazi (FN), malignite şüphesi (MŞ), malignite (M) olmak üzere 6 kategori ile tek tip bir raporlama sistemi sağlar. Terminoloji standardizasyonu tiroid nodüllerine klinik yaklaşımı dramatik bir şekilde iyileştirmektedir. Yine de ÖBA/ÖBFL sitolojik tanılı nodüllerde karar verebilme zorluğu hala devam etmektedir. Bu nodüllere rehberler re-biyopsi ya da moleküler test yapılmasını, eğer bunlar yapılamıyorsa ya da yönlendirici olmuyorsa takip ya da tanısal cerrahi yapılmasını önermektedir. Biz bu çalışmada rebiyopsi sonuçlarının tanısallığını arttırmak için örnekleri sitolojik yaymalar yanısıra hücre bloğu yaparak değerlendirmeyi planladık. YÖNTEM: Önceki tiroid ince iğne aspirasyon biyopsi (İİAB) sitolojilerinde ÖBA/ÖBFL çıkmış hastalara re-biyopsi yapıldı. Aspirasyonlardan birinden elde edilen örnekten yaymalar hazırlanırken, diğer bir aspirasyondaki örnek hücre bloğu hazırlamak için %10 nötr tamponlu formalin içine konuldu. Formalin içinde basit sedimentasyon yöntemiyle çöktürülen örnekler doku parçalarını bir araya getirmek için mercek kağıdı ve küçük bir huniden süzüldü. Doku parçaları daha sonra histoloji örneklerine benzer şekilde bir parafine yerleştirildi ve alınan kesitler hemotoksileneozin boyası ile boyanarak değerlendirildi. Bu yöntemle bakılan sitoloji sonuçları ve nodüllerin ultrason özellikleri karşılaştırıldı.

BULGU: Önceki biyopsi sitolojisi ÖBA ile uyumlu olan 91 hastanın 56’sının (%61.5) sonucu İİAB ve hücre bloğu ile benign, 30’unun (%33) ÖBA/ÖBFL, 2’sinin (%2.2) FN, 1’inin (%1.1) MŞ, 2’sinin (%2.2) de M olarak sonuçlandı. Hücre bloğu sitoloji sonuçlarına göre gruplandıklarında, nodul sınır düzeni, mikrokalsifikasyon ve makrokalsifikasyon varlığı, anterioposterior/transvers çap oranı ve nodul hacimleri gruplar arasında benzerdi (her biri için p>0.05). Yalnız hipoekojenite açısından gruplar birbirinden farklıydı (benign %16.4, ÖBA %36.7, FN %100, malignite şüphesi %0, malign %50, p=0.015)).

SONUÇ: Sitolojisi ÖBA çıkan nodüllerde re-biyopsi örneklerinden hücre bloğu yapmak bu nodüllerdeki tanısal sonuç olasılığını arttırmaktadır. Ayırıcı tanıda hipoekojenite dışında diğer yüksek riskli ultrason özellikleri re-biyopsi sonuçlarını belirleyememektedir. Bu nedenle re-biyopsi örneklerinde hücre bloğu yapmak tanısallığı arttıracak önemli bir yöntem gibi görünmektedir

410 - Medüller Tiroid Kanseri Tanısında Kalsitonin Washout - 2021

Berna Evranos Öğmen, Nurcan İnce, Leyla Akdoğan, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 9. Türkiye Tiroid Hastalıkları E-Kongresi, 1-4 Aralık 2021, SS-21

Amaç:Medüller tiroid kanserleri(MTC) parafolliküler C hücrelerinden kaynaklanıp tiroid kanserlerinin %3-5’ini oluştururlar.MTC tanısında kalsitonin(CT) ölçümü yararlıdır.Ancak tek başına sensitivite ve spesifitesi düşüktür.Bu nedenle rehberler tiroid nodullu hastalarda CT rutin ölçümü hakkında karşıt ya da destekleyici öneri sunmamaktadır.Biz bu çalışmada CT rutin ölçümüne ek olarak nodulun CT washoutunun(WO) MTC’yi tanımada katkısını araştırmayı hedefledik.

Materyal ve Metot:Kliniğimizde 2,5 yıldır noduler tiroid hastalığı olan hastalarda kalsitonin değerleri rutin olarak ölçülmektedir.Kalsitonin değerleri karıştırıcı faktörler ekarte edildikten sonra tekrarlayan ölçümlerde hala laboratuvar sınır düzeylerinin üstünde olan hastaların nodullerinden CT-WO yapılmaktadır.CT-WO,tiroid ince iğne aspirasyon biyopsi örneği lama yayıldıktan sonra kalan materyalin 1 mL salinle yıkanmasıyla oluşan materyalden CT ölçülmesiyle yapılmaktadır.Bu çalışmada opere olan 33 hastanın sonuçları sunulacaktır.

Bulgular:Hastaların 12’sinde(36.4%) papiller tiroid kanseri(PTC),14’ünde(42.4%) MTC ve 7’sinde(21.2%) benign patoloji saptandı.Bu hastaların preop 69 nodulune CT washout yapılmıştı.Nodullerin 11’inin patolojisi PTC,13’ünün MTC ve 45’inin benign çıktı.Patolojide PTC çıkanların birinde PTC,MTC çıkanların birinde MTC mikrokarsinom olarak insidental saptandı.MTC olanlarda hem serum CT hem de CT-WO diğer 2 gruba göre anlamlı olarak yüksekti(p=0.001)(Tablo 1).Serum CT değeri için ROC analizi yapıldığında 29.9 değerinin %100 sensitivite ve %90 spesifite ile MTC’yi belirlediği saptandı(AUC=0.975(0.932-1),p<0.001).Nodullerin CT-WO değerleri için ROC analizi yapıldığında 413.5 değerinin %100 sensitivite ve %86 spesifite ile MTC’yi belirlediği saptandı(AUC=0.987(0.965-1),p<0.001).Tiroidektomi materyalindeki MTC çapı medianı 1 cm’di(0.6-5.5).Hastaların 8’inde(61.5%) mikro MTC saptandı.

Sonuç:CT-WO MTC’ye erken ve doğru tanı koymada faydalı görünmektedir.

 

Tablo 1. Tiroidektomili hastaların patoloji sonuçlarına göre serum CT ve nodul CT-W0 karşılaştırması

 
 

PTC

MTC

Benign

P

CT median(min-max)(n=33)

 

15.25(6.6-36.4)

 

103.2(34.1-9659)

 

11.4(7.4-46.5)

 

<0.001

 

CT-WO median (min-max)(n=69)

 

2.03(2-21139)

 

200000(431-200000)

 

2(2-4624)

 

<0.001

 
 

409 - Tiroid İnce İğne Aspirasyon Biopsisi Seansında Aynı Tiroid Nodülüne Birden Fazla Giriş Yapılmasının Tanısal Yeterli Materyal Veya ÖBA/ÖBFL Sitolojik Sonucu Elde Edilmesi Üzerine Etkisi - 2021

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Afra Alkan, Fatma Neslihan Çuhaci Seyrek, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 9. Türkiye Tiroid Hastalıkları E-Kongresi, 1-4 Aralık 2021, SS-10

Amaç:Tiroid ince iğne aspirasyon biopsisi (TİİAB) seansında aynı tiroid nodülüne bir veya daha fazla giriş yapılmasının tanısal yeterli materyal elde edilmesine veya ÖBA/ÖBFL sitolojik sonucu elde edilmesi üzerine etkisini araştırmak.

Materyal ve Metod:Mayıs-Ağustos 2021 tarihleri arasında Ankara Şehir Hastanesi Endokrinoloji polikliniğinde tiroid nodülü saptanan ve biyopsi yapılan hastaların nodüllerinin ultrasonografi ve sito-histopatoloji sonuçları retrospektif olarak incelendi.Nodüller, aynı TİİB seansında yapılan iğne giriş sayılarına göre bir kez giriş yapılanlar (tek giriş) ve iki veya üç kez giriş yapılanlar (çoklu giriş) olmak üzere iki gruba ayrıldı.İki grup, sitolojik tanısal yeterlilik ve ÖBA/ÖBFL oranları açısından karşılaştırıldı.

Bulgular:Toplam 708 hastanın 1500 tiroid nodülü çalışmaya dahil edildi.Bunların 575’i (%81.2) kadın, 133’ü (%18.8) erkekti. Hastaların yaş ortalaması 51.57±12.51 yıldı.Nodüllerin 1409’una (%93.9) tek giriş, 91’ine (%6.1) iki (n=85) veya üç kere (n=6) giriş yapılmıştı.Çoklu giriş grubunda mikst/kistik nodül oranı ve makrokalsifikasyon oranı yüksekken, tek giriş grubunda koalesan nodül ve halo varlığı oranları daha yüksekti (sırasıyla p=0.001, p=0.039, p=0.006, ve p=0.040).İki grup arasında yeterlilik ve ÖBA/ÖBFL oranları benzerdi (Tablo 1).Makrokalsifikasyon içeren ve mikst yapıdaki nodüller iki ayrı alt grup olarak değerlendirildiğinde de her iki grupta yeterlilik ve ÖBA/ÖBFL oranları benzer bulundu.

Sonuç:Tiroid nodüllerine iki veya üç kez girilmesi, tek girişe kıyasla benzer sitolojik yeterlilik ve ÖBA/ÖBFL oranlarına sahiptir.Kistik/mikst ve makrokalsifiye nodüllere, alınan materyalin makroskopik görüntüsüyle yetersiz geleceği düşünülerek daha fazla giriş yapılsa da çalışmamızın sonuçlarına göre iki veya üç kez kez giriş yapmanın tek sefere kıyasla yeterliliğe katkısı yoktur.

 
 

Tek giriş (n=1409)

Çoklu giriş (n=91)

p

Yeterlilik

  

0.694

Yeterli

1033 (%73.3)

65 (%71.4)

 

Yetersiz

376 (%26.7)

26 (%28.6)

 

ÖBA/ÖBFL

  

0.103

Evet

240 (%17.0)

9 (%9.9)

 

Hayır

1169 (%83.0)

82 (%90.1)

 
 

408 - Tiroid Ince Iğne Aspirasyon Biyopsisi Oncesi Tarama Amacli Yapilan Covid-19 PCR Testi Pozitiflik Orani - 2021

Müge Keskin, Belma Özlem Tural Balsak, Narin Nasiroğlu İmga, Hüsniye Başer, Rahmet Güner, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-324

Amaç: Şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs 2’nin (SARSCoV-2) neden olduğu, korona virüs hastalığı 2019 (COVİD-19), dünya çapında hızla yayılmaktadır. COVİD-19 enfeksiyonu asemptomatik enfeksiyondan, hafif üst solunum yolu hastalığına, şiddetli interstisyel pnömoniye değişen klinik bulgulara neden olmakta, ve hatta mortalite ile sonuçlanabilmektedir. Asemptomatik enfeksiyon oldukça bulaşıcıdır, potansiyel olarak viral yayılıma yol açar. Biz de tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) öncesi tarama sırasında COVİD-19 PCR pozitif hasta oranını tespit etmeyi amaçladık. Bu sayede hem ayaktan takip edilen tiroid hastalarında asemptomatik vaka sıklığını görmeyi, hem de sağlık çalışanlarının invaziv işlem sırasında COVİD-19 pozitif hasta ile karşılaşma sıklığını belirlemeyi amaçladık.

Materyal-Metod: Ankara Şehir Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları polikliniğimize 15.03.2020-15.08.2020 tarihleri arasında başvuran multinodüler guatr (MNG), nodüler guatr (NG) ve papiller tiroid kanseri (PTK) nedeniyle TİİAB yapılan ve öncesinde tarama amaçlı rutin COVİD-19 PCR testi yapılan hastalar retrospektif olarak incelendi. COVİD-19 PCR test sonucu pozitif olan hastaların yaşı, cinsiyeti, Tip 2 diyabet, hipertansiyon öyküsü, levotiroksin(lt4) yada antitiroid ilaç kullanımı kayıtlardan not edildi. 

Bulgular: TİİAB yapılan 1195 hastadan 29’unda (%2.43) asemptomatik COVİD-19 enfeksiyonu saptandı. Hastaların yaş ortalaması 51±13,1yıl idi. Hastaların 13’ünde (%44,8) tiroid otoantikorları pozitifti. 4(%27,9) hastada tip 2 diyabet, 6(%20,7) hastada hipertansiyon mevcuttu. 

Sonuç: Sağlık çalışanları dünya çapında Covid-19 enfeksiyonuna karşı büyük bir özveriyle çalışmakta, büyük bir mücadele örneği sergilemektedir. TİİAB invazif bir işlemdir, yakın temas gerektirmektedir. COVİD-19 enfeksiyonunun asemptomatik hastalarda da yüksek bulaş riskiyle birlikte olduğu klinisyen tarafından önemsenmelidir. Toplumda %2.43’ün küçümsenmeyecek bir oran olduğunu düşünürsek, bu durum sağlık çalışanı için kişisel koruyucu ekipman kullanımının, enfeksiyon önleyici tedbirlerin önemini vurgulamaktadır.

407 - Radyoaktif Iyot Tedavisi Oncesi Ve Sonrasi Hematolojik Değişiklikler - 2021

Leyla Akdoğan, Şefika Burçak Polat, Fatma Neslihan Çuhaci Seyrek, Abbas Ali Tam, Elif Özdemir, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-320

Amaç: Radyoaktif iyot (RAI) tedavisi tiroid hastalıklarının tanı ve tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Kemik iliği supresyonu sıklıkla geçici bir yan etkisidir. Biz bu çalışmada,benign ve malign tiroid hastalıklarında tedavi amacıyla RAI tedavisi alan hastalarda kemik iliği supresyonunu öngörebilmek adına hematolojik değişiklikleri incelenmeyi amaçladık.

Yöntem: Ocak 2016-Ocak 2019 tarihleri arasında endokrinoloji kliniğimize başvuran, benign ve malign etyolojilere bağlı RAI tedavisi alan hastaların kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik verileri, tiroid hastalığına ait bilgiler, komorbiditeleri, ilaçları kaydedildi, hastalar etyoloji ve aldığı RAI dozuna göre gruplandırıldı. Bu hastalarda RAI tedavisi öncesindeki 7 gün içinde, tedavi sonrasında ve hastanın son kontrolünde bakılan tam kan sayımı parametreleri kaydedildi ve karşılaştırıldı.

Bulgular: 158 kadın(%77.5) ve 44 erkek(%21.6), toplamda 202 hastanın verileri değerlendirildi. 168’i(%82.4) malign, 34’ü(%16.7) benign etyolojilere bağlı RAİ tedavisi almıştı. Median yaş 45(20-84) iken ortanca RAİ dozu 75 mCi(10-200) idi. Tedavi öncesi ile sonrasındaki ilk kontrol arası geçen süre ortanca 44(18-93) gün olup tedavi öncesi ve son kontrol arasında geçen süre ortanca 35(4-56) aydı. Median lökosit sayısı tedavi öncesi 7.72(3.89-19.93)x10^9/L iken tedavi sonrası ilk kontrolde 6.27(0.86-14.5)x10^9/L ve son kontrolde 6.78(3.58-10.8)x10^9/L olarak anlamlı derecede azalmıştı. Benzer şekilde nötrofil ve lenfosit sayılarında da azalma görüldü. RAİ tedavisi öncesi median hemoglobin 13.95(8.8-17.2)g/dL iken tedavi sonrası ilk ve son kontrolde sırasıyla13.5 (7.8-17.3)g/dL, 13.5(6.7-17.6)g/dL idi. Median trombosit sayısı 283 (149-563)x10^9/L olup tedavi sonrası kontrollerde azalmıştı. Ortalama trombosit volümü(MPV) ortanca değeri tedavi öncesi 10.8 (8.5-13.8)fL iken kontrollerde sırasıyla 10.15 (7.6-13.1)fL ve 8.2 (6.6-11.1)fL saptandı.

Sonuç: Çalışmamızda elde edilen bulgular ışığında RAİ sonrası yalnızca akut dönemde değil, kronik dönemde de hematolojik parametrelerde azalmanın devam ettiği düşünülebilir.


406 - İnce Iğne Aspirasyon Sitolojisi Benign Dev Nodulde Trucut Biyopsi Ile Nadir Bir Tiroid Neoplazisi - 2021

Leyla Akdoğan, Gönül Ahmedova, Nagihan Beştepe, Şefika Burçak Polat, İmdat Dilek, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-319

Amaç: Ekstramedüller plazmositom, kemik dışı dokularda, sıklıkla üst solunum yolları ve oral kavitede gelişen plazma hücreli neoplazmlardır. Tiroid bezi nadir görülen bölgelerdendir. Sıklıkla boyunda hızlı büyüyen kitle olarak bulgu verir. Patolojik değerlendirme tanıda önemlidir. Biz, trucut biyopsi ile tanı alan tiroid plazmositomu vakamızı sunacağız.

Olgu: 2014 yılından beri hipotiroidi, multinodüler guatr tanıları ile takipli 71 yaşında kadın hasta, son 6 ayda giderek artan nefes darlığı, boyunda şişlik şikayetleri ile başvurdu. Fizik muayenede tiroid bezi grade 3, bilateral sert fikse nodüller ele geliyordu. Tiroid fonksiyon testleri levotiroksin tedavisi altında ötiroid, tiroid otoantikorları pozitifti. Tiroid ultrasonografisinde önceki kontrollerine göre belirgin boyut artışı olan, sağ ve sol lobu dolduran kongolomere tiroid nodülleri tespit edildi. Yapılan tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi benign olarak raporlandı. Servikal grafisinde bası bulguları, mediastende yer kaplayan lezyon olması nedeniyle tiroid lenfoması ön tanısı ile yapılan trucut biyopsi sonucu plazmositom ile uyumlu idi. Hematoloji bölümünce multipl myelom ve diğer plazma hücre diskrazileri dışlandı, hasta extramedüller plazmositom olarak değerlendirildi. Endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları, hematoloji, genel cerrahi, nükleer tıp, radyasyon onkolojisinin katıldığı konseyde operasyon kararı alındı. Bilateral total tiroidektomi yapıldı, patoloji sonucu plazma hücreli neoplazm olarak raporlandı. Postoperatif dönemde yapılan tetkiklerinde rezidüsü olmayan hastaya radyoterapi verilmedi. Hasta 1 yıldır remisyonda izlenmektedir.

Sonuç: Primer tiroid plazmasitomu nadir tiroid neoplazileri içinde yer alır. Muayene ve görüntüleme yöntemleri tanı koymada genellikle belirleyici değildir, patolojik değerlendirme tanıda önemlidir. İnce iğne aspirasyon biyopsisi benign dahi olsa, klinik şüphe halinde hastalar trucut biyopsi açısından değerlendirilmelidir. Tanı aşamasında multiple myelom mutlaka dışlanmalıdır. Multipl myeloma dönüşüm nadiren gerçekleşebileceğinden hastaların düzenli takibi gereklidir.


405 - Radioactive İodine Therapy With Recombinant Human TSH (RHTSH) For Well-Differentiated Thyroid Cancer Had No Difference In Graves’ Orbitopathy Outcome; Case Report - 2021

Sevgül Faki, Serdar Deniz, Burçak Cavnar Helvaci, Çağlar Keskin, Burçak Polat, Nilay Yüksel, Şeyda Türkölmez, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-318

Objective: The risk of cancer is relatively higher in Graves’ disease (GD). Radioiodine (RAI) therapy recommended in intermediate-high risk differentiated thyroid carcinoma and may be associated with worsening of Graves’ orbitopathy (GO). we report a sever GO patient treated by recombinant Tsh (RhTSH) for papillary thyroid cancers (PTC).

Case: 47-year-old man, presented to our center with exophthalmos and ptosis of eyes. His thyroid function tests and thyroid autoantibodies confirm the diagnosis of GD. On the ultrasonographic examination an iso-hyporechogenic nodule and pathologic lymphadenopathy were detected. US-guided fine-needle aspiration biopsy was performed and the cytological examination were suspicious for PTC of the nodule and malign sitology of the lymph node. Computed tomography scan of orbita demostrated bilateral enlargement of medial, inferior and superior rectus muscles and

also swelling of the optic nerve. In addition to antithyroid and beta blocker, he reseved high doses of methylprednisolone. After thyroid surgery the diagnosis were PTC with < 5% of hobnail variant and mestatic lymph nodules was confirmed. Once stabilized of GO under oral methylprednisolone and became euthyroid he reseved 150 mCi RAI with rhTSH with no changes in GO after One month observation.

Conclusion: Some authors reported that thyroid cancer associated with GD seemed to be more aggressive. RAI therapy is recommended in high-risk differentiated thyroid carcinoma, but it might worsen or induce a new onset of GO. Glucocorticoid treatment should be given especially in patients who will receive high doses of RAI. RAI with rhTSH had no difference in GO outcome at first month.


404 - Adolesan Ve Genc Erişkinlerde Tiroid Kanserinin Klinikopatolojik Ozellikleri - 2021

Nagihan Beştepe, Ahmet Dirikoç, Hüsniye Başer, Ömer Yazicioğlu, Ayşegül Aksoy Altinboğa, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-316

Amaç: Tiroid kanseri insidansı son 30 yılda hızla artmıştır. Adolesan ve genç erişkin (AYA) kanserleri National Cancer Institute (NCI) tarafından 15-39 yaş arasındaki tanılar olarak tanımlanmaktadır. AYA yaş grubunda tiroid kanseri en sık görülen ikinci kanserdir. Bu çalışmada, AYA grubunda görülen tiroid karsinomunun klinik, ultrasonografik, sitolojik ve histopatolojik özelliklerini daha yaşlı hastalar ile karşılaştırmayı amaçladık.

Yöntem: Aralık 2006-Eylül 2016 tarihleri arasında tiroidektomi yapılan ve histopatolojik olarak tiroid kanseri tanısı alan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar 15-39 (Grup 1) ve >= 40 yaş (Grup 2) olmak üzere iki gruba ayrıldı. AYA ve >=40 yaş hastalarda tiroid fonksiyonları, malign nodüllerin ultrasonografik özellikleri, sitolojik ve histopatolojik bulguları karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmaya 229 (%22.6) AYA ve >=40 yaş 784 (%77.4) hasta dahil edildi. Grup 1’in %93,1’i, Grup 2’nin %93,5’i papiller tiroid kanseriydi (p=0,772). Foliküler kanser Grup 1’in %2.6’sı ve Grup 2’nin %2.1’inde görüldü (p = 0.544). Medüller kanser Grup 1’in %1’ini ve Grup 2’nin %1,1’ini oluşturdu (p = 0,895). Anaplastik kanser Grup 1’de %0,4, Grup 2’de %0,4 saptandı (p = 0,940). Grup 1’in %9,2’sinde ve Grup 2’nin %7,4’ünde lenf nodu metastazı saptandı (p = 0,246). Grup 1’de uzak metastaz saptanmazken, Grup 2’de 3 (%0,4) hastada saptandı (p = 0,366). Gruplar arasında kapsüler invazyon, vasküler invazyon ve ekstrakapsüler yayılım açısından anlamlı fark saptanmadı.

Sonuç: Literatürde, AYA yaş grubundaki hastaların yaşlı hastalara göre lokorejyonel lenf nodu tutulumu olasılığının daha yüksek olmasına rağmen uzak metastaz olasılığının daha düşük olduğu bildirilmiştir. Çalışmamızda AYA ve >=40 yaş grubu arasında lenf nodu metastazı ve uzak metastaz oranları açısından anlamlı fark görülmedi.


403 - Hipotiroidizmi Bulunan Hastalarda Levotiroksin Tedavisine Uyum Ve Uyumu Etkileyen Faktorler - 2021

Ahmet Dirikoç, Birgül Genç, Didem Özdemir, Abbas Ali Tam, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-311

Amaç: Hipotiroidide ilaç uyumu tedavi başarısını belirleyen önemli parametrelerden birisidir. Bu çalışmada hipotiroidi nedeniyle levotiroksin alan hastalarda ilaç kullanım şeklinin, ilaca uyumun ve ilaç uyumunu etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır

Materyal-Metod: Primer hipotiroidi nedeniyle levotiroksin kullanan 18 yaşın üzerindeki hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların demografik ve klinik özellikleri, levotiroksin kullanma alışkanlıkları anket yoluyla değerlendirilmiştir. İlaç uyumu, ilacı kullanmama/atlama sıklığı sorusuna asla/nadiren cevabı verenlerde yüksek, arasıra cevabı verenlerde orta, sıklıkla/çoğu zaman cevabı verenlerde düşük olarak tanımlanmıştır.

Bulgular: Çalışmaya 282’si (%84,18) kadın, 53’ü (%15,82) erkek toplam 335 hasta alındı. Yaş ortalaması 47,36±12,50 idi. Hastaların 330’u (%98,50) levotiroksini sabah, 332’si (%99,10) aç karnına alıyordu. 8 (%2,41) hasta ilacı yemekten hemen önce alıyordu, 66 (%19,88) hastada ilaçla yemek arasındaki süre 15 dk idi. Levotiroksin emilimini etkileyebilecek ilaç kullanan 145 (%45,03) hastadan %66,66’sı ilaç-levotiroksin arasında 2 saatten az süre bırakıyordu. İlaç uyumu 218 (%65,08) hastada yüksek, 98 (%29,25) hastada orta, 19 (%5,67) hastada düşüktü. İlaç uyumu ile demografik özellikler, hipotiroidi nedenleri, hastalık süresi, kronik hastalık varlığı ve tiroid hormonları arasında ilişki saptanmadı. İleri eğitim düzeyi ve ailede tiroid hastalığı varlığı yüksek ilaç uyumu ile ilişkiliydi (sırasıyla p=0,008 ve p=0,013).

Sonuç: Bu çalışmada hipotiroidi hastalarının %34,92’sinin ilaç uyumunun düşük-orta düzeyde olduğu görülmüştür. Hastaların %22,29’unun ilaçla yemek arasında yeterli süre bırakmadığı, levotiroksin emilimini etkileyebilecek ilaç kullananların da önemli bir kısmının iki ilaç arasında yeterli süre beklemediği saptanmıştır. Hipotiroidinin etkin tedavi edilmesi için hastaların hipotiroidi ve ilaç kullanımı hakkında bilgilendirilmesi ve ilaç uyumunun arttırılması önemlidir.


402 - Somatostatin Analoğuna Yanit Sonrasi Tani Alan 2 TSHoma Vakasi - 2021

Gülsüm Karaahmetli, Mehdi Houssein, Belma Özlem Tural Balsak, Berna Öğmen, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-310

Amaç: TSH salgılayan hipofiz adenomları hipertiroidizmin nadir bir nedenidir. Fonksiyone hipofiz tümörlerinin yüzde 0,5 ila 3’ünü ve tüm hipertiroidizm vakalarının yüzde 1’inden çok daha azını oluştururlar.Özellikle, Graves hastalığının tiroid dışı belirtileri bulunmayan diffuz guatrlı hipertiroidik hastalarda TSHoma da akla gelmelidir.

Olgu: vaka1:30 yaşında kadın hasta çarpıntı,ishal,terleme,kilo kaybı ve sinirlilik şikayetleri olan hastanın tekrarlanan tetkiklerde ve 3 farklı merkezde bakılan tft değerlerinin hepsinde TSH,sT3 ve sT4 değerleri yüksek olarak saptandı. Shbg:176nmol/L(18-144) saptandı.1. derece aile bireylerinde tft bozukluğu saptanmadı.Prolaktin:30 olan hastanın hipofiz MR’ında 5 mm adenom saptandı.Alfa subunit:2.4ng/ml(ref<1.2)TSH:5.5alfa molar/TSH:4,3genetik testinde mutasyon saptanmadı.Trh stimulasyon ve t3 supresyon testlerinin diskondans olması ve mikroadenom olması nedeni ile hastaya octreatit testi yapıldı.Octreotit testi ile TFT’ de ötiroidi sağlanan hasta TSHoma olarak kabul edildi ve cerrahi planlandı. 

vaka2:35 yaşında erkek hasta baş ağrısı nedeniyle bakılan TSH,sT3vesT4değerleri yüksek olarak saptandı.Tekrarlanan tetkiklerde ve farklı merkezlerde bakılan TSH, sT3 ve sT4 düzeyleri yüksek saptandı.Birinci derece yakınlarında tft bozukluğu saptanmadı.Genetik analizde anlamlı mutasyon saptanmadı. Alfasubunit:0.7(ref<0.5) ve hipofiz mr’da 7 mm adenom saptanan hastada Trh stimulasyon ve t3 supresyon testlerinin diskondans olması ve mikroadenom olması nedeni ile hastaya octreatit testi yapıldı..Octreotit testi ile tft de ötiroidi sağlanan hasta TSHoma olarak kabul

edildi ve cerrahi planlandı 

Sonuç: TSHomalarda sıklıkla hipofizde makroadenom görülür. Ayırıcı tanıda kullanılan testlerde ve tetkiklerde bazen diskordans görülebilir. Böyle durumlarda Octerotide yanıt testini kullanmak kesin tanıyı koymada yardımcı olmaktadır.

Vaka 1 Octreotit testi sonuçları


TSH nIU\ml

(normal:0.55-4.78)

FT3 pg\ml)

(normal:2.3-4.2)

fT4 ng\dl

(normal:0.89-1.76)

20 mg octreotid-lar öncesi

5.1

5.4

1.9

2.doz octreotid-lar öncesi

3.6

3.5

1.2

2.doz octreotid-lar sonrası 2.hafta

4.1

4.2

1.3

3.doz octreotid-lar öncesi

5.1

3.2

1.36

3.doz octreotid-lar sonrası 2.hafta

4.3

3.7

1.3

Vaka 2 Octreotit testi sonuçları


TSH nIU\ml

(normal:0.55-4.78)

FT3 pg\ml)

(normal:2.3-4.2)

fT4 ng\dl

(normal:0.89-1.76)

20 mg octreotid-lar öncesi

3.8

6.02

2.1

2.doz octreotid-lar öncesi

2.9

1.6

1.02

2.doz octreotid-lar sonrası 2.hafta

1.9

2.66

1.02

401 - Malign Plevral Efuzyonun Nadir Bir Nedeni: Az Diferansiye Tiroid Karsinomu - 2021

Burçak Cavnar Helvaci, Gülsüm Karaahmetli, Muhammet Saçikara, Neslihan Çuhaci Seyrek, İrem Şerifoğlu, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-308

Amaç: Az diferansiye tiroid karsinomu (ADTK); tiroidin nadir görülen; nüks, metastaz, ölüm riski yüksek olan kanseridir. Literatürde tiroid kanserlerine bağlı plevral efüzyon nadiren raporlanmıştır. Bu bildiride ADTK’a bağlı malign plevral efüzyonla takip ettiğimiz vakayı sunuyoruz.

Olgu: 66 yaşında erkek hastanın boyunda şişlik, nefes darlığı nedeniyle başvurduğu merkezde yapılan tiroid ultrasonografisinde multinoduler guatr, sol level IV’de düzensiz sınırlı LAP; akciğer grafisinde ‘noduler dansite artımı’ saptanmış. Toraks tomografisinde ‘akciğer parankiminde bilateral metastazla uyumlu lezyonlar’ raporlanmış. PETBT’de ‘tiroidde malign natürlü nodüllerde, boyunda multipl metastatik lenf nodlarında, bilateral metastatik akciğer nodüllerinde hipermetabolizma’ saptandı. Sağ level 3,4,6-2a bileşkesindeki lenf nodlarının biyopsisi; malign sitoloji olarak raporlandı. Bilateral total tirodektomi, bilateral santral lenf nodu diseksiyonu, sağ modifiye radikal boyun diseksiyonu yapılan hastanın patolojisi ‘az diferansiye tiroid karsinomu, sağ lateral ve santral tümör pozitif lenf nodu’ olarak raporlandı. Nefes darlığının devam etmesi üzerine çekilen akciğer grafisinde sol plevral efüzyon tespit edilen hastaya yapılan torasentez sonucu eksudayla uyumlu (kan Tg:23960 ng/mL, plevral sıvı dilusyonlu Tg>30000 ng/mL); sitolojisi karsinom infiltrasyonu olarak raporlandı. Toraks tomografisinde mediastinal, bilateral akciğer parankimiyle plevral yüzde multipl nodüller; sol hemitoraksta plevral efüzyon’ saptandı. Plevral sıvı hücre bloğu ‘tiroid karsinom infiltrasyonu’ olarak raporlandı. Tüp torakostomi sonrası plöredez uygulanan hastaya rekombinant TSH ile hazırlık sonrası 200mCi RAI tedavisi verildi. PET-BT’de progresyon saptanan; transtorasik akciğer biyopsisi karsinom metastazı olarak raporlanan hastaya tirozin kinaz inhibitörü başlandı.

Sonuç: ADTK’nın en sık uzak metastazı akciğer ve kemiğe olup; hastalığa bağlı ölümlerin %85’ni oluşturmaktadır. Plevral efüzyonun malign nedenlerinden %1’inden azı tiroid kanserleriyle ilişkilidir. Tanıda plevral sıvı tiroglobulin düzeyi, immunhistokimyasal boyama yol gösterici olabilmektedir


400 - Malign Tiroid Nodullerinin Ayiriminda Oksidatif Stresin Tiyol/Disulfit Homeostazi Ile Değerlendirilmesi - 2021

Muhammet Cüneyt Bilginer, Abbas Ali Tam, Sevgül Faki, Bağdagül Yüksel Güler, Özcan Erel, İbrahim Kilinç, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-306

Giriş: Tiroid kanseri tanısında ultrason ve bethesda sınıflaması sıklıkla kullanılmakta, tanısal zorluk durumunda destekleyici veriler aranmaktadır. Biz bu çalışmada tiyol/disülfit homeostazının tiroid kanseri ve bethesda sınıflamasıyla arasındaki ilişkiyi araştırdık.

Materyal/Metod: Çalışmaya toplam 119 katılımcı dahil edildi (Tiroidektomi planlanan 81 ötroid nodüler guatr hasta, yaş ve beden kitle indeksi eşleştirilmiş 28 sağlıklı gönüllü). Tiroidektomi endikasyonunda dev nodül, bethesda sınıflaması ve hasta tercihi esas alındı. Natif tiyol, total tiyol ve disülfit konsantrasyonları otomatik spektrofotometrik yöntemle analiz edildi. Disülfit/natif tiyol (%), disülfit/total tiyol (%) ve natif tiyol/total tiyol (%) oranları hesaplandı. Tiyol/disülfit homeostazını etkileyecek hastalığa sahip olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi.

Bulgular: Hasta grubun yaş ortalaması 45.66±10.45 (18-65), kontrol grubunun yaş ortalaması 43.53 ±11.49 (24-64) idi (Tablo-1). Bethesda kategorilerine göre tiyol/disülfit parametrelerinde anlamlı bir fark yoktu. Ancak Bethesda sınıflamasında malignite riski arttıkça disülfit/natif tiyol (%) oranı (r:0.241, p:0.030) ve disülfit/total tiyol (%) oranında (r:0.250 p:0.024) pozitif korelasyon (zayıf) tespit edildi. Yapılan analizde disülfit miktarı benign grupta 16.07 ±9.28 μmol/L, malign grupta 19.85±11.28 μmol/L, kontrol grubunda 14.87± 7.62 μmol/L ölçüldü (p <0.001, f =11.724). Disülfit/natif tiyol (%) oranı benign grupta 3.58 ± 2.0, malign grupta 5.50±2.85, kontrol grubunda 3.41 ±1.70 hesaplandı (p <0.001, f=8.415). Disülfit /total tiyol (%) oranı benign grupta 3.27 ±1.80, malign grupta 4.96 ±2.24, kontrol grubunda 3.15 ±1.48 olarak hesaplandı (p <0.001, f=9.449) (Tablo-2).

Sonuç: Oksitadif stres tiroid kanserinde anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bethesda sınıflamasında malignite riskiyle disülfit /natif tiyol oranı ve disülfit /total tiyol oranında zayıf pozitif korelasyon tespit edilmiştir. Tanısal güçlük durumunda tiyol/disülfit ölçümünden ek fayda sağlanabilir

Çalışma popülasyonunun demografik özellikleri ve laboratuvar bulguları

Değişkenler

Ötroid nodüler guatr (n=81)

Kontrol grubu (n=28)

p değeri

Cinsiyet, n (%)

Kadın

Erkek

57 (70.4%)

24 (29.6%)

19 (%67.9)

9 (%32.1)

0.803

Yaş (yıl)

45.66±10.45

43.53 ±11.49

0.365

BKİ(kg/m2)

28.49 ±3.95

26.96 ± 4.78

0.099

TSH (μIU/mL)

1.72 ± 0.87

1.78 ± 0.58

0.706

sT4 (ng/dL)

1.28 ±0.17

1.23 ±0.18

0.295

sT3 (ng/dL)

3,26±0.46

3,37±0.35

0.249

Anti-Tg pozitifliği

16 (%19.8)

3 (%10.7)

0.390

Anti-TPO pozitifliği

13 (%16)

0 (%)

-

Total Biluribin (mg/dl)

0.60±0.49

0.58 ±0.29

0.298

Albumin (g/dL)

4.61 ±0.30

4.80 ±0.35

0.001

CRP (mg/L)

1.48 ±2.56

1.39 ± 2.31

0.965

BKİ: Beden kitle indeksi, TSH: Tiroid stimülan hormon, sT4: Serbest T4, sT3: Serbest T3 Anti-TG: Anti-tiroglobulin antikor, AntiTPO: Anti-tiroid peroksidaz antikor, CRP: C-reaktif protein

Tiyol/disülfit hemostazının histopatoloji sonuçlarına göre kontrol grubu ile karşılaştırılması


Benign (n=34)

Malign (n=35)

Kontrol (n=28)

p

f

Natif tiyol (μmol/L)

453.19±63.49

457.47 ±62.38

444.81±71,9

0.746

0.294

Total tiyol (μmol/L)

487.45±67.87

497,09±64,78

474.61±75.48

0.442

0.824

Disülfit (μmol/L)

16.07 ±9.28

19.85±11.28

14.87± 7.62

<0.001

11.724

Disülfit/Natif tiyol (%)

3.58 ± 2.07

5.50±2.85

3.41 ±1.70

<0.001

8.415

Disülfit/Total tiyol (%)

3.27 ±1.80

4.96 ±2.24

3.15 ±1.48

<0.001

9.449

Natif tiyol/Total tiyol (%)

93.01 ±3.96

92.07± 4.73

93.74 ± 3.09

0.263

1.355

399 - Ailesel Papiller Tiroid Kanseri, Kliniko-Patoloji Ve Takip Ozellikleri Acisindan Sporadik Formdan Farkli Midir? - 2021

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Didem Özdemir, Cevdet Aydin, Berna Öğmen, Aydan Kiliçarslan, Mehmet Kiliç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-305

Amaç: Ailesel papiller tiroid kanseri (A-PTK), sık görülmeyen ve iyi tanımlanmamış bir klinik antitedir. Bazı çalışmalarda sporadik forma göre daha agresif karakterde olduğunu belirtirken, bazı çalışmalarda ise agresif özelliklerle ilişkili bulunmamıştır. Bu çalışmada A-PTK ve sporadik PTK (S-PTK) hastalarında ultrasonografik (USG) ve sito-histopatolojik özellikleri analiz etmeyi amaçladık.

Materyal-Metod: 2007-2018 tarihleri arasında PTK tanısı alan 292 hasta retrospektif olarak incelendi. A-PTK ve S-PTK hastaları; tiroid fonksiyon testleri, USG özellikleri ve sito-histopatolojik özellikler açısından karşılaştırıldı.

Bulgular: 69 A-PTK hastasının 132 tümör odağı ve 223 S-PTK hastasının 322 odağı incelendi. Cinsiyet dağılımı, tiroid otoantikor pozitifliği ve median nodül sayısı iki grupta benzerdi. Malign nodüllerin preoperatif USG incelemesinde; A-PTK grubunda S-PTK grubuna kıyasla ortalama nodül çapı daha küçük, mikrokalsifikasyon oranı daha az ve izoekojenite oranı daha fazlaydı (p=0.001, p=0.005, p=0.0.025). Sitolojik dağılım benzerdi (p=0.100). Multifokalite ve bilateralite oranları, A-PTK hastalarında daha yüksekti (% 47.8, % 30,9; p=0.009). Median tumor çapı, mikrokarsinom oranı, PTK variant dağılımı, ekstrakapsüler yayılım ve vasküler invazyon oranları benzerdi. S-PTK grubunda kapsüler invazyon ve bölgesel lenf nodu metastazı belirgin artmıştı (% 17,4, % 9,1, p=0.024; % 2,9, % 13,0, p=0.018). Sporadik grupta operasyondan 6 ay sonraki uyarılmış tiroglobulin düzeyleri daha yüksek olmakla birlikte, konvansiyonel ve dinamik yanıt oranları her iki grupta da benzerdi.

Sonuç: A-PTK’nın S-PTK’dan daha agresif olduğu tartışmalıdır. A-PTK hastalarında multifokalite oranını daha yüksek, lenf nodu metastazı oranını daha düşük ve prognozu her iki grupta benzer bulduk. Vakaların erken tanısı, hastalığın ailesel fomunun daha erken tanınmasını sağlayabilir.

Ailesel ve sporadik papiller tiroid kanseri hastalarının histopatoloji ve takip özellikleri


Ailesel PTK (n=69) 

Sporadik PTK (n=223 )

p değeri

Toplam tümör odağı sayısı 

132

322


Tümör çapı (mm)

6,0 (1,0-40,0)

7,0 (0,5-60,0)

0.086

Multifokalite

33 (47,8)

69 (30,9)

0.009

Bilateralite 

26 (37,7)

50 (22,4)

0.011

Mikrokarsinoma 

97 (73,5)

212 (65,8)

0.108

Vasküler invazyon 

2 (1,5)

10 (3,1)

0.337

Tiroid dışı yayılım 

6 (4,5)

28 (8,7)

0.127

Kapsüler invazyon 

12 (9,1)

56 (17,4)

0.024

Lenf nodu metastazı 

2 (2,9)

29 (13,0)

0.018

Uyarılmış  TG (6.ay)

0,92 (0,02-57,65)

2,25 (0,01-505,00)

0.036

Kantitatif ve kategorik değişkenler, sırasıyla ortalama±standart deviasyon ve frekans(%) olarak özetlenmiştir. PTK: Papiller tiroid kanseri, TG: tiroglobulin

398 - Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda Şupheli Servikal Lenf Nodlarina Yapilan Ultrason Eşliğinde Ince Iğne Kapiller Biopsi Işlemi Sonrasi Serum Tiroglobulin Duzeyindeki Değişiminin Değeri - 2021

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Cevdet Aydin, Abbas Ali Tam, Sevgül Faki, Afra Alkan, Şefika Burçak Polat, Ahmet Dirikoç, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-304

Amaç: Tiroid nodüllerine yapılan ince-iğne aspirasyon biopsisi sonrası serum tiroglobulin (TG) düzeyinin yükselebildiği bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı, differansiye tiroid kanserli hastalarda ultrasonografik olarak şüpheli servikal lenf nodlarına (LN) yapılan ultrasonografi (USG) eşliğinde ince-iğne kapiller biopsi (İİKB) işlemi sonrasında serum TG düzeyindeki değişimi ve serum TG düzeyi ile sitoloji arasında bir ilişki olup olmadığını belirlemeye çalışmaktır.

Materyal-Metod: Şüpheli servikal LN’na USG-İİKB yapılan 188 hasta, retrospektif olarak değerlendirildi. Demografik özellikler, radyoaktif iyot (RAİ) tedavi öyküsü; TSH ve TG düzeyleri, anti-TG antikor pozitifliği ve LN USG özellikleri kaydedildi. İİKB öncesi TG düzeyi (TGönce), İİKB sonrası TG düzeyi (TGsonra), TGsonra/TGönce oranı ve işlem sonrası TG düzeyi artan hasta sayısı belirlendi. Lezyonlar sitolojik tanılarına göre benign, nondiagnostik, malignite şüphesi ve malign olarak gruplandı.

Bulgular: Gruplar arasında yaş, cinsiyet, RAİ tedavi öyküsü ve TSH düzeyleri benzerdi. TGsonra, TGsonra/TGönce ve TG düzeyi artan hasta sayısı; malign grupta diğer gruplara göre belirgin derecede yüksekti (Tablo-1). Maligniteyi predikte eden TG artışı için optimal cut-off değeri, % 7.6 idi (sensitivite % 73.7, spesivite % 85.2, Şekil). TG artışı yaş, cinsiyet, TSH, anti-TG pozitifliği ve USG özellikleriyle ilişkili değilken; RAİ tedavisi alanlarda belirgin düşüktü. Anti-TG pozitif olan 31 hastanın TGsonra/TGönce oranı ve TG düzeyi artan hasta yüzdesi malign grupta benign ve nondiagnostik gruba göre yüksekti (Tablo-2).

Sonuç: Hem tüm çalışma grubunda, hem de anti-TG pozitif alt-grupta; şüpheli servikal LN’na İİKB sonrası serum TG artışı ve TG düzeyi artan hasta sayısı, malign grupta diğer gruplara göre daha fazladır. İİKB sonrası serum TG artışı, LN metastazını tespit etmek için yardımcı bir yöntem olabilir.

Ultrasonografik olarak şüpheli lenf nodlarında malign sitolojiyi non-malign sitolojiden ayırmada Tgsonra/Tgönce oranı için ROC eğrisi


Tablo-1: Lenf nodu sitoloji gruplarına göre serum tiroglobulin (TG) düzeyleri ve işlem sonrası TG düzeyi artan hasta sayıları


Benign

(n=124, % 66.0)

Malign

(n=19, % 10.1)

Nondiagnostik (n=38, % 20.2)

Malignite şüphesi

(n=7, % 3.7)

P değeri

    TGönce (mcg/L)

0.076 (0.012-0.471)a

1.283 (0.207-7.931)b

0.224 (0.036-1.385)a

0.161 (0.026-0.998)a,b

<0.001

    TGsonra (mcg/L)

0.072 (0.014-0.382)a

2.313 (0.437-12.247)b

0.196 (0.037-1.037)a

0.071 (0.013-0.375)a

<0.001

    TGsonra / TGönce

1.000 (1.000-1.000)a

1.408 (1.068-1.839)b

1.000 (0.824-1.000)a

0.821 (0.531-1.000)a

<0.001

    Artmış TG düzeyi olan  hasta (n, %)

18 (14.5)a

14 (73.7)b

7 (18.4)a

0 (0.0)a

<0.001

Kantitatif ve kategorik değişkenler, sırasıyla median (IQR:25.-75. yüzdelikler) ve frekans(%) olarak özetlenmiştir. ¹ ² ³Aynı numaralar, belirtilen grubun diğerlerinden anlamlı derecede farklı olduğunu belirtmektedir

Tablo-2: Anti-Tiroglobulin antikoru pozitif hastalarda lenf nodu sitoloji gruplarına göre serum tiroglobulin (TG) düzeyleri ve işlem sonrası TG düzeyi artan hasta sayıları


Benign

(n=15, % 50.0)

Malign

(n=8, % 26.7)

Nondiagnostik (n=7, % 23.3)

P değeri

    TGönce (mcg/L)

0.062 (0.008-0.478)

0.199 (0.026-1.533)

0.035 (0.005-0.272)

0.610

    TGsonra (mcg/L)

0.028 (0.004-0.210)

0.592 (0.080-4.353)

0.010 (0.001-0.070)

0.057

    TGsonra / TGönce

1.000 (0.485-1.000)a

2.061 (1.000-3.317)b

1.000 (0.736-1.000)a

0.006

    Artmış TG düzeyi olan  hasta (n, %)

1 (6.7)a

5 (62.)b

0 (0.0)a

0.003

Malignite şüphesi grubunda yalnızca 1 hasta olduğu için, bu grup analize dahil edilmemiştir. Kantitatif ve kategorik değişkenler, sırasıyla median (IQR:25.-75. yüzdelikler) olarak özetlenmiştir. ¹ ² Aynı numaralar, belirtilen grubun diğerlerinden anlamlı derecede farklı olduğunu belirtmektedir.

397 - İkinci Kez Tiroidektomi Geciren Hastalarimizida Bethesda Klasifikasyonunun Guvenirliliği - 2021

Sevgül Faki, Gülsüm Karahmetli, Aylin Kiliç Yazgan, Mehmet Kiliç, Oya Topaloğlu, Didem Özdemir, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-301

Amaç: Tiroid ince iğne aspirasyon biopsisi (TİİAB) ve Bethesda tanısal sınıflamasının kullanımı ile uygun tedavi protokolleri oluşturulmakta ve operasyon gereksinimini giderek azaltmaktadır. TİİAB daha önce tiroid cerrahisi geçiren hastalarda tiroid lojunda gelişen skar ve fibrozis nedeni ile çelişkili sonuçlara neden olabilmektedir. Çalışmamizda nüks tiroid cerrahisi uygulanan hastalarda Bethesda klasifikasyonunun güvenirliliğini saptamaktır.

Yöntem: Çalışmaya 2007-2014 yılları arasında nüks multinodüler guatrı olup ikinci kez tiroidektomi olan 130 hasta (260 nodül (gurup B)) ve birincil tiroidektomi uygulanan toplam 6404 nodül olan 2821 hasat (grup A) dahil edildi.

Bulgular: malignite oranı grup B’de daha düşük (p=0.016). Operasyon endikasyonu grup B ve A da sırası ile dev nodül, malignite şüpesi (p=0.001). Son yayınlarda dev nodül ile malignite arasındaki ilişkilendirme azalmaktadır, operasyon endikasyonunun grup B dev nodül olması malignite oranını düşük saptanmasını açıklamaktadır. Grup B’de Bethesda klasifikasyonunun sensivite ve spasifitesi sırası ile %37, %95.5 ike bu değerler grup A’da sırası ile %62, %94. Pozitif predictive değer ve negatif predictive değer grup B ve A da sırası ile %35, %95- %52.6,%96 olarak hesaplandı. Yanlış pozitiflik oranı sırası ile 11, 314 iken Yanlış negatiflik oranı 10,208 idi. Betesda klasifikasyonunun her iki grupta doğruluk oranı %91 saptandı.

Sonuç: İnce iğne aspirasyon sitolojisi (İİAS) hızlı, basit, güvenilir bir yöntemdir ve hastaların %25’ni benign tiroid hastalığından dolayı yapılan gereksiz tiroidektomiden korumaktadır. Çalışmamızda reoperatif tiroid cerrahi hasta ve tiroid nodüllerinde düşük malignite riski saptanmıştır. Bethesda klasifikasyonunun reoperatif hastalada sensitivitenin ve pozitif predictive değerin düşük olması güvenirliliği negative etkilemektedir. Bu bilgiler yüksek komplikasyon oranına sahip reoperatif tiroid cerrahisi yapılmadan önce dikkate alınmalıdır.

Tablo 1: Bethesda klasifikasyonunun tanı performansı


Grup B

Grup A

1(N=262)

N=6040

Sensitivite

37%

62%

Spesifite

95.5%

94%

Pozitif predictive değer

35%

52.6%

Negatif predictive değer

95%

96%

Yanlış pozitik değeri

11

314

Yanlış negatiflik değeri

10

208

Doğruluk oranı

91%

91%


396 - Nivolumab Tedavisi Ile Nuks Eden Graves Hastaliği: Olgu Sunumu - 2021

Berna Öğmen, Abbas Ali Tam, Cevdet Aydin, Ahmet Dirikoç, Hüsniye Başer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-300

Amaç: İleri evre malignitelerde, programlanmış hücre ölüm-1(PD-1) antikorları gibi immün checkpoint inhibitörleri umut verici tedaviler olmuştur.Bu ilaçlar endokrinopatiler dahil pekçok immün aracılı advers olaya neden olabilir. Bir anti-PD-1 monoklonal antikoru olan nivolumab, anrezektabl metastatik melanom,küçük hücreli dışı akciğer kanseri,renal hücreli karsinom,baş-boyun kanseri,Hodgkin lenfoma ve mide kanserinde etkin bir tedavidir. Nivolumab, yaygın olarak immün aracılı tiroid fonksiyon bozukluğuna (genellikle hafif-orta dereceli hipotiroidi veya tirotoksikoz) neden olur. Anti-PD-1 tedavisi ile en sık görülen endokrin advers olay hipotiroidizmdir (yaklaşık % 5.9 vaka). Tirotoksikoz çoğu durumda destrüktif tiroidit ile ilişkilidir. Anti-tiroglobulin antikoru(anti-Tg) veya anti-tiroperoksidaz antikoru(anti-TPO) pozitif hastalarda Nivolumab tedavisi sonrası destrüktif tiroidit gelişimi daha da sık görülür. Graves hastalığına bağlı hipertiroidi gelişimi çok nadirdir ve şimdiye kadar literatürde bildirilen sadece 4 vaka bulunmaktadır. Burada Nivolumab tedavisi sonrası gelişen bir Graves olgusu sunulmaktadır.

Olgu: Primer malign üretral melanomu olan 75 yaşında kadın hasta,iki haftada bir 240 mg dozunda,üç kür nivolumab tedavisi aldı. Çarpıntı nedeniyle 4.kür tedavi öncesi yapılan tetkiklerinde, tiroid stimülan hormon(TSH):<0.015 (referans aralığı[RA]:0.55-4.78)mU/L, serbest T3:7.44 (RA:2.3-4.2)ng/L ve serbest T4:2.4 (RA:0.89-1.76)ng/dl idi. Anti-TPO pozitif iken anti-Tg ve TSH reseptör antikoru(TRAB) negatif saptandı. Tiroid ultrasonografisinde her iki lobda boyut artışı görülürken ekojenite azalmış, vaskülarite artmıştı. Tiroid sintigrafisinde diffüz artmış aktivite tutulumu saptandı. Hastanın öyküsünden yaklaşık 8 yıl önce Graves hastalığı tanısı aldığı ve medikal tedavi ile remisyona girdiği öğrenildi. PD-1 tedavisi öncesine kadar da ötiroiddi.

Sonuç: Anti-PD-1 sıklıkla destrüktif tiroidite neden olurken, hastamızda farklı olarak Graves hastalığına neden olmuştur. Ayrıca bu vaka, nivolumab tedavisinin Graves Hastalığı nüksünü tetiklediği bildirilen ilk vakadır.


395 - Levotiroksin Malabsorbisyonunun Sik Gorulmeyen Bir Nedeni: İleostomi - 2021

Leyla Akdoğan, Gönül Ahmedova, Muhammed Saçikara, Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-277

Amaç: Hipotiroidili hastalarda levotiroksin(LT4) tedavi ihtiyacının bireysel olarak belirlenmesi önerilmektedir. Oral LT4 emilimi ince barsakta, özellikle jejunum ve proksimal ileumda gerçekleşmektedir. LT4 malabsorbsiyonunun nedenleri arasında çölyak hastalığı, gastrointestinal malabsorptif cerrahi prosedürler, ilaç ve diyete bağlı etkileşimler sayılabilir. Biz LT4 malabsorbsiyonun nadir bir nedeni olarak karşımıza çıkan multipl ince barsak rezeksiyonu yapılmış,

ileostomili vakamızı sunacağız.

Olgu: 59 yaşında erkek hasta, gastrocerrahi kliniğinden TSH yüksekliği nedeniyle konsulte edildi. 2009 yılında medikal nüks Graves tanısıyla total tiroidektomi yapılan hasta 175 mcg/gün LT4 tedavisi ile ötiroiddi. Ocak 2020’de rektum kanseri tanısı ile low anterior rezeksiyon ve kolostomi yapılan hastaya kemoterapi ve radyoterapi uygulanmış. Kasım 2020’de radyasyon ileiti, ileus nedeniyle segmenter ince barsak rezeksiyonu, multipl ince barsak onarımı yapılmış ve kolostomisi çalışmayan hastaya ileostomi açılmış. Medikal tedaviye rağmen günlük deşarjı fazla olması nedeniyle ileostomi kapatılması planlanmış. Bu süreçte bakılan TSH:66 mU/L olması üzerine Ocak 2021’de preoperatif tarafımıza konsulte edildi. Uygun şartlarda replasmana rağmen TSH:80 mU/L düzeylerine çıkması sebebiyle oral levotiroksin dozu 150 mcg/gün’den kademeli olarak 350 mcg/gün’e arttırıldı. 350 mcg/gün oral LT4 ile TSH:37 mU/L, serbest T4 ve T3 normale gelen hastanın ileostomisi Şubat 2021’de kapatıldı. İleostomi kapatıldıktan sonra serbest T4 ve T3 değerleri yükselmeye başlayan hastanın levotiroksin dozu kademeli olarak azaltıldı. Tiroid fonksiyon testleri ve aldığı tedaviler Tablo-1’de özetlenmiştir. Hasta 150 mcg/gün levotiroksin replasmanı ile ötiroid izlenmektedir. 

Sonuç: İntestinal emilim sorunları yüksek doz LT4 tedavisine ihtiyaç duyulmasına neden olabilir. Barsak emilim yüzeyinin azalmasının yanısıra barsak transit zamanının kısalması da malabsorbsiyon mekanizmaları arasında sayılabilir. Yüksek doz LT4 tedavisine rağmen artan serum TSH düzeyleri varlığında ileri araştırma yapılmalıdır.

Hastanın tiroid fonksiyon testleri seyri ve aldığı tedaviler

Tarih

TSH (mU/L)

0.55-4.78

Serbest T4 (ng/dL)

0.89-1.76

Serbest T3 (ng/L)

2.3-4.2

LT4 DOZU (mcg/gün)

24.02.2020

2.8

1.22

3.07

175(5/7) 200 (2/7)

09.04.2020

0.65

1.6

-

175(5/7) 200 (2/7)

28.09.2020

0.032

2.33

3.67

175(5/7) 200 (2/7)

17.11.2020

0.012

1.7

2.56

175

14.01.2021

66.8

0.36

0.6

150

18.01.2021

69.9

0.44

1.2

200

25.01.2021

76.2

0.86

1.81

250

28.01.2021

84.7

0.78

1.92

300

01.02.2021

41.8

1.15

2.09

350

04.02.2021

(ileostomi kapatılması)

37.4

1.18

2.3

350

10.02.2021

3.9

1.20

1.4

300

14.02.2021

3.4

1.24

1.8

250

17.02.2021

1.8

1.50

1.53

200

25.02.2021

1.5

1.72

3.0

150


394 - Thyro-Cutaneous Fistula, Thyroid Lymphoma - 2021

Sevgül Faki, Himmet Durmaz, Serdar Deniz, Belma Tural Balsak, Merve Pamukçuoğlu, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-276

Objective: Primary lymphomas of the thyroid are uncommon tumours and presented with rapidly enlarging neck mass. Abscess formation in the background of thyroid lymphoma with thyro-cutaneous fistula is further rare. Reaching the final diagnosis can be delayed if insufficient biopsy material is obtained and ıt may be difficult to distinguish thyroid lymphoma from anaplastic carcinoma and thyroiditis. The present study describes the case of a patient who was presentad with Abscess formation suggesting the possibility of anaplastic carcinoma and finaly diagnosd by diffuse

large B-cell lymphoma.

Case: A 73-year-old female presented with anterior neck pain, hoarseness and rapidly expanding mass with Abscess formation on here neck. the patient was admitted to our clinic for preoperative thyroid surgery suggesting the possibility of anaplastic carcinoma due to fine needle aspiration cytology of suspicious for malignancy. Her serum TSH was elevated to 47 mU/L and anti TPO was very high. Here neck ultrasound showed a significantly enlarged, diffuse parenchymal inhomogeneity and ill defined border of the thyroid gland. We performed Tru-cut biopsy and histological diagnosis was Diffuse large B-cell lymphoma of the thyroid gland. After 18FDG-positron emission tomography/computed tomography scanning the patient reseaved 6 regimen of chemotherapy R-CHOP with antibiotics and she has a good physical condition.

Conclusion: Thyroid abscess is a rare clinical situation. Abscess formation in the background of thyroid cancer with thyro-cutaneous fistula is further rare. Studies have shown inconsistent results in the diagnosis of lymphoma of the thyroid. Such a presentation should be known to early diagnosis, treatment and prevention unnecessary surgery.

Thyro-Cutaneous Fıstula of neck mass




393 - Son Donem Bobrek Hastalarinda Renal Transplantasyon Oncesi Ve Sonrasi Otiroid Hasta Sendromu Sikliği Ve Oksidatif Stres Ile Ilişkisi - 2021

Tuğçe Akman, Oya Topaloğlu, Alparslan Altunoğlu, Salim Neşelioğlu, Özcan Erel, Bekir Çakir, Osman Ersoy.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-274

Amaç: Bu çalışmamızda, son dönem böbrek hastalığı(SDBH) olan hastalarda, renal transplantasyon öncesinde ve sonrasında ötiroid hasta sendromu(ÖHS) sıklığını ve tiyol-disülfid düzeylerini değerlendirerek oksidatif stres ile ilişkisini araştırmayı amaçladık.

Materyal ve Yöntem: Bu çalışmada SDBH olup renal transplantasyon uygulanmış hastaların transplantasyon öncesi ve sonrasında ölçülen serbest triiyodotironin(sT3), serbest tiroksin(sT4) ve tiroid stimülan hormon(TSH) düzeyleri kaydedildi. Hastaların transplantasyon öncesi ve sonrasında bakılmış olan tiyol ve disülfid parametreleri de kaydedildi.

Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 121 hastanın 69’u erkek(%57), 52’si kadındı(%43) ve ortalama yaş 45±12.61 yıldı. 121 hastanın 39’unda ÖHS tespit edildi(%32). Bu hastaların 24’ünde(%61) transplantasyon öncesi, 15’inde(%39) transplantasyon sonrası ÖHS mevcuttu. SDBH ile takipli hastalarda ÖHS sıklığı %19.8’di Transplantasyon öncesinde ÖHS tespit edilen 24 hastanın 16’sının transplantasyon sonrasında normal tiroid fonksiyonlarına ulaştığı görüldü (%66.7) (Tablo 1). Transplantasyon sonrası ÖHS gelişen hastalarda gelişmeyenlere göre üre ve kreatinin düzeylerinin anlamlı derecede yüksek(p= 0.025 ve p= 0.009), sT4, sT3, total protein ve albümin düzeylerinin ise anlamlı derecede düşük olduğu izlendi (p<0.001; tüm parametreler için). Transplantasyon öncesi ÖHS olan hastalar ile olmayan hastaların karşılaştırılmasında yine kreatinin düzeyi anlamlı derecede yüksekti(p=0.034). sT4, sT3 düzeyleri anlamlı derecede düşük izlendi (her iki parametre için p<0.001). Herhangi bir zamanda ÖHS olup tiyol-disülfid değerleri tespit edilebilmiş 20 hasta ile, ÖHS olmayan 68 hastanın karşılaştırılmasında native tiyol ve total tiyol düzeylerinin ÖHS olan hastalarda anlamlı derecede daha düşük olduğu izlendi(p=0.025 ve p=0.044)(Tablo 2).

Sonuç: Çalışmamız, renal transplant hastalarında ÖHS’nin etyolojisinde oksidatif stres ve antioksidasyon durumunun değerlendirildiği ilk çalışmadır. Antioksidasyonun bu hastalarda belirgin derecede düşük olması oksidatif stresin ÖHS’nin etyolojisinde rol alabileceği fikrini desteklemektedir.

Tablo 1. Ötiroid hasta sendromu olan hastaların demografik verileri

Yaş, yıl (n=39) Erkek Kadın

48.92±11.60

47.50±11.02

50.94±12.47

Cinsiyet (n=39)

Erkek Kadın

23 (%59)

16 (%41)

Renal replasman durumu (n=39) HD PD Preempitif Bilinmiyor

29 (%74.4)

1 (%2.6)

5 (%12.8) 4(%10.3)

Renal replasman süresi,ay (n=25)

Minumum Maksimum Ortanca

2 300 84

Donör durumu (n=39) Canlı Kadavra

25 (%64.1)

14 (%35.9)

ÖHS olma zamanı (n =39)

Transplantasyon öncesi Transplantasyon sonrası

24 (%61) 15 (%39)

Transplantasyon sonrası ÖHS düzelme durumu (n =24)

Düzelmiş Düzelmemiş Bilinmiyor

16(%66.6)

1(%4.2) 7(%29.1)

HD: hemodiyaliz, PD: periton diyalizi, ÖHS: Ötiroid hasta sendromu

Tablo 2. Ötiroid hasta sendromu olan tüm hastalar ile olmayan hastaların tiyol -disülfid parametrelerinin karşılaştırılması


ÖHS olan hasta parametreleri

(n=20)

ÖHS olmayan hasta parametreleri

(n=68)

P değeri

Native tiyol

Total tiyol

Disülfid

364.50±74.21

400.00±79.65

17.54±5.77

410.01±79.46

442.66±82.63

16.29±8.36

0.025

0.044

0.541

ÖHS: Ötiroid hasta sendromu


392 - Servikal Lenf Noduna Metastaz Yapan Prostat Adenokanseri - 2021

Gülsüm Karaahmetli, Kübra Solmaz, Fatma Dilek Kahramanca, Fatma Neslihan Çuhaci Seyrek, Önder Kayigil, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-269

Amaç: Servikal lenf düğümleri baş-boyun malignitelerinin sıklıkla metastaz yaptığı bir bölge iken, prostat karsinomu bu bölgeye nadiren metastaz yapmaktadır. Tiroid papiller mikrokarsinom tanısı olup servikal bölgede patolojik lenf nodu saptanan hastada öncelikle tiroid karsinomuna bağlı metastatik lenf nodu düşünülmesine rağmen lenf nodu sitolojisi prostat karsinom metastazı saptanan bir olguyu sunacağız

Olgu: 64 yaşında erkek multinodüler guatr nedeniyle total tiroidektomi yapılan ve patolojisi papiller mikrokarsinom olan hastaya 100 mcı radyoaktif iyot(RAI)tedavisi verildi.RAI sonrası tüm vücut taramada(TVT) boyunda sağ lob lojunda rezidü doku ile uyumlu aktivite tutulumu saptanırken, tanısal TVT’si normal saptandı(Tablo1).Prostat kanseri tanısı da olan hastanın PET-BT’de bilateral seviye 4 (inferior juguler) lenf nodu alanında patolojik artmış aktivite tutulumu gösteren lenf nodları izlendi(SUVmax:57.75).Boyun ultrasonografisi (US)’de sol level 4’de patolojik görünümlü 8,5x8,7x11mm lenf nodundan yapılan İİAS sonucu malign sitoloji, karsinom metastazı ile uyumlu ve yine sol level IV 7,7x9,4x10,8mm patolojik görünümlü lenf nodundan yapılan İİAS sonucu malign sitoloji, karsinom metastazı ile uyumlu olarak saptandı(Tablo 1).Sitolojide prostat ve tiroid orjinine yönelik immünhistokimyasal çalışmada(PSA, TTF1) kesin bir ipucu elde edilememesi üzerine hastanın level 4 lenf nodundan İİAS’i tekrarlandı.Sitolojisi nondiagnostik olan hastaya hücre bloğu yapıldı.Sol level 4 lenf nodu(8,5x8,7x11mm) sitolojisi prostat adenokarsinomu metastazı ile uyumlu olarak raporlandı.

Sonuç: Servikal lenf düğümlerine prostat adenokarsinom(PAC) metastazı seyrek görülmektedir. Öykü bilinmiyorsa, vakalar servikal neoplazmlardan metastaz olarak yanlış teşhis edilebilirler. İİAS’de servikal lenf düğümlerine metastatik PAC’yi gösteren bulgular; yaşlı erkek hastalarda sol taraftaki servikal lenf düğümlerinin tutulumu, granüler sitoplazmalı, düz tabakalar ve asinide düzenlenmiş tek tip poligonal hücrelerden oluşan hücresel yaymalar, belirsiz hücre sınırları ve belirgin nükleollü yuvarlak-oval çekirdeklerdir

Tablo 1. Hastanın tüm vücut tarama sırasındaki TSH, Tg, anti-Tg değerleri ile sol level IV’deki lenf nodlarına ait Tg yıkama değerleri


TSH(ıu/ml)

Tg (ng/ml)

Anti-Tg (u/ml)

Tg yıkama

RAİ sonrasıTVT

73

27,3

19


Tanısal TVT

41,4

25,5

18


Sol level IV lenfodenopati

(8,5x8,7x11mm)


4


0,89

Sol level IV lenfodenopati

(7,7x9,4x10,8 mm)


4


0,3

TSH; tiroid uyarıcı hormon, Tg; tiroglobulin, Anti-Tg; anti-tiroglobulin, TVT; tüm vücut tarama, RAI; radyoaktif iyot


391 - Uygunsuz TSH Sendromlu Kadin Olguda DUOX-2 Heterozigot Gen Mutasyonu - 2021

Müge Keskin, Himmet Durmaz, Serdar Deniz, Konul Ahmedova, Ahmet Cevdet Ceylan, Cevdet Aydin, Oya Topaloglu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-268

Amaç: DUOX2, foliküler tiroid hücrelerinin apikal membranında eksprese edilen bir nikotinamid adenin dinükleotid fosfat oksidazdır. Tiroperoksidaz (TPO) ile katalize edilen iyotlama ve birleştirme reaksiyonları için temel elektron alıcısı olan H₂O₂’yi üretir. DUOX2 gen mutasyonları OR geçişlidir, değişken fenotiplere neden olsada çoğu kişide guatr ve hipotiroidizm görülür. Bu bildiride sT4 yüksekliği nedeniyle uygunsuz TSH sendromu etiyolojisi araştırılan ve DUOX-2 heterozigot gen mutasyonu saptanan bir olgu sunulmuştur.

Olgu: 23 yaşında kadın hasta polikliniğimize çarpıntı, sinirlilik şikayeti ile başvurdu. Özgeçmişinde kronik hastalık öyküsü yoktu. Soygeçmişinde annesinin tiroidektomi geçirdiği, abisinde hipertiroidi olduğu öğrenildi. Fizik muayenede beden kitle indeksi 30 kg/m², kan basıncı 120/80mm/Hg idi, sistemik bulguları doğaldı. Laboratuar analizinde TSH:1,96μU/mL(0,27-4,2), sT4: 2,02ng/dL(0,87-1,7), sT3:3,74pg/mL(2-4,4), aTG:20,4IU/mL(<60), aTPO:30U/Ml(<60), kortizol:17,6μg/dL(6,2-19,4), ACTH:17,6pg/mL(7,2-63,3), FSH:6,3U/L(2,5-10,2), LH:14,4U/L(1,9-12,5),Estradiol:211ng

/L(19,5-144,2), alfa subünit: 0,4ng/mL (<1,2) saptandı. sT3 ve sT4’e karşı heterofil antikor varlığı ekarte edildi. Tiroid ultrasonografide tiroid boyutları normal, parankim minimal heterojen, color flow doppler paterni 2 idi ve nodül yoktu. Hipofiz MR’da hipofiz bez yüksekliği 10mm idi, adenom mevcut değildi. T3 supresyon testinde TSH supresyonu sağlanan ve TRH uyarı testinde, TSH düzeyinde 8 kat artış tespit edilen hastada tiroid hormon direnci düşünüldü. Hastanın genetik analizinde, PAX8, POU1F1,PROP1, TG, THRA, THRB, TPO, TRHR, TSHB, TSHR, SLC5A, GNAS, HESX1 normaldi, DUOX2 geni 16.ekzonunda c.1921G>A(p.Glu641Lys) varyantı heterozigot olarak tespit edildi. 

Sonuç: Klinik ve laboratuar olarak tiroid hormon direnci düşündüğümüz olgumuzda hipotiroidi ve guatra neden olduğu bilinen DUOX-2 gen mutasyonu saptadık. Maternal DUOX2 mutasyonu taşıyıcılarının yetişkinlikte ötiroid olduğu, hipotiroidizmin kalıcı olmadığı gözlenmiştir. Bu vakada ailenin genetik analizi sonucu DUOX-2 mutasyonunun öneminin daha netlik kazanabileceği düşüncesindeyiz.


390 - Tiroid Nodullerinde Malignitenin Preoperatif Ongorusunde Farkli Ultrasonografik Risk Siniflama Sistemlerinin Etkinliğinin Karşilaştirilmasi - 2021

Fatma Dilek Dellal Kahramanca, Abbas Ali Tam, Şefika Burçak Polat, Mustafa Ömer Yazicioğlu, Aylin Kiliç Yazgan, Cevdet Aydin, Didem Özdemir, Afra Alkan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-267

Amaç: Tiroid nodüllerinin utrasonografik (US) özelliklerine göre geliştirilmiş olan farklı risk skorlama sistemlerinin maligniteyi öngörmedeki etkinliklerini karşılaştırmak.

Materyal-Metod: 2007-2014 tarihleri arasında tiroidektomi geçiren 3030 hastanın sitolojik inceleme yapılmış olan 6925 nodülünün preoperatif US özellikleri retrospektif olarak incelendi. Nodüller; Kwak-Tiroid görüntüleme raporlama ve veri sistemi (Kwak-TIRADS), Avrupa Tiroid Cemiyeti (EU-TIRADS), Kore Tiroid Radyolojisi Cemiyeti (Kore-TIRADS), Amerikan Klinik Endokrinologlar Cemiyeti (AACE) ve Amerikan Tiroid Cemiyeti (ATA) risk skorlama sistemlerine göre sınıflandırıldı. Bu sistemlerin tamamında skorlanabilen 1362 nodül (1042 hasta) çalışmaya alındı. Sistemlerdeki malignite oranları, spesifite, sensitivite, pozitif (PPD) ve negatif prediktif değerler (NPD) değerlendirildi.

Bulgular: Yüksek riskli olarak sınıflanan nodüllerin; Kwak-TIRADS’a göre % 50’si, EU-TIRADS’a göre % 27.7’si, Kore-TIRADS’a göre % 32.2’si, AACE’ye göre % 29.9’u ve ATA’ya göre % 31.9’u maligndi (Tablo-1). Risk sınıflama sistemleri için ROC eğrisi altında kalan alanların istatistiksel olarak anlamlı düzeyde 0.5’ten daha yüksek olduğu görüldü (hepsi için p-değeri<0.001, Şekil-1). Her bir sistem için belirlenen optimal kesim noktalarına göre sensitiviteler %60 civarında,

spesiviteler %75 civarında, PPD %27-30 arasında, NPD %92 civarında bulundu (Tablo-2). Risk sınıflama sistemlerinin AUC (eğri altında kalan alan) değerleri karşılaştırıldığında, EU-TIRADS sistemi diğer sistemlerden anlamlı düzeyde daha düşük AUC değerine sahipti (düzeltilmiş p-değeri<0.05). Ayrıca Kore-TIRADS’ın AUC değeri, ATA’ya göre daha düşüktü (düzeltmiş p-değeri<0.001). Kwak-TIRADS, AACE ve ATA sistemlerinin AUC değerleri benzerdi ve en yüksek AUC değerleri bu sistemlerdeydi (Tablo-2). 

Sonuç: Risk sınıflama sistemleri, operatör bağımlı olduğu ve bu alanda tecrübe gerektirdiği için maligniteyi öngörmede değişken etkinliğe sahiptir. Sensitivitenin daha önceki çalışmalardan düşük olmasının nedeni, ultrasonografik skorlamanın real-time olarak yapılmaması ve retrospektif olarak US raporlarının değerlendirilmesi olabilir.

Şekil 1. Risk sınıflama sistemlerine ait ROC eğrileri


Tablo 1. Benign ve malign nodüllerin risk sınıflama sistemlerine göre dağılımı


Benign (n=1179)

Malign (n=183)


n (%1/%2)

n (%1/%2)

Kwak-TIRADS



Muhtemel benign

137 (97.9/11.6)

3 (2.1/1.6)

Düşük 

774 (91.8/65.7)

69 (8.2/37.7)

Orta 

61 (82.4/5.2)

13 (17.6/7.1)

Moderate

195 (69.4/16.5)

86 (30.6/47.0)

Yüksek

12 (50.0/1.0)

12 (50.0/6.6)

EU-TIRADS



Benign

97 (95.1/8.2)

5 (4.9/2.7)

Düşük 

729 (91.8/61.9)

65 (8.2/35.5)

Orta 

58 (100.0/4.9)

0 (0.0/0.0)

Yüksek 

295 (72.3/25.0)

113 (27.7/61.8)

Kore-TIRADS



Benign

129 (94.9/10.9)

7 (5.1/3.8)

Düşük 

787 (92.4/66.8)

65 (7.6/35.5)

Orta 

57 (81.4/4.8)

13 (18.6/7.1)

Yüksek 

206 (67.8/17.5)

98 (32.2/53.6)

AACE



Düşük 

187 (96.4/15.9)

7 (3.6/3.8)

Orta 

729 (91.9/61.8)

64 (8.1/35.0)

Yüksek 

263 (70.1/22.3)

112 (29.9/61.2)

ATA



Bening

129 (94.9/10.9)

7 (5.1/3.8)

Çok düşük 

58 (100.0/4.9)

0 (0.0/0.0)

Düşük 

729 (91.8/61.9)

65 (8.2/35.5)

Orta 

54 (80.6/4.6)

13 (19.4/7.1)

Yüksek 

209 (68.1/17.7)

98 (31.9/53.6)

1:Satır yüzdesi; 2:Sütun yüzdesi


Tablo 2. Risk sınıflama sistemlerinin ROC eğrisi analiz sonuçları


Kesim noktası

Spesifite

Sensitivite

PPD

NPD

AUC

% 95 GA

Kwak-TIRADS

orta

  60.7%

  77.3%

  29.3%

  92.7

  0.717

  0.680-0.754

EU-TIRADS

yüksek

  61.7%

  75.0%

  27.7%

  92.7

  0.680

  0.641-0.719

Kore-TIRADS

orta

  60.7%

  77.7%

  29.7%

  92.7

  0.705

  0.666-0.744

AACE

yüksek

  61.2%

  77.7%

  29.9%

  92.8

  0.710

  0.674-0.747

ATA

orta

  60.7%

  77.7%

  29.7%

  92.7

  0.713

  0.675-0.751

PPD: pozitif prediktif değer, NPD: negatif prediktif değer, AUC: area under curve (eğri altında kalan alan), % 95 GA: % 95 güven aralığı

389 - Normokalsemik Ve Hiperkalsemik Primer Hiperparatiroidili Hastalarin Karşilaştirilmasi. - 2021

Leyla Akdoğan, Şefika Burçak Polat, Cevdet Aydin, Berna Öğmen, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-238

Amaç: Primer hiperparatiroidizm (PHPT), hiperkalseminin en sık nedenidir. PHPT tanısı ile takipli bir grup hastanın yüksek parathormon (PTH) seviyeleri ile birlikte kalsiyum (Ca) seviyeleri normal izlenmektedir. Normokalsemik PHPT tanısı için öncelikle vitamin D eksikliği gibi sekonder hiperparatiroidi sebeplerinin dışlanmalıdır. Bu çalışmada, opere edilen hiperkalsemik ve normokalsemik PHPT’li hastaların biyokimyasal ve klinik özellikleri karşılaştırıldı.

Yöntem: Ocak 2012-Ocak 2019 tarihleri arasında hastanemiz endokrinoloji kliniğinde PHPT tanısı alan ve kılavuzlara göre opere edilen (tüm semptomatik hastalar ve en az bir operasyon endikasyonu olan asemptomatik hastalar) hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Toplam 318 hasta düzeltilmiş kalsiyum düzeyine göre hiperkalsemik ve normokalsemik olarak iki gruba ayrıldı. İki grup klinik, biyokimyasal özelliklere göre karşılaştırıldı.

Bulgular: Her iki grupta kadın cinsiyet baskındı(p=0.07). Ortalama yaş her iki grupta benzer olup(p=0.36), hiperkalsemi grubunda 54.0±10.3, normokalsemi grubunda 55.4±12.8 idi. Serum düzeltilmiş Ca, PTH düzeyleri, idrar Ca atılımı hiperkalsemi grubunda yüksekti(p<0.01). Fosfor düzeyi hiperkalsemi grubunda daha düşük (p<0.01) iken idrar fosfor atılımı iki grup arasında benzerdi(p=0.77). Alkalen fosfataz, kreatinin, D vitamini düzeyleri açısından iki grup arasında fark yoktu. Preoperatif ultrasonografi ile lokalizasyon yüzdesi, ortalama adenom boyutu, eşlik eden tiroid nodülleri, tiroidit prevalansı bakımından fark yoktu. Boyun MRG ve MIBI taramasında edinilen pozitif sonuç benzerdi. Taş görülme sıklığı ve osteoporoz prevalansı açısından iki grup arasında fark yoktu (sırasıyla p=0.72 ve p=0.08).

Sonuç: Kohortumuzda beklendiği gibi hiperkalsemik grupta düzeltilmiş Ca ve PTH düzeyleri ile idrar Ca atılımı yüksekti. Fosfor düzeyi ise hiperkalsemi grubunda daha düşük saptandı. Normokalsemik grupta PHPT fenotipi hiperkalsemik grup ile benzer olarak bulundu. Bulgular, normokalsemik PHPT’de cerrahi endikasyon sıklığının hiperkalsemik PHPT’dekine benzer olduğunu düşündürmektedir.


388 - Ca/P Orani Primer Hiperparatiroidizm Tanisinda Yeni Bir Yontem Olabilir Mi? - 2021

Nagihan Beştepe, Neslihan Çuhaci, Burçak Polat, Berna Öğmen, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-235

Amaç: Primer hiperparatiroidizm (PHPT), hiperkalsemi ve uygunsuz olarak yüksek parathormon (PTH) seviyeleri ile karakterize yaygın bir endokrin bozukluktur. Biyokimyasal olarak, serum kalsiyum (Ca) seviyeleri yüksek veya normal iken, PTH’nın fosfatürik etkisi nedeniyle serum fosfor (P) seviyesi çoğunlukla normal aralığın alt yarısında veya düşük düzeyde saptanır. PHPT’de serum Ca ve P düzeyleri ters ilişkili olduğundan, bu çalışmamızda PHPT tanısında serum Ca/P oranının tanısal değerini araştırmayı amaçladık.

Yöntem-Gereçler: PHPT tanısı ile takip ettiğimiz 364 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Kontrol grubu normal serum PTH, Ca ve P seviyesi olan sağlıklı olgulardan oluşturuldu. Hastaların serum Ca, P, albümin, PTH, 25 OH vitamin D ve kreatinin düzeyleri değerlendirildi. Çalışmaya normokalsemik ve hiperkalsemik PHPT olan hastalar dahil edildi. Ca/P oranının tanısal doğruluğu ROC analizi kullanılarak araştırıldı. Elde edilen eşik değer 100 hasta ve 50 kontrol vakasını içeren bağımsız bir grupta doğrulandı.

Bulgular: Hastaların 317 (%87)’si kadın ve 47 (%13)’si erkek ve ortalama yaş 53.9±11.4 (20-82) idi. PHPT’de ortalama serum Ca ve PTH düzeyi, kontrollerden anlamlı olarak yüksekti (p< 0.0001). PHPT’de Ca/P oranı kontrollerden anlamlı olarak yüksekti (p< 0.0001). ROC analizinde % 94 sensitivite ve % 93 spesifite ile Ca/P oranı için 3.23 (mg/dL) cut off değeri belirlendi (p<0.0001). Bu eşik değer %91 sensitivite ve % 80 spesifite ile bağımsız bir vaka grubunda doğrulandı.

Sonuçlar: Ca/P oranı PHPT tanısı için değerli bir yöntemdir. Sadece serum Ca ve P düzeylerini değerlendirmek yerine, Ca/P oranını kullanmak tanı için yol göstericidir. Ca/P oranı basit ve ucuz bir yöntem olduğundan özellikle sınırlı imkanlara sahip olan hekimler için büyük kolaylık sağlayabilir.

Ca/P oranı için cut-off, sensitivite, spesifite, Eğri Altındaki Alan (EAA), standart hata ve %95 güven aralığı değerleri ile birlikte ROC eğrisi analizi

387 - Hipokalsemik Hastada Nonmeduller Hiperkalsitoninemi: Hipokalsemi Ayirici Tanisinda Serum Kalsitonin Duzeyi Bakalim Mi? - 2021

Himmet Durmaz, Cevdet Aydin, Könül Ahmadova, Ahmet Dirikoç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-233

Giriş: Kalsitonin yüksekliği, medüller tiroid karsinomu (MTK), C hücre hiperplazisi ve nöroendokrin tümör gibi neoplastik proliferasyonları akla getirmekle birlikte sistemik hastalıklarda veya ilaçlara bağlı olarakda görülebilmektedir. Kalsitonin, kalsiyum (Ca) hemoastazında etkilidir ve suprafizyolojik kalsitonin düzeyi hipokalsemiye yol açmaktadır. Burada hipokalsemi ve nonmedüller hiperkalsitoninemi saptadığımız olgumuzu sunacağız.

Vaka: 57 yaşında erkek hasta, 16 yaşında vücutta kasılma olması üzerine epilepsi tanısı almış. 13 yıl kasılma şikayeti olmamış. 1992 yılında tekrar kasılması olunca yapılan tetkiklerinde Ca 6,9mg/dl, fosfor (P) 5,3mg/dl, albümin 4,7g/dl, parathormon (PTH) 499pmol/L (219-659) ve kalsitonin 145 (0-50) ölçülmüş ve hipoparatiroidi tanısı konulmuş. Kalsitriol ve kalsiyum karbonat tedavisi başlanmış. Başka bir merkezde ilaçları kesildikten sonra Ca normalken vitamin D ve PTH değeri yüksek ölçülünce pseudohipoparatiroidi olabileceği düşünülmüş. Hasta polikliniğimize kontrol amacıyla başvurduğunda oral kalsiyum karbonat 2x1000 mg kullanmaktaydı. Serum Ca 8,9mg/dl, albümin 4,7gr/dl, P 3,5mg/dl, PTH 41ng/L, 25-OH-vitamin D 41ng/mL, 1,25-OH-vitaminD 24,1pg/mL (18-64) ve kalsitonin 117ng/L saptandı. Klinik bulgularıyla pseudohipoparatiroidi düşünülmedi. Kalsitonin değeri en yüksek 323 ng/L ölçüldü. 24 saatlik idrar kalsiyumu 55 mg/gün ölçüldü. Tiroid ultrasonografisi ve karsinoembriyonik antijen düzeyi normaldi. Ailede MTK öyküsü yoktu. CDKN1B, menin, RET gen analizleri normal saptandı. PEG çöktürme yöntemi ve heterofil antikor kaplı tüple bakılan heterofil antikor negatifti. Olası nöroendokrin tümör açısından yapılan GA-68 DOTA peptid görüntülemede patoloji saptanmadı.

Sonuç: Hastamızda mevcut bulgular ile MTK düşünülmedi. Hipokalsemi ve endojen hiperkalsitoninemi birlikteliğinden dolayı kalsiyum sensing reseptör aktivasyonun rol oynayacağı otozomal dominant hipokalsemi ihtimali göz önüne alındı. Ancak hipokalsüri bu ihtimal aleyhine olarak yorumlandı. Hipokalsemi etyolojisinde düşük/normal PTH mevcut olduğunda kalsitonin düzeyinin de dikkate alınması önerilir.


386 - Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Normokalsemiden Hiperkalsemiye Geciş Araliği Ve İvmesi Yeni Bir Pencere Aralar Mi? - 2021

Leyla Akdoğan, Cevdet Aydin, Hüsniye Başer, Neslihan Çuhaci Seyrek, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-232

Giriş: Günümüzde primer hiperparatiroidili(PHPT) olgularının pek çoğu asemptomatik dönemde tespit edilmekte ve asemptomatik hastaların hangilerinin cerrahiye yönlendirileceği bireysel olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmada hiperkalsemi gelişimine kadar geçen sürede kalsiyum seyrini irdeleyerek hastalarda tanıda ve izlemde dikkate alınabilecek bir özellik olup olmayacağı incelenmiştir.

Metod: PHPT nedeniyle opere olan ve histopatolojisinde paratiroid adenomu saptanan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Bu hastalardan preoperatif dönemde ilk hiperkalsemi zamanından önce kayıtlı, en az 2 ardışık düzeltilmiş kalsiyum(Ca)değeri normal olan 19 hasta çalışmaya dahil edildi. Hiperkalseminin ilk saptandığı tarih, hiperkalsemik ilk değer, normokalsemik değerler ve normokalsemi ile hiperkalsemi arasında geçen süre kaydedildi. Bu hastalar içinde normokalsemi değerleri arasında geçen süre en az 1 yıl olan hastaların zamanla kendi içindeki delta değişimi ve yüzde değişimleri hesaplandı.

Bulgular: 19 PHPT’li hastada son normokalsemi zamanından sonra hiperkalsemi gelişme süresi ortancası 5 ay (0.5-36 ay) idi. Normokalsemik dönemdeki ortanca serum Ca 9.8 mg/dL (9.3-10.0), ilk hiperkalsemi dönemindeki ortanca serum Ca 10.3 mg/dL (10.1-10.9) saptandı. Normokalsemik Ca değeri arttıkça hiperkalsemi gelişme süresinin kısaldığı tespit edildi (p=0.044). Normokalsemi - hiperkalsemi arasındaki süre uzadıkça daha yüksek hiperkalsemi değeri tespit edildiği görüldü (p=0.049). Zaman içinde kalsiyumdaki yükselme seyri istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.001). Hiperkalsemi gelişiminden önce en az 1 yıl ara ile 2 normokalsemik değeri olan 12 hastanın delta değişimi ve yüzde değişimleri hesaplandı (Tablo 1).

Sonuç: Asemptomatik PHPT’li hastaların tedavisinde bireyselleştirilmiş tedaviler uygulanmakta olup kılavuzlara göre cerrahi önerilen hastaların bazıları takip edilmekte,takip önerilenlerin bazıları da opere edilmektedir. Tedavi edilmemiş PHPT’nin doğal seyri hakkında daha fazla bilgi sahibi olunması, bu kesin olmayan durumu çözmeye yardımcı olabilir.

385 - Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Basit Renal Kist Benign Bir Komplikasyon Mudur? - 2021

Şefika Burçak Polat, Leyla Akdoğan, Gökhan Yüce, Cevdet Aydin, Ahmet Dirikoç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-225

Giriş: Basit renal kistler normal popülasyonda sık görülürler. Yaşa göre değişmekle birlikte tahmini prevalansı %5-15 arasındadır. İleri yaş ve altta yatan böbrek hastalığı risk faktörleridir. In vivo modellerde parathormon(PTH) yüksekliği kist oluşumuna sebep olmuştur. Altta yatan mekanizma net açıklanamasa da PTH yüksekliğinin bazı hücre içi yolakları aktive ederek hücre proliferasyonunu indüklediği gösterilmiştir. Başka bir çalışmada da PTH’nın renal tübüler hücrelerde polkistin-1 proteinini kodlayan PKD genini indüklediği ve bu genin otozomal dominant polikistik böbrek hastalığından sorumlu olduğu bildirilmiştir. Bizim bu çalışmadaki amacımız, primer hiperparatiroidili (PHPT) hastalarda basit renal kist sıklığını normal popülasyonla karşılaştırmaktı.

Metod: Çalışmaya PHPT tanısı olan 305 hasta dahil edildi. Bu hastalara asemptomatik nefrolitiyazis taraması için istenilen ultrasonografi(USG) raporlarında renal kist olup olmadığı kaydedildi. PHPT tanısı hiperkalsemi varlığında normal veya yüksek PTH varlığı ile kondu. Ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi tüm hastalarda 24 saatlik idrar kalsiyumu ve fraksiyone idrar kalsiyumu ölçümü ile dışlandı. Çalışma prospektif bir dizayna sahip olup öncesinde yerel etik kurul onayı alındı. PHPT’ye yaş ve cinsiyet açısından benzer sağlıklı 100 gönüllü ile kontrol grubu oluşturuldu ve abdomen USG ile renal kist taraması yapıldı.

Bulgular: PHPT’li hastaların %27.7’sinde renal kist mevcuttu. Kontrol grubunda ise bu oran %15.9’du. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu. PHPT grubunda median yaş 55(26-78), kontrol grubunda ise 54(20-82) idi. Beklenildiği üzere PHPT grubunda kalsiyum ve PTH kontrol grubundan anlamlı olarak yüksekti ancak D vitamini düzeyleri benzerdi.

Sonuç: Sonuç olarak bu çalışma PHPT’li hastalarda kist prevalansının arttığını doğrulamaktadır. Bu konuda yapılmış çok az sayıda çalışma olup hasta sayısı azdır. Bu lezyonlar benign natürdedir ve küçük çaplı olanları özel bir takip gerektirmez.


384 - Genc Primer Hiperparatiroidizm Hastalari Klinik Ve Biyokimyasal Ozellikler Acisindan Yaşli Hastalardan Farkli Midir? - 2021

Şefika Burçak Polat, Berna Öğmen, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-223

Giriş: Primer hiperparatiroidizm(PHPT) yaygın bir endokrinolojik hastalık olup hiperkalseminin en sık nedenidir. PHPT genellikle yaşlıları etkiler.40 yaşından küçük hastalarda PHPT daha az görülür.Özellikle 30 yaşın altındaki genç hastalarda,MEN 1 ve MEN 2A gibi ailesel sendromların taranması önerilmektedir.Bununla birlikte çoğu durumda genetik testler negatif sonuçlanmakta ve diğer endokrin bileşenler için bulgu görülmemektedir. Bu çalışmada,opere edilen 322 PHPT’li hastanın verileri retrospektif olarak incelendi ve genç hastaların (<40 yaş) biyokimyasal ve klinik özellikleri yaşlılarla karşılaştırıldı.

Metod: Çalışma retrospektif olarak tasarlandı.Eylül 2015-Mayıs 2018 tarihleri arasında hastanemiz endokrinoloji kliniğine başvuran ve PHPT tanısı alan hastaların verileri değerlendirildi.Kılavuzlara göre tüm semptomatik hastalar ve en az bir operasyon endikasyonu olan asemptomatik hastalar opere edildi.Toplam 322 hastaya ait 346 adenom mevcuttu. Hastalar yaşa göre <40 yaş ve > 40 yaş olarak 2 gruba ayrıldı(sırasıyla Grup 1 ve 2).İki grup klinik, biyokimyasal ve histopatolojik özelliklere göre karşılaştırıldı.

Bulgular: Histopatolojik açıdan(adenom,hiperplazi ve karsinom) gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu(p=0.065).Her iki grupta da kadın cinsiyet baskındı,ancak erkek hasta sayısı Grup 1’de Grup 2’ye göre anlamlı derecede fazla idi(p=0.004).Serum kalsiyum(Ca) düzeyleri benzerken parathormon(PTH) düzeyi Grup 1’de daha yüksekti. Ultrasonografik özelliklere göre,Grup 2’de eşlik eden tiroid nodülleri ve tiroidit prevalansı daha yüksekti(p<0.001). İlginç bir şekilde,kalça ve vertebra T skorları ile osteoporoz prevalansı iki grup arasında benzerdi.Preoperatif ultrasonografi ile lokalizasyon yüzdesi ve ortalama adenom boyutu benzerdi.Ancak MIBI taramasında edinilen pozitif sonuç Grup 2’de daha yüksekti.Grup 1’de benzer D vitamini düzeylerine rağmen ortanca idrar Ca atılımı daha yüksekti(p=0.0012).

Sonuç: Genç yetişkinlerde PHPT fenotipi yaşlı hastalardan farklıdır.Kohortumuzda genç hasta grubunda erkek cinsiyet,serum PTH düzeyi ve idrar Ca atılımı daha fazla idi.


383 - Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Serum Kalsiyum, Fosfor Ve Parathormon Duzeyleri Histopatolojik Taniyi Ongorebilir Mi? - 2021

Ahmet Dirikoç, Hüsniye Başer, Fatma Neslihan Çuhaci Seyrek, Burçak Polat, Berna Öğmen, Abbas Ali Tam, Cevdet Aydin, Aylin Kiliç Yazgan, Mehmet Kiliç, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-220

Amaç: Paratiroid karsinomlu hastalarda kalsiyum (Ca) ve parathormon (PTH) düzeylerinin yüksek olduğu bilinmesine rağmen, primer hiperparatiroidide (PHP) farklı histopatolojik tanılar için belirlenmiş Ca, fosfor (P) ve PTH kesim değerleri bulunmamaktadır. Bu çalışmada, PHP’li hastalarda farklı histopatolojiler için serum Ca, P ve PTH kesim değerlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: PHP nedeniyle opere olan 392 hastanın verisi retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar histopatoloji sonuçlarına göre paratiroid hiperplazisi (grup I), paratiroid adenomu (grup II) ve atipik paratiroid adenomu (grup III) olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Ca, P ve PTH değişkenlerinin üç grubu belirleme performanslarının değerlendirilmesinde ROC analizi kullanıldı. Yüzey altında kalan hacim (Volume Under Surface-VUS) değerinin 0.17’den fazla olmasının değişkenin şansın ötesinde bilgi verdiği gösterildi. VUS değerinin 0.17 değerinden anlamlı düzeyde yüksek bulunması durumunda kesim noktaları ve doğru sınıflama oranları (DSO) hesaplandı.

Bulgular: 392 hastanın, 19’unun histopatolojisi paratiroid hiperplazisi, 343’ünün paratiroid adenomu ve 31’inin atipik paratiroid adenomuydu. Grupların Ca, P ve PTH düzeyleri arasında anlamlı farklılık saptandı (sırasıyla, p=0.026, p=0.003 ve p=<0.001) (Tablo 1). Ca değerleri paratiroid hiperplazisi grubunda diğer iki gruba göre anlamlı düzeyde düşüktü (p=0.032 ve p=0.036). Paratiroid adenomu ve atipik paratiroid adenomu gruplarında Ca değerleri benzerdi (p=0.999). PTH ve P değişkenlerinin grupları belirlemedeki performansları anlamlı düzeyde yeterli bulunmadı (p>0.05). Grupları belirlemede sadece Ca değişkenine ait VUS değeri 0.17 değerinden anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.005). Ca için kesim noktaları sırasıyla C1= 10.73 ve C2= 11.40 olarak belirlendi (Tablo 2).

Sonuç: Bu çalışmada serum Ca düzeyinin <10.73 mg/dL olmasının paratiroid hiperplazisini, 10.73-11.40 mg/dL olmasının paratiroid adenomunu ve >11.40 mg/dL olmasının atipik paratiroid adenomunu öngördüğü belirlendi.

Tablo 1. Gruplarda serum kalsiyum, fosfor ve parathormon değerleri


Paratiroid

hiperplazisi

(n= 19)

Paratiroid adenomu

(n= 342)

Atipik paratiroid

adenomu (n= 31)

Kruskal

Wallis test


Ort±SS

Ortanca (min; maks)

Ort±SS

Ortanca (min; maks)

Ort±SS

Ortanca (min; maks)

p

Serum Ca (mg/dL)

10.98±1.31

10.73 (9.00; 15.50) #

11.39±0.98

11.20 (9.23; 18.50) $

11.56±1.24

11.27 (9.40; 15.30) $

0.026

Serum P (mg/dL)

3.83±2.08

2.90 (1.80; 9.00) #

2.62±0.69

2.55 (1.10; 7.00) #, $

2.35±0.59

2.30 (1.38; 3.90) $

0.003

PTH (pg/mL)

806.71±923.07

207.0 (71.9; 2500.0) #

229.82±311.67

156.50 (44.0; 3594.0)

$

402.54±383.46

270.10 (93.0; 1703.0) #

<0.001

#,$ İkili karşılaştırmalara ait p değerleri: Serum kalsiyum (Ca) (I-II: 0.032, I-III: 0.036, II-III: 0.999), serum fosfor(P) (I-II:0.060, I-III: 0.002, II-III:0.059), Parathormon (PTH) (I-II: 0.018, I-III:0.999, II-III: 0.002).

Tablo 2. Serum kalsiyum, fosfor ve parathormon değişkenleri için yüzey altındaki hacim


VUS

%95 GA

(alt - üst sınır)

p

Kesim noktaları

C1  - C2

DSO 1

DSO 2

DSO 3

Serum Ca

0.30

0.19 - 0.40

0.005

10.73 - 11.40

0.5263

0.3947

0.4516

Serum P

0.09

0.04 - 0.15

0.997

-

-

-

-

PTH

0.17

0.10 - 0.27

0.500

-

-

-

-

VUS: Volume Under Surface (Yüzey altında kalan hacim), GA: Güven aralığı, p: ayırt edicilik anlamlılık düzeyi, C1 - C2:sırasıyla,1. ve 2. kesim noktası, DSO: Doğru sınıflama oranı


382 - Coklu İlac Hpersensitiv Hastada Bariatrik Cerrahinin Yeri: Olgu Sunumu - 2021

Sevgül Faki, Buğra Durmuş, Serdar Deniz, Hüsniye Başer, Erdinç Çetinkaya, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-204

Amaç: Diyabetes mellitus ve hiperlipidemi yaşam tarzı değişikliği, glukoz takibi, tıbbı beslenme, ilaç tedavisi ve sürekli tıbbi bakım gerektiren geniş spektrumlu metabolik bir bozukluktur. Bariatrik cerrahi obez ve diyet, egzersiz ve çoklu ilaç tedavisine rağmen normal glukoz hedeflerine ulaşılamayan hastalarda düşünülebilir. Diyabetik hastalarda dislipidemi yaygındır. Bariatrik cerrahi kilo kaybı açısından diyet ve medikal tedavilere üstündür ayrıca serum glukoz ve trigliserid değerlerinde azalma ile sonuçlanmaktadır. Olgumuzda diyabetes meliitus ve hipertrigliseridemi için

çoklu ilaç allerjisi nedeni ile medical tedavi alamayan hastanın cerrahi sonlanımı sunmayı planladık.

Olgu: 3 yıldır hipertrigliseridemi ve tip 2 diyabetes mellitus tanısı ile takipli hasta çoklu ilaç hipersensitivite nedeni ile medical tedavisiz takipli, polikinliğimize bu tanılarla başvuran hastanın BMI: 39,9 tetkiklerinde açlık plazma glukozu, serum trigliseridi,HbA1c sırası ile 166 mg/dl, 2166 mg/dl, 60 mmol/mol. Diyet ve yaşam tarzı teğişikliğine ek olarak antidiabetik ve antihiperlipidemik ilaç başlanan hastanın tedavinin 10. gününde yaygın jeneralize akut ürtiker nedeni ile ospitalize edildi. hastanın mevcut medical tedavilerine steroid ve antihistaminik eklendi. Tedavinin 4. Ayında 10 kg ve multiple ilaç tedavisine rağmen hastada hedeflenen trigliserid seviyesine ulaşılamadı. Multidisipliner konseyde değerlendirilen hastaya bariatric cerrahi önerilen hastanın cerrahi sonrası 1. ayda 10 kg ek kilo kaybına ek olarak ilaçsız trigliserid değeri 240 mg/dl.

Sonuç: Vakamızda yüksek olasılıkla fenofibrata bağlı jeneralize akut ürtiker tanılı hastanın bariatric cerrahinin sonlanımı sunduk. Bariatric cerrahi sonrasında ilaç sayısında azalma ile ilgili çalışmalar mevcut, çoklu ilaç hipersensitivitesi olan hastalarda bariatric cerrahi düşünülmelidir.


381 - Primer Sklerozan Kolanjitli Hastada Ciddi Hiperkolesterolemi - 2021

Himmet Durmaz, Ünzile Arifoğlu, Çağlar Keskin, Hüsniye Başer, Meral Akdoğan Kayhan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-202

Giriş: Hiperkolesterolemi primer ve sekonder nedenlere bağlı olarak gelişebilir. Diabetes mellitus, hipotiroidi, nefrotik sendrom ve karaciğer hastalığı sekonder hiperlipideminin en sık nedenlerindendir. Burada primer sklerozan kolanjite (PSK) bağlı ciddi hiperlipidemisi bulunan olgumuzu sunacağız. 

Vaka: 36 yaşındaki erkek hasta tetkiklerinde hiperlipidemi saptanması nedeniyle polikliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde 3 yıldır karaciğer enzimlerinde yükseklik olduğu, 4 ay önce PSK tanısı aldığı ve karaciğer transplantasyonu planlandığı öğrenildi. Hasta ursodeoksikolik asit 2x500 mg tedavisi kullanmaktaydı. Fizik muayenesinde kan basıncı 120/70 mmHg, nabız 78 atım/ dk ve ikterik görünümdeydi. Ksantom, ksentelezma, arcus kornea izlenmedi. Laboratuar tetkiklerinde AST: 111 U/L, ALT:108 U/L, ALP:1037 U/L, GGT: 301 U/L, total bilirubin:17 mg/dL, total kolesterol:574 mg/dL LDL:499 mg/dL trigliserit:348 mg/dL VLDL:70 mg/dL HDL:5 mg/dL saptandı. Hastanın PSK dışında komorbid başka hastalığı yoktu. Soygeçmişinde aile bireylerinde erken yaşta kardiyovasküler hastalık öyküsü ya da ani ölüm hikayesi saptanmadı. Hastanın 5 yıl önceki LDL değerinin 102 mg/dl olduğu öğrenildi. Hastadaki mevcut hiperkolesterolemi nedeni PSK olarak değerlendirildi. Karaciğer fonksiyon testlerinin bozukluğu nedeniyle statin tedavisi düşünülmedi. Kolestiramin 3x4 gram başlanması planlandı.

Sonuç: PSK biliyer obstrüksyonla giden bir karaciğer hastalığıdır. Biliyer obstrüksiyona bağlı lipid bozukluğundan lipoprotein X (LpX) sorumludur. LpX, düşük dansiteli proteindir. Artan LpX kolesterol sentezine negatif feedback yapmaz ve kolesterol sentezinde artış olur. Bu hasta grubunda LDL artışı ve HDL azalışı görülür. Obstrüksiyonun ortadan kaldırılması veya karaciğer transplantasyonuyla hiperkolesterolemi düzelir. PSK’da törepatik plazma aferezi, statin ve kolestiramin ile de kolesterol düzeyinde azalma gözlenir.


380 - LDL Kolesterol Duzeyi 250 mg/dl Ve Uzerinde Olan Olasi, Muhtemel Ve Kesin Ailevi Hiperkolesterolemi Hastalarinda Farkindalik, Yeterli Tedavi Edilme Ve Tedaviye Uyum Oranlari - 2021

Samet Yaman, Didem Özdemir, Büşra Tuğçe Akman, Bekir Çakir, Osman Ersoy.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-201

Amaç: Ailevi hiperkolesterolemi (AH), plazmada düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (LDL-kol) yüksekliği ile karakterize genetik bir bozukluktur. Mortalitede belirgin artış ile ilişkili olmasına rağmen tüm dünyada tanı ve tedavi oranları düşüktür. Bu çalışmada AH hastalarının tespit edilmesi, tedavi alma durumlarının ve tedaviye uyumlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Ocak 2010-Aralık 2016 tarihleri arasında LDL-kol>=250 mg/dL olan 18 yaş üstü hastalar bilgi işlem sistemi yoluyla tarandı. Hastalara telefonla ulaşılarak demografik özellikleri, sigara, alkol kullanımı, egzersiz durumu, kardiyovasküler hastalık (KVH) varlığı, dislipidemi tedavileri, ailede KVH ve kolesterol yüksekliği sorgulandı. Sekonder hiperkolesterolemi nedeni saptanan hastalar dışlandı. DUTCH lipid kriterlerine göre sınıflandırma yapıldı.

Bulgular: Mükerrer ölçümler, telefonla ulaşılamayan ve görüşmeyi kabul etmeyen hastalar dışlandı. 248 (%67.6) kadın, 119 (%32.4) erkek olmak üzere toplam 367 hastanın verileri analiz edildi. Ortalama yaş 50.52±11.66 idi. LDL-kol,50 (%13.6) hastada >=330 mg/dL, 317 (%86.4) hastada 250-329 mg/dL idi. Ortalama DUTCH skoru 6.36±1.63 bulundu ve 40(%10.9) hasta kesin, 181(%49.3) hasta muhtemel, 146(%39.8) hasta olası AH olarak değerlendirildi. Kesin veya muhtemel AH’li hastalardan 84’ünde (%38.0) KVH vardı. DUTCH skoru KVH olanlarda 8.09±1.54 iken olmayanlarda 6.74±1.31 bulundu (p<0.001). Dislipidemiye yönelik tedavi alma oranı tüm hastalarda %42.0, kesin veya muhtemel AH olanlarda %45.7, KVH olan kesin veya muhtemel AH hastalarında %58.3 bulundu. Tedavi almayan 213 hastanın 162’ü (%76.1) hiç tedavi önerilmediğini, 30’u (%14.1) tedaviyi kendisinin kestiğini, 21’i (%9.8) hekim önerisi ile kestiğini belirtti. 

Sonuç: Diğer birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de AH’li hastaların tanı oranları düşük ve tedavileri yetersizdir. Bu konuda hem hasta hem de hekim düzeyinde farkındalığın arttırılması için ulusal çalışmalara ihtiyaç vardır.


379 - Normal Kilolu, Fazla Kilolu Ve Obezitesi Olan Hastalarin Obezitenin Onlenmesi, Risk Faktorleri Ve Komplikasyonlari Hakkinda Farkindalik Duzeyi - 2021

Ahmet Dirikoç, Birgül Genç, Didem Özdemir, Berna Öğmen, Oya Topaloglu, Reyhan Ersoy, Bekir Cakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-197

Amaç: Bu çalışmada obezitesi olan, fazla kilolu ve normal kilolu hastaların obezite önlenmesi, risk faktörleri ve komplikasyonları hakkındaki farkındalık düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Metod: Dört aylık süre içerisinde kliniğimize başvuran hastalar beden kitle indeksine göre normal, fazla kilolu ve obez olarak sınıflandırıldı. Demografik özellikleri, beslenme tedavisi, egzersiz yapma durumu, sigara, alkol kullanma durumu, kronik hastalık durumu, kullanılan ilaçlar, obezite öyküsü ve ailede obezite öyküsü belirlendi. Hastalara obezite tanımı, sonuçları, risk faktörleri ve önlenmesi ile ilgili 40 sorudan oluşan ve “Katılıyorum”, “Katılmıyorum”, “Fikrim Yok” şeklinde cevaplar içeren 40 soruluk anket formu uygulandı.

Bulgular: Çalışmaya 282(%80,1) kadın, 70(%19,9) erkek hasta alındı. 51(%14,48) hasta normal kilolu, 72(%20,45) hasta fazla kilolu ve 229 (%65,05) hasta obez idi. Obez hastalarda eğitim düzeyi daha düşük, ailede obezite öyküsü daha yüksekti(p<0,001). Obezitenin insülin direnci, tip 2 diyabet, kardiyovasküler hastalık, hipertansiyon, dislipidemi, yağlı karaciğer, uyku apnesi, astım, depresyon ve diğer ruhsal sorunlar, hareket kısıtlılığı ve ölüm için risk faktörü olduğuna katılma oranı %69,60 ile %92,61 arasındaydı. Hastaların 130’u (%36,93) kolelitiazis, 138’i(%39,20) pankreatit, 191’i (%54,26) kanser riskinin daha fazla olduğunu düşünmekteydi. Hastaların yaklaşık yarısı ailede obez kişiler olmasının, aşırı besin tüketmenin, öğün atlamanın ve yemek yerken başka aktivitelerle uğraşmanın obezite riskini artırabileceğini düşünmekteydi. Obezite risk faktörleri açısından farkındalık gruplar arasında benzerdi.

Sonuç: Çalışmamızda obezite ilişkili bazı komplikasyonlar hakkında farkındalık yüksek olsa da kolelitiasis, pankreatit ve kanser gelişimi gibi riskler hakkında farkındalık düşüktü. Obezite gelişiminde rol oynayan yeme alışkanlıklarına dair bilgi düzeyi yeterli değildi. Obezitenin önlenmesi ve etkin tedavisi için hem obezitesi olan hem de olmayan hastalarda farkındalık düzeyinin arttırılması gereklidir.


378 - İki Olgu Dolayisi Ile Post-Transplant Dislipidemi - 2021

Nurcan İnce, Buğra Durmuş, Özgür Özçelik, Ahmet Dirikoç, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-196

Amaç: Akciğer transplantasyonu, sırasıyla %32 ve %41’lik bir hiperkolesterolemi ve hipertrigliseridemi prevalansı ile ilişkilendirilmiştir. Karaciğer nakli alıcılarında dislipidemi prevalansı %43 ve %31-%51. Biz bu bildiride transplantasyon sonrası dislipidemi gelişen 2 olguyu sunuyoruz.

Olgu: VAKA 1: Yaklaşık 3 yıl önce akciğer nakli olan 73 yaşında erkek hastanın Ocak 2020 tarihli tetkiklerinde Trigliserid(TG) 475mg/dL(<150), LDL-Kolesterol: 382mg/dL(<100), HDL 53mg/dL(>40), Total kolesterol 431 mg/dL(<200), HbA1C:8,3 tespit edildi. 6 ay önce primer hekimince diabetes mellitus tanısı konuldu. Everolimus, prednisolone, mikofenalat sodyum kullanan hasta tarafımıza yönlendirildi. Hiperlipidemi ilişkili cilt bulgusu yoktu. Ailesinde hiperlipidemi yoktu. Diyet ve kan şekeri regülasyonu sonrası bakılan tetkiklerinde TG: 422 mg/dL, LDL: 366 mg/dL idi. Kcft yüksekliği olan hastanın hepatit paneli ve karaciğer oto antikorları negatifti. 14/02/2020 tarihinde hastaya atorvastatin 1*10 mg tedavisi başlandı. TG 210 mg/dL (<150),LDL kolesterol 123mg/dL(<100) olarak tespit edildi.

VAKA 2: 65 yaşında kadın hastaya toksik hepatit nedeniyle 12/09/2019 tarihinde ve transplantasyon sonrası hepatik ven trombozu nedeniyle 25/09/2019 tarihinde kadavradan karaciğer transplantasyonu yapılmış. Nakil sonrası takrolimus ve mikofenolik asit tedavileri alan hastanın ikinci nakil sonrası dirençli dislipidemisi gelişmiş. Şubat 2020 tarihli tetkiklerinde Trigliserid 474mg/dL(<150), LDL-Kolesterol 512 mg/dL(<100), Total Kolesterol 815mg/dL(<200), HDL kolesterol 11mg/dL(> 50) tespit edildi. Hastaya Şubat 200 de pravastatin 1*40 mg tedavisi başlandı ve aralıklı lipid aferez yapıldı. Nisan 2020 de tedavisine ezetimib 1*10 mg eklendi. Mayıs 2020 de LDL:186 mg/dL olarak saptandı.

Sonuç: Nakil sonrası allogreft işlevini korumak veya iyileştirmek ve kardiyovasküler riski azaltmak temel takip hedefleridir. Dislipidemiye yönelik müdahalelerin, transplant popülasyonuna özgü klinik çalışmalarda kardiyak olayları azaltma etkisi vardır.


377 - Olgu Sunumu: Yuksek Amilaz Ve Lipaz Seviyesi Ile Prezente Olan Glukagonoma Vakasi - 2021

Oya Topaloğlu, Öykü Tayfur Yürekli, Onur Metindoğan, Mehmet Arda İnan, Mehmet Ali Şendur, Osman Ersoy, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-189

Amaç: Glukagonoma oldukça nadir görülen pankreatik nöroendokrin tümör olup vakalar diabetes mellitus, kilo kaybı, derin ven trombozu ve nekrolitik gezici eritem gibi farklı klinik bulgularla prezente olur. Burada rutin kardiyolojik değerlendirmesi sırasında yüksek amilaz ve lipaz seviyesi tespit edildiği için ileri tetkik edilen ve glukagonoma tanısı alan 53 yaşındaki erkek vakayı sunmayı uygun bulduk.

Olgu: Elli üç yaşındaki erkek hastada kardiyolojide yapılan rutin tetkikleri sırasında amilaz ve lipaz normalin üzerinde [ amilaz: 212 (Normal referans aralığı: 30-118 U/L); lipaz: 224 (Normal referans aralığı: 12-53 U/L)] saptanması üzerine tarafımıza yönlendirildi. Pankreatite yönelik herhangi bir semptom ya da bulgusu mevcut değildi. Hemoglobin A1c %6.5 olarak çalışıldı. Özgeçmişinde diabetes mellitus mevcut değildi. Soygeçmişinde annesinde diyabet öyküsü vardı. Hasta prediyabet öntanısı ile ileri tetkik edildi. Hastaya 75 gr oral glukoz tolerans testi(OGTT) yapıldı. OGTT’de bozulmuş açlık glukozu (0.dk:115 mg/dL, 120.dk:93 mg/dL) tespit edildi. Pankreatik enzim yüksekliği nedeni ile hastaya yapılan abdomen ultrasonda Evre 2 hepatosteatoz ve proksimal pankreasta gövdede 20x14.5 mm boyutlarında heterojen zayıf hipoekoik solid kitle tespit edildi. Abdomen MRG’de pankreas gövdesinde arka kısımda 21x16 mm boyutlarında T2A’da hafif hiperintens T1A’da hipointens kitle rapor edildi. Ga-68 DOTA-PEPTIT PET/BT’de pankreastaki kitlede yüksek patolojik Ga-68 tutulumu (SUVmax: 21.92) saptandı. Hastaya distal pankreatektomi ve splenektomi yapıldı. Histopatoloji Evre 1 glukagonoma olarak raporlandı.

Sonuç: Glukagonomalı vakalar en sık cilt lezyonları ile prezente olur. Bizim hastamız pankreatik enzimlerde tespit edilen yüksekliğin araştırılması sonucunda tanı almıştır. Bu hastaların literatürdeki gibi tipik prezentasyonlarının aksine bizim vakamızda olduğu gibi atipik şekilde prezente olabileceği de akılda bulundurulmalıdır.


376 - Mikroprolaktinomada Covid-19 Enfeksiyonu Sonrasi Gelişen Hemorajik Dejenerasyon - 2021

Nurcan İnce, Mehdi Houssein, Nagihan Beştepe, Himmet Durmaz, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-143

Amaç: Hipofiz apopleksisi hipofiz adenomlarının %1.5-27.7’sinde görülmektedir. Etiyolojisinde; hipertansiyon, diabetes mellitus, radyoterapi, kontrastlı MR, cerrahi, ilaçlar, antikoagülan, antitrombotik, östrojen, kafa travması ve gebelik vardır. SARS-CoV-2 hızla yayılarak COVID-19 pandemisine neden olmuştur. Esas olarak solunumsal sorunlara yol açsa da ekstrapulmoner tutulumu da olabilir. COVID-19 enfeksiyonu hemorajik komplikasyonlar, kardiyak ve renal enfarkt,

serebrovasküler kanamayla ilişkilidir. Bu bildiride mikroprolaktinoma ile takip edilen ve Covid-19 enfeksiyonu sonrası adenomda hemorajik dejenarasyon saptanan bir hasta sunulmuştur.

Olgu: 26 yaşında kadın hasta adet düzensizliği, provokasyonla galaktore şikayeti nedeniyle yapılan tetkiklerde serum prolaktin 94.19mcg/L(4.79-25.3) tespit edildi. Kontrol prolaktin 104mcg/L, makroprolaktin negatifti. Diğer ön hipofiz hormonları, böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri normaldi. Hipofiz MR’da hipofiz bezinde 4x6mm mikroadenom tespit edildi. Mikroprolaktinoma tanısıyla hastaya Mart 2019’da kabergolin 0.5mg/hafta tedavisi başlandı. Şubat 2021’de çekilen hipofiz MR’ında adenohipofizde 7x5,5mm lezyon ve lezyonda hemorajik dejenerasyon rapor edildi. Sistem sorgulamasında şiddetli baş ağrısı, bulantı, kusma, görme bozukluğu şikayeti yoktu. Ön hipofiz hormonları normaldi. Hikayesinde Eylül 2020’de Covid-19 tanısı konulduğu öğrenildi. Buna yönelik hidroksiklorokin sülfat 2x200mg(5 gün) ve enoksaparin sodyum 2x0.6mcg(10 gün) ve sonrasında 10 gün asetilsalisilik asit kullanmıştı. Hemorajik dejenerasyonun geçirmiş olduğu Covid-19 enfeksiyonuna veya almış olduğu antiagregan/antitrombotik tedaviye bağlı olabileceği düşünüldü.

Sonuç: Literatürde Covid-19 enfeksiyonu sonrası hipofizer apopleksi gelişen vaka raporları sunulmuştur. Bu enfeksiyonun hipofiz apopleksisine katkıda bulunan bir faktör mü yoksa koinsidental mı görüldüğü konusu açık değildir. Koronavirüs enfeksiyonunun, bezin akut hemorajik enfarktüsüne neden olması mümkündür. Tedavi sırasında kullanılan antikoagülan ve antiagregan tedavilerle bu risk artmaktadır. Adenom içine kanama genellikle makroadenomlarda görülse de mikroadenomlarda da olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.


375 - Diabetes İnsipidus’lu Olguda Ortaya Cikan Nadir Hipofiz Tumoru: Granuler Hucreli Tumor. - 2021

Nurcan İnce, Muzaffer Serdar Deniz, Müge Keskin, Ahmet Dirikoç, Oya Topaoğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-142

Amaç: Primer beyin tümörlerinin yaklaşık %10-15’ini hipofiz bezi tümörleri oluşturur. Posterior hipofiz tümörleri ise oldukça nadirdir. Granüler hücreli tümör (GHT) düşük gradeli non-nöroendokrin neoplazmdır. Burada diabetes insipidus (Dİ) takibi sırasında GHT saptanan olgumuzu sunacağız.

Olgu: 23 yaşında erkek hasta rutin kontrol amacıyla polikliniğimize başvurdu. 12 yıl önce boy kısalığı nedeniyle yapılan tetkiklerde büyüme hormonu eksikliği ve santral hipotiroidi tanısı aldığı, büyüme hormonu ve levotiroksin tedavileri kullandığı, puberte sonrasında bu tedavilerin kesildiği, ayrıca 10 yıldır parsiyel Dİ nedeniyle desmopressin kullandığı öğrenildi. Polikliniğimize başvurusunda desmopressin 240 mcg/ gün kullanmaktaydı. Fizik muayenesinde; boyu 165 cm, kilosu 60 kg, kan basıncı 120/80 mm Hg, nabız 72 atım/dk idi. Sistemik muayenesi normaldi. Serum Na düzeyi 142mEq/L, serum osmolalite 291 mOsm/kg, spot idrar osmolalitesi 693 mOsm/kg ve idrar dansitesi 1020 ölçüldü (Tablo 1). Hipofiz magnetik rezonans görüntülemede; nörohipofiz lojunda, sella konturunda taban düzeyinde konveksite yaratmış, 1.4x1x0.6 cm boyutlarda T1A ve T2A serilerde yüksek sinyal özelliğinde lezyon alanı (granüler hücreli tümör?) izlendi. Hastanın daha önceki yıllara ait hipofiz görüntülemeleri incelendiğinde 2010 ve 2016 yıllarında nörohipofizin normal olarak raporlandığı, 2013 yılında nörohipofizde tüm sekanslarda sinyal kaybı gösteren tubuler yapı izlendiği (vaskuler yapı?), 2019 yılında ise nörohipofiz lojunda 13x7 mm boyutlarında yağ baskılı sekansta supresyon (?) gösteren, dinamik çalışmada belirgin opaklanma paterni oluşturmayan lezyon (lipom?,terotom?,dermoid kist?) saptandığı belirlendi. Hasta multidisipliner konseyde değerlendirildi ve takibi planlandı.

Sonuç: Dİ olguların %3-5’inde GHT görülmektedir. Olgumuzda tanı anında nörohipofizde herhangi bir tümör izlenmezken, takipde GHT saptanmıştır. Dİ olgularında periyodik hipofiz görüntülemesi yapılmasının, GHT gibi nadir görülen tümörlerin saptanma olasılığını artırabileceği kanatindeyiz.

Olgunun laboratuvar sonuçları

  

Normal degerler

Glukoz (mg/gl)

81

70 - 99

Kreatinin (mg/dL)

0,81

0,7 - 1,3

Na  (mEq/L)

142

132 - 146

K  (mEq/L)

4,4

3,5 - 5,5

Serum osmolalitesi (mOsm/kg)

291

275 - 295

İdrar osmolalitesi (mOsm/kg)

693,00

50 - 1200

İdrar dansitesi

1,020

1,003 - 1,030

TSH (mU/L )

1,12

0,55 - 4,78

ST4 (ng/dl )

1,35

0,89 - 1,76

GH (µg/L)

0,1

0,05 - 3

IGF-1(µg/L)

140

116 - 358

FSH (U/L)

3,8

1,4 - 18,1

LH (U/L )

2,8

1,5 - 9,3

Total testosteron (ng/dl )

463

164 - 753

Serbest testosteron (pg/mL )

8,7

5.4 - 40

Prolaktin (µg/L )

19,5

2,1 - 17,7

Kortizol (µg/dL )

18,7


ACTH (pg/mL )

22,4

< 46

Na;Sodyum, K:Potasyum, TSH:Tiroid uyarıcı hormon, st4:Tiroksin, GH:Büyüme hormonu, IGF1:İnsülin benzeri 

büyüme faktörü, FSH:Folikül uyarıcı hormonu, LH:Luteinleştirici hormon, ACTH:Adrenokortikotropik  hormon


374 - Diabetes Insipidus Tanisi Alan Hipofizer Ksantogranulom Olgusu - 2021

Kübra Turan, Ünzile Arifoğlu, Belma Tural Balsak, Narin Nasiroğlu İmga, Denizhan Divanlioğlu, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-119

Amaç: Hipofizer ksantogranülomlar sellar bölgenin oldukça nadir görülen tümörlerdir. Santral diabetes insipidus (DI) tanısı koyduğumuz hastanın çekilen hipofiz MRG’ında hipofizde kitle saptandı. Hipofizer kitle nedeniyle opere olan ve patoloji sonucu sellar ksantogranulom ile uyumlu gelen vakayı sunmayı amaçladık.

Olgu: 37 yaşında kadın hastanın 8 aydır çok su içme, sık idrara çıkma ve baş ağrısı şikayetleri mevcuttu. Bu şikayetlerle kliniğimize başvuran hastanın bakılan tetkiklerinde plazma osmolaritesi: 291 mOsm/kg, idrar osmolaritesi: 130 mOsm/kg, idrar dansitesi: 1006 iken serum elektrolit düzeyleri normal aralıktaydı. Hipofiz MRG’da adenohipofiz posteriorunda nörohipofiz bölgesini tamamen oblitere eden yaklaşık 10x11 mm çapında T1 ağırlıklı sekanslarda belirgin hiperintens yoğun mukoid içerikli kistik kitle lezyonu izlendi. MRG’da tanımlanan lezyon posteriorda suprasellar sisteme doğru ekspansiyon göstermekteydi. Görme alanı değerlendirmesi normaldi. Düzenli menstrual siklusu olan hastanın ön hipofiz hormonlarında anormallik mevcut değildi. DI ön tanısı ile susuzluk testi yapıldı. Test sonucunda hastaya komplet santral DI tanısı koyuldu. Desmopressin tedavisi ile takiplerde DI kliniği ve laboratuvar bulguları düzeldi. Beyin cerrahi kliniğine konsulte edilen hastaya hipofizdeki kitle lezyonuna yönelik operasyon planlandı. Hasta opere edildi. Patoloji sonucu sellar ksantogranülom ile uyumlu olarak geldi. Postoperatif dönemde DI kliniği düzelmeyen hastaya kalıcı DI tanısı konuldu. Desmopressin tedavisi altında klinik ve laboratuvar bulguları normal seyretti. Operasyondan 3 ay sonra çekilen hipofiz MRG’da sella içerisinde rezidü-nüks adenomu düşündürecek bulgu saptanmadı.

Sonuç: Sellar ksantogranülomlar, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen nadir intrakraniyal tümörlerdir. Tipik bir radyolojik özelliği yoktur. Hastalar baş ağrısı, görme bozukluğu, kusma, diabetes insipidus, hipopituitarizm gibi klinik bulgular ile başvurabilirler.


373 - Diyabetik Ketoasidoz Ile Başvuran Hastada Mukormikoz - 2021

Kübra Turan, Esra Çopuroğlu, Çağlar Keskin, Abbas Ali Tam, Nilüfer Onak Kandemir, Mecit Sancak, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-085

Amaç: Mukormikoz agresif ve mortal seyredebilen fırsatçı bir mantar enfeksiyonudur. DKA (diyabetik ketoasidoz) mukor enfeksiyonu için bir risk faktörüdür. Yeni tanı diyabet ve ciddi ketoasidozla başvuran bir mukormikoz olgusu sunuyoruz.

Olgu: Bilinen hastalığı olmayan 34 yaşında erkek bilinç bozukluğu, kusma şikayetiyle başvurdu. Başvuruda ateşi yoktu, nabzı 120/dk, kan basıncı 85/55 mm/hg saptandı. Tetkiklerinde plazma glukoz: 673 mg/dl, pH;6.86, bikarbonat:2.6 mmol/l ve idrar tetkikinde keton pozitifti. Hasta kardiyak arrest nedeniyle entübe edilip yoğun bakım ünitesinde 15 gün takip edildikten sonra yeni tanı diyabet nedeniyle servisimize alındı. Takipte yüzün sol yarısında şişlik ve görme bulanıklığı gelişti. Muayenede sol göz kapağı eritemliydi. Tanısal nazal endoskopi mukor ile uyumlu olarak değerlendirildi. Paranazal sinüs BT sol frontal sinus, sol ön-arka etmoidal hücreler, sfenoid sinus sol kompartmanda ve sol maksiller sinuste tama yakın havalanma kaybına neden olan mukozal kalınlaşmalar, sfenoid sinus sol kompartmanda ve solda etmoidal hücrelerde mukozal kalınlaşmalar izlendi. Sol frontal ve sol sfeno-etmoidal reses oblitereydi. Sol preantral yağlı doku ve sol pterygopalatin fossa, sfenopalatin foramen düzeyi kirliydi olarak raporlandı. Orbital BT normaldi. Beyin MRG’da parankim tutulumu saptanmadı. Hasta acil olarak opere edildi. Histopatoloji mukormikoz ile uyumluydu. Hastaya lipozomal amfoterisin B başlandı. Hasta yoğun insülin tedavisi ile birlikte 5 hafta sonra taburcu oldu. 

Sonuç: Mukormikoz, acil teşhis ve tedavi gerektirir. İnvaziv ve ilerleyici bir hastalık olduğu için cerrahi debridman zorunlu hale gelir. Uzun süreli ve kontrolsüz diyabet mukor için bilinen bir risk faktörü olmakla birlikte, biz bu vaka ile yeni tanı diyabette de mukormikoz görülebileceğini gösterdik.


372 - Ketojenik Diyete Bağli Oglisemik Ketoasidozla Tani Alan Tip 1 Diyabet - 2021

Beril Turan Erdoğan, Himmet Durmaz, Nagihan Baştepe, Berna Öğmen, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir.
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-083

Amaç: Diyabetik ketoasidoz(DKA), diyabetin ciddi komplikasyonlarından biri olup hiperglisemi (kan şekeri>250 mg/dl), ketoz ve metabolik asidoz (arteriyal pH<7.3 ve serum bikarbonat<18 mEq/L) birlikteliği ile karakterizedir. Ketoz ve metabolik asidoz tablosu kan şekeri<200 mg/dl iken meydana gelirse öglisemik DKA olarak adlandırılmaktadır. Burada öglisemik DKA ile tanı alan Tip 1 diyabetli vakamızı sunuyoruz.

Olgu: 22 yaşında zayıf kadın hasta (BKİ:17.6) saç dökülmesi, parmak uçlarında uyuşma ve karıncalanma şikâyetleriyle aile hekimine başvurmuş. Açlık kan şekeri 205 mg/dl gelen hastanın böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri normal saptanmış; bunun üzerine endokrinoloji kliniğine yönlendirilmiş. Hasta kan şekeri yüksekliğini öğrendikten sonra karbonhidrat içeren yiyeceklerden uzak durmuş ve ketojenik diyet uygulamaya başlamış. İki hafta sonra endokrinoloji kliniğimize kusma şikayetiyle başvuran hastanın plazma glukozu 86 mg/dl, HbA1C düzeyi %10.3 saptandı. HbA1C tetkiki tekrarlandı, kontrolu %10.4 ölçülerek hastaya diyabet tanısı konuldu. Hastanın laboratuvarında artmış anyon açıklı metabolik asidoz saptandı, plazma ve idrar ketonu pozitifti.Hastaya öglisemik DKA tanısı konularak IV sıvı desteği ve insülin tedavisi başlandı. Ailesinde diyabet öyküsü olmayan hastanın tetkiklerinde, C-peptid:0.42 ug/L(n:0.81-3.85), anti-glutamik asit dekarboksilaz ve anti-insülin antikorları negatif, anti-adacık antikoru pozitif saptandı.

Karaciğer hastalıkları ve glukojen depo hastalıkları açısından araştırıldı, patoloji saptanmadı.Gebelik dışlandı.

Sonuç: Öglisemik DKA nedenleri arasında gebelik, azalmış kalori alımı, yüksek alkol tüketimi, sodyum glukoz kotransporter 2 inhibitörleri kullanımı, kronik karaciğer hastalığı ve glukojen depo hastalıkları yer almaktadır. Bizim hastamızda ketojenik diyet ile tetiklenen öglisemik DKA mevcuttu. Diyabetik olup öglisemiyle başvuran hastalarda öglisemik DKA gözden kaçabilmekte veya yetersiz tedavi edilebilmektedir.Klinisyenler için yeni tanı almış hastalarda bu durumu tanımak daha da zor olabilmektedir.Asidoz ve keton değerlendirmesi yapmak tanıda yönlendirici olacaktır.


371 - Vaka Sunumu: Sirozlu Diyabetik Hastada Insulin Direnci - 2021

Himmet Durmaz, Berna Öğmen, Könül Ahmadova, Aynur Küçükçongar, Çağlar Keskin, Ahmet Dirikoç, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-074

Giriş: Alström sendromu görme kaybı, işitme kaybı, obezite, hipertrigliseridemi, insülin direnci ve hiperinsülinemi, diyabetes mellitus (DM), kardiyomiyopati ve ilerleyici akciğer, karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğuyla karakterize otozomal resesif geçişli genetik hastalıktır. Erken dönemde insülin direnciyle pankreas beta hücrelerinde proliferasyon ve hiperinsülinemi meydana gelir, zamanla beta hücre tükenmesiyle DM gelişir. Burada ciddi insülin direnci olan, Alström sendromlu vakamızı bildirdik.

Vaka: 20 yaş erkek hasta, kan şekerinde yükseklik şikayeti ile polkliniğimize başvurdu. Hastanın öyküsünden 6 aylıkken konjenital amarozis, 8 yaşında DM ve hipotiroidi, 9 yaşında işitme kaybı tanısı aldığı ve ALM1 mutasyonu bakılarak Alström sendromu tanısı konulduğu, ayrıca 2017 yılında hastada siroz ve özefagus varisi saptandığı öğrenildi. DM için metformin tedavisi kullanmaktaydı. Fizik muayenesinde, boy 155cm vücut ağırlığı 55kg ölçüldü. Laboratuvar tetkiklerinde glukozu 148mg/dl, HbA1c %10,5, anti-GAD, anti-adacık, anti-insülin antikorları negatif, açlık insülin 63,1mU/L ve C-peptid 5,31mcg/L saptandı. Hasta hospitalize edilerek bazal bolus insülin tedavisi başlandı. Başlangıçta insülin glarjin 15 ünite/gün ve insülin aspart 25 ünite/gün kullanırken takipte insülin ihtiyacı 216 ünite/gün’e kadar yükseldi ve buna rağmen kan şekerleri regüle olmadı. Sirozdan dolayı çocuk metabolizma hastalıklarının da önerisi alınarak sodyum benzoat tedavisi altında metformin ve pioglitazon tedavisi başlandı. Bu tedaviyle insülin ihtiyacı kademeli olarak azalarak 160 ünite/gün’e geriledi ve kan şekeri 90-190mg/dL aralığında seyretti.

Sonuç: Bu vakada siroz nedeniyle metformin ve pioglitazon tedavisi kademeli ve gözetim altında başlandı ve takibinde yan etki görülmedi. İnsülin ihtiyacında anlamlı azalma izlendi ve kan şekeri regüle oldu. Alström sendromu gibi insülin direnciyle seyreden DM tiplerinde metformin ve glitazon, insülin direncini azaltarak tedavide öne çıkan ajanlardır


370 - Tek Yumurta Ikizlerinden Birinde Genc Yaşta Ailesel Olmayan Feokoromasitoma Olgusu - 2021

Kübra Turan, Esra Çopuroğlu, Muhammet Saçikara, Narin Nasiroğlu İmga, Ahmet Cevdet Ceylan, Altuğ Tuncel, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-036

Amaç: Feokromositomalar kromaffin hücrelerden köken alan, aşırı katekolamin sentezi ile karakterize nadir görülen ve genellikle benign karakterde olan tümörlerdir. Hipertansiyon, taşikardi, terleme ve baş ağrısı görülür. Malignite açısından yüksek riskli genç feokromasitoma olgusu sunuyoruz.

Olgu: 20 yaşında kadın hasta, uzun zamandır ve ataklar şeklinde olan kulak çınlaması ve baş ağrısı nedeniyle acil servise başvurdu. Kan basıncı 220/110 mmHg ve nabız 130/dk saptanıp tarafımıza yönlendirildi. Renal doppler ultrasonografisinde ekstra renal yerleşimli solid kitle lezyonu (feokromositoma?) olarak raporlandı. Hastanın anamnezinden şikayetinin 7-8 yıldır olduğu öğrenildi. Sürrenal MRG’da sol paraaortik alanda sürrenal loja uyan alanda 40x37 mm boyutlarında kontrastlanma gösteren lezyon mevcuttu. Bakılan 24 saatlik idrar normetanefrin ve metanefrin düzeyi üst sınır referans aralığından 10 kat yüksek saptandı. Hastaya üroloji kliniği tarafından laparoskopik sürrenal adenomektomi yapıldı. Postoperatif medikal tedavileri kesildikten sonra hipertansiyon ve taşikardisi olmadı. Patoloji raporunda Ki 67 proliferasyon indeksi %20 saptandı. Periadrenal yağ doku invazyonu, atipik mitoz özelliği, lenfovasküler invazyonu ve kapsül invazyonu pozitif olarak saptandı. PASS skoru 6/21 olan hasta malignite açısından yüksek riskli olarak değerlendirildi. Genetik analiz (VHL, MEN, SDH) sonuçlarında mutasyon saptanmadı. Tek yumurta ikizi olan hastanın ikizinin feokromositoma semptomları mevcut değildi. Literatürde tek yumurta ikizlerinde eş zamanlı feokromositoma olabileceğine dair yayınlar mevcut olduğundan ikizi feokromositoma açısından tarandı. Tetkik ve görüntülemelerinde herhangi bir patoloji saptanmadı. 

Sonuç: Feokromositoma 4. ve 5. dekatlarda sıktır. Ancak tüm yaşlarda görülebilmektedir. Hastalar büyük çoğunlukla sporadiktir ancak herediter formlar da vardır. Genç yaşta feokromositoma tanısı alan hastalarda genetik zemin araştırılmalıdır. Olgumuz genç yaşta feokromositoma tanısı almış olmasına rağmen genetik testlerinde mutasyon saptanmadı.


369 - Dilate Kardiyomiyopati Ile Tani Alan Cushing Sendromu: Olgu Sunumu - 2021

Beril Turan Erdoğan, Mehdi Houssein, Özgür Özçelik, Neslihan Çuhaci Seyrek, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-035

Amaç: Cushing sendromu (CS)’nun kardiyovasküler komplikasyonları arasında hipertansiyon, sol ventrikül hipertrofisi, miyokardiyal iskemi ve nadiren dilate kardiyomiyopati yer almaktadır. Bu bildiride CS’a bağlı dilate kardiyomiyopatili bir olguyu sunuyoruz.

Olgu: Otuz bir yaşında erkek hastanın bir yıldır olan efor dispnesi nedeniyle yapılan transtorasik ekokardiyografi (EKO)’sinde ejeksiyon fraksiyonu (EF) %20, global hipokinezi olup dilate kardiyomyopati saptanmış. Medikal tedavisi kardiyoloji tarafından düzenlenen hasta bir yılda 25 kg artış, iştah artışı, karın ve omuzlarda mor strialar gelişmesi nedeniyle endokrinoloji kliniğine yönlendirilmiş. Hastanın laboratuvar bulguları tablo 1’de gösterilmiştir. Klinik ve laboratuvar bulguları ile CS’u düşünülen hastanın abdominal manyetik rezonans görüntüleme (MRG)’de sol adrenal bezde dış fazda heterojen sinyal kaybı gösteren, 37x28mm boyutlarında düzgün konturlu kitle lezyonu (adenom?) saptandı. Hipofiz MRG’da herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Mevcut bulgularla hastaya adreanal Cushing Sendromu tanısı konuldu. Lupus, sarkoidoz, viral ve otoimmün miyokardit yapılan tetkiklerle dışlandı. Kardiyak MRG’da, miksoma ile uyumlu bulgu saptanmadı. Kontrol EKO’da kalp yetersizliği tedavisinden 2 ay sonra EF% 40 olarak bulundu. Ameliyat öncesi kortizol yükünü azaltarak ameliyat riskini azaltmak için kademeli olarak metirapon tedavisi başlandı. Metirapon tedavisinden 2 saat sonraki kortizolü 17.4 μg/dL, 10 gün sonrai ise 14,8 μg/dL saptandı ve takiben sol adrenal bez eksizyonu yapıldı. Postoperatif kortizol 1,8 μg/dL ve 3,2 μg/dL olarak bulundu. Patoloji sonucu nodüler diffüz hiperplazi ile uyumlu saptandı.

Sonuç: Cushing sendromu nadiren dilate kardiyomiyopati ve sol ventrikül yetmezliği ile prezente olmaktadır. Cushing sendromunun başarılı tedavisinin ardından kardiyomiyopati geri dönüşümlü olduğu için, hem kalp yetmezliği hem de CS belirtileri olan hastalarda bu teşhisin akılda tutulmasının önemli olduğunu düşünmekteyiz.


Tablo 1. Hastanın kortizol, Adrenokortikotropik Hormon (ACTH) ve dekzametazon supresyon testi (DST) sonrası kortizol değerleri

ACTH (pg/ml)

<5 

Kortizol (µg/dL)

24.3 

Gece yarısı kortizolu (µg/dL)

24.7 

1 mg DST sonrası kortizol (µg/dL)

18.9 

2 gün 2 mg DST sonrası kortizol (µg/dL)

31.79 

ACTH: Adrenokortikotropik Hormon, DST: Dekzametazon supresyon testi


368 - Hirşutizmin Nadir Bir Nedeni: Steroid Hucreli Tumor - 2021

Muhammed Saçikara, Kübra Solmaz, Gülsüm Karaahmetli, Hüsniye Başer,Cevdet Aydin, Sevgi Ayhan, Nazmiye Dinçer, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-033

Amaç: Steroid Hücreli tümör (SHT), sex-kord tümörlerin nadir bir subgrubudur. Tüm over tümörlerinin 0.1%’den azını oluşturur.Bu tümörler hücresel orjinlerine göre üç kategoriye ayrılır: Stromal luteoma, Leyding hücreli tümör ve sınıflandırılamayan (not otherwise specified,NOS).NOS bu subtipler arasında en sık görülen tiptir(60%).En sık görülen şikayet hormonal aktiviteye bağlı virilizmdir. Bu tümörün tedavisi cerrahi olarak çıkarılmasıdır.

Olgu: 55 yaşında kadın hasta polikliniğimize yüzde ve vücudun çeşitleri bölgeside kıllanma artışı nedeni ile Kasım 2020 tarihinde polikliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde diabetes mellitusu ve hipertansiyonu olan hasta tiroid papiller kanserden total tiroidektomi, obezite nedeni ile Sleeve Gastrektomi ve 30 yıl önce sol salpingo-ooforektomi ve histerektomi operasyonu geçirmiş. Fizik muayenesinde obez görünümde(BMI:37.3 kg/m2) ve Ferriman-Gallwey skoru:24 idi. Yapılan abdomen ultrasonografide sağ overde 20 mm çapında solid kitle tespit edildi. Yapılan tetkiklerde FSH:52.1 U/L LH: 33.3 U/L serum total testosteron: 450 ng/dl (7-49 ng/dl) serbest testosteron: 19.99 (<4.2pg/ml),ACTH,kortizol,estradiol, prolaktin,dihidroepiandrostenodion normaldi.MR raporu sağ adnexial lojda 40x20 mm boyutlarında belirgin follikül yapısının seçilmediği ovaryan parankimaya ait olduğu düşünülen solid görünüm mevcuttur olarak geldi. Hastaya sağ salpingo-ooforektomi yapıldı.Patoloji sonucu SHT- NOS olarak raporlandı. Bir ay sonra ki takibinde total testosteron 13 ng/dl, serum serbest testosteron 0.73 pg/ml ye geriledi.

Sonuç: SHT,NOS tanı konulması zor nadir bir ovaryan tümördür. Dikkatli bir hikaye, fizik muayene, laboratuvar tetkiki ve görüntüleme yöntemleri tanı konulmasına yardımcıdır. Genellikle benign, tek taraflı, hiperandrojenizm ve virilizasyon ile karakterizedir. Virilizasyon veya ciddi hirşutizm ile başvuran bir kadında ayırıcı tanıda Steroid hücreli tümörde düşünülmelidir.


367 - İlk Biyopsisi Tanisal Olmayan Ve Akut Steroid Replasmani Sonrasi Belirgin Gerileyen Primer Adrenal Lenfoma - 2021

Burçak Cavnar Helvaci, Buğra Durmuş, Özgür Özçelik, Narin Nasiroğlu İmga, Mehmet Ali Şendur, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-032

Amaç: Bilateral adrenal kitlelerle (BAK) ilgili ulaşılabilir klinik veri sınırlıdır. BAK ve adrenal yetmezlik nedeniyle merkezimize başvuran; steroid tedavisi sonrası lezyonları küçülen, takibinde tekrar büyüyüp biyopsiye imkan veren bir vakayı sunuyoruz.

Olgu: 60 yaşında erkek hastada; karın ağrısı, bulantı, halsizlik nedeniyle başvurduğu ilk merkezde hiponatremi, hiperkalemi, hipotansiyon saptanmış. Abdominal tomografide ‘sağ sürrenalde 60x44mm; sol sürrenalde 75x26mm düzensiz sınırlı hiperdens lezyon’ saptanarak hastanemize yönlendirilmiş. Merkezimizde; PET-BT’de ‘sağ sürrenalde 49x52x71mm; sol sürrenalde 56x57x75mm lezyonlarda ve iskelet sisteminde çok sayıda odakta patolojik hipermetabolizma’ saptandı. Adrenal yetmezlik tanısı koyulan hastaya öncelikle intravenöz sonrasında oral idame hidrokortizon verildi. BAK etyolojisine yönelik yapılan tüberküloz testleri, viral, otoimmun panelle malignite taramasında patoloji saptanmadı. İdrar ve plazma katekolamin, 17-hidroksi progesteron düzeyleri normaldi. Tomografi eşliğinde yapılan sürrenal biyopsi; yağ nekrozu olarak raporlandı. 45 gün sonra biyopsi tekrarı denendi ‘sürrenal lezyonları tama yakın gerilediğinden, kemik lezyonları vizüelize edilemediğinden’ yapılamadı. Sürrenal MR’ı ‘sağda 14mm lezyon, sol sürrenal diffüz kalın’ olarak raporlandı. PET-BT çekildi ‘sürrenal lezyonların boyutlarında belirgin; metabolik aktivitelerinde kısmi azalma olduğu, önceki kemik lezyonlarının azaldığı’ raporlandı. Kemik biyopsisinin hücre sayısı tanı koymak için yetersizdi. İki ay sonra karın ağrısıyla başvuran hastanın abdominal BT’inde ‘sağ sürrenalde 70x41mm karaciğere ve IVC’a invaze; sol sürrenalde 56x38mm solid lezyon, karaciğerle, akciğerde metastazla uyumlu lezyonlar’ saptandı. Sürrenal biyopsi yapıldı ‘CD20+ B hücreli lenfoma infiltrasyonu’ olarak raporlandı. Tedavisi planlanırken; akut serobrovaskuler olay nedeniyle ex oldu.

Sonuç: Primer adrenal B hücreli lenfoma adrenal tümöral lezyonların az rastlanan nedenidir. BAK varlığında adrenal yetmezlik nedeniyle verilen steroid sonrası boyutları küçülen lezyonlarda lenfoma tanısı akla gelmelidir; boyutu değişen lezyonlara tanı koymak güçleşebilir.


366 - POR Geni 5. Ekzonunda C.461a>T(P.Asp154val) Mutasyonu Heterozigot Patojenik Varyantli Erkek Olgu - 2021

Müge Keskin, Konul Ahmedova, Nurcan İnce, Narin Nasiroğlu İmga, Ahmet Cevdet Ceylan, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, P-031

Amaç: Sitokrom P450 oksidoredüktaz (POR) eksikliği, 17α-hidroksilaz, 17,20 liyaz ve 21-hidroksilazın kombine eksikliklerine benzeyen otozomal resesif bir steroidogenez bozukluğudur. Konjenital adrenal hiperplazinin nadir bir nedenidir, cinsel gelişim bozukluğuna, iskelet anomalilerine neden olabilir. Bu bildiride nonklasik konjenital adrenal hiperplazi ön tanısı ile değerlendirip, POR geninde heterozigot mutasyon saptanan erkek hasta sunulmuştur.

Olgu: 23 yaşında erkek hasta polikliniğimize kıllanma artışı şikayetiyle başvurdu. Özgeçmişinde kronik hastalık öyküsü yoktu, anne-babada akraba evliliği mevcuttu. 6 yaşında kollarında ve bacaklarında kıllanma artışı başladığını, 8 yaşında sırtında ve ilerleyen zamanda tüm vücudunda aşırı kıllanma olduğunu ifade etti.15 yaşından sonra boy uzaması durduğunu belirten hastanın boyu 161cm, kilosu 70kg idi. Kan basıncı 120/80mm/hg, genital muayenesinde penis boyu 9,5cm, testis volümü 20ml olarak bulundu. Laboratuar tetkiklerinde glukoz: 89mg/dl(70-99), sodyum: 138mEq/L(132-146),potasyum:4,7mEq/L(3,5-5,5),kortizol20,3μg/dL (5,2-22,4), ACTH:37, 8pg/mL(<46),TSH:1,6mU/L(0,55-,78), seks hormon bağlayıcı globülin:7nmol/L(10-57), FSH:3,2U/L(1,4-18,1),LH:6,9U/L(1,5-9,3),total testosteron:383ng/dl(164-753), DHEAS:698, 72μg/dL(34,5-568,9),17OHProgesteron:1,22ug/L,serbest     testosteron:26,6pg/mL(15-50), androste nedion:13,5nmol/L(2,1-10,8). ACTH uyarı testi ile en yüksek 17OHP değeri 3,36 ug/L idi. Sürrenal MR’da bilateral adrenal bezler normal saptandı. Skrotal ultrasonografide her iki testis skrotum içerisinde, her iki testis boyutları 40x28x20mm idi. Kemik yaşı 18 yaş ile uyumlu idi. Konjenital adrenal hiperplazi için yapılan genetik analizinde; CYP21A2,CYP17A1, CYP11B1, HSD3B2, STAR genleri normal, POR geni 5.ekzonunda c.461A>T(p.Asp154Val) heterozigot mutasyonu saptandı. Hastanın annesinin genetik analizinde aynı mutasyon heterozigot saptandı, babada genetik mutasyon görülmedi.

Sonuç: POR proteininde 130’dan fazla amino asit değişikliği içeren çok sayıda POR varyantı bildirilmiştir. POR gen mutasyonu olan olgularda klinik heterojenite mevcuttur, bu durum tanıyı güçleştirmektedir. POR gen mutasyonunun etnik farklılık gösterdiği göz önünde bulundurulursa, ilerleyen zamanda, toplumumuzdaki varyant olguların tespiti ile bu vakadaki öneminin açıklığa kavuşacağını düşünmekteyiz.


365 - Duvarin Otesinde Ki Duşman: Cevre Doku Invazyonu Yapmadan Lenf Nodu Metastazi Yapan Tiroid Bezine Sinirli (T1-T3A) Papiller Tiroid Kanserlerinin Klinikopatolojik Ozellikleri. - 2021

Abbas Ali Tam, Nurcan İnce, Hüsniye Başer, Ayşegül Altinboğa, Mehmet Kiliç, Oya Topaloğlu, Didem Özdemir, Afra Alkan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, S-21

Amaç: Bu çalışmanın amacı çevre doku invazyonu (ÇDİ) yapmadan lenf nodu metastazı (LNM) yapan papiller tiroid kanserlerinin (PTK) klinikopatolojik özelliklerini belirlemektir.

Yöntem: Total tiroidektomi yapılmış olan hastaların medikal kayıtları incelenerek demografik ve histopatolojik özellikleri kayıt edildi.

Bulgular: Çalışma 402’si (%19.5) erkek ve 1662’si (%80.5) kadın olmak üzere 2064 PTK’li hastayla yapıldı. ÇDİ olan 1787 (%86.6), olmayan 277 (%13.4) hasta vardı. ÇDİ olan 82 (%29.6) hastada, ÇDİ olmayan 153 (% 8.6) hastada LNM vardı. ÇDİ olan grupta olmayan gruba göre multifokalite, tiroid kapsül invazyonu, vasküler invazyon, primer tümör çapı (13 mm ve 8 mm), total tümör çapı (22 mm ve 15 mm), tall cell varyant oranı daha fazlaydı (her biri için p<0.01) (Tablo 1). ÇDİ olan 277 hasta çıkarılarak 1787 hastayla tekrar analiz yapıldı. LNM olanlarda yaş daha düşükken (44 ve 48) cinsiyet açısından farklılık yoktu (sırasıyla p<0.002,p:0.24). Yine bu grupta da multifokal tümörler, kapsül invazyonu, vasküler invazyon varlığı ile LNM arasında anlamlı ilişki vardı ( vasküler invazyon için p<0.03 diğerleri için p<0.001). LNM olanlarda primer tümör çapı (12 mm ve 8 mm) olmayanlara göre daha yüksekti, LNM olan multifokal tümörlerde total tümör çapı 19 mm, olmayanlarda 15 mm idi. (p<0.01) (Tablo2).

Sonuç: Tiroid bezine sınırlı olarak görünen PTK’lar ÇDİ yapmadan da LNM yapabilirler. Bu nedenle ÇDİ olmasa da genç, multifokal tümörü olan, kapsül invazyonu, vasküler invazyonu olan ve primer tümör çapı veya multifokal tümörlerde total tümör çapı büyük olan hastalarda LNM açısından dikkatli olunmalıdır.


Tablo 1. Tüm hastalarda çevre doku invazyonuna göre klinik özelliklerin dağılımı


Çevre doku invazyonu yok

(n=1787)

Çevre doku invazyonu var

(n=277)

p-değeri

Yaş(1) (yıl)

48 (18-84)

49 (19-88)

0.253

Cinsiyet (Erkek)

345 (19.3)

57 (20.6)

0.619

Fokalite




Unifokal

1216 (68.0)

139 (50.2)

<0.001

Multifokal

571 (32.0)

138 (49.8)


En büyük tümör çapı(2)(mm)

8 (1-80)

13 (1-80)

<0.001

Mikrokarsinom

1100 (61.8)

84 (30.5)


Makrokarsinom

681 (38.2)

191 (69.5)


Total tümör çapı(3) (mm)

15 (2-137)

22 (5-65)

<0.001

Kapsül invazyonu

179 (10.0)

267 (96.4)

<0.001

Vasküler invazyon

52 (2.9)

36 (13.0)

<0.001

Lenf nodu metastazı

153 (8.6)

82 (29.6)

<0.001

Santral lenf nodu metastazı

126 (7.1)

65 (23.6)

<0.001

Lateral lenf nodu metastazı

46 (2.6)

39 (14.1)

<0.001

Varyant



<0.001

Klasik

1219 (68.3)

200 (72.3)


Foliküler

323 (18.1)

15 (5.4)


Tall cell

14 (0.8)

9 (3.2)


Kolumnar

3 (0.2)

0 (0.0)


Difüz sklerozan

4 (0.2)

1 (0.4)


Mikst

151 (8.5)

35 (12.6)


Diğer

70 (3.9)

17 (6.1)


Lenfositik tiroidit(4)

568 (31.9)

83 (30.1)

0.534

Sayısal değişkenler ortanca (min-max), kategorik değişkenler frekans (%) ile özetlenmiştir. (1)ÇDİ-=1784; (2) ÇDİ-=1781, ÇDİ+=275; (3)ÇDİ-=549, ÇDİ+=128; (4)ÇDİ-=1778, ÇDİ+=276

364 - Küçük Ama Güçlü: Lenf Nodu Metastazi Yapan Tiroid Papiller Mikrokarsinomlari - 2021

Ahmet Dirikoç, Abbas Ali Tam, Nurcan İnce, Didem Özdemir, Oya Topaoğlu, Afra Alkan, Aylin Kiliç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 42. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 19-23 Mayıs 2021, S-07

Amaç: Bu çalışmada, papiller tiroid mikrokanserlerde (PTMK) lenf nodu metastazını (LNM) predikte edebilecek klinikopatolojik özellikleri belirlemeyi amaçladık.

Yöntem: Papiller tiroid kanseri >1cm (PTK>1cm) olan 872 ve PTMK’li 1184 (<=1cm) hastanın medikal kayıtları rerospektif olarak değerlendirildi. PTK >1cm ve PTMK’i olan hastaların demografik, klinik ve histopatolojik özellikleri karşılaştırıldı. PTMK’de LNM ile klinikopatolojik özellikler arasında ilişki araştırıldı.

Bulgular: PTMK’li hastaların median yaşı PTK>1cm olanlara göre daha yüksekti (49 ve 46, p<0.001). PTMK’ li hastalara kıyasla (PTK >1cm) olan hastalarda multifokalite, kapsül invazyonu, vasküler invazyon, ekstratiroidal invazyon (ETİ) ve LNM oranı daha fazlaydı (her biri için p <0,001). PTMK grubunda LNM olan hastalarda olmayanlara göre, multifokalite, kapsüler invazyon, vasküler invazyon ve ETİ oranı daha fazlaydı (sırasıyla p = 0,007, <0,001, p = 0,011 ve p <0,001). Lojistik regresyon analizinde multifokalite ve ETİ, LNM için önemli faktörlerdi. LNM riskini; multifokalite 1,737 kat (% 95 CI: 1,079-2,979) ve ETİ 3,528 kat (% 95 CI: 1,914-6,503) artırmaktaydı. Primer tümör çapının >=5.75 mm olması, PTMK’ de LNM’nı 0,782 duyarlılık ve 0,517 özgüllük ile predikte etmekteydi.

Sonuç: PTMK’li hastalar, primer tümör çapının >=5.75 mm olması durumunda ve multifokalite, ETİ varlığında LNM açısından dikkatli bir şekilde araştırılmalıdırlar.


Tablo 1. Papiller tiroid kanseri > 1 cm ve papiller tiroid mikrokarsinomlu hastalarda klinik ve histopatolojik özellikler


Toplam
(n=2056)

PTMK (n=1184)

PTK>1cm (n=872)

p

Yaş1 (Yıl)

48 (39-56)

49 (40-57)

46 (36-56)

<0.001

Cinsiyet (Erkek)

400 (19.5%)

231 (19.5%)

169 (19.4%)

0.942

Primer Tümör Çapı

9.0 (5.0-15.0)

6.0 (3.0-8.0)

16.0 (13.0-25.0)

<0.001

Multifokalite

704 (34.2%)

348 (29.4%)

356 (40.8%)

<0.001

LNM

232 (11.3%)

78 (6.6%)

154 (17.7%)

<0.001

Santral LNM 2

188 (9.2%)

58 (4.9%)

130 (15.0%)

<0.001

Lateral LNM 2

82 (4.0%)

26 (2.2%)

56 (6.4%)

<0.001

Kapsüler İnvazyon

444 (21.6%)

166 (14.0%)

278 (31.9%)

<0.001

Vasküler İnvazyon

87 (4.2%)

14 (1.2%)

73 (8.4%)

<0.001

Extratiroidal İnvazyon

275 (13.4%)

84 (7.1%)

191 (21.9%)

<0.001

Lenfositik Tiroidit 3

649 (31.7%)

375 (31.9%)

274 (31.5%)

0.85

PTMK: Papiller Tiroid Mikrokarsinomu, PTK>1cm: Papiller Tiroid Kanseri >1cm, LNM:Lenf Nodu 

Metastazı, Kantitatif ve kategorik değişkenler sırasıyla medyan (IQR: 25.-75.nci persentiller) ve (%) 

frekans ile özetlenmiştir. 1n=1182 (PTMK), 871(PTK>1cm); 2n=1182 (PTMK), 869 (PTK>1cm); 

3n=1176 (PTMK), 870 (PTK>1cm)

Tablo 2. Lenf nodu metastazı olan ve olmayan papiller tiroid mikrokarsinomlu hastaların klinik ve histopatolojik özellikleri


LNM - (n=1106)

LNM + (n=78)

p

Yaş 1 (yıl)

49 (41-57)

45 (37-58)

0.115

Cinsiyeti (Erkek)

212 (19.2)

19 (24.4)

0.332

Primer Tümör Çapı

5,0 (3,0-8,0)

7.0 (6.0-9.0)

<0.001

Multifokalite

314 (28,4)

34 (43.6)

0.007

Kapsüler invazyon

141 (12.7)

25 (32.1)

<0.001

Vasküler invazyon

10 (0.9)

4 (5.1)

0.011

Ekstratiroidal invazyon

68 (6.1)

16 (20.5)

<0.001

Lenfositik tiroidit 2

355 (32.2)

20 (26.7)

0.316

Kantitatif ve kategorik değişkenler sırasıyla medyan(IQR:25.-75.nci persentiller) ve (%) frekans ile 

özetlenmiştir. LNM: Lenf NoduMetastazı 1 n=1105 (LNM -), 77(LNM+); 2 n=1101 (LNM -), 75 (LNM +)


363 - Tekrarlanan inferior petrozal sinüs örneklemesi ile tedavisi değişen ACTH bağımlı cushing sendromu vakası. - 2019

Leyla Akdoğan, Didem Özdemir, Gökhan Yüce, Ercan Bal, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P218.

Giriş: ACTH bağımlı Cushing Sendromu(CS)’nun en sık nedeni hipofizin ACTH üreten tümörüne

bağlı Cushing Hastalığı(CH) ve hipofiz dışı tümörlerden ektopik ACTH/CRH üretimidir. Biz

burada biyokimyasal testleri uyumsuz olup tekrarlanan İnferior Petrozal Sinüs Örneklemesi(IPSS)

ile tedavi değişikliğine gittiğimiz vakamızı paylaşmayı uygun bulduk.

Vaka: Bilinen Tip 2 diyabetes,hipertansiyon tanıları olan 54 yaşındaki erkek hasta, bacaklarda ağrı

şikayeti ile başvurduğunda çekilen lomber MRG’de L5-S1’de pars interartikülaris kırığı ve kemik

mineral dansitometride osteoporoz saptanması üzerine tarafımıza yönlendirildi. Tetkiklerinde

plazma kortizolü:55.7ug/dL, ACTH:189pg/mL, 1mg dexametazon supresyon

testi(DST)sonucu:63.4ug/dL saptandı. Bazal 24 saatlik idrar serbest kortizolü:785(3.5-45)mcg/gün

tespit edildi. 2gün 2mg DST’de baskılanma görülmedi. Hipofiz MR’da ön hipofiz bezinde santral

yerleşimli 8x5,5mm boyutta nodüler lezyon saptandı. 8 mg DST’de baskılanma olmadı. Hastaya

IPSS yapıldı, sonucu ektopik ACTH ile uyumluydu. Ektopik odak için yapılan boyun-torako-

abdominal BT ve Ga68-DOTATATE sintigrafisinde patoloji saptanmadı. Hastaya ektopik ACTH

sendromu için flukonazol ve metirapon başlandı. Metirapon tedavisiyle şikayetleri gerileyen fakat 2

ay ilacı temin edemeyen hasta şikayetlerinde artış olması üzerine başvurdu. Cushing testleri

tekrarlandı. CRH testi CH ile uyumluydu, 8 mg DST’de baskılanma görülmedi. Lokalizasyon

testleri uyumsuz olan hastaya tekrar IPSS yapıldı, CH ile uyumlu olarak değerlendirildi. Hipofiz

MR tekrarında eskisi ile benzer şekilde ön hipofiz bezinde 7x4mm boyutta lezyon izlendi. Hastaya

transsfenoidal adenomektomi yapıldı. Patolojide immunohistokimyasal uygulamalarda ACTH ile

pozitif boyanma tespit edildi.

Sonuç: Özellikle biyokimyasal testleri lokalizasyon için uyumsuz olan hastalarda tekrarlanan İPSS

her ne kadar invaziv bir test olsa da hastanın tanı ve tedavisinde değişikliğe neden olabilir. ACTH

bağımlı CS vakalarında lokalizasyonunda şüphe olduğunda testlerin tekrar değerlendirilmesi ve

İPSS ile desteklenmesi gereklidir.

Tablo 1. İlk yapılan inferior petrozal sinüs örneklemesi sonuçları


PERİFER HİPOFİZ SOL HİPOFİZ SAĞ

0.DK ACTH (pg/mL) 90,49 99,15 85,64

1.DK ACTH (pg/mL) 82,64 65,53 80,25

3.DK ACTH (pg/mL) 123 76,9 89,52

7.DK ACTH (pg/mL) 152,3 81,58 178,2

15.DK ACTH (pg/mL) 161,4 93,8

20.DK ACTH (pg/mL) 166,4 168,8 148


Tablo 2. Tekrarlanan inferior petrozal sinüs örneklemesi sonuçları


PERİFER HİPOFİZ SOL HİPOFİZ SAĞ


0.DK ACTH (pg/mL) 117 981 620

1.DK ACTH (pg/mL) 123 8662 5035

3.DK ACTH (pg/mL) 141 9197 7265

7.DK ACTH (pg/mL) 268 6996 2989

15.DK ACTH (pg/mL) 402 2667 5558

20.DK ACTH (pg/mL) 383 3691 2393

362 - Endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları alanında hizmet veren bir merkezde hasta memnuniyetinin değerlendirilmesi. - 2019

Didem Özdemir, Ahmet Dirikoç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P193.

Giriş: Bu çalışmada endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları alanında hizmet veren bir merkezde

hasta memnuniyetinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Metod: Endokrinoloji tanı ve tedavi merkezimizde muayene olmuş hastalar istekleri doğrultusunda

elektronik cihazlar üzerinden memnuniyet anketine katıldılar. Anket, ülkemizde Sağlık Bakanlığı

tarafından önerilen ve diğer uluslararası memnuniyet anketleri modifiye edilerek oluşturuldu.

Bulgular: Ankete katılan 2366 bireyin 1387’si (%58.6) kadın, 979’u (%41.4) erkekti.

Merkezimizden genel olarak memnun musunuz sorusuna 1374 (%58.1) hasta evet, 625 (%26.6)

hasta kısmen, 353 (%14.9) hasta hayır cevabı verdi. Hastaların 1526’sı (%64.5) doktorunun

hastalığı ile ilgili yeterince zaman ayırdığını düşünürken, 368’i (%15.6) kısmen ayırdığını, 453’ü

(%19.1) ise ayırmadığını düşünüyordu. Doktorunuz kibar ve saygılı mıydı sorusunu 1800 (%76.7)

hasta evet, 335 (%14.3) hasta kısmen olarak cevaplandırdı. 1139 (%48.7) hasta, hastalığı ile ilgili

olarak yeterince bilgilendirildiğini düşünürken, 640 (%27.4) hasta bilgilendirildiğini fakat yeterli

olmadığını belirtti. 1429 (%60.7) hasta personelin tutumundan memnundu. 1988(%84.5) hasta

muayene/işlemler sırasında kişisel mahremiyetine özen gösterildiğini belirtti. 1406(%59.4) hasta

bekleme salonlarının yeterli olmadığını, 1140(%48.2) hasta konforlu olmadığını düşünüyordu. 990

(%41.8) hasta randevu alma zorluğundan, 1056 (%44.6) hasta sonuç randevularının ve 734 (%31.0)

hasta tetkik randevularının geç olmasından, 573 (%24.2) hasta ulaşım ve park yeri güçlüğünden ve

472 (%19.9) hasta her zaman doktor seçememekten şikayet etti.

Sonuç: Hastaların önemli bir kısmı merkezimizdeki hizmetlerden ve çalışan hekim ve personelden

memnundur. Randevu alma güçlüğü ve fiziksel şartlar en önemli sorun gibi görünmektedir. Bu

sonuçlar, alanlarında özelleşmiş merkezlerin sağlık hizmetlerinde kaliteyi artırabileceğini ve bu tür

merkezlerin yaygınlaştırılması gerektiğini düşündürmektedir. Bununla birlikte özelleşmiş bir

merkez açılmadan önce altyapı ve fiziksel koşulların uygun hale getirilmesi önemlidir.

361 - Hipoglisemi İçin İki Nadir Neden: Munchausen Sendromu ve Otoimmün Hipoglisemi. - 2019

Gülsüm Karaahmetli, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P181.

Amaç: Munchausen sendromu(MS) nadir görülen bir psikiyatrik bozukluktur. İnsülin Otoimmün

Sendrom(İAS) hipoglisemi atakları ile seyreden yüksek serum insülini ve insülin otoantikoru ile

karakterize endokrin bir hastalıktır. Burada hipoglisemi ve hiperglisemi nedeni ile birçok kez

endokrinoloji servisinde yatırılan diyabetik bir hasta ile otoimmun hipolisemili bir olgunun tanı ve

tedavi süreci ele alınacaktır.

Olgu 1: 20 yaşında kadın hastanın 7 senedir olan tip 2 diyabet ve hipotiroidi tanıları mevcuttu. Tanı

esnasında oral antidiyabetik(OAD) tedavi başlanan hastanın takiplerinde 4lü insülin tedavisine

geçildiği öğrenildi. Hipoglisemi nedeni ile defalarca acil servis başvurusu ve yatış öyküsü bulunan

hasta insülin dozlarını hiç yapmamasına rağmen hipoglisemilerinin devam ettiğini söylemesi

üzerine hospitalize edildi. Hastanın kan şekeri:32mg/dL iken, insülin değeri:37.7mıu/ml,c-

peptit:0.2ng/dl, kortizol:20mcg/dl saptandı. Hastada Munchausen? düşünülerek yakın gözlem

altında tutulması amacı ile hastanemizin yoğun bakım bölümüne yatırıldı. Bu süreçte hipoglisemisi

gelişmedi. Hasta psikiyatri takibine alındı.

Olgu 2: Bilinç bulanıklığı nedeni ile acil servise başvuran 76 yaşında kadın hasta hipoglisemi

etyolojisi araştırılmak üzere servisimize yatırıldı. Hipoglisemi esnasında bakılan glukoz:32mg/dl,

insülin:-5396mıu/ml, c-peptit:9.85ng/dl, kortizol:8.07, proinsülin:214pmol/l olarak saptandı.

İnsülinoma açısından çekilen Abdomen BT’de pankreas kuyruğunda dinamik serilerde pankreas ile

eş intensitede kontrastlanan 18 mm çapta fokal asimetrik nodüler kalınlaşma tespit edildi. Plazma

kortizol değeri 8.07 olan hastaya synachten testi yapıldı, normal tespit edildi. Hastanın gönderilen

antiinsülin antikor sonucu &gt;300 (pozitif) olarak geldi. Özgeçmişinde diyabet öyküsü,sülfanilüre,

egzojen insülin veya hipoglisemiye yol açabilecek ilaç kullanımı bulunmamaktaydı. Hastaya

prednol 48 mg başlandı ve kademeli olarak azaltıldı. Prednol tedavisi altında semptomatik

hipoglisemisi saptanmadı.

Sonuç: Hipogliseminin ayırıcı tanısında nadir görülmekle birlikte hem Munchausen sendromu hem

de otoimmün hipoglisemi akla gelmelidir.

360 - Ailevi Akdeniz Ateşi ve Addison Hastalığı Birlikteliği. - 2019

Nurcan İnce, Ahmet Ceylan, Abdulsamet Erden, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P167.

Giriş: Ailevi Akdeniz Ateşi(FMF) ataklar halinde gelen ateş ve ona eşlik eden seröz zarların

inflamasyonu ile karakterize otozomal resesif geçişli herediter bir hastalıktır. FMF’nin en önemli ve

prognozu en çok etkileyen komplikasyonu amiloidozdur. FMF’de endokrin sistem hormonlarının

nasıl etkilendiği açık değildir. Burada amiloidoz düşünülmeyen ancak nadir bir birliktelik olduğu

için koinsidans olarak FMF ve adrenal yetmezlik bulunan bir olguyu paylaşmayı uygun bulduk.

Vaka: 14 yaşında FMF tanısı alan ve kolşisin tedavisi başlanan hasta 6 yıl önce iki kez perikardiyal

efüzyon, FMF atak tanılarıyla yoğun bakımda takip edilmiş. Kolşisin tedavisini kullanmayan 39

yaşındaki erkek hasta 1 haftadır olan öksürük, halsizlik, bayılma, karın ağrısı şikayetiyle acil servise

başvurdu. Acil serviste tansiyon arteriyal 80/50mm/hg, ateş:36.8C, glukoz:40mg/dl,

sodyum:133mmol/L, K:6.1mmol/L, Ca:8.2mg/dl, P:3.0mg/dl, Mg:1.44mg/dl, albumin:4.0gr/dl,

crp:26.4mg/L, sedim:24mm tespit edilmesi üzerine adrenal yetmezlik ön tanısıyla endokrin

servisine yatırıldı. Hastanın sabah kortizol düzeyi 0.326/ug/dl, ACTH: 324.4pg/ml olarak tespit

edildi. Hastaya glukokortikoid ve mineralokortikoid tedavisi başlandı. Hastanın çalışılan bazal

renin: 3.76 (yüksek), aldosteron:0.87 (düşük) olarak tespit edildi. Amiloidoz açısından toplanan 24

saatlik idrarda mikroalbuminüri:65.56mg/gün, proteinüri:265.1mg/gün tespit edildi. Çekilen

abdomen usg’de böbrek boyutları normaldi. Abdomen MRG’da sağ sürrenal gland ayırt

edilemedi(aplazi?/hipoplazi?), sol sürrenal gland belirgin ince kalibrasyonda izlendi. Hidrokortizon,

fludrokortizon ve kolşisin tedavileriyle şikayetleri geriledi ve taburcu edildi.

Sonuç: Adrenal yetmezliğin gelişmekte olan ülkelerde en sık nedeni tüberküloz iken gelişmiş

ülkelerde ise en sık nedeni otoimmun adrenalittir. Hastamızda FMF ve addison hastalığının bir

arada bulunması, amiloidoz yerine immunopatojenik mekanizma veya koinsidans ile ilişkili

bulunmuştur.

359 - Hipertiroidi nedeniyle radyoaktif iyot tedavisi almış hastalarda tiroid nodüllerinin ultrasonografik ve sitolojik değerlendirmesi. - 2019

Muhammet Cüneyt Bilginer, Didem Özdemir, Fatma Neslihan Çuhacı Seyrek, Nilüfer Yıldırım, Aylin Kılıç Yazgan, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P144

Amaç: Radyoaktif iyot (RAİ) tedavisi düşük maliyeti ve yüksek etkinliği nedeniyle Graves ve

toksik nodüler veya multinodüler guatr (TNG/TMNG) tedavisinde yeri olan bir yöntemdir. Bu

çalışmada, daha önce hipertiroidiye yönelik RAİ tedavisi almış hastalarda tiroid nodüllerinin

değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Daha önce hipertiroidizm nedeniyle RAİ tedavisi alan ve tiroide nodülleri saptanıp ince

iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) yapılan hastalar çalışmaya alındı. Nodüllerin sonografik özellikleri

ve sitolojik sonuçları ve tiroidektomi yapılanlarda histopatoloji sonuçları değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmaya alınan 27 hastanın 22’si(%81.5) kadın, 5’i(%18.5) erkekti ve yaş ortalaması

59.3±13.5 bulundu. 5(%18.6) hasta Graves, 16(%69,2)hasta TNG/TMNG nedeniyle RAİ tedavisi

almıştı. 6 (22.2%) hastada RAİ endikasyonu bilinmiyordu. RAİ öncesi İİAB sonucu 10 (37%)

hastada benign iken, 17 (63%) hastada bilinmiyordu. RAİ tedavisi ile İİAB arasında geçen süre

ortalama 76.4±63.1 aydı. İİAB ile değerlendirilen 48 nodülün 24’ü (%50) benign, 15’i (%31.2)

nondiagnostik, 5’i (%10.4) ÖBA, 2’si (%4.2) malinite şüphesi, 2’si (%4.2) malign saptandı.

Tiroidektomi yapılan 10 hastanın 5’inde(%50) histopatolojik sonuç malign, 5’inde benign (50%)

bulundu. Sitolojik veya histopatolojik olarak 31 benign ve 5 malign nodülün US özellikleri

karşılaştırıldı. Önarka/transvers çap oranı&gt;1 olan nodüllerin oranı, nodüllerin yapısı, periferik halo

varlığı, kenar düzensizliği ve mikrokalsifikasyon varlığı benzerdi. Malign nodüllerin 1’i(%20)

izoekoik, 1’i hipoekoik(%20), 3’ü (%60) izo-hipoekoik iken, benign nodüllerin 24’ü(%77.4)

izoekoik, 3’ü(9.7) hipoekoik, 4’ü (%12.9) izo-hipoekoik idi(p=0.025). Makrokalsifikasyon malign

nodüllerin 4’ünde (%80), benign nodüllerin 10’unda (%32.3) saptandı (p=0.042)

Sonuç: Hipertiroidi nedeniyle RAİ almış hastalarda tiroid nodüllerinde hipoekoik görünüm ve

makrokalsifikasyon başta olmak üzere şüpheli görünüm varsa sitolojik değerlendirme yapılmalıdır.

Sitolojik değerlendirme sırasında RAİ tedavisine bağlı atipi tanısal sorunlara neden olabilir.

358 - Subakut tiroidit tanısında idrar iyot düzeyi kullanılabilir mi? - 2019

Didem Özdemir, Berna Evranos, Gülsüm Gedik, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P143.

Giriş: Literatürde az sayıda çalışmada postpartum tiroiditli hastalarda idrar iyot düzeyi yüksek

bulunmakla birlikte subakut tiroiditli hastalarda değerlendirilmemiştir. Bu çalışmada subakut

tiroiditli hastalarda idrar iyot düzeyleri değerlendirilmiş ve ayırıcı tanıda yeri olup olmadığı

belirlenmeye çalışılmıştır.

Metod: Nisan 2018-Ocak 2019 arasında subakut tiroidit tanısı konulan 18 yaş üstü hastalar

çalışmaya alındı. Son bir yılda iyotlu kontrast madde alımı, gebelik, emzirme ve postpartum tiroidit

varlığı dışlama kriterleri idi. Demografik özellikler, tiroid fonksiyon testleri ve antikorları,

tiroglobulin, sedimentasyon (ESR), C-reaktif protein (CRP), idrar iyot düzeyi, tiroid ultrasonografi

ve sintigrafi değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmaya 16’sı (%69.6) kadın, 7’si (%30.4) erkek, 23 subakut tiroiditli hasta alındı ve

ortalama yaş 38.65±7.99 idi. Tanı anında serum tirotropin 0.140 mIU/mL (min-max:0.001-0.25),

serbest triidotrionin 8.29±3.53 pg/mL, serbest tiroksin 3.56±1.34 ng/dL bulundu. 1 (%4.3) hastada

antitiroid peroksidaz, 6 (%26.1) hastada antitiroglobulin pozitif saptandı. Ortanca serum

tiroglobulin 116 ng/mL (min-max:2.7-500), ortalama ESR 52.24±25.47 mm, ortanca CRP 63 mg/L

(min-max:4.2-188) bulundu. Ultrasonografik olarak hastaların 22’sinde (%96.7) tiroidit bulguları

varken 5 (%21.7) hastada nodül saptandı. Tedavi başlanmadan önce bakılan ortanca idrar iyot

düzeyi 441 mcg/L (min-max:255-1843) idi. 13 (%54.5) hastada hastalık nonsteroidal

antiinflamatuar tedavi ve betabloker ile kontrol altına alınırken, 10 (%45.5) hastada kortikosteroid

tedavi gerekti.

Sonuç: Subakut tiroiditli hastalarda idrar iyot düzeyi normal sınırların oldukça üzerinde

saptanmıştır. Bu durum hastalığın tanı ve takibinde ve tirotoksikozun diğer nedenlerinden ayrımında

yardımcı olabilir. Yüksek iyot düzeyi tiroid folikül epitel hücre hasarının bir sonucu olabileceği gibi

etiyolojik bir faktör olabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. İyotun subakut tiroiditte rolünün

belirlenmesi için geniş çaplı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır

357 - Preoperatif 1. sitolojisinde ÖBA, 2. sitolojisinde herhangi bir Bethesda kategorisi olan hastaların histopatolojilerinin karşılaştırılması. - 2019

Berna Evranos Öğmen, İbrahim Kılınç, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P138.

Amaç: Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi(TİİAB), tiroid nodullerinde malign-benign ayrımı için

operasyon öncesi kullanılan en değerli tanısal yöntemdir.Tiroid sitopatolojisini raporlamak için

kullanılan Bethesda klasifikasyonu aspirasyon yaymalarında standart sitomorfolojik kriterlere göre

değerlendirmeyi sağlar. Sitolojik tanılar non-diagnostik(ND), benign, önemi bilinmeyen atipi/önemi

bilinmeyen foliküler lezyon(ÖBA/ÖBFL), foliküler neoplazi/foliküler neoplazi şüphesi(FN/SFN),

malignite şüphesi, malign olarak sınıflandırılır. Malignite oranları ND için%1-4, benign için%0-3,

ÖBA/ÖBFL için%5-15, FN için%15-30, malignite şüphesi için%60-75, malign için%97-99 olarak

bildirilmiştir.ÖBA/ÖBFL nodüllerde, klinik ve sonografik değerlendirme sonrası, malignite riskini

belirlemek için direk operasyon yerine TİİAB tekrarı ya da moleküler test ile değerlendirme

önerilir.Biz bu çalışmada, opere olmuş hastalarda, ilk sitolojisi ÖBA/ÖBFL olan hastaların

2.biyopside hangi sitolojiler çıktığını ve malignite oranlarını ve bunları etkileyebilecek faktörleri

araştırmayı amaçladık.

Yöntem-Gereçler: Haziran 2016-Ocak 2018 arasında konseye ÖBA sitolojisi ve/veya diğer

operasyon endikasyonları nedeniyle çıkmış, öba sitolojisi sonrası ikinci bir TİİAB girişimi yapılmış

ve sonrasında opere olmuş 158 hasta alınmıştır. Nodul 2. Sitolojileri ve histopatolojide nodul yerine

denk gelen histopatolojiler karşılaştırılmıştır.

Bulgular: 2.TİİABların %43’ü ND, %38.6’sı ÖBA/ÖBFL, %7.6’sı benign, %4.4’ü malignite

şüphesi, %3.8’i malign ve %2.5’i FN/SFN olarak raporlandı(Şekil 1). 2. sitolojisi ND olan

hastaların %19.1’i, benign olanların %15.4’ü, ÖBA/ÖBFL olanların%34.4’ü, FN/SFN olanların

%33.3’ü, malignite şüphesi olanların %71.4’ü, malign olanların %100’ü histopatolojide malign

saptandı(Tablo 1).False negatif iki hastada da dev nodul mevcuttu, bu durum yetersiz örnekleme ile

ilişkili değerlendirildi.

Sonuçlar: ÖBA/ÖBFL nodüllerin 2.biyopsisinin ÖBA ya da ND kategorisinde gelmesi beklenen

malignite oranlarını arttırırken, diğer bethesda kategorilerinde malignite oranları ilk TİİAB ile

benzerdir.2. TİİABlarda ND ya da ÖBA gelen hastalar da klinik ve sonografik değerlendirme ile

daha yakın takip edilmeli ya da opere edilmelidir.

356 - Toksik nodüler guatr ve tiroid kanseri:Hipertiroidi tiroid kanserine karşı koruyucu mudur ? - 2019

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Afra Alkan, Ömer Yazıcıoğlu, Nilüfer Yıldırım, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P134.

Amaç: Toksik nodüler guatrı (TNG) olan hastalarda hipertiroidinin nodül dışı süprese tiroid

glandını tiroid malignitesinden koruduğu düşünülmüştür. Bu çalışmada biz toksik ve nontoksik

soliter nodülü (NTSN) olan hastalarda tiroid kanser sıklığı ve özelliklerini değerlendirmeyi

amaçladık

Yöntem: Soliter toksik ve nontoksik nodülü olan ve total tiroidektomi yapılan hastaların medikal

kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. TNG ve NTSN olan hastaların klinik, laboratuvar ve

histopatolojik özellikleri karşılaştırıldı.

Bulgular: TNG olan 73, NTSN olan 366 hasta vardı. NTSN olan hastalara göre TNG hastalarda

medyan yaş anlamlı olarak daha yüksekti [50 yaşa (ranj:18-73) karşılık 42 yaş (ranj:18-83),

p<0.001]. TNG ve NTSN olan hastalarda medyan nodül çapları sırasıyla 40.85 mm (ranj:11.0-98.0)

and 23.30 mm'di (ranj:4.9-99.0) (p<0.001). Histopatolojik incelemeye göre TNG olan 14 (%19.2)

hastada ve NTSN olan 132 (%36.1) hastada tiroid kanseri vardı (p=0.008). TNG'da medyan tümör

çapı 6 mm (ranj:1-50) ve NTSN'de 14 mm'di (ranj:1-80) (p=0.150).TNG olan 7 hastada malignite

nodüldeydi ve bunların 4 tanesi folliküler ve 3 tanesi papiller tiroid kanseriydi. Diğer 7 hastada ise

malign odak süprese olan kontrlateral lobdaydı ve tamamı papiller mikrokanserdi. Ana nodül

dışında tiroid kanser insidansı her 2 grupta da bezerdi (p=0.934).

Sonuç: TNG nedeniyle opere edilen hastalarda tiroid kanser oranı %19.2'di ve kanser oranı eskiden

düşünüldüğü gibi nadir değildi. Çalışmamız hipertirodinin tiroid kanserine karşı koruyucu

olmadığını göstermektedir. Hastalara TNG nedeniyle tiroidektomi uygulandığında hem

hiperfonksiyone nodülün hem de nodül dışı tiroid dokusunun olası tümör odağı açısından

histopatolojik değerlendirmesi dikkatlice yapılmalıdır.

355 - Vaka Sunumu: Atipik Özellikli İki Subakut Tiroidit Olgusu. - 2019

Himmet Durmaz, Bağdagül Yüksel Güler, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P121.

Giriş: Subakut tiroidit genellikle viral üst solunum yolu enfeksiyonu sonrasında görülen ve kendini

sınırlayan bir hastalıktır. Tedavisinde nonsteroidal antiinflamatuvar ilaç(NSAİİ) ve şiddetli

vakalarda oral steroid tedavisi verilir. Burada kliniğimizde takip ettiğimiz 2 subakut tiroidit vakasını

sıradışı klinik özellikleri olduğu için paylaşmayı uygun bulduk.

Olgu 1: Boyunda ağrı, hassasiyet ve yutkunurken ağrı şikayetleriyle antibiyotik tedavisi kullanan

58 yaşındaki erkek hasta şikayetlerinde gerileme olmaması sonucu subakut tiroidit? tanısı ile NSAİİ

başlanıp polikliniğimize yönlendirildi. CRP:76, ESR:41, ALT:125, AST:91, TFT ötiroid saptandı.

Hastaya şikayetleri devam ettiği için metilprednizolon(32 mg) başlandı. Tedavinin 5.gününde

ALT:741 AST:417 olmasıyla akut hepatitle(toksik?) servise yatırıldı. Tedavileri kesildi. Toksik

hepatit nedeni muhtemel metilprednizolon tedavisine bağlandı. Steroid tedavisi kesildikten sonra

KCFT değerleri geriledi.

Olgu 2: 53 yaşında kadın hasta gribal enfeksiyon sonrasında boyunda kulağa vuran ağrı, hassasiyet

ile başvurdu. CRP:47, ESR:4, TFT ötiroid saptandı. Yapılan tiroid US’de sol lobda tiroidit lehine

heterojen alan saptandı. 4 gün sonraki tetkiklerinde CRP:107, ESR:60, aşikar tirotoksikoz saptandı.

Subakut tiroidit tanısıyla NSAİİ takipte metilprednizolon(40 mg) başlandı. Steroide yanıt veren

hastanın tedavisi kesildikten sonra nüks oldu. Tekrar metilprednizolon(48 mg) başlandı. Tedaviyle

şikayetleri düzeldi. Steroid kesildikten 3 hafta sonra 3.subakut tiroidit atağı tespit edilip ibuprofen

tedavisi başlandı. Son tedaviyle nüks olmadı.

Sonuç: 2. vakamız 6 ay içinde 3 defa tiroidit atağı geçirmiş olup literatürde belirtildiği gibi nüks

açısından ilk yıl önemlidir. 1. vakada tedavide kullanılan steroid özellikle altta yatan karaciğer

hastalığı(steatohepatit, viral hepatit) durumunda akut hepatite yol açabileceği gibi nadiren bizim

hastamızda olduğu gibi toksik hepatite de yol açabilmektedir. Sıradışı klinik seyirler subakut

tiroiditli hastalarda karşılaşılabilecek durumlardır.

354 - Graves hastalarında tirotropin reseptör antikorunun sitoloji ve histopatolojiye etkisinin değerlendirilmesi. - 2019

Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Cevdet Aydın, Mustafa Ömer Yazıcıoğlu, Hayriye Tatlı Doğan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P084.

Amaç: Graves hastalarında tirotropin reseptör antikor (TRAb) düzeyleri ile tiroid kanser sıklığı ve

ağresifliği arasında ilişki olabileceği bildirilmektedir. Ancak, TRAb pozitifliğinin Graves zemininde

gelişen nodüllerin sitolojisine ve histopatolojisine etkisi bilinmemektedir. Bu çalışmada, Graves

hastalarında, TRAb pozitifliği ile sitoloji ve histopatoloji sonuçları arasındaki ilişkinin

değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Graves nedeniyle tiroidektomi uygulanan ve preoperatif dönemde TRAb düzeyleri

ölçülen 598 Graves hastası retrospektif olarak değerlendirildi. Graves zemininde gelişen 548

nodülün sitoloji ve histopatoloji sonuçları kaydedildi.

Bulgular: 598 hastanın 189 (%31,6)’u erkek, 409 (%68,4)’u kadındı. Preoperatif ultrasonografik

değerlendirmede 352 hastada nodül izlenmez iken 74 hastada 1 nodül, 172 hastada ≥2 nodül

saptandı. 517 (%86,5) hastanın histopatoljisi benign, 81 (%13,5) hastanın maligndi. Malign grupta

77 (%95,1) hastada papiller tiroid karsinomu, 2 (%2,5) hastada folliküler tiroid karsinomu, 1 (%1,2)

hastada malignite potansiyeli belirsiz tiroid tümörü ve 1 (%1,2) hastada hurthle hücreli tiroid

karsinomu izlendi. Graves hastalarının 359 (%60)’unda TRAb pozitif iken 239 (%40) hastada

negatifti. TRAb pozitif grupta 185 nodül, TRAb negatif grupta 363 nodül mevcuttu ve sitoloji

sonuçları açısından gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu (p=0,181) (Tablo 1). TRAb pozitif

grupta 48 (%13,4) hastada, TRAb negatif grupta 33 (%13,8) hastada malignite saptandı (p=0,878)

ve gruplar arasında histopatoloji sonuçları açısından anlamlı farklılık izlenmedi (p=0,161) (Tablo

1). Kapsül invazyonu, vasküler invazyon ve lenfatik invazyon gibi karsinom özellikleri açısından da

TRAb pozitif ve negatif gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05).

Sonuç: Bu çalışmada, TRAb pozitif ve negatif grupların malignite sıklığı benzer bulundu.

Literatürün aksine TRAb pozitifliğinin Graves hastalarında malignite sıklığını artırmadığı, ayrıca

sitoloji ve histopatoloji sonuçlarını etkilemediği görüldü.


Tablo 1. Tirotropin reseptör antikoru pozitif ve negatif olan Graves hastalarının sitoloji ve

histopatoloji sonuçlarının karşılaştırılması


TRAb pozitif TRAb negatif p


Sitoloji (n,%) n=185 n=363

Tanısal olmayan 52 (28,1) 81 (22,3) 0,181

Benign 113 (61,1) 258 (71,1)

Önemi belirsiz atipi/ önemi

belirsiz folliküler lezyon


13 (7,0) 19 (5,2)


Folliküler neoplazi/ folliküler

neoplazi şüphesi


1 (0,5) 1 (0,3)

Malignite şüphesi 4 (2,2) 3 (0,8)

Malign 2 (1,1) 1 (0,3)

Histopatoloji (n,%) n=48 n=33

Papiller tiroid karsinomu 47 (97,9) 30 (90,9) 0,161

Folliküler tiroid karsinomu 0 2 (6,1)

Malignite potansiyeli belirsiz

tiroid tümörü


0 1 (3,0)


Hurthle hücreli tiroid

karsinomu


1 (2,1) 0


TRAb: Tirotropin reseptör antikoru

353 - Agresif ve Klasik Varyant Papiller Tiroid Kanserlerinin Sitolojik ve Ultrasonografik Özelliklerinin Karşılaştırılması. - 2019

Oya Topaloğlu, Hüsniye Başer, Berna Öğmen, Gürkan Dumlu, Nuran Süngü, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P082.

Amaç: Agresif varyant papiller tiroid karsinomu (AVPTK) (tall cell, solid/trabeküler, diffüz

sklerozan, kolumnar) nadir görülür ve klinikopatolojik özellikleri klasik varyant PTK’dan

(KVPTK) farklılık gösterir. Bu çalışmada AVPTK ile KVPTK hastalarının preoperatif sitolojik ve

ultrasonografik (US) özelliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.

Yöntem: 33 AVPTK ve 626 KVPTK hastası retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların

preoperatif sitoloji sonuçları ve US bulguları (nodülün anteroposterior (AP)/ transvers (T) çap oranı,

ekojenitesi, mikrokalsifikasyon varlığı ve irregüler kenar özelliği) kaydedildi.

Bulgular: 33 AVPTK hastasının 19’u tall cell, 10’u solid/trabeküler, 2’si diffüz sklerozan, 2’si

kolumnar varyantdı. KVPTK grubu ile AVPTK grubunun cinsiyet ve yaş dağılımı benzerdi

(p=0,644 ve p=0,500). Sitolojik değerlendirmede KVPTK grubunda 116 (%18,5) hastada

nondiagnostik (ND), 193 (%30,8) hastada benign, 105 (%16,8) hastada önemi belirsiz atipi/önemi

belirsiz folliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL), 13 (%2,1) hastada folliküler neoplazi/folliküler neoplazi

şüphesi (FN/FNŞ), 92 (%14,7) hastada malignite şüphesi (MŞ), 107 (%17,1) hastada malign sitoloji

izlenirken AVPTK grubunda 5 (%15,2) hastada ND, 2 (%6,1) hastada benign, 4 (%12,1) hastada

ÖBA/ÖBFL, 1 (%3,0) hastada FN/FNŞ, 8 (%24,2) hastada MŞ, 13 (%39,4) hastada malign sitoloji

izlendi ve gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptandı (p=0,003). KVPTK grubunda 383

(%61,2) nodülde irregüler kenar, 269 (%43,0) nodülde mikrokalsifikasyon, 139 (%22,2) nodülde

artmış AP/T oran mevcuttu ve AVPTK grubunda bu özellikler sırasıyla 24 (%72,7), 12 (%36,4) ve 6

(%18,2) nodülde saptandı (p>0,05). Hipoekojenite, KVPTK grubunda 104 (%16,6) nodülde,

AVPTK grubunda 11 (%33,3) nodülde izlendi (p=0,014).

Sonuç: Bu çalışmada, malign sitoloji AVPTK hastalarında KVPTK hastalarına göre daha fazla

izlendi. Hipoekojenite dışındaki diğer şüpheli US özelliklerinin gruplarda benzer olduğu görüldü.

352 - Okült İnsülinoma Öntanısı Olan İki Vakada Selektif Arteryial Kalsiyum Stimülasyon Testi Sonuçlarının Değerlendirilmesi. - 2019

Konul Ahmadova, Abbas Ali Tam, Oya Topaloğlu, Koray Akkan, Birol Bostancı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P076.

Giriş: İnsülinomaların %80-90’ı 2 cm’nin altındadır, pankreas baş, gövde ve kuyruk kesiminde eşit olarak

dağılır. Tanıda bilgisayarlı tomografi(BT) %75, magnetik rezonans görüntüleme(MRG) %55-

90, endoskopik ultrason(EUS) %85-95, selektif arteriyal kalsiyum stimülasyon testi(SAKST) %95-100

sensitifdir. Burada konvansiyel yöntemlerle lokalize edilemeyip SAKST ile değerlendirilen iki adet

insülinoma öntanılı vakayı sunmayı uygun bulduk.

Olgu 1: 4 aydır özellikle egzersiz sonrası görülen hipoglisemi şikayeti olan 29 yaş erkek hasta uzamış açlık

testi yapılması için hospitalize edildi. Hipoglisemi anında biyokimyada glu:36mg/dl,

insulin:21uIU/dl, c-peptid:4ng/dl, keton:negatif, kortizol:18ug/dl, proinsulin: 22pmol/l olarak saptandı. Anti-

insulin antikor negatifdi. Üst abdomen dinamik BT, EUS’da patoloji görülmedi. Üst batın MRG’de mide

bulbus posterior medialinde 10mm çapında,yalnız T2A sekanslar ve kontrastlı incelemede venöz fazda

izlemekte olan insulinoma açısından şüpheli nodüler yapı görüldü. GA-68 Dotatate sintigrafide pankreasta

tutulum izlenmedi. SAKS testi yapıldı. Splenik arterde insulin

düzeyinde 10 kat artış görüldü(Tablo 1), hastaya distal pankreatektomi yapıldı.

Olgu 2: 3-4 aydır hipoglisemi atakları olan 41 yaşındaki kadın hasta dış merkezde tetkik edilip insülinoma

öntanısı ile tarafımıza yönlendirildi. Hastaya uzamış açlık testi yapıldı. Hipoglisemi anında biokimyada

glukoz:45mg/dl,insulin:7,8uIU/ml, c-peptid:2,2ng/dl, keton:negatif, proinsulin:8 pmol/L saptandı. Anti-

insulin antikor(-) idi. Abdomen MRG’de pankreasta kontrast tutan lezyon izlenmedi, yalnız T2 sekansta

10mm çapında şüpheli hiperintens alan izlendi. Abdomen BT, EUS’de patoloji izlenmedi. SAKST testi

yapıldı. Mezenterik arterde insulin düzeyinde 5 kat artış olması pankreas proses ve baş kısım lokalizasyonlu

lezyonu düşündürdü(Tablo 2). Hastaya operasyon önerildi, kabul etmedi.

Sonuç: İnsulinomalarda tanı biokimyasal olarak konur. 2 cm’den küçük tümörlerde non-invaziv yöntemlerin

sensitivitesi düşük olduğu için bizim 2 olgumuzda olduğu gibi tanıda invaziv yöntemler kullanılabilir.

Tablo 1. 29 yaşındaki erkek hastanın (vaka 1) selektif arteriyal kalsiyum stimulasyon testi sonucları

Gastroduedonal

arter


Süperior

mezenterik

arter


Splenik

arter


Gastrik arter


0. sn 22,51 uIU/ml 3,31 uIU/ml 2,014 uIU/ml 31,83 uIU/ml

20.

sn

25,58 uIU/ml 3,88 uIU/ml 19,8 uIU/ml 17,18 uIU/ml


40.

sn

28,22 uIU/ml 4,42 uIU/ml 33,42 uIU/ml 23,34 uIU/ml


60.sn 19,23 uIU/ml 6,24 uIU/ml 23,53 uIU/ml 23,7 uIU/ml


Tablo 2. 41 yaşındaki kadın hastanın (vaka 2) selektif arteriyal kalsiyum stimulasyon testi sonucları

Gastroduedonal

arter


Süperior

mezenterik

arter


Splenik

Proksimal

arter


Splenik

distal

arter

0. sn 19,8 uIU/ml 17,54 uIU/ml 21,54 uIU/ml 20,69 uIU/ml

20.

sn

20,01 uIU/ml 18,49 uIU/ml 30,37 uIU/ml 15,5 uIU/ml

40.

sn

20,52 uIU/ml 84,93 uIU/ml 21,22 uIU/ml 16,83 uIU/ml

60.sn 22,36 uIU/ml 110,3 uIU/ml 24,03 uIU/ml 20,24 uIU/ml

351 - Elektromiyografide nöromüsküler kavşak bozukluğunu taklit eden hipoparatiroidiye bağlı hipokalsemi vakası. - 2019

Leyla Akdoğan, Oya Topaloğlu, Orhan Deniz, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P059.

Amaç: Hipoparatiroidili hastalarda hipokalseminin derecesine göre hafif bulgulardan epileptik

nöbet, kalp yetmezliği, laringeal spazma kadar farklı klinik bulgular görülebilir. Kalsiyum

akışındaki değişiklikler sinaptik ve nöromüsküler iletimde önemli bir rol oynar. Biz burada

hipokalsemiye bağlı olduğunu düşündüğümüz elektromiyografide (EMG) nöromüsküler kavşak

bozukluğu tespit edilen vakamızı paylaşmayı uygun bulduk.

Olgu: İdyopatik hipoparatiroidi, epilepsi, Chiari tip 1 malformasyonu, syringohidromyeli tanıları

olan hasta mart 2018’de syringomyeli operasyonu planıyla yapılan preoperatif tetkiklerinde ciddi

hipokalsemi tespit edilmesi üzerine tarafımıza yönlendirildi. Tetkiklerinde kalsiyum:3.45mg/dL,

fosfor:10.1mg/dL, PTH:2.9pg/mL, albumin:5.6g/dL, magnezyum:1.59mg/dL, vitaminD:16.9ng/mL

saptanan hasta servise yatırıldı, tedavisi düzenlendi. Hastada hafif derecede subkapsüler katarakt,

hafif derecede bilateral sensorinöral işitme kaybı izlendi. Kalpte ileti defekti saptanmadı, kemik

mineral dansitometrisi normal sınırlardaydı. Beyin BT’de bilateral bazal ganglionlarda

kalsifikasyon izlendi. Kreatin kinaz:4824U/L saptanan hastaya nöroloji bölümünce yapılan tek lif

(EMG)’de normal değerin üstünde jitter değeri elde edildi, son plak işlev bozukluğu ile uyumlu

olarak değerlendirildi. Nöromüsküler kavşak bozukluğu düşünülerek hastaya nörolojinin önerisi ile

mestinon başlandı, timoma açısından çekilen boyun ve toraks BT ve asetilkolin reseptör antikoru

sonucu normaldi. Tedavi sonrası kalsiyum:8.2mg/dL albümin:4g/dL fosfor:5.7mg/dL

magnezyum:1.9mg/dL olan hastaya yapılan kontrol tek lif EMG’de tüm kas liflerinin jitter değerleri

normal bulundu, motor son plak fonksiyonu normal olarak değerlendirildi ve mestinon tedavisi

kesildi.

Sonuç: Kalsiyum nöromüsküler iletim sürecinde önemli rol oynamaktadır. Bizim hastamızda

düzeltilmiş kalsiyum:4.7mg/dL iken yapılan EMG’de son plak işlev bozukluğu tespit edilirken

tedavi sonrası düzeltilmiş kalsiyum:8.2mg/dL olduğunda yapılan EMG’de normal bulgular izlendi.

Ciddi hipokalseminin nöromüsküler kavşak bozukluğu benzeri EMG bulguları yapacağı akılda

tutulmalı buna yönelik tedavi başlamadan önce kalsiyum düzeyi normale geldikten sonra hasta

tekrar EMG ile değerlendirilmelidir.

350 - Biyokimyasal ve ultrasonografik uyumsuzluk: Nonsekretuar paratiroid adenomu - 2019

Aydan Kılıçarslan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır. Biyokimyasal ve ultrasonografik Fatma Dilek Dellal, Cevdet Aydın, İbrahim Kılınç
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P051.

Amaç: Literatürde nonsekretuar paratiroid karsinomu göreceli daha fazla bildirilmekle birlikte

nonsekretuar paratiroid adenomu sayısı yok denecek kadar azdır. Nonsekretuar paratiroid

adenomunun, fonksiyone paratiroid adenomunun öncü lezyonu olduğu düşünülmektedir.

Olgu: Guatr ön tanısı ile değerlendirilen 44 yaşındaki kadın hasta, biyokimyasal olarak ötiroid ve

normokalsemikti. Tiroid ultrasonografisinde sağ lob superior posterior bölümde 6.5x9.5x16.1 mm

çapında, sınırları parankimden net ayırt edilemeyen izo-hipoekoik nodüler lezyon saptandı. İnce-

iğne aspirasyon biopsisi (İİAB) sonrası sitoloji nondiyagnostik (dejenere follikül epitel hücreleri,

kolloidal materyal) olarak raporlandı. Biopsi tekrarı önerilen hasta 5 yıl sonra kontrole geldi.

Tetkiklerinde subklinik hipotiroidi, pozitif tiroid otoantikorları ve normokalsemi saptandı. Tiroid

ultrasonografisinde sağ lob superior posteriorda 5.4x13.2x18.1 mm düzgün sınırlı hipoekoik

noduler oluşum intratiroidal paratiroid adenomu açısından şüpheli bulundu. Rutin tetkiklerinde

ca:8.99 mg/dL, albumin: 4.6 g/dL olan hastada PTH:70.22 pg/mL, 25-OH Vitamin D3: 6.52 ng/mL

bulundu. D vitamini replasmanı sonrası PTH:37.94 pg/mL olarak tespit edildi. Sitolojisi yine

nondiyagnostik (az koloidal materyal, az sayıda epitelyum hücresi) olarak sonuçlandı. Lezyondan

İİAB sırasında yapılan PTH wash-out >5000 pg/mL bulundu. 24 saat idrarda kalsiyum atılımı 210

mg/gün idi. Tc99m-sestamibi SPECT/BT’de tiroid bezi sağ lob üst pol superior posterior

bölümünde sebat eden aktivite tutulumu saptandı. Üriner ultrasonografide kristaloid ile uyumlu eko

artışları görüldü. Kemik mineral dansitesinde Z skoru yaşa göre beklenen aralıkta saptandı. Hastaya

nonsekretuar paratiroid adenomu/karsinomu düşünülerek paratiroid adenomektomi yapıldı.

Histopatoloji, paratiroid adenomu ile uyumluydu.

Sonuç: Biyokimyasal olarak primer hiperparatiroidi olmasa bile ultrasonografide intratiroidal

paratiroid adenomu şüphesi uyandıran lezyonların biyopsi aspiratlarında PTH bakılması önerilir.

Opere olmayan olgular, primer hiperparatiroidi gelişimi açısından izlenmelidir.

349 - Tip 1 Diabetes mellituslu hastalarda otoimmün belirteçler. - 2019

Muhammet Cüneyt Bilginer, Didem Özdemir, Hüsniye Başer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P028.

Giriş: Tip 1 diyabet (DM), otoimmün tiroid hastalığı, pernisyöz anemi, çölyak hastalığı gibi diğer

otoimmün hastalıklar ile birliktelik gösterebilir. Bu çalışmada, erişkin tip 1 DM&#39;li hastalarda tiroid,

çölyak ve anti-parietal antikorların varlığının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Method: Kliniğimizde tip 1 DM nedeniyle takip edilen 18 yaş üstü 367 hastanın; anti-tiroid

peroksidaz (anti-TPO), anti-tiroglobulin (anti- Tg), anti-insulin, anti-adacık hücresi, anti-glutamik

asit dekarboksilaz (anti-GAD), anti-parietal, anti-endomisyal, anti-gliadin IgA ve IgG, ve doku

transglutaminaz antikor sonuçları hasta kayıtlarından alındı. Tiroid fonksiyonları ve ultrasonografi

(US) bulguları değerlendirildi.

Sonuç: Hastaların 166’ı (% 45.2) kadın, 201’i (% 54.8) erkekti. Ortalama yaş 33.4±0.48 yıl ve

ortanca diyabet süresi 84 (0-610) aydı. Median HbA1c %8.5 (5.01-18.1)saptandı. Anti-GAD

(n=206) 131 (63.6%) hastada, anti-insülin (n=224) 17 (%7.6) hastada, adacık hücre antikor (n=221)

47 (%21.3) hastada pozitifti. 304 hastada (% 82.8) tiroid fonksiyonları normal, 57&#39;sinde (% 15.5)

hipotiroidi ve 6&#39;sında (% 1.6) tirotoksikoz vardı. 117 (%33.6) hastada Anti-TPO (n=348), 72

(%21.1) hastada anti-Tg (n=342) pozitifti. Tiroid US yapılan 258 hastanın 119&#39;unda (% 46.1)

normal bulgular, 139&#39;unda (%53.9) tiroidit/kronik tiroidit vardı. Gastrointestinal sisteme yönelik

bakılan antikorlardan anti-parietal (n=101) 13 (%12.9) hastada, anti- gliadin IgA (n=180) 19

(%10.6) hastada, anti-gliadin IgG (n=178) 20 (%11.2) hastada, anti-endomisyal (n=183) 12 (%6.6)

hastada, doku transglutaminaz antikor (n=43) 3 (%7.0) hastada pozitifti.

Sonuç: Erişkin tip 1 DM&#39;li hastalarda çeşitli spesifik hastalıklara bağlı otoantikorlar yüksek sıklıkta

gözlenmiştir. Bu hastaların takiplerinde özellikle otoimmün tiroid hastalıkları açısından dikkatli

olunmalıdır. Tip 1 DM tanısı çocuklukta konmuş olsa dahi eğer bilinmiyorsa tiroid ve

gastrointestinal sistem ilişkili spesifik antikorların ölçülmesi makul görünmektedir.

348 - Tip 2 diyabet nedeniyle takip edilen hastalarda düşük yetişkin latent otoimmün diyabet (LADA) oranı: Türkiye'de tek bir merkez deneyimi. - 2019

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Nagihan Beştepe, Fatma Dilek Dellal, Muhammet Cüneyt Bilginer, Sevgül Fakı, Cemile Biçer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, P026

Amaç: Bu çalışmada biz, Türkiye'den tek bir merkezde yetişkin latent otoimmün diyabeti (LADA) olan hastaların prevelansını ve klinik ve metabolik özelliklerini belirlemeyi amaçladık.

Yöntem: 30 yaşın üstünde tanı alan ve tanı sonrasında en az altı ay boyunca insülin gereksinimi olmayan tip 2 diyabetli hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmada ortalama yaşı 54.97±7.53 olan toplam 324 hastanın (163 kadın, 161 erkek) verisi analiz edildi. Tüm hastalarda glutamat dekarboksilaz antikor (anti-GAD) seviyeleri ölçüldü, anti-GAD pozitif olanlara LADA tanısı kondu.  

Bulgular: Anti-GAD pozitifliği 5 hastada tesbit edildi (%1.5). Diyabet açısından aile öyküsü, beden kitle indeksi, yaş, cinsiyet dağılımı, insülin direnci, serum trigliserit, yüksek dansiteli lipoprotein ve düşük dansiteli lipoprotein hem LADA hemde tip 2 diyabetli hastalarda benzerdi.Tip 2 diyabetli hastalarla kıyaslandığında LADA'sı olan hastalarda medyan HbA1c daha yüksek (10.8% ve 7.38%, p=0.002) ve medyan c-peptid seviyesi daha düşüktü (0.75 ng/mL ve 2.82 ng/mL, p=0.009). Beş LADA hastasının dördünde antitiroid peroksidaz antikoru pozitifdi. LADA'sı olan hastaların ortalama hastalık süresi relatif olarak daha kısaydı (dört yıla karşılık yedi yıl, p=0.105).

Sonuç: Tip 2 diyabet nedeniyle takip edilen Türk hastalarda LADA prevelansını %1.5 olarak belirledik. Obezitenin ve metabolik sendromun varlığı LADA'yı ekarte etmemektedir ve tip 2 diyabeti olanlara göre LADA'sı olan hastaların daha kötü glisemik kontrolü bulunmaktaydı.

347 - Her aldosteron renin oranı yüksekliği primer hiperaldosteronizm için doğrulayıcı test gerektirir mi? - 2019

Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Leyla Aydoğan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 41. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 27 Nisan-1 Mayıs 2019, Antalya, S26

Giriş: Primer hiperaldosteronizm (PH) sekonder hipertansiyonun (HT) en sık nedeni olarak kabul edilmekte ve hipertansif hastalardaki prevalansı %4 olarak bilinmektedir. Kan basıncı yüksekliğinin ötesinde kardiyovasküler sonuçları nedeniyle tanı konulması ve spesifik olarak tedavi edilmesi önemlidir.  Aldosteron-renin oranı (A/R) en çok kullanılan tarama testidir ve yüksek saptandığında doğrulama testlerinden birinin uygulanması önerilmektedir. Bu çalışmada poliklinik şartlarında A/R yüksek saptanan hastalarda PH oranının belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu hastalarda gereksiz doğrulayıcı testlerin önlenmesi için faydalı olabilecek klinik özelliklerin belirlenmesi diğer bir amaçtır.

Metod: Ocak 2016-Kasım 2018 tarihleri arasında A/R, PH lehine saptanan (>3.8) ve doğrulayıcı test olarak salin infüzyon testi yapılan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi.  Aldosteron ve renin ölçümlerini etkileyebilecek antihipertansifler uygun süre kesildi ve gerektiğinde kalsiyum kanal blokerleri veya alfa bloker verildi. Ölçümler poliklinik şartlarında hastalar en az 10 dk dinlendirildikten sonra ve serum potasyum (K) normal iken yapıldı. Hastaların demografik özellikleri, laboratuar ve görüntüleme bulguları kaydedildi. Salin infüzyon testi sonucunda 4. saat plazma aldosteron>10 ng/dL olanlarda PH tanısı doğrulanırken, 5-10 ng/dL ara değer, <5 ng/dL normal olarak kabul edildi. PH tanısı doğrulanan ve ekarte edilen hastalar karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmaya alınan 38 hastanın (27 kadın, 11 erkek) ortalama yaşı 55.18±10.13 idi. Ortalama sodyum (Na) 142.42±2.78 mmol /L, K 4.01±0.69 mmol/L, aldosteron 30.24±14.61 ng/dL olarak bulundu. Ortanca renin 2.015 ng/L ve ortanca A/R 12.913 idi. Salin infüzyon testi sonucunda 17 (%43.6) hastada PH tanısı doğrulandı, 11 (%28.2) hastada ekarte edildi ve 10 (%25.6) hastada ara değer elde edildi. PH olan hastaların 9’u kadın, 8’i erkek, ekarte edilen hastaların hepsi kadındı (p=0.007) (Tablo 1). PH olanların 16’sında (%94.1), olmayanların 7’sinde (%63.6) HT vardı (p=0.040). PH olan ve olmayan hastalarda yaş, klinik prezentasyon ve görüntüleme bulguları benzerdi. Ortalama serum Na ve ortanca renin değerleri her iki grupta benzerken ortalama serum K değeri PH olanlarda olmayanlara göre anlamlı şekilde düşüktü (3.57±0.65 mmol/l ve 4.31±051 mmol/l, p=0.003). Ortalama serum aldosteron ve ortanca A/R oranı, PH olanlarda olmayanlardan yüksek olsa da istatistiksel anlamlılık saptanmadı. Yatarak ve ayakta aldosteron, PH olanlarda belirgin şekilde yüksekti (p=0.002 ve p=0.016). Salin infüzyon testi sonucunda ortanca aldosteron, PH olanlarda 19.40 ng/dL (10.26-64.35), PH olmayanlarda 3.70 ng/dL (1.50-4.83) bulundu (p<0.001).

Sonuç: A/R yüksek olan hastaların yarısından azında PH doğrulanmış olması bu yöntemin yanlış pozitifliğinin yüksek olduğunu düşündürmektedir. Kadınlarda, HT veya hipokalemisi olmayan hastalarda yüksek A/R varlığında doğrulama testi yapmadan önce testlerin tekrar edilmesi düşünülebilir. Buna karşın erkek cinsiyet, hipertansiyon ve hipokalemi varlığı doğrulama testi yapılması için daha kuvvetli klinik bulgular gibi görünmektedir. 

 

Tablo 1: Primer hiperaldosteronizm doğrulanmış ve ekarte edilmiş hastalarda klinik ve laboratuar bulguların karşılaştırılması

 

PH doğrulanmış

n=17 (%43.6) 

PH ekarte edilmiş

n=11 (%28.2)  

p

Cinsiyet

  Kadın

  Erkek

 

9 (%52,9)

8 (%47.1)

 

11 (%100)

0

 

0,007

Yaş

57,76±11,81

55,73±6,29

0,605

Hipertansiyon

  Var

  Yok

 

16 (%94.1)

1 (%5.9)

 

7 (%63.6)

4 (%36.4)

 

0,040

AntiHT sayı

   1

   2

  ≥3

 

7 (%43.8)

3 (%18.8)

6 (%37.5)

 

3 (%60)

1 (%20)

1 (%20)

  

0,754

Prezentasyon

   Adrenal insidentaloma

   Hipertansiyon

   Hipokalemi

 

6 (%5.3)

4 (%23.5)

7 (%41.2)

 

6 (%54.5)

4 (%36.4)

1 (%9.1)

  

0,186

Görüntüleme

   Normal

   Adenom

   Hiperplazi

 

3 (%17.6)

13 (%76.5)

1 (%5.9)

 

4 (%36.4)

5 (%45.5)

2 (%18.2)

  

0,237

Sodyum (136-145 mmol/L)

143,35±2,87

141,36±2,94

0,088

Potasyum (3.5-5.1.mmol/L)

3,57±0,65

4,31±0,51

0,003

Aldosteron (ng/dL)

36,67±15,38

25,14±13,02

0,050

Renin (ng/L)

2,1 (0.21-8.20)

2,26 (0.73-9,07)

0,510

Aldosteron/Renin

16,27 (4.90-264.50)

7,36 (3.97-53.84)

0,051

4. saat aldosteron(ng/dL)

19,40 (10.26-64.35)

3,70 (1.50-4.83)

<0,001

 

n=13

n=8

 

Yatarak aldosteron (ng/dL)

26,56 (5.75-101.80)

8,75 (5.75-18.22)

0,002

Ayakta aldosteron (ng/dL)

40.67 (12.60-76.1)

16,10 (10.36-39.45)

0,016

  PH: Primer hiperaldosteronizm

346 - Tiroid Nodül Sitolojisi Bethesda Kategori I ve III Olan Hastalarda Serum Kalsitonin Düzeyleri - 2018

Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Berna Öğmen, Nagihan Beştepe, Serap Ulusoy, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018, P-52.

ABSTRACT

Giriş-Amaç: Serum kalsitonin düzeyi medüller tiroid kanseri(MTK) tanısı için duyarlı ve özgül bir yöntemdir. Tiroid nodülü olan bireylerde MTK olasılığı için rutin serum kalsitonin bakılması konusu tartışmalıdır.
Amerikan Tiroid Birliği rutin tarama önermezken Amerikan Klinik Endokrinolojistler Birliği, Avrupa Tiroid Birliği,İtalyan Endokrinoloji Birliği (Associazione Medici Endocrinologi AME) başlangıç değerlendirmede ve tiroid nodülü nedeni ile tiroidektomi yapılacak hastalarda ameliyat öncesi serum kalsitonin bakılmasının faydalı olacağını belirtmektedir.
Sitolojisi mükerrer şekilde Bethesda kategori I ( nondiyagnostik) olan hastalarda takip ve tiroidektomi seçenekleri kararı klinik ve sonografik risk özellikleri değerlendirildikten sonra verilir. Bethesda kategori III (önemi belirsiz atipi-ÖBA) sitolojisi olan hastalar klinik ve sonografik olarak yüksek riskli ise tiroidektomi açısından değerlendirilebilir. Bu çalışmamızda Tiroid İnce İğne Aspirasyon sitolojisi Bethesta I ve III kategorisinde olan hastalarımızda retrospektif değerlendirme ile serum kalsitonin ile taramanın değerini irdelemeyi amaçladık.

Yöntem-Gereçler: Kliniğimizde 2007-2018 tarihleri arasında tiroidektomi yapılan hastaların tiroid veri tabanımızdaki kayıtları incelenerek preoperatif serum kalsitonin düzeyi bakılanların sitoloji ve histopatoloji sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif dönemde bakılan serum kalsitonin düzeylerinin dağılımı histopatolojik alt gruplara göre sınıflandırıldı.

Bulgular: Opere olan 6905 hastanın 881’inde kalsitonin düzeyleri bakıldı. Kalsitonin değerleri <2, 2-10 ve >10 olarak 3 ayrı grupta (1,2 ve 3 sırasıyla) sınıflandırıldı. Bu hastaların 217’si (%24.6) ND, 275’i (%31.2) ÖBA idi. ND ve ÖBAlı hastalarda cinsiyet dağılımı benzerdi (p=0.7). ND hastalarının % 84.8’inde kalsitonin düzeyleri 1. grupta, %14.3’ünde 2. grupta ve %0.9’u 3. grupta yer alırken, ÖBA’lı hastaların %82.9’u 1. grupta, %15.6’sı 2. grupta ve %1.5’i 3. grupta yer alıyordu (p=0.786) (Tablo 1). ÖBA olan hastaların %30’unda histopatolojide malignite saptanırken, ND grubundaki hastaların %11.6’sında malignite saptandı (p=0.006). Histopatolojide malign saptanan hastalarda kalsitonin değerlerinin %82.9’u 1. grupta, %15.4’ü 2. grupta ve %1.7’si 3. grupta iken benign saptanan hastalarla bu oranlar benzerdi (p=0.16) (Tablo 1). Çalışmada 2 kadın hastanın kalsitonin düzeyleri çok yüksekti (144-655).2’sinin de preoperatif sitolojisi ÖBA ve histopatolojisi maligndi.

Sonuçlar: Özellikle Bethesda Kategori III tiroid nodüllerinde cerrahi kararı verirken hem tiroidektominin tipini belirlemek hem de takip seçeneği tercih edildiğinde serum kalsitonin düzeyini bilmek faydalı olacaktır.

345 - Folliküler Tiroid Kanseri ve Folliküler Varyant Papiller Tiroid Kanserinin Klinikopatolojik, Ultrasonografik ve Sitolojik Özelliklerinin Karşılaştırılması - 2018

Oya Topaloğlu, Hüsniye Başer, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Serap Ulusoy, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018,Sözlü sunum.

ABSTRACT

Amaç: Diferansiye tiroid kanserinin(DTK) büyük çoğunluğunu papiller tiroid

kanserleri(PTK) ve folliküler tiroid kanserleri(FTK) oluşturmaktadır. PTK varyantlarından

olan folliküler varyant- PTK(FV-PTK) sıklığı son yıllarda artmaktadır. Bu çalışmada amaç,

merkezimizde takip edilen FTK ve FV-PTK tanısı alan hastaların klinikopatolojik özelliklerin

karşılaştırılması, preoperatif radyolojik ve sitolojik özellikler ile histopatolojik tümöral

özellikler açısından bu iki grup arasında fark olup olmadığının araştırılmasıdır.

Gereç-Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya toplam 177(144 FV-PTK ve 30 FTK) hasta dahil

edildi. Her iki hasta grubunun preoperatif tiroid fonksiyon testleri, tiroid antikorları,

nodüllerinin ultrasonografik ve sitolojik özellikleri, operasyon sonrası histopatolojik

özellikleri karşılaştırıldı.

Bulgular: FV-PTK grubunda 23(%16) erkek hasta, 121(%84) kadın hasta var iken, FTK

grubunda 11 (%36,70) erkek 19(%63,30) kadın hasta mevcut olup erkek hastaların sayısı FTK

grubunda istatistiksel olarak anlamlı derece fazla idi(p=0,009). Preoperatif ultrasonografik

özellikler karşılaştırıldığında FTK grubundaki nodüllerin longitudinal çapı ve volümü FV-

PTK grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede daha büyüktü(sırası ile p=0,007 ve

p=0,005). Her iki gruptaki nodüllerin preoperatif sitoloji sonuçları Bethesda sınıflamasına

göre karşılaştırıldığında folliküler neoplazi/folliküler neoplazi şüphesi (FN/FNŞ) sitoloji

sonucu FTK grubunda istatistiksel olarak anlamlı derece daha fazlaydı(%15,80’e karşılık

%5,30, p=0,017). Histopatolojideki tümöral özellikle değerlendirildiğinde FTK grubunda

tümör çapı, FV-PTK grubundan istatistiksel olarak anlamlı derece daha büyüktü (median

tümör çapı 25 mm’e karşılık 14,5 mm, p&lt;0,001). Kapsüler invazyon ve vasküler invazyon

görülme oranı FTK grubunda istatistiksel anlamlı olarak daha fazlaydı (p&lt;0,001).

Sonuç: FV-PTK, PTK’ının sık görülen bir alt grubudur. Literatür verilerine göre klinik

özelliklerinin klasik tip PTK ile FTK arasında olduğu belirtilmektedir. Diğer DTK’lar

içerisinde FV-PTK’nın klinikopatolojik davranışı ileri çalışmalarla daha net bir şekilde

tanımlanabilir.

344 - Toksik nodüler ve multinodüler guatrlı hastalarda tiroid kanser sıklığı ve malign ve benign nodüllerin ultrasonografik özellikleri - 2018

Didem Özdemir, Nagihan Beştepe, Fatma Dilek Dellal, Berrak Gümüşkaya Öcal, İbrahim Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018,P-20.

ABSTRACT

Amaç: Hipertiroidinin tiroid kanserine karşı koruyucu olduğu inancına karşın son yıllarda bu

hastalarda da tiroid kanser riskinin çok düşük olmadığı bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı

toksik nodüler (TNG) ve toksik multinodüler guatr (TMNG) nedeniyle cerrahi uygulanan

hastalarda tiroid kanser sıklığını ve kanser ile ilişkili preoperatif özellikleri değerlendirmektir.

Yöntem: Ocak 2017-Aralık 2014 arasında TNG veya TMNG nedeniyle tiroidektomi yapılan

hastalar retrospektif olarak tarandı. Klinik özellikleri, laboratuar ve ultrasonografi (US)

sonuçları, sitolojik ve histopatolojik bulgular kayıt edildi. Histopatolojik olarak benign ve

malign hastaların klinik özellikleri, nodüllerin preoperatif US özellikleri ve sitolojik sonuçları

karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmaya 335’i(%69.5) kadın, 147’si(%30.5) erkek 482 hasta alındı ve yaş

ortalaması 54.48±11.52 idi. 74 (%15.4) hastada TNG, 408 (%84.6) hastada TMNG vardı.

Histopatoloji sonucu 380 (%78.8) hastada benign, 102 (%21.2) hastada maligndi. Benign ve

malign hastalarda yaş, cinsiyet dağılımı, antitiroid kullanımı, antikor pozitifliği, nodül sayısı

benzerdi. Malign hastalarda sitoloji sonuçları nedeniyle, benign hastalarda ise dev nodül

nedeniyle operasyon tercih edilen hasta oranı yüksekti. Preoperatif US verileri incelenen 1222

(%96.75) benign, 41 (%3.25) malign nodülün uzun çapı, yapısı, ekojenitesi,

mikrokalsifikasyon ve makrokalsifikasyon oranları, ön arka/transvers çap oranı, periferik halo

varlığı ve kenar düzeni benzerdi. Sintigrafik değerlendirmesi olan nodüllerden benign

olanların 406’sı (%72.0), malign olanların 19’u (%67.9) sintigrafik olarak aktifti (p=0.853).

Sonuç: TNG/TMNG nedeniyle cerrahi uygulanan hastalarda tiroid kanser sıklığı ihmal

edilemeyecek orandadır. Nodüllerin US özellikleri preoperatif olarak maliniteyi öngörmede

yardımcı değildir. TNG/TMNG’lı hastalardaki nodüllerde, nodül aktif dahi olsa, ince iğne

aspirasyon biyopsi endikasyonunun diğer hastalarda olduğu gibi konulması, cerrahi

planlandığında total veya totale yakın tiroidektomi tercih edilmesi önerilir.

343 - Levotiroksin kullanan hastalarda Ramazan açlığının tiroid hormon düzeyleri üzerine etkisi - 2018

Fatma Dilek Dellal, Berna Öğmen, Didem Özdemir, Fatma Neslihan Çuhacı, Şefika Burçak Polat, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018, P-54.

ABSTRACT

Amaç: Ramazan açlığının tiroid hormonları üzerine olan etkisiyle ilgili çok az sayıda çalışma olup sonuçları çelişkilidir. Bu çalışmada amacımız, hipotiroidizm nedeniyle tedavi edilmekte olan ötiroid hastalarda Ramazan öncesinde ve sonunda tiroid fonksiyonlarını karşılaştırmak ve yatmadan önce saat 22:30-23:00 arasında veya sahur öncesi levotiroksin kullanımının tiroid fonksiyonları üzerine etkisini incelemekti.
Gereç-Yöntem: 2018 Ramazan ayından önce başvuran ve levotiroksin kullanmaktayken ötiroid olan 62 hasta çalışmaya alındı. Hastalara levotiroksini yatmadan önce saat 22:30-23:00 saatleri arasında (Grup 1) veya sahurdan en az yarım saat önce 1:30-3:00 saatleri arasında (Grup 2) almaları önerildi. Hastalar Ramazan ayının sonunda kontrole çağırıldı. 
Bulgular: Ramazan sonunda TSH düzeyi anlamlı derecede yükselmişti (2.01±1.05μIU/mL, 3.09± 3.38μIU/mL;p=0.008). fT3 azalırken, fT4 yükseldi (p<0.001, p=0.028). 18 hasta yatmadan önce 22:30-23:00 saatleri arasında (Grup 1), 44 hasta sahur öncesi (Grup 2) levotiroksin almıştı. Grup 1’de TSH ve fT4 yükselişi istatistiksel anlamlı değildi (p=0.160, p=0.425), Grup 2’deyse anlamlı şekilde yükselmişlerdi (p=0.022, p=0.008). fT3 ise her iki grupta düşmüştü (p=0.016, p<0.001). Hastaların 39’unda (%63.9) TSH arttı, 22’sinde (%36.1) TSH azaldı, 1’inde değişmedi. TSH artan grupta Anti-TPO pozitiflik oranı daha yüksekti (%65.5, %35.3;p=0.047). 
Sonuç: Ramazan açlığının TSH’yı belirgin şekilde yükselttiğini saptadık. Bu artış Anti-TPO pozitif hastalarda daha belirgindi. Bununla birlikte, hastaların yaklaşık 1/3’ünde TSH düştüğü için, her hastanın bireysel olarak değerlendirilmesi ve Ramazan ayı sırasında ve sonrasında yakın takip edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yatmadan once levotiroksin kullanımı sahur öncesi kullanıma göre daha stabil tiroid hormon düzeyleri sağlıyor gibi görünse de, Ramazan ayında optimal tiroid hormon replasman zamanıyla ilgili öneride bulunmak için daha geniş çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır.




 

Hasta gruplarında Ramazan öncesi ve Ramazan sonundaki tiroid fonksiyon testleri ve kilo değişimi

 

 

Total (n=62)

  

Yatmadan Önce 22:30-23:00 (n=18)

  

Sahur Öncesi (n=44)

  
 

Ramazan Öncesi

Ramazan Sonu

p

Ramazan Öncesi

Ramazan Sonu

p

Ramazan Öncesi

Ramazan Sonu

p

TSH (μIU/mL)

2.01±1.05

3.09± 3.38

0.008

1.68±1.16

2.32±1.99

0.160

2.14±0.99

3.40±3.78

0.022

fT3 (pg/mL)

2.88±0.46

2.51±0.51

<0.001

2.89±0.56

2.56±0.48

0.016

2.88±0.43

2.49±0.53

0.000

fT4 (ng/dL)

1.41±0.19

1.52±0.28

0.028

1.51±0.27

1.56±0.19

0.425

1.37±0.14

1.50±0.31

0.008

Kilo (kg)

76.09±13.17

75.02±12.92

<0.001

      


342 - İstmik nodüllerin ultrasonografik, sitolojik ve histopatolojik özellikleri diğer lokalizasyonlardaki tiroid nodüllerinden farklı mıdır? - 2018

Fatma Dilek Dellal, Oya Topaloğlu, Hüsniye Başer, Ahmet Dirikoç, Ayşegül Aksoy Altınboğa, İbrahim Kılınç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018, Sözlü sunum.

ABSTRACT

Amaç: İstmus kaynaklı tiroid nodüllerinde kanser gelişiminin tiroid loblarından

kaynaklananlara göre daha düşük oranda olduğu, fakat bazı çalışmalarda bunların daha agresif

seyirli olduğu bildirilmektedir. Çalışmamızın amacı, istmik nodüllerin tiroid loblarındaki

nodüllere kıyasla hormonal, ultrasonografik ve sito-histopatolojik özelliklerini belirlemektir.

Gereç-Yöntem: 2007-2014 tarihleri arasında hastanemizde opere olan nodüler guatrlı

hastalar retrospektif olarak tarandı. Hormonal, ultrasonografik ve sito-histopatolojik özellikler

karşılaştırıldı.

Bulgular: İstmik nodülü olan 260 hasta ve non-istmik nodülü olan 2171 hasta çalışmaya

alındı. Bu hastalardaki 268 istmik nodül(%10.7) ile 5347 nonistmik nodül(%89.3)

karşılaştırıldı. Hastaların yaş, cinsiyetleri benzerdi. İstmik nodülü olan hastalarda AntiTG

pozitiflik oranı daha fazlaydı (%28.6,%21.2;p=0.018). İstmik ve nonistmik nodüllerin

longitudinal çap, ön-arka/transvers çap, mikrokalsifikasyon varlığı, halo varlığı, ekojenite,

nodül yapısı, sınır özellikleri, vaskülarite gibi ultrasonografik özellikleri benzer iken

makrokalsifikasyon oranı istmik nodüllerde daha azdı(%19,%27;p=0.004). İki grup arasında

sitolojik özellikler benzerdi. Malignite oranı istmik nodül grubunda daha azdı (%6.0, %11.4;

p=0.006), fakat kanser tipi açısından istatistiksel anlamlı farklılık yoktu. Malign olan istmik

(n=16,%2.6) ve nonistmik (n=605,%97.4) nodüller kıyaslandığında tümör çapı, tümör tipi,

lenfovasküler invazyon, kapsüler invazyon, çevre doku invazyonu ve multifokalite açısından

istatistiksel anlamlı farklılık yoktu. İstmik nodüller benign (n=251, %94) ve malign (n=16,

%6) olarak ayrıldığında malign nodül boyutlarının belirgin şekilde daha küçük olduğu

[10.05(4.00-34.50)mm, 20.05(8.40-74.10)mm;p=0.002] ayrıca daha fazla oranda

hipoekoik(%31.2, %5.6,p&lt;0.001) ve egzofitik (%28.6, %4.9; p=0.007) özellikte olduğu

görüldü.

Sonuç: İstmik nodüllerin sıklığı ve malignite oranı tiroid loblarındaki nodüllere göre azdır ve

histopatolojik özellikler açısından iki grupta farklılık yoktur. İstmusta yerleşen rölatif küçük,

hipoekoik ve egzofitik özelikteki nodülleri değerlendirirken malignite riski açısından tanısal

incelemelerin bekletmeden yapılması önerilir.

341 - Obezite ile tiroid fonksiyonları ve tiroid morfolojisi arasındaki ilişki - 2018

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Berna Evranos Öğmen, Fatma Dilek Dellal, Afra Alkan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018, P-43.

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmanın amacı obezite ile tiroid fonksiyonu ve tiroid morfolojisi arasındaki

ilişkiyi araştırmaktır.

Gereç ve Yöntem: Her hastanın beden kitle indeksi serum TSH sT3, sT4, anti Tg, anti tpo

değerleri kayıt edildi. Tiroid ultrasonografisinde (USG) tiroid nodülü olanlar çalışmaya

alınmadı.Tiroid glandının ekojenitesi homojen ve heterojen olmak üzere ikiye ayrıldı. Her

hastada tiroid volümü hesaplandı.

Bulgular: Çalışma 553 non-obez ve 121 obez hasta olmak üzere 674 hasta ile yapıldı.

Obezlerde non-obezlere göre yaş anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla ortanca 41 yıl (min-

maks:18-68) ve 32 yıl (min-maks: 18-68), p&lt;0.001). İki grup arasında TSH, sT3, sT4

değerleri ve anti Tg ve anti tpo pozitifliği açısından anlamlı farklılık yoktu (p&gt;0.05)

Obezlerde non-obezlere göre tiroid volümü anlamlı düzeyde yüksekti (sırasıyla ortanca 12.1

ml (min-maks:3.65-25.88) ve 10.77 ml (min-maks:2.39-71.15) p&lt;0.001).Univariate analizde

ileri yaş, sT4 düşüklüğü, multivariate analizde ek olarak anti Tg pozitifliği de obeziteyle

ilişkili bulundu. Her 5 yaş artışı obezite riskini %22.6 (%95 GA: %13.3-%32.5) arttırırken,

anti Tg pozitif olanlarda risk, olmayanların 1.6 katıydı (%95 GA:1.047-2.454). St4’teki bir

birimlik(1 ng/dl) azalma obezite riskini 2.217 kat (%95 GA: 1.037-4.739) arttırmaktaydı.

Ayrıca USG heterojen olup tiroid antikorları negatif olan hasta oranı obezlerde anlamlı olarak

daha yüksekti (sırasıyla %14.0 ve %7.2 p:0.024).

Sonuç: Yaş, sT4 düşüklüğü ve anti Tg pozitifliği ile obezite arasında anlamlı ilişki

bulunmaktadır. Obezlerde tiroid volümü anlamlı olarak artmaktadır. Obezlerde yaklaşık

olarak her 7 hastanın birinde tiroid antikorları negatif olmasına rağmen USG&#39;de heterojen

görünüm bulunmaktadır; dolayısıyla bu hastalarda otoimmün tiroidit tanısında USG&#39;nın

tanısal değerinin azalmış olması nedeniyle hastanın klinik ile birlikte değerlendirilmesi

uygundur.

340 - Tiroid hormon süpresyon tedavisi alan diferansiye tiroid kanserli hastalarda oksidatif stresin yeni bir metod ile değerlendirilmesi:dinamik tiyol/disülfid homeostazı - 2018

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Nagihan Beştepe, Afra Alkan, Sevgül Fakı, Özcan Erel, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 8. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 14-16 Aralık 2018, P-45.

ABSTRACT

Amaç: Tiroid hormon süpresyon tedavisi (THST) diferansiye tiroid kanserinin (DTK)

tedavisinde önemli bir modalitedir. THST ile subklinik hipertiroidi oluşturulmaktadır ve

hipertiroidi artmış doku oksidatif hasarı ile ilişkilidir. Bu çalışmada yeni bir metod ile THST

alan hastalarda tiyol /disülfid homeostazını değerlendirmeyi amaçladık.

Gereç ve Yöntem: 50 DTK&#39;li hasta ve 40 sağlıklı bireyle çalışma yapıldı.DTK grubundaki

hastaların kullanmış oldukları levotiroksin dozu, radyoaktif iyot tedavisi (RAİ) almış

olanlarda doz, hastalık süresi ve her 2 grupta TSH, sT3, sT4, nativ ve total tiyol, disülfid ve

bunların oranları kayıt edildi.

Bulgular: 2 grup arasında yaş açısından anlamlı farklılık yoktu (sırasıyla medyan 45 ve 42)

fakat kontrol grubunda erkek cinsiyet daha fazlaydı (sırasıyla %10 ve %29.3 p:0.038).DTK

grubunda TSH (0.035 ve 2.1 μIU/mL p&lt;0.001) daha anlamlı olarak daha düşük ve sT4

(sırasıyla 1.69 ve 1.28 ng/dl p&lt;0.001 anlamlı olarak yüksekti. Serum albümin ve sT3

değerleri açısından anlamlı fark yoktu. DTK grubunda nativ tiyol (sırasıyla 435.3 ve 439.8

μmol/L) ve toplam tiyol (sırasıyla 465.1 ve 471.6 μmol/L) kontrol grubuna göre daha düşük

ve disülfid (sırasıyla 18.25 ve 15.23 μmol/L) değerleri daha yüksek olmasına rağmen

istatiksel olarak anlamlı değildi (p&gt;0.05). Ayrıca disülfidin nativ tiyol ve total tiyol oranıyla

nativ tiyolün total tiyole oranlarında da anlamlı fark yoktu (p&gt;0.05). Bu parametreler ile

haftalık levotiroksin dozu, hastalık süresi, RAİ dozu açısından da anlamlı farklılık yoktu.

Sonuç: Çalışmamız DTK olup THST alan hastalarda dinamik tiyol/disülfid homeostazını

değerlendiren ilk çalışma olup her ne kadar oksidatif dengede disülfid tarafına doğru bir

kayma olsa da bu istattiksel olarak anlamlı değildi.

339 - Medüller Tiroid Kanseri Ayirici Tanisinda Tiroid Amiloidozu - 2018

Sevgul Faki, Cevdet Aydin, Berna Evranos Oğmen,Ahmet Dirikoc, Bekir Cakir
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-197.

ABSTRACT

Amaç: Tiroid içerisine amiloid birikimine bağlı olarak gelişen amiloid guatra nadir görülen bir klinik durum­dur. Hem klinik hemde sitolojk olarak kolloidal guatr ve medüller tiroid kanseri ile karıştırılabilir. Medüller tiro­id karsinomu (MTC) kliniği ve sitolojiyi taklit eden tiroid amiloidoz olgusunu sunmayı planladık.

Olgu: Nefrolitiyazise bağlı kronik böbrek yetmezliği tanısı ile takip edilen 24 yaşında erkek hasta, 5 ay önce boyun­da şişlik şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Şişlik son üç ayda giderek artmış ayrıca nefes darlığı, disfaji ve ses­te kısılma gelişmişti. Kronik böbrek yetmezliği nede­niyle haftada 3 gün hemodiyalize girdiği öğrenildi. Fizik muayenede her iki tiroid lobu diffüz olarak büyümüştü: sağda ve sol loblarda 8 cm nodül palpe edildi. Labratuvar tetkiklerinde TSH= 1.68mIU/l(0.27-4.2), serbest T4 = 1.01 ng/dL (0.9-1.7), serbest T3=2.84ng/dL (1.8-4.6), tiroglobulin:758ng/mL (0-78), tiroid otoantikorları ne- gative olarak saptandı. Kalsitonin değeri medüller tirodi kanseri destekleyecek yükseklikte saptandı (12,6 pg/ml normal:2-8 pg/ml). Hastanın dilüe kalsitonin sonucudayüksek saptandı. Hasanın yapılan tiroid ultrasonografisinde sağ lobda 70 sol lobda 80 mm'lik nodül saptanmış olup tiroid ince aspirasyon sitolojisi medüller tiroid kan­seri ile uyumlu saptandı. Hastanın 24 saatlik idarda katekolaminler normal saptanmış, surrenal görüntülemede kitle saptanmadı. Hastanın trakea basısına bağlı solunum sıkıntısından dolayı acil opera edildi. Histopatoloji sonu­cu tiroid amiloidoz ile uyumlu saptandı.

Sonuç: MTC'de amiloid birikimi iyi tanımlanmış bir his­tolojik bulgu olmasına rağmen diğer tanıları gözarde edilemesi gerektiği bu vaka ile tekrar hatırlanmış oldu. Disfaji, dispne veya ses kısıklığı ile birlikte hızla büyüyen tiroid bezi olan hastalarda, amiloid guatr, özellikle has­tanın amiloidozla ilişkili olabilecek kronik bir hastalığı olduğunda ayırıcı tanıda yer almalıdır.

338 - Papiller Tiroid Kanserlerinde Preoperatif Tirotiropin Seviyeleri Ile Klinikopatolojik Ve Agresif Özellikler Arasindaki Ilişki - 2018

Abbas Ali Tam, Didem Ozdemir, Cevdet Aydin,Nagihan Beştepe, Serap Ulusoy, Nuran Sungu,Reyhan Ersoy, Bekir Cakir
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-127.

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmanın amacı papiller tiroid mikrokanser- ler de (PTMK) dahil olmak üzere papiller tiroid kanser¬lerinde (PTK) klinikopatolojik özellikler ile preoperatif serum TSH seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.

Yöntem: Kliniğimizde tiroidektomi yapılmış ve histopatolojik olarak bening nodüler hastalık veya PTK/PTMK tanısı alan hastalar retrospektif olarak incelendi. Daha önce tiroid cerrahisi geçirmiş, antitiroid ilaç kullanımı veya tiroid hormon replasman öyküsü olanlar çalışma¬dan dışlandı. PTK histolojik varyantları nonagresif (klasik ve foliküler), agresif (tall cell, diffüz sklerozan ve kolumnar) ve diğer olarak gruplandırıldı.

Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 1632 hastanın %40.6'sının (n=663) histopatolojisi malign,%59.4'ninki (n=969) benigndi. Preoperatif serum TSH, malign grupta benign gruba göre anlamlı şekilde yüksekti (1.41 IU/dL vs 0.98 IU/dL, p<0.001). Hipertiroididen, ötiroid ve hipotiroidi du¬ruma doğru gidildikçe malignite oranının anlamlı olarak arttığı görüldü ( sırasıyla %20,%40.6 ve % 59.1, p <0.05). Serum TSH, benign nodüler hastalığı olanlarda en düşük, PTMK'de daha yüksek ve PTK'de en yüksekti (p<0.001). Benzer durum Antitpo/Antitg pozitif veya lenfositik tiroiditi olan ve tiroid disfonksiyonu olan hastalar dışlandı¬ğında da devam etmekteydi (p<0.001). Bilateral tümörü olanlarda olmayanlara göre, kapsül invazyonu olanlarda olmayanlara göre ve lenf nodu metastazı olanlarda olma¬yanlara göre daha yüksek TSH değerleri vardı (sırasıyla p=0.036, p=0.002, p=0.001). Agresif varyant tiroid papiller kanserlerde nonagresif varyantlara oranla daha yüksek TSH seviyesi saptandı (p<0.05).

Sonuç: Preoperatif serum TSH seviyeleri PTK,PTMK ve lenf nodu metastazı ile ilişkilidir. TSH tiroid kanser ilişkisi otoimmüniteden bağımsızdır. Ayrıca ilk kez bu çalışmada agresif varyantlarda nonagresif varyantlara oranla daha yüksek TSH seviyesi gösterilmiştir.

337 - İki Graves Dermopati Vakasi: Nadir Ve Patognomonik Bir Semptom - 2018

Muhammet Cuneyt Bilginer, Burcak Polat,Berna Oğmen, Reyhan Ersoy, Bekir Cakir
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-126.

ABSTRACT

Amaç: Pretibiyal miksödem, Graves hastalığının seyrek görülen bir bulgusudur. Konnektif dokuda anti TSH re¬septör otoantikorlarının (TRab) aracılık ettiği lokal otoimmüniteye bağlı oluştuğu düşünülmektedir. Graves hasta¬larında prevalansı % 0.4-5 arasında değişir ve genellikle oftalmopati eşlik eder. Teşhis klinik şüphe gerektirir ve gereken durumlarda biyopsi yapılabilir.

Olgu Sunumu-1: Graves hastalığı tanısıyla sekiz aydır metimazol tedavisi alan 64 yaşındaki bayan hasta, sağ bacağın alt 1/3 ön yüzünde oluşan lezyon şikayeti ile kli¬niğimize başvurdu. Cilt muayenesinde; beş santimetre ölçülerinde, parlak yüzeye sahip, portakal kabuğu gibi görünen plak gözlendi. Lezyonun palpasyonda sert ve gode bırakmadığı izlendi. Hastanın öyküsünde aktif orta dereceli orbitopati nedeniyle intravenöz steroid kullanımı vardı. Hasta vizit sırasında ötiroid olup metimazol 2 tb/ gün kullanıyordu ve Trab: 1.3 IU / L idi (Tanı anında 135 IU / L idi). İnsizyonel biyopsi yapıldı ve histopatoloji, spon- gioform dermatit (retiküler dermiste müsin birikimine bağlı kollajen demetlerin ayrılması) ile uyumluydu. Dermopati, topikal kortikosteroid ile başarıyla tedavi edildi.

Olgu Sunumu-2: Otuzbeş yaşında kadın hasta çarpıntı, aşırı terleme ve kilo kaybı ile kliniğimize başvurdu. Gra¬ves hastalığı teşhisi kondu. Tiroid radyoaktif iyot uptake artmış ve TRab normal üst limitden üç kat daha yüksekti. Distal tibia üzerinde kırmızımsı ödem vardı ve dermato¬loji kliniğiniyle konsülte edildi. Pretibiyal miksödem ta¬nısı klinik olarak konuldu ve lezyon topikal steroidlerle tamamen kayboldu.

Sonuç: Graves dermopatisi genellikle asemptomatiktir, nadiren pruritik veya ağrılıdırlar. Şiddetli vakalarda ak- ropati ile ilişkili olarak, kemik ağrısı altta yatan periosteal reaksiyona bağlı olabilir. Yüksek TRab seviyeleri ve orbitopatisi olan hastalara daha detaylı bir fizik muayene yapılmalıdır. Hastalarda lezyon varsa ve tanı şüpheliyse dermatolog ile konsülte edilmelidir.

336 - Bir Olgu Nedeniyle Akromegali Ve Empty Sella Birlikteliği - 2018

Nagihan Beştepe, Cevdet Aydin,Abbas Ali Tam, Karabekir Ercan,Reyhan Ersoy, Bekir Cakir
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-075.

ABSTRACT

Amaç: Akromegali, büyüme hormonu (GH) ve insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-1) aşırı üretimi ile sonu¬cu gelişen, sistemik bulgular ve somatik değişikliklerle karakterize bir hastalıktır. Empty sella sendromu sella tursikanın beyin omurilik sıvısı ile parsiyel veya tam olarak dolması sonucunda basıya uğraması nedeniy¬le ortaya çıkan anatomik bir durumdur. Primer empty sella sendromu intrakranial hipertansiyon ve endokrin disfonksiyonla ilişkili olabilir. Sekonder empty sella ne¬denleri ise iatrojenik faktörler, otoimmün hipofizit veya hipofizer apopleksidir. Bu bildiride klinik ve biyokimyasal olarak akromegali tanısı alan ve Hipofiz MR (manyetik rezonans) görüntülemede empty sella saptanan bir olgu sunulmuştur.

Olgu: 73 yaşında erkek hasta metastatik kolon adenokarsinomu nedeni ile operasyon planlanırken akromegalik fenotipi nedeni ile kliniğimize danışıldı. Hastanın öyküsünde yaklaşık 30 yıldır el-ayak ve burunda büyüme şikayeti mevcuttu ancak hasta bu nedenle hiç doktora başvurmamıştı. Fizik muayenede tipik akromegalik gö¬rünümü mevcuttu. Laboratuarda GH: 20.6 ng/ml (normal <3 ng/ml) ve IGF-1: 531 ng/ml (normal 69-200 ng/ml) olarak saptandı. Oral glukoz tolerans testi ile GH supresyonu olmadı. Torax CT, abdomen CT ve 18 F-FDG PET-CT görüntülemelerinde ektopik GH sekresyonu açısından odak saptanmadı. Plazma GHRH seviyesi normaldi (<100 mg/dl). Hastaya Oktreotide LAR 20 mg/ 28 gün başlandı. 1 ay sonra serum GH: 5.45 ng/ml ve IGF-1: 274 ng/ml (normal 69-200 ng/ml) seviyelerine geriledi.

Sonuç: Empty sella ve akromegali birlikteliği nadirdir ve ilişkili mekanizma net değildir. Olgumuzda pitüiter apop- leksi öyküsü mevcut değildi ancak hipofizer apopleksi ve nekroz sonrasında empty sella gelişebileceği akılda tu¬tulmalıdır. Bu olguda sekonder empty sella geliştirecek net bir neden yoktu bu nedenle hastanın primer empty sella olabileceği düşünüldü.

335 - Prolaktinomali Hastalarda Koryoretinal Tabakalarin Kalinliği:Spektral Domain Optik Koherans Tomografi Çalişmasi - 2018

Berna Evranos Oğmen, Nagihan Uğurlu,Sevgul Faki, Sefika Burcak Polat,Reyhan Ersoy, Bekir Cakır.
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-061.

ABSTRACT

Amaç: Prolaktinoma, prolaktin hormonunun fazla üre¬timiyle seyreden bir hipofiz tümörüdür. Hormonal aktif hipofiz tümörlerinin en sık nedenidir. Bu tümörler görme kaybı ve görme alanı (GA) defekti gibi okuler komplikas¬yonlara neden olabilirler. Bu çalışmada prolaktinomalı hastalarda gözün koryoretinal tabakalarının kalınlığını değerlendirmek amaçlanmıştır.

Yöntem-Gereç: 21 prolaktinomalı hasta (13 kadın, 8 erkek ve ortalama yaş 40.7 ± 8.1 yıl) ve 18 yaş-cinsiyet  uyumlu sağlıklı kişi çalışmaya alındı. Hastalar ve sağlık¬lı kişilerin hormonal değerlendirmeleri ve koryoretinal tabaka kalınlıkları ile GA testini içeren oftalmolojik mu¬ayeneleri yapıldı. Koryoretinal tabakaların ölçümü için poliklinik şartlarında spektral domain optik koherans tomografisi kullanıldı. Retinal sinir lifi tabakası (RNFL), gangliyon hücre tabakası (GCL), iç plexiform tabakası (IPL), iç hücre tabakası (INL), dış plexiform tabaka (OPL), dış nükleer tabaka (ONL), retinal pigment epiteli (RPE), iç retinal tabaka (IRL) ve fotoreseptör tabakasından (PL) oluşan 9 tabaka değerlendirildi. Prolaktinoma hastaları¬nın sonuçları kontrol grubuyla karşılatırıldı.

Bulgular: Sağ ve sol gözler ayrı ayrı ve 2 gözün ortalama¬sı alınarak değerlendirildiğinde RNFL, GCL, IPL, INL, OPL, ONL ve IRL kontrol ve prolaktinoma hastalarında benzer¬di (p>0.05). Sağ ve ortalama RPE prolaktinoma grubunda anlamlı olarak düşüktü (p=0.018 ve p=0.028, sırasıyla). Sağ ve sol PL iki grup arasında benzerken, ortalama PL prolak- tinomalı hastalarda anlamlı olarak düşüktü (p=0.04). Has¬taların hiç birinde GA defekti yoktu. Prolaktinoma hastaları aktif/inaktif hastalık olarak ayrıldığında, tabakaların kalın¬lıkları arasında fark saptanmadı (p>0.05).

Sonuç: Bildiğimize göre, bu çalışma prolaktinoma has¬talarında retinal tabakalardaki kalınlık değişimini değer¬lendiren ilk çalışmadır. RPE ve PL kalınlığının daha az ol¬ması dışında prolaktinoma hastaları ve kontrol grubunda kalınlıklar arasında fark bulunmamıştır.

334 - Tiroid Kanserinde Klinikopatolojik Karakteristikler Ile ABO Kan Grubu Ve Rh Faktörü Arasindaki Ilişki - 2018

Abbas Ali Tam, Didem Ozdemir, Sevgul Faki, Muhammet Cuneyt Bilginer, Reyhan Ersoy, Bekir Cakir
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, S-40

ABSTRACT

Amaç: Tiroid kanseri ile ABO kan grubu ve Rh faktör ara¬sındaki ilişkiye dair veri çok azdır. Bu çalışmada ABO kan grupları ve Rh faktörü ile tiroid kanseri ve klinikopatolojik karakteristikler arasında ilişki olup olmadığının belirlen¬mesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Hastalar histopatoloji sonuçlarına göre malign ve benign olmak üzere gruplandırıldı.Gruplar demogra¬fik ve klinik özellikler, sitoloji sonuçları, ABO kan grubu ve Rh faktör durumu (+/-),açısından karşılaştırıldı. Ayrı¬ca malign hastalarda ABO kan grup tipi ve Rh faktörüne göre histopatolojik özellikler karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmaya alınan 2043 hastanın 1299'unda (%63.5) histopatolojik tanı malign, 744'ünde (%36.5) benigndi. Malign ve benign gruplar arasında yaş, cinsiyet, tiroid antikor pozitifliği ve ABO kan grupları açısından anlamlı fark saptanmadı(p>0,05). Rh faktör pozitifliği malign grupta benign olanlar göre anlamlı olarak yük¬sek bulundu (91.8% ve 88.1%, p<0.046). Tüm Bethesda alt gruplarında malignite ile ABO kan grupları veya Rh faktör durumu arasında anlamlı bir ilişki yoktu. Malign hastalar değerlendirildiğinde, çevre doku invazyonu ve ileri evre (3-4) olan hasta sayısı B kan grubunda non-B kan gruplarına göre anlamlı olarak daha yüksekti (sıra¬sıyla p=0.028 ve p=0.042). O kan grubunda kapsül invaz¬yonu oranı non-O kan grubuna göre belirgin olarak daha azdı (p=0.018)

Sonuç: Malign hastalarda kötü prognostik özelliklerden olan çevre doku invazyonu ve ileri evre hastalık, B kan gru¬bunda non-B kan gruplarına göre daha fazla bulunmuştur. Bu çalışma tiroid kanserinde ABO kan grupları ve Rh fak¬törün yüksek riskli hastaların belirlenmesinde rol oynaya-bileceğini düşündüren bir öncü çalışma olabilir.

333 - Graves Hastaliğinda Antitpo Pozitifliği Tiroid Kanserine Karşi Koruyucu Mudur? - 2018

Didem Ozdemir, Sevgul Faki, Muhammet Cuneyt Bilginer, Husniye Başer,Reyhan Ersoy, Bekir Cakir.
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, S-04

ABSTRACT

Amaç: Graves hastalarının %75-90'ında Antitiroid peroksidaz (AntiTPO), %35-50'sinde Antitiroglobulin (AntiTg) pozitifliği olduğu bilinmektedir. AntiTPO pozitifliği sık olan Hashimoto tiroiditinin artmış tiroid kanseri ile ilişkili olduğuna dair çalışmalar yapılmıştır. Buna karşın Graves hastalarında AntiTPO veya AntiTg antikorların malinite üzerine etkisi incelenmemiştir. Bu çalışmada Graves hastalarında AntiTPO veya AntiTg antikor pozitifliği ile ti-roid kanseri arasında ilişki olup olmadığının belirlenmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Kliniğimizde Graves hastalığı nedeniyle tiroidektomi yapılan hastalar retrospektif olarak incelenmiş¬tir. Hastaların klinik özellikleri, operasyon endikasyonları ve tiroid otoantikorları (AntiTPO, AntiTg ve TSH reseptör antikor) değerlendirilmiştir. Hastalar histopatolojik ola¬rak benign ve malign olarak gruplandırılmıştır.

Bulgular: Çalışmaya alınan 602 hastanın 410'u (68.1%) kadın, 192'si (31.9%) erkekti ve ortalama yaş 43.65±12.69 bulundu. Preoperatif ultrasonografide 286 (47.5%) has¬tada nodül saptanmazken, 63 (10.5%) hastada tek nodül, 253 (42.0%) hastada birden fazla nodül vardı. Has-taların 400'ünde (%66.4) AntiTPO, 279'unda (%46.3) AntiTg pozitifti. Hastaların 512'sinde (%85) histopatoloji benign, 90'ında (%15) malign saptandı. Malign ve be¬nign hastalarda yaş, cinsiyet dağılımı ve TSH reseptör antikor pozitifliği açısından fark yoktu. Benign hastala¬rın 267'sinde (%52.1), malign hastaların 19'unda (%21.1) preoperatif ultrasonografide nodül yoktu (p<0.001). An¬tiTg pozitifliği benign hastaların %48.2'sinde, malign has¬taların %35.6'sında saptandı (p=0.026). Benign hastaların 356'sında (%69.5) Anti-TPO pozitif iken, malign hastala¬rın 44'ünde (%48.9) pozitifti (p<0.001). Çoklu regresyon analizi ile AntiTG pozitifliği ile benign histopatoloji ara¬sında ilişki kaybolurken (p=0.600), AntiTPO pozitifliği ile benign histopatoloji arasında ilişkinin devam ettiği görül¬dü (p=0.016).

Sonuç: Çalışmamızda literatüre uyumlu şekilde Graves hastalarında nodül varlığı malinite riskini arttırmaktaydı. Ek olarak bu çalışmada ilk defa Graves hastalarında An¬tiTPO pozitifliğinin maliniteye karşı koruyucu rol oynaya¬bileceği gösterilmiştir

332 - Primer hiperparatiroidili hastalarda Multipl Endokrin Neoplazi-1 sıklığı. - 2018

Muhammet Cüneyt Bilginer, Cevdet Aydın, Sevgül Fakı, Oya Topaloğlu, Hanife Saat, Büşranur Çavdarlı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-202.

ABSTRACT

Amaç: Multipl Endokrin Neoplazi-1 (MEN-1)' in en sık görülen bulgusu primer hiperparatiroidi (PHPT) dir. Bu çalışmada amaç PHPT olan hastalarda klinik bulgulara göre uygun görülen vakalarda genetik mutasyon analizi yaparak MEN-1 sıklığını saptamaktır.

Yöntem: Kliniğimizde Ocak 2010- Aralık 2017 tarihleri arasında PHPT tanısı alan 361 hastanın verileri retros- pektif olarak tarandı. Klinik şüphe nedeniyle genetik ana­liz çalışması yapılan 14 hastanın verileri değerlendirildi.

Bulgular: Merkezimizde PHPT tanısı alan toplam 14 hastada (2 erkek, 12 kadın; ortalama yaş 31.2±5.7 yıl) genetik inceleme yapıldı. MEN-1 gen mutasyon pozitifliği 3 (%21.4) hastada tespit edildi. Diğer 11 hastada sonuç negatif idi. Tüm PHPT hastaları arasında (n=361) MEN-1 sıklığı (n=3) %0.83 olarak tespit edildi. MEN-1 gen mutasyonu tespit edilen 3 vakanın genetik analiz sonuçları (Tablo-1) ve klinik bulguları aşağıdaki gibidir:

Olgu-1: 37 yaşında erkek hastanın 14 yıldır tekrarlayan nefrolithiazis öyküsü vardı. PHPT tanısı konuldu ve gene­tik analiz ile MEN-1 heterozigot tespit edildi. Diğer tümöral komponentler için yapılan klinik değerlendirmede ek hastalık tespit edilmedi.

Olgu-2: 35 yaşında erkek hastaya kliniğimizde PHPT + Prolaktinoma tanısı konuldu. Genetik analiz sonucu MEN-1 heterozigot olarak rapor edildi.

Olgu-3: 26 yaşında kliniğimize başvuran kadın hastanın bilinen hipoglisemi, hiperamonyemi, hiperinsülinizm, parsiyel empty sella ve hiperprolaktinemi tanıları vardı. PHPT tanısı alan hastada genetik analiz ile MEN-1 hete­rozigot saptandı.

Sonuç: PHPT hastalarda MEN-1 insidansının % 1-18 ara­sında değiştiği tahmin edilmektedir. MEN-1 sendromunda PHPT'nin ortaya çıkısı sıklıkla ikinci dekatta olduğun­dan birçok klavuz tarama sınırını 30 yaş altı almaktadır. Bizim çalışmamızdaki vakalardan ikisi 30-40 yaş aralı­ğındadır ve genetik geçiş için %100 penetrasyonun 40-50 yaşlarına kadar sürdüğü düşünülmektedir.

 

Tablo-1: MEN-1 gen mutasyonu pozitif tespit edilen hastaların genetik analiz sonuçları

331 - Malign insülinomalı hasta yönetimi - 2018

Oya Topaloğlu, Mehmet Ali Şendur, Gürkan Dumlu, Fatma Yıldırım, Işılay Taşkaldıran, Çiğdem Soydal, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-185.

ABSTRACT

Amaç: Malign insülinoma(MI) hastaları benign formlarında olduğu gibi hipoglisemi ile başvururlar. Burada çok nadir görülmesi nedeni MI tanısı konan bir hastanın yönetimi ile ilgili klinik tecrübemizi paylaşmayı uygun bulduk.

Vaka: Semptomatik hipoglisemi nedeni ile dış merkezde tetkik edilen 41 yaşındaki kadın hasta çekilen bilgisayarlı tomografide(BT) pankreas kuyruk kesiminde 11x10 mm hipodens kistik ve 16x14 mm lik hiperdens lezyonlar ayrıca karaciğerde multipl metastatik odaklar saptanması üzerine kliniğimize refere edildi. Hastaya distal pankreatektomi, splenektomi yapıldı ve intraoperatif metastatik lezyonlardan biopsi alındı. Patoloji iyi diferansiye nöroendokrin tümör(NET), lenf nodu metastazı (4/15), karaciğer NET metastazı olarak rapor edildi. Ki-67 indeksi %7.8 olarak saptandı. Hastaya operasyondan önce hipoglisemi için somatostatin analoğu(SSA), diazoksit ve dekzametazon başlanmıştı. Operasyon sonrası da tedaviye 120 mg lanre- otid otojel/28 günde bir ve 100 mg diazoksit/günde 2 defa olacak şekilde devam edildi. Karaciğer metastazları için hastaya İtriyum 90(Y-90) tedavisi uygulandı. Y-90 tedavisi sonrasında çekilen kontrol Ga68 PET-BT'de karaciğer metastazlarında progresyon olduğu görüldü (Sekil 1,2). 6 hafta sonra ödem nedeni ile diazoksit kesildi. İntravenöz glukoz (% 10 - % 2 0 dekstroz) infüzyonu ve günlük ortalama 1-2 ampul olacak şekilde glukagon ile tedaviye devam edildi. Oral everolimus 10 mg/gün başlandı. Özellikle gece hipoglisemileri olmaya devam etti. Hastaya parenteral nütrisyon başlandı. Ancak takipte solunum sıkıntısı gelişti. Hastada akciğer enfeksiyonu ya da everolimusa bağlı pnömonit düşünüldü. Hasta akut solunum sıkıntısı sendromu(ARDS) nedeni ile tanıdan 3 ay sonra eksitus oldu.

Sonuç: İnsülinomada küratif tedavi cerrahi olmakla birlikte Ml'da çoğunlukla cerrahinin hipoglisemilere faydası olmaz. Bizim vakamızda agresif medikal tedavi ile hipog- lisemik epizodlar kontrol altına alınmasına rağmen hasta beklenmedik şekilde solunum yetmezliğinden kaybedildi.

330 - Hiperaktif tiroid nodüllerinin sitoloji ve histopatoloji bulguları hipoaktif tiroid nodüllerinden farklı mıdır? - 2018

Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Muhammet Cüneyt Bilginer, Serap Ulusoy, Aydan Kılıçarslan, Elif Özdemir, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-120.

ABSTRACT

Giriş: Toksik tiroid hastalıkları nedeniyle opere olan has­talarda insidentaL tiroid kanserinin nadir olmadığı bil­dirilmektedir. Bu çalışmada, toksik multinoduler guatr (TMNG) nedeniyle tiroidektomi olan hastalarda sintigrafik olarak hipoaktif, normoaktif ve hiperaktif nodüllerin sitoloji ve histopatolojilerinin karşılaştırılması amaçlan­dı.

Yöntem: TMNG nedeniyle tiroidektomi olan 413 hastada 1069 tiroid nodülünün sitolojileri, histopatolojileri ve Tc-99m Perteknetat sintigrafi bulguları retrospektif olarak kaydedildi. Sintigrafik olarak nodüller hipoaktif, normo­aktif ve hiperaktif nodül olarak gruplandırıldı. Sintigrafik aktivitesi tanımlanmamış 560 nodül çalışma dışı bırakıl­dı. Grupların sitoloji ve histopatoloji sonuçları karşılaş­tırıldı.

Bulgular: 413 hastanın (118 E, 295 K), 23'ünün (% 5.6) histopatoloji malign iken 390 (% 94.4) hastanın benigndi. Malign grupta, 16 hastada papiller tiroid karsinomu (PTK), 3 hastada folliküler tiroid karsinomu (FTK), 1 has­tada az differansiye tiroid karsinomu (ADTK) ve 3 hasta­da malignite potansiyeli belirsiz tiroid tümörü (MPBTT) izlendi. 509 nodülün 122 (% 24.0)'si hipoaktif, 23 (% 4.5)'ü normoaktif, 364 (% 71.5)'ü hiperaktif nodül olarak grup­landırıldı. Sitoloji sonuçları açısından gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmedi (p=0.616) (Tablo 1). Histopatolojik değerlendirmede hipoaktif nodüllerden 7 (% 5.7)'sinde PTK, 1 (% 0.8)'inde FTK izlendi. 114 (% 93.4) hipoaktif nodülün histopatolojisi ise benigndi. Normoak­tif nodüllerin 1 (% 4.3)'inde PTK izlenirken 22 (% 95.7)'si benigndi. Hiperaktif nodüllerin 8 (% 2.2)'inde PTK, 2 (% 0.6)'sinde FTK, 1 (% 0.3)'inde ADTK, 3 (% 0.8)'ünde MPBTT izlenirken 350 (% 96.1)'si benigndi. Histopatolo­ji sonuçları açısından gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmedi (p=0.905).

Sonuç: Son zamanlarda sintigrafik aktif nodüllerden kaynaklanan insidental PTK vakaları bildirilmektedir. Bu çalışmada da geleneksel bilgilerin aksine hiperaktif nodüllerde malignite oranlarının normoaktif ve hipoaktif nodüller ile benzer olduğu görüldü.

 

Grupların sitoloji bulgularının karşılaştırılması

 

Tanısal

olmayan sitoloji

Hipoaktif nodül

n=122

25

Normoaktif nodül

n=23

7

Hiperaktif

nodül p n=364

80 0.616

Benign

86

15

259

Önemi belirsiz atipi

5

-

10

Önemi belirsiz folliküler lezyon Folliküler

3

-

7

neoplazi

şüphesi

1

1

2

Malignite

şüphesi

2

-

2

Malign

-

-

4

 

 

329 - Uzun dönem bifosfonat kullanımı ile ilişkili atipik femur kırığı olan bir olguda teriparatid kullanımı - 2018

Nagihan Beştepe, Cevdet Aydın, Berna Evranos, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-107.

ABSTRACT

Amaç: Bifosfanatlar osteoporoz tedavisinde en yaygın kullanılan ilaçlardır ve etkileri kemik mineral dansitesinde iyileşme ve kırık riskinde azalmadır. Atipik femoral fraktürler çoğunlukla femoral şaftın proksimal 1/3' lük kısmında görülür. Uzun dönem bifosfanat kullanımı ile atipik femur kırığı arasındaki ilişki net değildir. Bu bildi¬ride uzun dönem bifosfanat kullanımı sonrasında atipik femur kırığı gelişen bir olgu sunulmuştur.

Olgu: 42 yaşında erkek hasta bilateral femur şaft kırığı nedeni ile opere edildikten sonra kliniğimize yönlendiril¬di. Öyküsünde 6 yıldır osteoporoz nedeni ile alendronat 70 mg/hafta kullanımı mevcuttu. Bifosfanat tedavisi alırken minör bir travma sonrasında bilateral femur kırığı ge¬lişmişti. Direkt grafide bilateral femurda transvers kırık hattı ve kırık alanında kortikal zayıflama mevcuttu (Şekil 1). Kemik mineral dansitometride Femur boynu: 0.76 gr/ cm2 (T skoru -1.2), Femur total: 0.79 gr/cm2 ( T skoru -1.6) ve Lomber total: 0.70 gr/cm2 (T skoru -3.7) olarak saptandı. Laboratuar analizinde serum kalsiyum, fosfor ve alkalen fosfataz seviyeleri normal aralıkta idi. Etyolojik araştırmada sekonder osteoporoz nedeni saptanma¬dı. Bilateral atipik femoral fraktür saptanması nedeni ile bifosfanat tedavisi sonlandırıldı. Hastaya Teriparatid 30 mcg/gün başlandı ve 18 ay devam edildi. Tedavi sonra¬sında Lomber bölgede kemik mineral dansitometrede iyi¬leşme saptandı. (Lomber total T skoru -2.9 (0.77 gr/cm2) 

Sonuç: Bifosfanatlar osteoporoz tedavinde en yaygın kul¬lanılan ve kırık riskinde azalma sağlayan ilaçlardır. Olgu¬muzda uzun süreli bifosfanat kullanımı sırasında gelişen atipik femur kırıkları mevcuttu. Uzun dönem bifosfanat kullanımı ile atipik kırıklar arasındaki ilişki net değildir ancak atipik kırık riskini azaltmak için ilaç tatili öneril¬mektedir. Bu olguda kronik bifosfanat kullanımı sonra¬sında gelişen atipik femoral fraktürlerde teriparatid te¬davisinin hızlı anabolik etkisi görülmektedir.

328 - Pulmoner metastazların 18F-Fluorokolin PET/CT ile saptandığı ve denosumab ile dirençli hiperkalsemi tedavisi yapılan paratiroid karsinoma olgusu - 2018

Nagihan Beştepe, Oya Topaloğlu, Çiğdem Soydal, Nilüfer Yıldırım, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-101.

ABSTRACT

Amaç: Paratiroid karsinoma (PK) genellikle ciddi ve medikal tedaviye dirençli hiperkalsemi ile seyreder. 18F-Fluorocholine PET/CT paratiroid lezyonlarının lokalizasyonunda kullanılan yeni bir tekniktir. Denosumab yeni bir anti rezorbtif ajandır ve özellikle bifosfanat te­davisine dirençli hiperkalsemide faydası gösterilmiştir. Bu bildiride pulmoner metastazları nedeni ile dirençli hiperkalsemi ile seyreden, 18-Fluorocholine PET/CT ile pulmoner metastazları saptanan ve denosumab ile başa­rılı şekilde tedavi edilen bir olgu sunulmuştur.

Olgu: Rekürren PK nedeni ile 10 yıldır takibimizde olan 47 yaşında erkek hastada ilk başvurusunda boyun USG de tiroid sol lob inferiorunda 3.9x3x3.5 cm solid lezyon saptandı. 99mTc-sestamibi (MIBI) paratiroid sintigra- fisinde tek odakta hiperfonksiyone paratiroid lezyonu saptandı. Hastaya sol lobektomi, sol paratiroidektomi ve sol lateral lenf nodu diseksiyonu yapıldı. Histopatoloji paratiroid karsinoma ile uyumlu idi. Post-operatif lokal rekürrens nedeni ile 2 kez reopere edildi, takiben lokal radyoterapi verildi. İlk operasyondan 10 yıl sonra ciddi hiperkalsemi nedeni ile başvurdu. Laboratuarda ciddi hi­perkalsemi (16.8 mg/dL; normal: 8.6-10 mg/ dL) saptan­dı. IV bifosfanat (Zolendronik asit 4 mg/28 gün) başlandı. 18F-FDG PET/CT de medüller kemiklerde diffüz non-homojen hipermetabolizma izlendi ve metabolik kemik hastalığına bağlandı (Şekil 1). Standart tedavi ile plazma kalsiyum seviyeleri  <14 mg/dl seviyelerine indirilemedi. Lokal rekürrens için yapılan 18-Fluorocholine PET/CT de pulmoner nodüllerde artmış tutulum saptandı (Şekil 2). Hastaya hiperkalsemiye yönelik olarak denosumab mg/28 gün başlandı. Denosumab 3. dozdan sonra plaz­ma kalsiyumu 11,4 mg/ dL' ye geriledi.

Sonuç: Bu olgu rekürren/metastatik PK görüntüleme­sinde 18F-fluorocholine PET/CT'nin kullanılabileceğini göstermektedir. 18F-fluorocholine PET/CT metastaz ta­ramasında FDG-PET/CT ‘den daha faydalı görünmekte­dir. Denosumab hiperkalsemiye yönelik standart tedavi­lere dirençli vakalarda iyi bir tedavi seçeneğidir

327 - Gebelikte ektopik olarak yerleşen nörohipofiz nedeni ile gelişen diabetes insipidus olgusu - 2018

Muhammet Cüneyt Bilginer, Burçak Polat, Berna Öğmen, Oya Topaloğlu, Hüsniye Başer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-057.

ABSTRACT

Amaç: Gestasyonel diabetes insipidus (DI), gebeliğin na­dir (2-4/100000) görülen bir komplikasyonudur. Genellik­le son trimesterde gelişir ve doğumdan 4-6 hafta son­ra kendiliğinden düzelir. Esas olarak aşırı vazopresinaz aktivitesi, plasental trofoblastlar tarafından eksprese edilen enzimden kaynaklanır. Bununla birlikte, bazı va­kalarda ADH rezervinin sınırlı olması ve gebelik öncesi marjinal santral Dİ olması nedeniyle doğumdan sonra düzelmeyebilir. Biz burada ektopik olarak yerleşmiş nörohipofiz nedeniyle gebelikte gelişen ve doğumdan sonra devam eden bir Dİ olgusunu sunuyoruz

Olgu: 24 yaşındaki kadın hasta poliüri ve polidipsi şikayet­leriyle kliniğimize başvurdu. Günlük tükettiği sıvı miktarı 18 litre civarındaydı. Şikâyetler gebeliğin son iki ayında başlamıştı ve doğumdan sonra 2 yıl içinde çözülmemişti. Psikiyatrik hastalık, kafa travması öyküsü veya herhangi bir hipofiz hormonu eksikliğine ait olabilecek semptom ve bulgusu yoktu. DI ile ilişkili olabilecek herhangi bir ilaç kullanmıyordu. Bazal biyokimyasal değerlendirmede, serum sodyum seviyesi 143 mmol/l'dir, serum osmolaritesi 293 mosm/l, idrar osmolaritesi 93 mosm/l idi. Ha­fif yüksek prolaktin seviyesi (29 ng/ml) hariç, ön hipofiz hormonu seviyeleri normaldi. Su kısıtlama testinde idrar ozmolaritesi, su kısıtlamasıyla değişmedi ancak vazopresin sonrası %200 konsantre hale geldi. Bu santral Dİ ile uyumluydu. Hipofiz MRG'da (Manyetik Rezonans Görün­tüleme) T1 sekansta nörohipofizyal hiperintens görüntü ektopik olarak infindibulumda tespit edildi. Desmopres- sin nasal sprey başlandı ve semptomları düzeldi.

Sonuç: Gestasyonel Dİ teşhisi için gerekli olan serum ve idrar osmolalitesidir, ancak serum sodyum, glukoz, üre, kreatinin, karaciğer fonksiyonu gibi diğer testler bilgilen­dirici olabilir. Su kısıtlama testi gebelik sırasında önemli dehidratasyona neden olabileceği için tavsiye edilme­mektedir ve postpartum dönemde yapılmalıdır. Doğumdan sonra hipotalamo-pituiter bölgedeki olası lezyonları dışlamak için hipofiz MRG yapılmalıdır.

326 - Diyabet eğitimine yönlendirilen hastalarda daha önce alınan eğitim, diyetisle görüşme durumlarının değerlendirilmesi, komplikasyon ve metabolik parametrelerle ilgili durum tespiti - 2018

Birgül Genç, Didem Özdemir, Ayşe Yılmaz, Feride Tasım, Özlem Kızıloğlu, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-042.

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada diyabet eğitimi(DE) için yönlendiri¬len Diabetes Mellitus(DM) hastalarında daha öncesinde diyetisyenle görüşme(DG) ve DE alma durumlarının de¬ğerlendirilmesini ve o esnada komplikasyon ve metabolik parametrelerle ilgili durum tespitinin yapılmasını amaçladık.

Gereç-Yöntem: Çalışmaya Temmuz 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran toplam 385 hasta (29 Tip 1 DM, 356 Tip 2 DM) alındı. Hastaların DG, DE alma durumları bir anket formu ile sorgulandı. Metabolik parametreleri ve komplikasyon durumları poliklinik dosyalarına bakılarak değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmaya alınan 385 hastanın 213'ü (%55.3) kadın, 172'si (%44.7) erkek, ortalama yaş 56.82±12.64 yıl bulundu. Ortalama diyabet süreleri 11.26±8.04 yıl olan hastaların 325'i (%84.4) daha önce diyetisyenle görüş¬müşken, 60'ı (%15.6) hiç görüşmemişti. 293 (%76.1) has¬ta daha önce DE almış, 91 (%23.9) hasta almamıştı.

Diyetisyenle görüşenlerin 238 (%73.2)'i, görüşmemiş olanların 24'ü (%40) insülin kullanmaktaydı (p<0.001). Diyetisyenle görüşen ve görüşmeyen hastalar arasın¬da açlık plazma glukozu(APG), postprandial plazma glukozu(PPPG), HbA1C ve lipid parametreleri açısından fark yoktu. Diyetisyenle görüşenlerin 59'unda (%18.2), görüşmeyenlerin 3'ünde (%5.0) retinopati vardı (p<0.024).

DE alan hastalarda insülin kullanma oranı %69.2 iken almamış hastalarda bu oran %35.9 idi (p<0.001). Orta¬lama APG, DE alanlarda 181.30±72.09 mg/dL, almayan¬larda 162.72±63.25 mg/dL olarak bulundu (p=0.027). Her iki grupta PPPG ve lipid parametreleri benzerdi. Retinopati, nöropati ve koroner arter hastalığı(KAH), eğitim alanlarda sırasıyla %18.8, %23.9 ve %24.2 iken eğitim al¬mayanlarda %7.6, %13, %10.9 olarak bulundu (sırasıyla p=0.018, p=0.022 ve p=0.023).

Sonuç: Bu çalışmada sonuç olarak daha çok insülin kul¬lanan ve komplikasyon gelişmiş hastaların diyetisyenle görüştüğü ve DE için başvurduğu görüldü. Burada özel¬likle ilk aşamadan itibaren DG ve DE için başvurmasının önemine dikkat çekmek istedik.

325 - Katastrofik hiperkortizolemi nedeni ile laparaskopik bilateral adrenalektomi yapılan iki adet ektopik ACTH sendromu olgusu - 2018

Oya Topaloğlu, Nagihan Beştepe, Bülent Yalçın, Mehmet Kılıç, Melike Ruşen Metin, Gülin Uçmak, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, P-020.

ABSTRACT

GirişEktopik adrenokortikotropik hormon(ACTH) sendromu (EAS) olan hastalarda en sık neden bronşial karsinoid ve küçük hücreli akciğer karsinomu olup %10-20 hastada primer odak tespit edilemeyebilir. Burada EAS'a bağlı katastrofik hiperkortizolemi bulguları olan ve laparoskopik bilateral adrenalektomi(LBA) yapılan iki hastayı sunmayı uygun bulduk.

Vaka 1: 47 yaşındaki kadın hasta hipokalemisi(serum K: 2.2 mEq/L) olması ve özellikle alt ekstremitede ciddi kas güçsüzlüğü şikayeti nedeni ile kliniğimize refere edildi. Özgeçmişinde 7 ay önce berrak hücreli over karsinomu nedeni ile operasyon öyküsü vardı. 24-saat idrar serbest kortizol(İSK), ACTH seviyesi ve deksametazon süpresyon testi(DST) sonucuna göre hastada ACTH bağımlı Cushing düşünüldü. İnferior petrozal sinüs örneklemesi(İPSÖ) EAS ile uyumlu idi (Tablo 1). Ga68-DOTATATE-PET/BT'de sağ intraorbital alanda orbita lateral duvarına bitişik 6.5x10mm boyutlu nodüler lezyon komşuluğunda fokal artmış tutulumu(suvmaks:2.76) izlendi. Hastaya preoperatif hiperkortizolemi için flukanazol ve metirapon teda­visi başlandı ve LBA yapıldı.

Vaka 2: 71 yaşındaki erkek hasta hipokalemi, kas güç­süzlüğü, dirençli hipertansiyon(HT), periferik ödem ne­deni ile onkoloji bölümünden kliniğimize refere edildi. Hasta prostat karsinomu nedeni ile onkoloji takibindeydi. 24-saat İSK, ACTH seviyesi, DST sonuçları EAS ile uyum­lu olarak değerlendirildi (Tablo 1). Ga68-DOTATATE-PET/ BT'de kemik yapılarda somatostain reseptör(SSR) pozitif kemik metastazları ile uyumlu tutulum, solda daha belir­gin olmak üzere bilateral trakeobronşial lenf bezlerinde artmış tutulum tespit edildi. Hastaya flukanazol ve meti­rapon başlandı. Hastanın parenteral potasyum infüzyonu ihtiyacı devam etti. Hastaya LBA yapıldı. Operasyondan 2 ay sonra muhtemel pulmoner emboli nedeni ile hastanın eksitus olduğu öğrenildi.

Sonuç: Katastrofik hiperkortizolemisi olan hastalarda şayet hiperkortizoleminin hızlı bir şekilde kontrol edil­mesi isteniyorsa bilateral adrenalektomi etkin bir teda­vi seçeneğidir. Mortalite ciddi komorbid durumları olan hastalarda yüksektir.

Tablo 1. Ektopik ACTH sendromlu 2 hastanın klinik, laboratuvar ve endokrinolojik test sonuçları

 

Vaka 1

Vaka 2

Yaş

47

71

Cinsiyet

Kadın

Erkek

Özgeçmiş

Berrak hücreli over karsinomu

Prostatadenokarsinomu

Bulgular

Ciddi kas güçsüzlüğü (3 aydır yürüyememe), bacaklarda bası yerlerinde hiperpigmentasyon, kolay morarma

Ciddi kas güçsüzlüğü (1 aydır yürüyememe), dirençli hipertansiyon, alt ekstremitede ödem

Serum K (N:3.5- 5.1 mmol/L)

2.2

2.85

Bazal sabah 08.00 ACTH

(N: 0-60 pg/mL)

142

349

Bazal sabah 08.00 kortizol

(pg/dL)

39.6

66 (1/3 dilüsyonlu)

24 sa İSK (N:36- 137 pg/24 sa)

, „ 871

>1000

8 mg DST sonrası sabah 08.00 kortizol

23

54

CRH injeksiyonu öncesi santral/ periferik ACTH oranı

1.12

İPSÖ yapılamadı

CRH injeksiyonu sonrası santral/ periferik ACTH oranı (maksimum oran)

1.9

İPSÖ yapılamadı

 

K: potasyum, ACTH: adrenokortikotropik hormon, İSK: id­rar serbest kortizolü, DST: dekzametazon süpresyon testi, İPSÖ: inferior petrozal sinüs örneklemesi

 

324 - Tiroidektomi sonrası hipoparatiroidizm gelişen olgularda kalsiyum ve D vitamini tedavisine uyum düzeyinin değerlendirilmesi - 2018

Muhammet Cüneyt Bilginer, Cevdet Aydın, Sevgül Fakı, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, S-48.

ABSTRACT

AmaçÇoklu ve uzun süre ilaç kullanan hastalarda teda­viye uyum sorunu görülmektedir. Hipoparatiroidili hasta­larda takip parametreleriyle ilgili sorunlar olabilmekte­dir. Literatürde kalıcı hipoparatiroidisi olup kalsiyum ve D vitamin replasmanı alan hastalarda tedaviye uyumla ilgili çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmada amaç cerrahi sonrası hipoparatiroidi gelişen hastalarda Kalsiyum ve D vitamini tedavisine uyumun değerlendirilmesidir.

YöntemKliniğimizde takip edilen postoperatif hipopa- ratiroidili 64 hastaya Modifiye Morisky Ölçeği uygulandı (Tablo-1). Ayrıca ilaç yan etkisi konusundaki endişeleri sorgulandı (Tablo-2).

BulgularÇalışmamıza toplam 64 hasta (12 erkek, 52 kadın; ortalama yaş 48.6.2±11.6 yıl) dahil edildi. Hasta­lara tanı konulduktan sonraki geçen süre ortalaması 73.0±72.6 aydı. Hastaların 16'sı (%26.2) kalsiyum kullanı­mı konusunda motivasyon düzeyi düşük, 12'sinde (%19.7) bilgi düzeyi düşük olarak tespit edildi. D vitamini kulla­nımı konusunda 8'inin (%13.3) motivasyon düzeyi düşük, 4'ününde de (%6.7) bilgi düzeyi düşüktü. Kalsiyum kul­lanımının D vitaminine göre motivasyon puanı istatistik­sel olarak anlamlı bir şekilde düşük bulundu (p<0.001). Hastalık süresi ilerledikçe kalsiyum motivasyon puanının istatistiksel anlamlı olacak şekilde azaldığı görüldü (r=- 0.256, p=0.046). Kalsiyum kullanımına bağlı yan etki ko­nusunda endişe 38 (%59.4) hastada mevcuttu. En sık du­yulan endişe (%55.4) nefrolithiazis ve renal toksisiteydi. D vitamini kullanımına bağlı yan etki endişesi 8 (%13.3) hastada mevcuttu. D vitamini kullanımına bağlı yanetki konusunda endişe en sık (%25) nefrolithiazisti.

SonuçHastaların yaklaşık üçte birinde kalsiyum kulla­nım konusunda motivasyon düşüklüğü, yarısından fazlasında yan etki konusunda endişe varlığı saptandı. Hastalık süresi ilerledikçe kalsiyum motivasyon puanının anlamlı olarak azaldığı izlendi. Hastaların özellikle kalsiyum te­davisi ile ilişkili yan etkilerin takip özellikleri, bu takiple­rin düzenli ve titiz şekilde yapıldığı konusunda ikna edici şekilde bilgilendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

Tablo-1: Modifiye Morisky Ölçeği Anket Soruları

Soru 1

İlacınızı/ilaçlarmızı almayı unuttuğunuz olur mu?

  • Evet
  • Hayır

Soru 2

İlacınızı/ilaçlarmızı zamanında almaya dikkat eder misiniz?

  • Evet
  • Hayır

Soru 3

Kendinizi iyi hissettiğinizde ilaçlarınızı almayı bıraktığınız oldu mu?

  • Evet
  • Hayır

Soru 4

Bazen kendinizi kötü hissettiğinizde bu­nun ilaca bağlı olduğunu düşünüp ilacı almayı kestiğiniz oldu mu?

  • Evet
  • Hayır

Soru 5

İlaç almanızın uzun dönem yararlarını biliyor musunuz?

  • Evet
  • Hayır

Soru 6

Bazen zamanı geldiği halde ilaçlarınızı yazdırmayı unuttuğunuz oluyor mu?

  • Evet
  • Hayır

Tablo-2 Hastaların ilaç yan etkisi konusundaki endişesiy­le ilgili sorular

 

İlaca bağlı yan etki konusunda endişeniz var mı?

  • Evet
  • Hayır

Bu endişe ilacı bırakmanıza neden oluyor mu?

  • Evet
  • Hayır

Endişe duyduğunuz yan etki nedir?

(Kalsiyum preperatı)

  • Yan ağrısı
  • İdrar yaparken yanma
  • Baş ağrısı
  • Sindirim sistemi ilgili yakınmalar
  • Diğer ilaçlarla etkileşim
  • Diğer nedenler

Endişe duyduğunuz yan etki nedir?

(D vitamin preperatı)

  • İdrar yaparken yanma,
  • Sık idrara çıkma
  • Ateş, sık su içme isteği,
  • Kaşıntı, döküntü, ürtiker
  • Baş ağrısı
  • Sindirim sistemi ilgili yakınmalar
  • İştahsızlık
  • Diğer ilaçlarla etkileşim
  • Diğer nedenler
 

323 - Cushing hastalığında bilateral petrozal sinüs örneklemenin tümör lokaliazyonundaki yeri. - 2018

Nagihan Beştepe, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Oktay Algın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, S-15.

ABSTRACT

Amaç: Adrenokortikotropin (ACTH) bağımlı Cushing sendromu ACTH'nın hipofizde fazla üretilmesinden veya ektopik ACTH salgılanmasından kaynaklanır. CRH stimülasyon testi ve bilateral inferior petrozal sinüs örnekle¬mesi (BIPSS) ayırıcı tanıda ve hipofiz mikroadenomla- rının cerrahi öncesi lokalizasyonunda yararlı bir testtir. Bu çalışmada BlPSS'nin Cushing hastalığında preoperatif tümör lokalizasyonundaki yerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: 2010-2018 tarihleri arasında biyokimyasal test¬lerle ACTH bağımlı Cushing sendromu tanısı alan ve BIPSS yapılan 46 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Ektopik ACTH sendromu saptanan 5 has¬ta, hipofiz MR'da boş sella saptanması nedeni ile ope- re edilemeyen 3 hasta ve operasyonu reddeden 4 hasta çalışmaya alınmadı. Transsfenoidal hipofiz cerrahisi uy¬gulanan 34 hasta çalışmaya dahil edildi. BIPSS işlemi için her iki inferior petrozal sinüs perkütan femoral yolla kataterize edilerek bazal ACTH için sağ ve sol petrozal sinüslerden ve periferik kandan örnek alınarak 1 mg/kg CRH periferik venden verildi. İnfüzyon sonrası protokolde belirlenen dakikalarda her iki petrozal sinüsten ve peri¬ferik venden ACTH için örnek alındı.

Bulgular: Hastaların 29'u(%85.2) kadın, 5'i(%14.8) erkek¬ti ve yaş ortalaması 43.4 (21-68) idi. BIPSS endikasyonları 12(%35.3) hastada hipofiz MR'da lezyon saptanmaması, 22(%64.7) hastada hipofiz MR'da 6 mm'den küçük lezyon bulunmasıydı. BIPSS sonuçları, histopatolojik sonuçlarla karşılaştırıldı. 28(%82.4) hastada BIPSS cerrahi olarak saptanan hipofizer adenomla aynı yönde lateralize olur¬ken, 2 hastada adenom santral yerleşimli olduğundan lateralizasyon saptanmadı. 3 hastada operasyon sırasında lateralize bölgede mikroadenom bulunamadı ve BIPSS yanlış pozitif olarak değerlendirildi. Bu hastalar postoperatif dönemde remisyona girmedi.

Sonuç: Hipofiz kaynaklı Cushing hastalığında MR görün¬tülemenin tanıda yeterince yardım olmadığı durumlarda, BIPSS hipofizer adenom lokalizasyonunda değerli bir yöntemdir ve hastaların % 82.4‘ünde hipofizer adenomu lokalize etmiştir.

322 - Oftalmopatısı Olan Ve Olmayan Graves Hastalarında, Santral Korneal Kalınlık (Cct), Retınal Kalınlık (Rt), İntraoküler Basınç (Iop) Ve Koryoretınal Tabakaların Ölçümü - 2018

Berna Evranos Oğmen, Muhammet Cuneyt Bilginer, Sefika Burcak Polat, Birgul Genc,Nagihan Uğurlu, Reyhan Ersoy, Bekir Cakir
Ulusal Bildiriler 40. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 9-13 Mayıs 2018, S-01.

ABSTRACT

Amaç: Graves hastalığı hipertiroidi, guatr, göz hastalığı (oftalmopati) ve bazen dermopatiyle seyreden bir sendromdur. Graves oftalmopatisi retroorbital dokuların oto- immün bir hastalığıdır. İlk başvuruda hastaların çoğunluğunda(%73.7) göz bulgusu yokken, %20'sinde hafif, %5.8'inde orta-ciddi ve %0.3'ünde görme tehditi oluş­turan orbitopati mevcuttur. Bu çalışmada oftalmopatisi olan ve olmayan Graves hastalarında santral korneal kalınlık(CCT), retinal kalınlık(RT), intraoküler basınç(IOP) ve gözün koryoretinal tabakalarının kalınlığını değerlen­dirmek amaçlanmıştır.

Yöntem-Gereç: 98 Gravesli hasta(71 kadın, 27 erkek ve ortalama yaş 45.04 ± 14.35 yıl) çalışmaya alındı. Bu hastaların 16'sında oftalmopati varken 82'sinde oftal­mopati yoktu ve bu iki grup yaş ve cinsiyet dağılımı açı­sından benzerdi. CCT, RT, IOP ve koryoretinal tabaka kalınlık ölçümleri yapıldı. CCT, RT, IOP ölçümleri için pakimetri ölçümleri ve Goldmann tonimetresi kullanıl­dı. Koryoretinal tabakaların ölçümü için spektral doma- in optik koherans tomografisi kullanıldı. Retinal sinir lifi tabakası(RNFL), gangliyon hücre tabakası(GCL), iç plexiform tabakası(IPL), iç hücre tabakası(INL), dış plexiform tabaka(OPL), dış nükleer tabaka(ONL), retinal pig­ment epiteli (RPE), iç retinal tabaka(IRL) ve fotoreseptör tabakasından (PL) oluşan 9 tabaka değerlendirildi. Oftal­mopatisi olan ve olmayan hastaların sonuçları karşılaş­tırıldı.

Bulgular: Sağ ve sol gözler ayrı ayrı ve 2 gözün ortalaması alınarak değerlendirildiğinde sağ CCT, sağ IOP, sol CCT, ortalama CCT ve ortalama IOP oftalmopatisi olan hasta­larda daha yüksekti (p=0.043, p=0.011, p=0.048, p=0.032, p=0.02, sırasıyla).Sol IOP iki grup arasında hafif düzeyde farksızdı (p=0.062).RNFL, GCL, IPL, INL, OPL, ONL, RPE,IRL ve PL tabakaları 2 grup arasında benzerdi(p>0.05).

Sonuç: Bildiğimize göre bu çalışma, Graves hastalarında koryoretinal tabaka kalınlık ölçümlerinin değerlendirildi­ği ilk çalışmadır. Oftalmopatisi olan ve olmayan hastalar­da bu kalınlıklar benzerdir. Oftalmopatisi olan hastalarda CCT ve IOP artmaktadır.

321 - Paratiroid Neoplazilerinde Gri Mod Ultrasonografi ile Histopatolojik Tüm Yüzey Görüntü Haritalarının Karşılaştırılması - 2017

Aylin Kılıç Yazgan, Oya Topaloğlu, Fatma Neslihan Çuhacı, Didem Özdemir, Afra Alkan, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, S06

ABSTRACT

Amaç: Bu calışmada paratiroid neoplazilerinin gri mod ultrasonografideki (USG) ekojeniteleri ile

histopatolojik izduşumleri tum yuzey goruntuleme (whole slide image, WSI)yontemi ile

karşılaştırılmıştır. Paratiroid neoplazilerdeki hucre tipleri ve morfolojik ozelliklerin, ultrasonografi ve

laboratuvar bulguları ile korelasyonu ve elde edilen verilerin klinik onemi hakkında daha ayrıntılı bilgi

vermesi amaclanmıştır.

Yöntem: Hiperparatiroidi nedeniyle opere olan 57 olguda lezyon sagittal duzlemde orneklendi. Tanı

verilen olgular, doğrulama amaclı parathormon (PTH) ve kromogranin A immunhistokimyasal boyaları

ile boyandı. Lezyon lamları yuksek buyutmede taranıp dijital tum yuzey goruntu hale getirildi. Sistem

yuksek cozunurluklu slayt goruntuleri saklayıp, gercek zamanlı izlenmesini sağlayan, resim kalitesinden

odun vermeden sıkıştıran istemci-sunucu mimarisinde uretilmişti. Sistem motorize mikroskop, motorize

tabla, robotik slayt yukleyici, yuksek cozunurluklu kameradan oluşmaktadır. Motorize tablaya

yerleştirilen slayt istenilen objektifte otomatik olarak taranıp, yuksek cozunurluklu bir resim

oluşturmaktadır. Bu resim, bir

arayuz yardımı ile acılıp incelenmektedir. Tarama ornekleri arşivlenebilmektedir. USG ile taranan slayt

goruntusu uretici firmasının yazılımı ile eşleştirilmiştir

Bulgular: Calışmaya alınan 43’u kadın (% 73.7) 57 hastanın yaşı 21-83 yıl arasında olup, yaş ortancası

53 idi. 47 adenom, 7 atipik adenom, 2 karsinom vardı. Hastaların PTH ortancası 194 pg/mL (min-maks:

53 - 2800), tum doku alanı ortancası 96.29 (min-maks: 16.01 - 576.05) idi. Paratiroid neoplazilerinde

hipoekoik alanların olguların 21’inde (% 55.3) şef hucre, 2’sinde (%5.0) onkositik hucre , 8’inde (% 20.0)

kistik morfoloji ile eşleştiği belirlendi. 57 hastanın 26’sında (%45.61) kistik alan vardı (Resim 1).

Hiperekojen alanlarda daha az şef hucre, daha fazla bağ doku bulunduğu goruldu (p&lt;0.05). Hiperekojen

alanlarda izo-hiperekojen alanlara gore daha az şeffaf hucre olduğu tespit edildi (p&lt;0.05). Yağ doku oranı

ekojenitesi hipoekoik olan alanlarda hiperekojenlere gore daha duşuktu (p&lt;0.05) (Resim 2). Onkositik

hucre ve kanama ile ekojenite arasında anlamlı bir fark yoktu. Yaş ve neoplazi total alanı arasında anlamlı

ilişki saptanmaz (p&gt;0.05) iken PTH ile tum doku alanı arasında pozitif yonlu ilişki olduğu (r=0.377,

p=0.004) belirlendi. Atipik olgularda ve diğerlerinde kistik alan ve şef hucre miktarı arasında anlamlı bir

fark bulunmadı (p&gt;0.05).

Sonuç: Calışmamızda paratiroid neoplazilerinde tum yuzey goruntuleme yontemi ile elde edilen

morfolojinin USG’ deki izduşumleri karşılaştırıldı. USG’de gorulen hipoekojenitenin histopatolojideki

şef hucre ile , USG’deki hiperekojen alanların ise bağ doku ve yağ doku ile uyumlu olduğu izlendi. Bu

yontemle yapılacak ayrıntılı morfometrik calışmaların kliniğe yansımalarını değerlendirmek icin bu

calışmanın sonuclarının yol gosterici olacağını duşunmekteyiz.

320 - Akromegali ve romatoid artrit birlikteliği: üç olgunun sunumu - 2017

Reyhan Ersoy, Nagihan Beştepe, Sevgül Fakı, M. Cüneyt Bilginer, Didem Özdemir, Şükran Erten, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P181

ABSTRACT

Giriş: Akromegalik hastalarda eklemlere ait problemler sıklıkla gorulmektedir. Bu nedenle akromegalik

hastalarda inflamatuar romatolojik hastalıkların tanısında ve tedavisinde aksamalar yaşanabilmektedir. Bu

bildiride laboratuvar bulgularına gore remisyonda iken eklem ve sırt ağrıları devam eden ve romatoloji

bolumu tarafından klinik, radyolojik ve laboratuvar verileri ile Romatoid Artrit (RA) tanısı alan uc olgu

sunulmuştur.

Olgu 1: 64 yaşında kadın hasta (FA) 11 yıl once akromegali tanısı almıştı. Makroadenomu olan hasta

transsfenoidal yolla opere olmuş, medikal tedavi altında iken klinik ve laboratuvar remisyon

sağlanamadığı icin postoperative 4. yılda Gama Knife radyoterapi (RT) uygulanmıştı. RT sonrası 3. yılda

somatostatin analog tedavisi de kesilen hasta kur olmuş kabul edildi. Ancak hastanın parmak

eklemlerinde simetrik eklem ağrıları ve şişliğin olması ve sabah katılığının olması nedeniyle romatolojiye

konsulte edildi. Hastaya seronegatif RA tanısı konuldu. Metotreksat, prednizolon ve indometazin

başlanan hastanın yakınmaları tedavinin ikinci ayında ortadan kalktı.

Olgu 2: 62 yaşında kadın hasta (FC) 12 yıl once akromegali tanısı almıştı. Hastada makroadenom

mevcuttu ve bir kez transsfenoidal yolla opere olmuştu. Medikal tedavialtında iken remisyon

sağlanamadığı icin postoperatif 4. yılda konvansiyonel RT uygulandı. RT sonrası somatostatin analog

tedavisine devam edilen hastada remisyon sağlanamadı. Hastaya tanıdan 10 yıl sonra Gama Knife

uygulandı. Hastanın 1 yıl sonra medikal tedavisi kesildi. Bu arada hastanın parmak eklemlerinde simetrik

eklem ağrıları, şişlik ve deformitelerin olması nedeniyle romatolojiye konsulte edildi. Hastaya seronegatif

RA tanısı konuldu. Metotreksat ve prednizolon başlandı.

Olgu 3: 57 yaşında kadın hastada (NU) 13 yıl once akromegali tanısı koyuldu. Hastada makroadenom

mevcuttu. Ancak hasta operasyonu kabul etmediği icin konvansiyonel RT uygulandı. RT sonrası 1. yılda

kur sağlanan hasta sırt ağrısı ve el eklemlerinde ağrı, şişlik ve sabah katılığı şikayetlerinin devam etmesi

nedeniyle romatolojiye konsulte edildi. Hastaya seropozitif RA tanısı konuldu. Metotreksat, sulfosalazin

ve indometazin başlandı.

Sonuç: RA nadiren akromegali ile birlikte bulunabilir. RA de gorulen kas iskelet sistemini ilgilendiren

yakınmalar akromegalik yakınmalarla karışabilir. Bu nedenle akromegalide tedavi hedeflerine

ulaşılmasına rağmen devam eden eklem yakınmalarında hastaların romatolojik olarak ayrıntılı bir şekilde

muayenesi ve immunolojik aktivitenin değerlendirilmesi onem taşımaktadır.

319 - Primer hiperparatiroidisi olan hastalarda operasyon günü deneyimli endokrinolog tarafından yapılan ultrasonografik işaretlemeye cerrahın eşlik etmesinin cerrahi sonuçlara etkisi - 2017

İbrahim Kılıç, Şefika Burçak Polat, Sevgül Fakı, Mehmet Tokaç, Reyhan Ersoy, Mehmet Kılıç, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P215

ABSTRACT

Özet: Paratiroid cerrahisinde, bez sayısı ve lokalizasyonunun değişiklik gostermesi ve bezin

kucuk boyutu nedeni ile zorluklar yaşanmaktadır. Son yıllarda lokalizasyon yontemlerinde

gelişme olmasına karşın bazı vakalarda bezin sayı ve lokalizasyon ceşitliliği nedeni ile patolojik

olanın saptanması guc olabilir. USG (Ultrasonografi) lokalizasyon icin en sık kulanılan

noninvaziv goruntuleme yontemidir.

Amaç: Bu calışmada operasyon gununde deneyimli endokrinolog endokrinolog tarafından

cerrah birlikteliğinde yapılan ultrasonografik işaretlemenin cerrahi sonuclara etkisinin

değerlendirilmesi amaclandı.

Yöntem: Ocak 2014 - Aralık 2015 arasında primer hiperparatiroidi (PHP) tanısı ile lokal

anestezi altında minimal invaziv paratiroidektomi operasyonu olan 50 hastanın sonucları

retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar iki gruba ayrıldı. Operasyon gunu cerrahın da hazır

bulunduğu ortamda deneyimli endokrinolog tarafından boyun USG yapılan ve lezyon

lokalizasyonunun cerrah eşliğinde işaretlendiği hastalar Grup A olarak kabul edildi. Daha once

endokrinolog tarafından yapılmış ve rapor edilmiş olan USG sonuclarına gore opere edilen

hastalar da Grup B olarak belirlendi. Her iki gruba dahil olan hastalara aynı cerrah tarafından

lokal anestezi eşliğinde minimal invaziv yontem ile paratiroidektomi yapıldı.

Bulgular: Grup A’da 25, grup B’de 25 hasta olup her iki grup arasında demografik ozellikler,

biyokimyasal ve hormonal değerler acısından anlamlı fark mevcut değildi. Operasyon sonrasında

bakılan paratiroid hormon, kalsiyum ve fosfor değerleri bakımından da iki grup arasında farklılık

saptanmadı. Grup A’da grup B ile karşılaştırıldığında operasyon suresi istatistiksel anlamlı

olarak daha kısa saptandı (25.7 dk’ya karşılık 45 dk, p=0.00)

Sonuç : Ameliyat oncesindehiperaktif paratiroid bezlerinin tespiti ve işaretlenmesi, cerrahi

mudahalenin genişliğini azaltmak, cerrahi suresini kısaltmak ve perioperative komplikasyonları

azaltmak icin yararlıdır.

318 - Parsiyel empty sella ve medikal tedaviye dirençli mikroprolaktinoma birlikteliği: olgu sunumu - 2017

Sevgül Fakı, Şefika Burçak Polat, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P196

ABSTRACT

Giriş : Prolaktinomalar pituiter bezin en sık gorulen hormone aktif tumorleri olup pituiter adenomların

%40-60 oluşturmaktadır. Prolaktinomanın primer tedavisi dopamine agonistleri ile olmakla birlikte

tedaviye direncli vakalarda adenomektomi veya radyoterapi tedavileri de duşunulebilir. Biz burada nadir

gorulmesi nedeni ile parsiyel empty sella ve medikal tedaviye refrakter mikroprolaktinoma birlikteliği

olan ve transsfenoidal cerrahi yapılan vakayı sunmayı uygun bulduk.

Olgu: 42 yaşındaki kadın hastanın 14 yıldır prolaktinoma tanısı mevcuttu ve son 10 yıldır dopamin

agonisti ile tedavi edilmekteydi. 10. yılın sonunda yuksek doz kabergoline (4mg/hafta) direnc olduğu

tespit edildi. Hipofiz magnetic rezonans (MR) goruntulemede parsiyel empty sella ve 6.5x3.5 mm

boyutunda mikroadenom tespit edildi. Hastaya transsfenoidal yaklaşımla adenomektomi yapıldı ve

histopatoloji sonucu seyrek mitotik hucreler, Ki-67 indeksi %2 olup p53 mutasyonu veya atipik hucre

saptanmamıştır

olarak rapor edildi. İmmunhistokimyasal boyamada hucrelerin buyuk bir kısmında prolaktin ile boyanma

tespit edildi. Postoperatif hipofiz MR: reziduel kitle tespit edilmedi, hipofiz bez yuksekliği 2mm ve empty

sella ile uyumlu gorunum olarak raporlandı. Postoperatif amenore, galaktore ve yuksek prolaktin

değerinin olması nedeni ile kabergolin tedavisi tekrar başlandı, hastanın takiplerinde doz yukseltilmesine

rağmen biyokimyasal veya klinik duzelme gozlenmedi. Son kontrolde on hipofiz hormon değerlerinde

duşukluk saptanmaz iken prolactin değeri 255 ng/mL (4.79-25.3 ng/mL) olarak tespit edildi.

Sonuç: Prolaktinoması olan hastaların %10-20’sinde yuksek doz dopamine agonist tedavisine rağmen

tumor boyutunda kuculme ve/veya prolaktin değerlerinde normalizasyon sağlanamayabilir. Literaturde

bildirilen bu tur tumorler genel olarak kavernoz sinus invazyonu yapan makroadenomlar veya nadiren

mikroadenomlardır. Direnc gelişimi tumorde D2 reseptor ekspresyonunda azalma veya postreseptor

seviyedeki anormalikler ile acıklanmaktadır. Merkezimizde molekuler bioloji calışmaları rutin olarak

yapılmamaktadır. Literaturde kabergoline direncli vakalarda bromokriptin ile başarı sağlanacağını

bildiren nadir olgular mevcuttur.

317 - İki farklı olguda likit levotiroksin kullanımı ile ilgili tecrübelerimiz - 2017

Sevgül Fakı, Oya Topaloğlu, Cüneyt Bilginer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P116

ABSTRACT

Giriş: Tablet levotiroksine (LT4) refrakter hipotiroidizm, LT4 tabletin mide icinde cozunmesi ya da

intestinal emilimini bozan ilac kullanımına, gastrointestinal hastalıklara ve hastanın medikal tedavi

uyumsuzluğuna bağlı oluşabilir. Biz burada levotiroksin tablet kullanımı ile TSH değerlerini normalize

edemediğimiz ancak likit form levotiroksin ile TSH değerlerini normale getirdiğimiz iki farklı vakayı

sunmayı uygun bulduk.

Olgu 1: 10 yıldır subklinik hipotiroidi tanısı ile LT4 kullanan 40 yaşındaki kadın hastanın baş ağrısı

nedeni ile cekilen kranial manyetik rezonans goruntuleme (MRG)’de hipofiz bezinde lezyon saptanması

uzerine kliniğimize yonlendirilmişti. Hastanın oykusunden LT4 tedavisine rağmen TSH değerlerinde

yeterli duşuş olmadığı oğrenildi. Yapılan laboratuvar testlerinde TSH: 6.45 uIU/mL (N. 0.27-4.7), ST4:

1.76 ng/dL (N: 0.9-1.7), sT3: 3 pg/mL(1.8-4.6), tiroid otoantikorları negatif, tiroid ultrasonografi sonucu

kronik tiroidit ile uyumlu olarak değerlendirildi. Hastanın diğer on hipofiz hormon paneli normaldi. Hasta

tiroid hormon direnci ve TSH salgılayan hipofiz adenoma on tanıları ile tetkik edildi. Patoloji tespit

edilmedi. O donem

hastanın subklinik hipotiroidisi icin tablet levotiroksinden likit levotiroksine gecildi. 1x4 cc/gun (100

mcg/

gun) likit T4 tedavisine başlandı. Hastanın kontrolunde TSH: 2.8, sT4:1.36 olarak saptandı.

Olgu 2: 36 yaşında kadın hastanın oykusunde multinodular guatr nedeni ile 10 yıl once yapılan operasyon

oykusu vardı. Oz gecmişinde gecirilmiş perikardial effuzyon nedeni ile dış merkezde hospitalizasyonu

mevcuttu. O donem TSH değerinde belirgin yukseklik olduğu icin Levotiroksin 1x1400 mcg’a kadar

cıkılmıştı. Laboratuvar tetkiklerinde; TSH: 55 uIU/mL (N: 0.27-4.7), sT4: 0.6 ng/dL (N: 0.9-1.7), sT3:

1.73 pg/mL (N: 1.8-4.6), anti tiroid peroksidaz antikoru pozitif olarak tespit edildi. Hastanın LT4 dozu

1500 mcg/gune kadar arttırıldı. Kontrol tiroid fonksiyon testlerinde duzelme ve klinik semptomlarında

iyileşme saptanmadı. LT4 emilim testi yapıldı, LT4 oncesi ve aldıktan 2 saat sonrası sT4 değerinde artış

saptanmadı

(LT4 tedavisi oncesinde sT4: 0.57 doz alınması takibinde st4: 0.62). Hastada emilim kusuru ontanısı ile

colyak otoantikorları istendi ve negatif olarak saptandı, ayrıca ust gastrointestinal endoskopisinde

patolojik bulguya raslanmadı. Hastaya 1 cc’de 25 mcg LT4 iceren formulasyondan likit levotiroksin

başlandı. Likit LT4 4 cc/gun (100 mcg/gun) ile hasta taburcu edildi. Tedaviden 1 ay sonraki poliklinik

kontrolunde semptomlarında iyileşme saptanırken TSH: 2.57 uIU/mL, sT4: 1.42 ng/dL, sT3: 2.64 pg/mL

olarak tespit edildi.

Sonuç: Son donemde yapılan calışmalarda levotiroksin likit formunun biyoyararlanımının tablet

formulasyonuna gore daha fazla olduğu belirtilmektedir. Levotiroksin tablet tedavisi altında doz artışına

rağmen TSH yuksekliği devam eden hastalarda oral solusyonun tedavide iyi bir alternatif olabileceği

unutulmamalıdır.

316 - Ötiroid Hashimoto tiroiditi olan hastalarda oksidatif stres ve tiyol disülfid ilişkisinin değerlendirilmesi - 2017

Merve Dirikoç,Oya Topaloğlu, Cevdet Aydın, Ahmet Dirikoç, Şefika Burçak Polat, Özcan Erel, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P111

ABSTRACT

Amaç: Serum tiyol grupları plazma antioksidan sistemin en onemli uyelerindendir. Dinamik tiyol-

disulfid homeostazının pekcok hastalığın patogenezinde rolu olduğunu olduğunu ispatlayan bulgular

mevcuttur. Bu calışmada otiroid Hashimoto tiroiditi (HT) olan hastalarda oksidatif stresin etkisini ve

dinamik tiyol-disulfid homeostazının ne yonde değiştiğini değerlendirmeye amacladık.

Yöntem: Calışmaya 1 Ocak - 31 Mart 2016 tarihleri arasında merkezimize başvuran 18-60 yaş arası

otiroid HT olan 50 hasta ve 50 sağlıklı birey dahil edildi. Hipotiroidi icin medikal tedavi alan, sigara icen

ve kronik hastalığı olan bireyler calışma dışı bırakıldı. Laboratuvar bulguları ile native tiyol [-SH], total

tiyol [-SH+- S-S- ], disulfide [-S- S-] duzeyleri ve ayrıca yuzde olarak hesaplanan disulfid/native tiyol [-S-

S-/- SH], disulfid/total tiyol [-S- S-/- SH+-S- S-], native tiyol/total tiyol [-SH/- SH+-S- S] oranları hasta ve

kontrol grubunda karşılaştırılırken, akut faz reaktanları ile tiyol parametrelerinin korelasyonu ve antikor

[antitiroglobulin antikor (anti-TG), anti tiroid peroksidaz antikor (anti-TPO)] pozitifliğine gore tiyol

parametrelerinin değişimi değerlendirildi.

Bulgular: Calışmaya alınan bireylerin yaş ortalaması hasta grubunda 38.3 ± 10.4 yıl iken kontrol

grubunda 37.2 ± 10.1 yıl idi. Hasta grubunun 43 (% 86)’u kadın, 7 (%14)’si erkek iken, kontrol grubunun

39 (% 78)’u kadın, 11 (%22)’i erkekti. Başlangıcta incelenen 59 hastadan (sonradan 9 hasta cıkarılmıştır)

26 (%44.1)’sı sadece anti-TPO pozitif, 15 (%25.4)’i sadece anti-TG pozitif olup 18 (%30.5) hasta hem

anti-TPO hem anti-TG pozitif olarak saptandı. Toplamda 44 (%74.6) hasta anti-TPO pozitif iken 33

(%55.9) hasta anti-TG pozitif idi. Kontrol grubuna gore hasta grubunun medyan TSH duzeyi istatistiksel

anlamlı olarak daha yuksekti (p=0.004). Gruplar arasında sT3 ortalamaları istatistiksel olarak benzerken

(p=0.347), kontrol grubuna gore hasta grubunun sT4 ortalaması istatistiksel anlamlı olarak daha duşuktu

(p=0.010). Gruplar arasında medyan tiroglobulin, CRP, Hs-CRP ve fibrinojen duzeyleri yonunden

istatistiksel olarak anlamlı fark gorulmedi (p&gt;0.05). Kontrol grubuna gore hasta grubunda ortalama native

tiyol ve ortalama total tiyol istatistiksel anlamlı olarak daha yuksek bulundu (sırası ile, p=0.040 ve

p=0.036). Gruplar arasında disulfid, disulfid/native tiyol, disulfid/total tiyol ve native tiyol/total tiyol

parametreleri acısından anlamlı farklılık saptanmadı. Antikor pozitifliği ve tiyol-disulfid parametreleri

arasında anlamlı fark tespit edilmedi.

Sonuc: Calışmamız HT ve tiyol bileşikleri ilişkisini Erel ve Neşelioğlu’nun metoduna gore inceleyen ilk

calışmadır. Sonucta otiroid HT’li hastalarda total ve native tiyol duzeyleri yuksek saptanmış olup farklı

metodlarla calışılmış onceki literatur verileri ile uyuşmamaktadır. Ancak aynı metodun kullanıldığı, daha

fazla hastadan oluşan ve tiroid disfonksiyonu olan hastaların da katılacağı daha ileri calışmalara ihtiyac

vardır.

315 - Diyabetli Hastalarda Kendi Kendine Kan Glukoz Kontrolünde Uyum ve Yeterlilik Durumu - 2017

Reyhan Ersoy, Birgül Genç, Nagihan Beştepe, Fatma Neslihan Çuhacı, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P008

ABSTRACT

Kendi kendine glukoz kontrolu tum diyabetli bireylerde ve ozellikle insulin tedavisi kullananlarda

tedavinin onemli bir parcasıdır. Bu kontrolleri yaparken standartlara uygun cihazların kullanılması ve

tekniğe uygun şekilde olcumun yapılması gerekmektedir. Biz bu calışmada bir ucuncu basamak sağlık

kurumuna başvuran hastalardan yola cıkarak, diyabetli hastaların kendi kendine kan glukoz kontrolu

alışkanlıklarını araştırmayı amacladık.

Gereç ve Yöntem: Calışmaya; 18 yaş ve uzerinde, en az 6 aydır diyabet tanısı olan, kendine ait

glukometresi bulunan ve ankete katılmayı kabul eden 755 hasta alındı. Calışma icin bir anket formu

hazırlandı. Ankette hastaların demografik bilgileri, sosyoekonomik durumları ve hastalıkla ilgili

durumlarının yanı sıra kendi kendine glukoz kontrolu ile ilgili bilgi ve alışkanlıkları sorgulandı.

Bulgular: Calışmaya 434 kadın (%57.5), 321 erkek (%42.5) hasta alındı. Hastaların 78’i Tip 1 DM

(%10.3), 677’si Tip 2 DM (589.7) tanısı ile izlenmekte idi. Tip 1 DM’li hasta grubunda ortalama HbA1c

değeri %9.16±1.81, Tip 2 DM’li hasta grubunda ortalama HbA1c değeri %9.53±2.10 idi(p=0.153). Tip 1

Diyabetli hastaların tamamı yoğun insulin tedavisi altında idi.Tip 2 Diyabetli hastaların 363’u

insulin(%53.6.), 235’i oral antidiyabetik (%34.7), 78’i insulinle birlikte OAD(%11.5), 1 hasta da OAD ile

bilrlikte GLP-1 analogu (%0.1) kullanmakta idi. 604 hasta 1, 111 hasta 2, 34 hasta 3, 6 hasta 4 veya daha

fazla sayıda glukometreye sahipti. 136 hasta (%18) sahip olduğu cihazı 3 yıldan daha uzun suredir

kullanmaktaydı. 694 hasta cihaz kullanımını biliyor (% 91.8), 61 hasta bilmiyordu(% 8.1). 687 hasta kan

glukoz kontrollerini kendisi yaparken (%91), 68 hasta (%9) ikinci bir kişinin yardımı ile olcum

yapıyordu. Hastaların 241’i (%31.9) kan glukoz olcumunu sadece kendini kotu hissedince yapıyordu. 191

hasta her gun (%25.3), 148 hasta 3 gunde bir(%19.6), 66 hasta 2 gunde bir (%8.7), 62 hasta haftada bir

(%8.2), 23 hasta 15 gunde bir (%3) kan glukozunu kontrol ediyordu. 3 has ta glukometresi olmasına

rağmen hic takip yapmıyordu. 430 hasta(%57) hem aclık hem de tokluk kan glukozu olcumu, 132 hasta

(%17.5) sadece aclık, 30 hasta sadece tokluk (%4) olcumu yapıyordu. 160 hasta(%21.2) ise aclık veya

tokluğa dikkat etmeksizin herhangi bir zamanda olcum yapıyordu. 516 hasta (%68.3) olcum sonuclarını

doktor ile paylaşırken 236 hasta (%31.4) paylaşmıyordu. Olcum sonuclarını doktoru ile paylaşan ve

paylaşmayan hastaların HbA1c ortalamaları arasında anlamlı farklılık saptanmadı (% 9.39±2.01 vs.

9.70±2.21, p=0.157).

Sonuç: Diyabetik hastalar kendi kendine glukoz kontrolu konusunda yetersizdir. Hastanın glukometre

sahibi olması, tekniğe uygun, kendi sağlık durumuna gore gereken sıklıkta kan glukoz kontrolu yaptığı ve

hekimi ile paylaştığı anlamına gelmemektedir. Hastalar ve/veya hasta yakınları kendi kendine glukoz

kontrolu uyumu ve yeterliliği konusunda eğitilmeli ve bu eğitimler belli aralıklarla tekrarlanmalıdır.

314 - Paratiroid karsinoma tanısı ile takip edilen hastalarımızın gözden geçirilmesi - 2017

Nagihan Beştepe, Didem Özdemir, Ş. Burçak Polat, Berna Evranos, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P159

ABSTRACT

GİRİŞ: Paratiroid karsinoma (PK) nadir bir endokrin malignitedir. Tüm kanserlerin % 0.005

ini ve primer hiperparatiroidizmli olguların %1 ini oluşturur. Bu yaygın olmayan tümör

genellikle 5. dekatta görülmektedir. Her iki cinste benzer sıklıkta görülür, sessiz ancak

progressif bir gidiş gösterir. Sıklıkla yüksek serum Ca ve PTH seviyeleri ve palpabl servikal

kitle ile prezente olabilir. PK genellikle sporadikdir, daha az sıklıkla genetik sendromlarla

birliktelik görülebilir. (Hiperparatiroidizm-jaw tümör sendromu ve MEN Tip 1-4). Bu

bildiride kliniğimizde takip ettiğimiz farklı şekilde prezente olan 5 paratiroid karsinoma

olgusu sunulmuştur.

OLGULAR: PK tanısı ile takip ettiğimiz 5 hastamızdan 2’si kadın ve 3’ü erkekdi. Hastaların

ortalama yaşı 50.4±13.7 (38-65) idi. Hastalarda baş ağrısı , halsizlik , bulantı ve kusma,

yaygın vücut ağrısı gibi nonspesifik semptomlar mevcuttu.1 hasta femur kırığı ve 1 hasta ise

nefrokalsinozis ile prezente oldu. Hastalarımızın ortalama plazma Ca seviyesi 15.3±2.7 mg/dl

[11.6-18.9], ortalama plazma fosfor seviyesi 2.4± 0.8 mg/dl ve ortalama serum PTH seviyesi

869.4± 881.9 pg/ml [87-2500] idi. Histopatolojik tümör çapı ortalama 29.2±11.1 mm [15-44]

idi. Cerrahi sonrası 36 aylık takipte, 2 hastada plazma Ca, fosfor ve PTH seviyeleri normal

aralıkta seyretti. 2 hastada lokal rekürrens nedeniyle reoperasyon gerekti. 1 hastada ise

akciğer ve kemik metastazları nedeni ile plazma Ca ve PTH seviyeleri yüksek seyretti ve 6

kez cerrahi operasyon geçirdi.

SONUÇ: PK genellikle yavaş seyirli bir neoplazidir. Progressif end organ hasarı ve kalsiyum

metabolizma bozukluğu ile karakterizedir. Bazı hastalarda ılımlı plazma Ca ve PTH

yüksekliği görülürken, bazı hastalarda ise çok ciddi hiperkalsemi ve hiperparatiroidizm ile

prezente olabilmektedir. PK olguların küratif tedavisinde en önemli faktör tümörün cerrahi

olarak tam rezeksiyonudur.

313 - Postpartum erken dönemde ciddi hipokalsemi ile prezente olan idiopatik hipoparatiroidi. - 2017

Eda Karapelit, Didem Özdemir, Sevgül Faki, Ayhan Özhasenekler, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P213

312 - Panhipopitüitarizmin nadir bir nedeni: meme kanseri metastazı - 2017

Didem Özdemir, Cüneyt Bilginer, Bülent Akıncı, Bülent Yalçın, Emre Karakök, Reyhan Ersoy,Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P195

311 - Bilinç bulanıklığı ve nonkonvulzif status epileptikus ile prezente olan ektopik ACTH sendromu - 2017

Eray Onur Mert, Samet Yaman, Didem Özdemir, Nagihan Beştepe, Dursun Ali Sağlam, Osman Ersoy, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P192

310 - Tiroid fonksiyon testlerinde dalgalanmalar ile seyreden oynak (brittle) graves hastalığı olan vaka serisi - 2017

Muhammet Cüneyt Bilginer, Sevgül Fakı, Cevdet Aydın, Didem Özdemir, Abbas Ali Tam, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P127

309 - Primer hiperparatiroidizmi olan hastalarda fraksiyone kalsiyum atılımı hesaplanırken albumine göre düzeltilmiş kalsiyum mu kullanılmalıdır? - 2017

Cevdet Aydın, Şefika Burçak Polat, Sevgül Fakı, Çuhacı F. Neslihan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P204

ABSTRACT

Giriş: Primer hiperparatiroidizm (PHPT) ayaktan hastalarda hiperkalseminin en sık sebebidir.

Tedavi edilmediğinde progresif olarak ilerler, nefrokalsinosis ve kemik mineral kaybı gelişir ve

son donem bobrek yetmezliği, kemik kırıkları gibi ciddi komplikasyonlar ortaya cıkabilir. Bu

nedenle doğru tanı konulması ve endikasyonlu hastalarda cerrahi uygulanması gerekmektedir.

Hiperkalsemiye eşlik eden yuksek veya normal parathormonu varlığında PHPT ayırıcı tanısında

ailesel hipokalsiurik hiperkalsemi duşunmek gerekir. İki antitenin ayırıcı tanısında 24 saatlik

idrarda kalsiyum atılımı ve fraksiyone idrar kalsiyum ekskresyonu kullanılmaktadır.

Amaç: Bu calışmanın amacı fraksiyone idrar atılımı formulunde serum total kalsiyum duzeyini

albumine gore duzeltmenin klinik anlamı olup olmadığını araştırmaktır.

Yöntem: Primer hiperparatiroidizmi olan 3’uerkek, 17’si kadın olmak uzeretoplam yirmi

hastanın fraksiyone idrar atılımı “idrar kalsiyumu x plazma kreatinin/ serum kalsiyumu x idrar

kreatinin” formulu ile hesaplandı. Hesaplama yaparken serum kalsiyumu albumine gore

duzeltilmiş ve duzeltilmemiş olarak iki ayrı olcum yapıldı ve olcumler birbiriyle karşılaştırıldı.

Bulgular: Albumine gore duzeltilmiş kalsiyum kullanıldığında ortalama fraksiyone atılımı 0,016

(%1.6) ±0.057, duzeltilmemiş kalsiyum kullanıldığında hesaplanan değer ise 0.0008 (%0.8)

±0.00013 idi. İki sonuc arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p&lt;0.01). Klinik olarak

PHPT ve ailesel hipokalsiurik hiperkalsemi ayırıcı tanısı icin kesim noktası %1 alındığında

hicbir hastada tanı değişmezken, %2 alındığında iki PHPT’li hastanın tanısı ailesel hipokalsiurik

hiperkalsemi olarak değişti.

Sonuç: Fraksiyone idrar atılımı PHPT ve ailesel hipokalsiurik hiperkalsemi ayırıcı tanısında

onemlidir. Serum kalsiyum olcumu serum albumin duzeyinden etkilenmekte ve yanlış yuksek

veya duşuk olculmektedir. Fraksiyone idrar atılımı hesaplanırken albumine gore duzeltilmiş

kalsiyumu kullanmak, sonucları gri zonda olan bazı hastaların klinik tanısını değiştirebilir.

308 - Radyoaktif İyot Ablasyonu Tedavisi ve Over Rezervi - 2017

Berna Evranos Öğmen, Sevgül Fakı, Şefika Burçak Polat, Nagihan Beştepe, Reyhan Ersoy , Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P059

307 - Primer Hiperparatiroidizmli Hastalarda Üst Gastrointestinal Sistem Semptomları, Endoskopi ve Sitoloji Bulguları, Serum Kromogranin A ve Gastrin Düzeyleri - 2017

Osman Ersoy, Berna Öğmen, Şefika Burçak Polat, Levent Öztürk, Berrak Gümüşkaya Öcal, Bekir Çakır, Reyhan Ersoy
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P154

ABSTRACT

Amaç: Patofizyolojik mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte Primer hiperparatiroidili (PHPT) hastalarda

üst gastrointestinal sistemle (GİS) ilişkili semptomlara sıklıkla rastlanmaktadır. Bu semptomların bir kısmı PHPT

tedavisi sonrası düzelmekle birlikte hiperkalsemik durum kalıcı etkilere de neden olabilmektedir. Bu çalışmada

PHPT’li hastalarda üst GIS ilişkili semptomların sıklığını sorgulamayı, üst GIS endoskopi bulgularını ve patolojik

özelliklerini araştırmayı, bu bulguların serum Kromogranin A ve serum gastrin düzeyi ile ilişkisini belirlemeyi

amaçladık.

Gereç ve Yöntem: PHPT tanısı alan 71 hasta çalışmaya alındı. Endoskopiyi kabul etmeyen, GIS den operasyon

öyküsü olan, Kromogranin A ve gastrin düzeyini etkileyen ilaç kullanan hastalar çalışmaya alınmadı. Hastalar üst

GIS semptomlarının varlığı açısından sorgulandı. Açlıkta serum Kromogranin A ve gastrin düzeyi için kan alındı.

Tüm hastalara aynı endoskopist tarafından Pentax EG 29905 ön görüşlü endoskop kullanılarak ve sedasyonla

üst GIS endoskopi uygulandı. Atrofik gastritisi değerlendirmek için tüm hastaların mide biyopsi örnekleri alındı.

Nodül, polip veya ülser saptanan hastalarda ilave biyopsiler alındı.

Bulgular: 71 hastanın 60’ı kadın, 11’i erkek, median yaş 52 yıl (18-78) idi. Ortalama serum Kromogranin A

düzeyi 134.10 ± 19.43 ng/ml (28- 620), ortalama gastrin düzeyi 219.39 ± 48.6 pg/ml (14- 2255) bulundu.

Hastaların %61’inde dispepsi yakınması vardı. %51.7 hastada epigastrik ağrı ve %46.6 hastada kilo kaybı en sık

görülen semptomlardı. 25 (%35.2) hastanın endoskopisi normal olarak değerlendirildi. 14(%19.7) hastada eroziv

antral gastrit, 12(%16.9) hastada atrofik gastrit, 6(%8.5) hastada gastrik ülser, 5(%7) hastada duodenal ülser,

4(%5.6) hastada alkalen reflü gastrit, 4(%5.6) hastada nodüler gastrit, 1(%1.4) hastada gastrik ve duodenal ülser

birlikte saptandı. Biyopsi sonuçlarına göre hastalarda %66.2 oranında Helikobakter pilori mevcuttu. %29.2

intestinal metaplazi, %20 gastrik atrofi ve 1(%1.4) hastada gastrik nöroendokrin tümör varlığı tespit edildi.

Atrofik gastriti olan hastalarda serum Kromogranin A düzeyleri atrofik gastritisi olmayan hastalarla benzer

bulunurken, serum gastrin düzeyleri atrofik gastriti olmayanlara göre anlamlı olarak yüksekti (p=0.024).

Helikobakter pilori pozitif hastalarda serum Kromogranin A ve gastrin düzeyleri negatif olan hastalarla benzer

bulundu. Benzer şekilde serum Kromogranin A ve gastrin düzeyleri intestinal metaplazi olan ve olmayan hasta

gruplarında benzerdi.

Sonuç: PHPT’li hastalarda dispeptik semtomlar belirgindir, atrofik gastrit ve peptik ülser sıklığı artmıştır. Bu

nedenlerle PHPT’li hastalar GIS semptomları açısından sorgulanmalı ve gerek görülen hastalara üst GIS

endoskopisi yapılmalıdır görüşündeyiz.

306 - Gebede muhtemel histerosalpingografiye bağlı uzamış iyot fazlalığı: Olgu sunumu. - 2017

Abbas Ali Tam, Sevgül Fakı, Didem Özdemir, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P091

ABSTRACT

Giriş:Histerosalpingografi (HSG) uterin kavite ve fallop tüplerinin radyografik muayenesidir.

Genellikle infertilite testi olarak uygulanmakta olup radyoopak kontrast maddenin servikal

kanal boyunca enjeksiyonu ile yapılır. Bu işlem için sıklıkla lipiodol kullanılmakta olup bu

yağda çözünen iyotlu kontrast maddedir ve bu 480 mg/mL iyot içermektedir. Yüksek

miktarda serbest iyot içeren kontrast madde maruziyeti sonrası tiroid fonksiyonları

etkilenebilir. Kontrast madde vücut iyot depolarında büyük artışlara neden olur ve ancak

birkaç haftadan aya kadar geçen bir zamanda progresif olarak vücuttan temizlenebilmektedir.

Biz kontrast maddeye bağlı uzamış iyot maruziyetine dikkat çekmek için kontrasepsiyondan

9 ay önce HSG muayenesi olan ve gebeliğinin 6. haftasında yüksek idrar iyot düzeyi tesbit

ettiğimiz bir vakayı sunmayı uygun bulduk.

Olgu:31 yaşında 2. gebeliği olan hasta 6 haftalık gebeyken merkezimize kan şekeri

yüksekliği nedeniyle yönlendirildi. Hastanın öyküsünde 2 yıldır infertilite nedeni ile tetkik ve

takip edildiği ve kontrasepsiyondan 9 ay önce HSG muayenesi yapıldığı görüldü. Ayrıca

öyküden iyot seviyesini önemli derecede etkileyebilecek ilaç kullanımı, gıda ve besin

takviyesi alımının olmadığı öğrenildi. Abortus öyküsü olmayan hastanın D vitamini damla

ve folik asit dışında kullandığı herhangi bir ilacı yoktu. Hastanın tetkiklerinde spot idrarda

iyot düzeyi 10087 mcg/L (N: 100-700 mcg/L) olarak saptandı. 24 saatlik idrarda iyot atılımı

450 &gt; ug/L’di. Tiroid fonksiyonlarının değerlendirilmesinde tiroid stimüle edici hormon

(TSH): 2.19 uIU/mL (N:0.27-4.2 uIU/mL ) , serbest tiroksin (sT4):1.32 ng/dL (N:0.9-1.7

ng/dL), serbest triiodotironin (sT3):1.32 pg/mL (N:1.8-4.6 pg/mL) tespit edildi. Tiroid

otoantikorları negatifti.Tiroid ultrasonografisi normaldi.

Sonuç:İyotlu kontrast madde maruziyetinden sonra vücut iyot depolarının normale dönmesi

için gereken süre tam olarak bilinmemektedir. HSG nedeniyle iyotlu kontrast madde

kullanımı sonucu ötiroid bireylerde bile hipotiroidi veya tirotoksikoz gelişebilir. Vakamızda

tiroid fonksiyon testlerinde anormallik yoktu fakat idrar iyot düzeyi HSG’den aylar

sonrasında bile yüksek seviyelerdeydi. HSG muayenesi yapılan doğurganlık çağındaki

kadınların tiroid fonksiyon bozukluğu ve yüksek iyot seviyeleri açısından dikkatli takibi

gerekir.

305 - Benign ve malign tiroid nodüllerinin ayrımında ve farklı Bethesda kategorilerinde yeni bir belirteç olarak TSH/Tiroglobulin oranı - 2017

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Cevdet Aydın, Muhammed Cüneyt Bilginer, Mustafa Ömer Yazıcıoğlu , Nuran Süngü, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P075

ABSTRACT

Giriş: Tiroid nodüllerinin değerlendirmesinde ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) altın standart

olup hızlı, ucuz, emniyetli ve güvenilirdir. Deneyimli ellerde tiroid İİAB ile %90&#39;a varan oranlarda

doğru tanı konabilir. Bununla birlikte yetersiz sonuçlar bu yöntemin kısıtlılığını oluşturur. Bu nedenle

preoperatif maligniteyi predikte edebilmek için sitolojinin yanısıra başka parametrelere ihtiyaç

duyulmaktadır. Bu çalışmada benign ve malign tiroid nodüllerinin ayırımında yeni bir belirteç olarak

TSH/Tg oranının kullanılıp kullanılamayacağını araştırdık ve bu oranın farklı Bethesda

kategorilerindeki tanısal değerini belirlemeyi amaçladık

Metod: Tiroidektomi uygulanan 2900 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya

ötiroid hastalar dahil edildi ve Anti-Tg değeri yüksek olanlar, daha önce tiroid cerrahisi geçirmiş

olanlar, antitiroid ilaç kullanımı veya tiroid hormon replasman öyküsü olanlar dışlandı. Sitolojik

klasifikasyon Bethesda sistemine göre yapıldı. Hastalar ve nodüller histopatoloji sonuçlarına göre

benign ve malign olarak ayrıldı. Gruplar demografik ve klinikopatolojik özellikleri ve TSH, Tg ve

TSH/Tg oranları açısından karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmada ötiroid nodüler tiroid hastalığı olan 614 hastanın 1245 nodülü analiz edildi.

Hastaların 144’ü(%23.5) erkek, 470’i (%76.5) kadındı. 244 (%39.7) hastada malign, 370 (%60.3)

hastada benign histopatoloji saptandı. Benign ve malign gruplar arasında yaş, cinsiyet, Anti TPO

pozitifliği ve nodül sayısı açısından fark yoktu. Malign olanlarda benign olanlara göre histopatolojik

olarak Hashimoto tiroiditi daha fazlaydı. Malign hastalarda TSH, TSH/Tg oranı ve total tiroid hacmi

anlamlı şekilde yüksek, Tg değerleri anlamlı şekilde düşüktü (her biri için p&lt;0.001) (Tablo 1).

Nodüllerin 924’ü (%74.2) benign, 321’i (% 25.8) maligndi. Sitolojik olarak 343 nodül nondiagnostik,

637 nodül benign, 121 nodül önemi belirsiz atipi/önemi belirsiz foliküler lezyon (AUS/FLUS), 39

nodül foliküler neoplazi/foliküler neoplazi şüphesi (FN/FNS), 64 nodül malignite şüphesi ve 41 nodül

malign olarak raporlandı. Bethesda kategorileri arasında TSH, Tg, TSH/Tg açısından anlamlı fark

saptandı (her biri için p&lt;0.001). Median TSH/Tg sitolojik olarak benign grupta en düşük iken (0.013),

malignite şüphesi olanlarda (0.054) ve malign sitoloji olanlarda en yüksek idi (0.086). TSH/Tg oranı,

AUS/FLUS, FN/SFN ve malignite şüphesi kategorilerinde histopatolojik olarak malign nodüllerde

benign nodüllere göre anlamlı yüksekti (sırasıyla p=0.001, p&lt;0.001 ve p=0.003) (Tablo 2). Regresyon

analizinde TSH/Tg, TSH ve Tg düzeyine göre daha üstün tanısal değere sahipti (p&lt;0.001)

Sonuç: TSH/Tg oranı hem malign ve benign tiroid nodüllerinin ayrımında hem de özellikle

indetermine Bethesda sınıfı olan nodüllerde maligniteyi predikte etmede yeni bir belirteç olarak

kullanılabilir.

304 - Graves hastalığı takibinde tespit edilen erken primer biliyer siroz: olgu sunumu. - 2017

Sevgul Fakı, Muhammet Cuneyt Bilginer, Cevdet Aydın, Didem Özdemir, Hüsniye Başer, Osman Ersoy, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P117

ABSTRACT

Giriş: Tirotoksikozlu hastalarda yuksek tiroid hormonlarına, kullanılan ilaclara veya altta

yatan otoimmun karaciğer hastalığına bağlı olarak karaciğer fonksiyon testlerinde ceşitli

anormallikler gorulebileceği bilinmektedir. Graves hastalığına eşlik eden otoimmun hepatit

veya primer biliyer siroz (PBS) nadiren bildirilmiştir. Biz burada nadir gorulmesi nedeni ile

progresif kaşıntı şikayeti ile başvuran hipertiroidili bir kadın hastada tespit edilen Graves

hastalığı ve eşlik eden erken PBS tanılarına dikkat cekmek amaclı olarak vakayı sunmayı

uygun bulduk.

Olgu: 50 yaşındaki kadın hasta 4 aydır ilerleyici kaşıntı nedeni ile kliniğimize başvurdu.

Yapılan laboratuvar tetkiklerde; tiroid stimule edici hormon (TSH): &lt;0.005 uIU/ mL (0,27-

4,7), serbest tiroksin (sT4): 4.6 ng/dL(0,9-1,7) ve serbest triiodotironin (sT3): 14.71

pg/mL(1,8-4,6), Tiroid peroksidaz antikoru (anti-TPO): 89 uIU/mL (0-34) ve TSH reseptor

antikoru (TRAb):1.8 u/L (1-1.5 ), serum alkalen fosfataz (ALP): 125 IU / L (N ≤ 105), gama

glutamil transferaz (GGT): 132 IU / L (≤ 42) tespit edildi. Hastanın fizik muayenesinde; vucut

sıcaklığı: 38.3 C, nabız: 110/dk, kan basıncı: 130/80 mmHg olarak saptandı. Batın

muayenesinde organomegali tespit edilmedi. Yapılan tiroid ultrasonografisinde sağ lob

22.5x25.9x 49.2 mm, sol lob 19.7x16.3x57.2 boyutlarında olculmuş olup diffuz hiperplazik

tiroid bezi ile uyumlu olarak raporlandı, doppler incelemede ise artmış kanlanma saptandı.

Teknisyum- 99m tiroid sintigrafi incelemesinde artmış aktivite tutulumu tespit edilmesi

uzerine toksik diffuz guatr tanısı ile hastaya metimazol 2x10 mg (milligram) tablet ve

propranolol 2x20 mg tablettedavisi başlandı. 1 hafta sonraki kontrolde kaşıntıda artış ve

ALP/GGT (160/151 IU /L) duzeylerinde yukselme saptanması uzerine hastanın medikal

tedavisi sonlandıldı. Hasta viral hepatit, bakır ve demir metabolizma bozukluğu acısından

tetkik edildi. HBsAg, Anti HBc, Anti HBe, Anti HCV, Anti HIV, Anti HAV IgG, IgM, 24

saatlik idrarda bakır ve serum seruloplazmin test sonucları negative olarak raporlandı.

Otoimmun hepatit markırlarından antimitokondrial antikor (AMA-M2) ve anti nukleer antikor

(ANA ) pozitifliği saptanan hastaya PBS tanısı ile gastroenteroloji tarafından ursodeoksikolik

asit 1x250 mg tablet başlandı. Lugolize edilen hastaya bilateral total tiroidektomi yapıldı.

Sonuç: Graves hastalığının diğer otoimmun hastalıklar ile birlikteliği olabileceği hatırlanmalı

ve kaşıntının her ne kadar tirotoksikoza ve kullanılan antitiroid ajana bağlı olabileceği

duşunulse de artan kaşıntı ve karaciğer fonksiyon testleri varlığında eşlik edebilecek PBS

varlığı da akla gelmelidir.

303 - Tekrarlayan yetersiz sitolojili tiroid nodüllerinde tiroid görüntü raporlama ve veri sistemi (TIRADS) malignitenin tahmin edilmesinde faydalı mıdır? - 2017

Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Sevgul Fakı, Afra Alkan, Mustafa Ömer Yazıcıoğlu, Hayriye Tatlı Doğan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 3-7 Mayıs 2017, Antalya, Türkiye, P076

ABSTRACT

Amaç: Yetersiz sitolojili tiroid nodullerine malignite oranı duşuk olmasına rağmen,

tekrarlayan yetersiz sitolojili tiroid nodullerinde malignite oranının daha yuksek olabileceği

bildirilmektedir. Bu calışmada şupheli ultrasonografik (US) ozelliklerin ve tiroid goruntu

raporlama ve verisisteminin (TIRADS) tekrarlayan yetersiz sitoloji sonucu olan nodullerde

malignitenin tahmin edilmesinde faydalı olup olmadığının değerlendirilmesi amaclanmıştır.

Yöntem: Aynı nodulde en az 2 kez yetersiz sitolojisi sonucu olan ve bu nedenle tiroidektomi

uygulanan 246 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Yetersiz sitolojili nodullerin şupheli

US ozellikleri (solid komponent, hipoekojenite, duzensiz kenar, mikrokalsifikasyon, nodulun

anteroposterior (AP) capının transvers (T) capından daha buyuk olması) ve TIRADS

kategorileri (TIRADS kategorileri 3, 4a, 4b, 4c ve 5) kaydedildi. TIRADS kategori 3; şupheli

US ozelliği yok, kategori 4a; 1 şupheli US ozelliği, kategori 4b; 2 şupheli US ozelliği,

kategori 4c; 3 veya 4 şupheli US ozelliği ve kategori 5; 5 şupheli US ozelliği olan nodullerden

oluşturuldu.

Bulgular: 246 hastanın 218’nin (% 88.6) histopatolojisi benign iken 28 hastanın (% 11.4)

histopatolojisi maligndi. Benign ve malign gruplar arasında şupheli US ozellikleri açısından

fark izlenmedi (p&gt;0.05). Tekrarlayan yetersiz sitololoji sonucu olan 246 nodulden 12 nodul

(% 4.9) TIRADS kategori 3, 53 nodul (% 21.5) 4a, 104 nodul (%42.3) 4b ve 77 nodul

(%31.3) 4c kategorilerinde yer almaktaydı. TIRADS 5 kategorisine dahil olan nodul yoktu.

TIRADS kategori 3, 4a, 4b ve 4c’de malignite oranları sırasıyla % 0, % 13.2, % 9.6 ve % 14.3

olarak belirlendi. Benign ve malign gruplar arasında TIRADS kategorileri acısından fark

izlenmedi (p&gt;0.05).

Sonuç: TIRADS, şupheli US ozelliklerinin sayısına gore tiroid nodullerinin malignite riskini

belirlemeye calışan basit, guvenilir bir raporlama sistemidir. Literaturde TIRADS’ın ceşitli

sitoloji sonuclarında malignitenin belirlenmesinde faydalı olduğu bildirilmektedir. Ancak

yetersiz sitolojili tiroid nodullerinde TIRADS’ın etkinliği değerlendirilmemiştir. Bu calışmada

tekrarlayan yetersiz sitolojili tiroid nodullerinde malignite oranı % 11.4 olarak bulundu.

Yetersiz sitolojili nodullerde malignitenin tahmin edilmesinde faydalı olabilecek şupheli US

bulgusu saptanmadı. TIRADS kategorilerine gore değerlendirildiğinde, TIRADS 4a, 4b ve

4c’de yer alan nodullerdeki malignite oranının Bethesda klasifikasyonuna gore yetersiz

sitolojili nodullerde tahmin edilen malignite oranlarından daha yuksek olduğu goruldu.

302 - Sitolojisi Önemi Belirsiz Folliküler Lezyon (ÖBA/ÖBFL) Olan Troid Nodüllerinde Subgruplara göre Hangi Sitolojik ya da Artefakt Değişiklik Malignansi ile İlişkilidir? - 2017

Oya Topaloğlu, Ayşegül Altınboğa, Fatma Neslihan Çuhacı, Cevdet Aydın, Hüsniye Başer, Ömer Yazıcıoğlu, Afra Alkan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 39. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, 3-7 Mayıs 2017, P074

ABSTRACT

Amaç: Onemi Belirsiz Atipi/ Onemi Belirsiz Follikuler Lezyon (OBA/OBFL), Bethesda

klasifikasyonuna gore sitolojik ozellikleri kesin malign ya da benign olmayan tiroid

nodullerini tanımlayan bir kategoridir. Bu calışmada OBA/OBFL kategorisinde subgruplara

gore hangi spesifik sitolojik ya da artefakt değişikliğin malignite ile ilişkili olduğunu tespit

etmek amaclanmıştır.

Yöntem: İnce iğne aspirasyon biopsileri (İİAB) Bethesda kategori III (OBA/OBFL) olan ve

opere edilen hastaların operasyon oncesi sitolojik spesmenleri tekrar değerlendirildi.

Orijinal sitoloji ve final histopatolojiye kor deneyimli bir sitopatolog tarafındaninceleme

yapıldı ve Bethesda’ya gore sitoloji 1’den 7’ye kadar gruplandırıldı; Grup 1: mikrofollikuller

oluşturan hucreler , Grup 2: nadir hucre ve kolloid olan coğunlukla Hurthle hucreleri iceren

yaymalar , Grup 3: yayma artefaktları nedeni ile atipinin değerlendirilemediği yaymalar, Grup

4: benign Hurthle hucreleri iceren selluler yaymalar , Grup 5: papiller karsinom benzeri

nukleer değişiklikler gosteren fakat genel olarak benign gorunumlu fokal hucreler, Grup 6:

genellikle benign gorunumlu atipik ozellikler gosteren hucreler, Grup 7: nukleer genişleme ve

sıklıkla belirgin nukleolus iceren nadir follikuler hucreler

Bulgular: Ortalama yaşı47.87±12.18 yıl olan toplam 195 hastanın (153 kadın, 42 erkek)

spesmenleri değerlendirildi.

195 hastanın, 148’inde OBA 47’sinde OBFL sitolojisi mevcuttu. Nukleer yarıklanma tum

grup ve OBA grubunda malign olanlarda anlamlı olarak daha fazla tespit edilirken(sırası

ile, p=0.005 ve p=0.023), OBFL grubunda nukleer yarıklanma acısından malign ve benign

olanlar arasında fark mevcut değildi(p=0.164). Hem tum hasta polulasyonunda hem de OBA

ve OBFL alt gruplarında malign ve benign ayrımında nukleer genişleme, ust uste binme,

elongasyon, inkluzyon ve papilleroid ozelliklerin varlığı acısından fark mevcut değildi.

Ayrıca hem tum hasta polulasyonunda hem de OBA ve OBFL alt gruplarında malign ve

benign olanlarda sitolojik grup dağılımları benzerdi. (p&gt;0.05).

Sonuç: Bethesda Kategori III’de ozellikle OBA alt grubunda sitolojik incelemede nukleer

yarıklanmanın gorulmesimalignansi acısından risk oluşturmaktadır ve bu hastalara cerrahi

tedavi onerilmesi daha uygun bir yaklaşım olacaktır.

301 - Ultrasonografi ile tespit edilen nodül çapı histopatolojik tumor çapı ile uyumlu mudur? - 2016

M. Cüneyt Bilginer, Didem Özdemir, Hayriye Tatlı Doğan, Abdussamed Yalçın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P22.

300 - Geriyatrik Hastalarda Tiroid Kanserlerinin Özellikleri - 2016

Fatma Dilek Dellal, Didem Özdemir, Abbas Ali Tam, Hüsniye Başer, Hayriye Tatlı Doğan, Ömer Parlak, Reyhan ERsoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P12.

ABSTRACT

Amaç: Geriatrik yaşta tiroid kanserlerinin biyolojik agresifliğinin belirgin derecede arttığı belirtilmektedir. Agresif diferansiye tiroid kanseri (DTK) tipleri, büyük tümör, geniş lokal büyüme ve uzak metastaz yaşlılarda daha sık görülür, ve rekürrens ve mortalite oranları genç hastalara kıyasla daha yüksektir. Bu çalışmada geriatrik yaş grubunda (≥65) tiroid kanseri tanısı alan hastaların klinikopatolojik özelliklerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.

Materyal ve Metod: Kliniğimize Ocak 2009-Aralık 2014 tarihleri arasında başvuran ve histopatolojik olarak tiroid kanseri tanısı alan 933 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. ≥65 yaş hastalardaki tümörler Grup 1, <65 yaş hastalardaki tümörler Grup 2 olarak ayrıldı. Tiroid fonksiyonları, ultrasonografik (US) özellikler, sitoloji ve histopatoloji sonuçları karşılaştırıldı.

Bulgular: 109 (%11.7) hasta ≥65, 824 (%88.3) hasta <65 yaşında idi ve tiroid fonksiyonları, tiroid antikor pozitifliği, tiroidektomi endikasyonları ve tiroidektomi tipi açısından fark yoktu. Ultrasonografik olarak ortalama nodül sayısı ≥65 yaş grubunda 4.87±3.23, <65 yaş grubunda 4.19±3.30 idi (p=0.044). Grup 1’de 153 (%11.4), Grup 2’de 1185 (%88.6) tümör odağı vardı. Grup 1’de 67, Grup 2’de ise 565 malign nodülün US özellikleri kayıtlı idi. Grup 1’de ortalama nodül çapı Grup 2’den daha yüksekti (p=0.008). Ekojenite, yapı, mikro ve makrokalsifikasyon varlığı, kenar düzensizliği ve kanlanma paterni açısından Grup 1 ve 2 arasında fark yoktu. Grup 1’de hipoekoik halo varlığı %16.4 iken Grup 2’de bu oran %28.6 idi (p=0.034). Nodüllerin sitoloji sonuçlarının dağılımları benzerdi (Tablo 1). Malign odakların çapları arasında fark bulunmadı (p=0.182). Mikrokanser oranı Grup 1’de %65.8, Grup 2’de %64.5 idi (p=0.759). İnsidentalite her iki grupta benzerdi (p=0.313). Grup 1’de malign nodüllerin %88.8’i papiller tiroid kanseri iken Grup 2’de bu oran %93.9 idi (p=0.028). Hurthle hücreli kanser oranı Grup 1’de %3.9, Grup 2’de %1.1, anaplastik kanser sıklığı Grup 1’de %2.0, Grup 2’de %0.2 bulundu (sırasıyla p=0.015 ve p=0.012). Kapsüler invazyon, vasküler invazyon ve ekstrakapsüler uzanım oranları iki grup arasında farklılık göstermiyordu (Tablo-1).

Sonuç: Geriatrik hasta grubunda anaplastik kanser ve diğer DTK arasında daha kötü prognozlu olduğu bilinen Hurthle hücreli kanser sıklığı artmıştır. Agresif tümör tiplerine artmış eğilim nedeniyle bu hastalarda tiroid nodülleri saptandığında sitolojik değerlendirme mutlaka yapılmalıdır.

 

Tablo 1: ≥ 65 yaş ve <65 yaş hastalardaki malign tiroid nodüllerinin sitolojik ve histopatolojik özellikleri


 

≥ 65 yaş (Grup-1)

(n=109)

< 65 yaş (Grup-2)

(n=824)

p

Tümör tipi

(n=153)

(n=1185)

 

      PTK

136 (%88.8)

1113 (%93.9)

0.028

      FTK

3 (%2)

25 (%2.1)

0.911

      HHK

6 (%3.9)

13 (%1.1)

0.015

      Medüller

1 (%0.7)

12(%1)

0.674

      Anaplastik

3 (%2)

2 (%0.2)

0.012

      MPBİDT

4 (%2.6)

20 (%0.2)

0.341

 

AUS/FLUS:Önemi belirsiz atipi/Önemi belirsiz folliküler lezyon, FN/FNŞ:Folliküler neoplazi/Folliküler neoplazi şüphesi, PTK:Papiller tiroid kanseri, FTK:Folliküler tiroid kanseri, HHK:Hurtle hücreli kanser, MPBİDT: Malignite potansiyeli belirsiz iyi differansiye tümör

 

299 - Tiroid nodüllerinde malignite riskini öngörmede titoid nodül volümünün rolü. - 2016

Nagihan Beştepe, Didem Özdemir, Hüsniye Başer, Berna Evranos Öğmen, Nuran Süngü, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P10.

298 - Tirotoksikoz Papiller Titoid Kanserinin Daha Agresif Varyantlerı İle İlişkili Midir? - 2016

Şefika Burçak Polat, Berna Evranos Öğmen, Ersin Gürkan Dumlu, Nuran Süngü, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P13.

ABSTRACT

Giriş: TSH’ nın tiroid malignitesinin gelişmesini tetiklediği ve yüksek TSH düzeyinin artmış tiroid

malignitesi insidansı ve ileri tümör evresi ile ilişkisi olduğu gösterilmiştir. Bunların aksine

hipertiroidinin daha agresif tümörlerle ilişkili olduğunu ve tıpkı bir büyüme faktörü gibi integrin αvβ3

üzerinden etki ettiği ileri sürülmüştür. Literatürde tirotoksikozlu hastalarda papiller tiroid kanserinin

alt tiplerinin subgrupları arasında ilişki olup olmadığına dair az veri bulunmaktadır. Bu çalışmanın

amacı tirotoksikozlu hastalarda PTK varyantlarının dağılımını, ötiroid hasta grubu ile karşılaştırmaktır.

Yöntem: Ocak 2007- Aralık 2010 tarihleri arasında toplam 2910 hasta tiroid operasyonu geçirmiş

olup bunların 960ında histolojik olarak PTK tanısı konulmuştur. Bu hastalar retrospektif olarak

operasyon öncesi hormon düzeylerine gore hipertiroid ve ötiroid oarak iki gruba ayrılmıştır.

Hipotiroidizmi olanlar veya halihazırda lt4 replasmanı alanlar çalışma dışı bırakılmıştır. Ötiroidizm

normal serbest T3 , T4 ve TSH olarak tanımlanırken tirotoksikoz yüksek veya normal serum serbest

T4 ve T3 varlığında baskılanmış TSH olarak tanımlandı. Bu iki grup PTK açısından birbiri ile

karşılaştırıldı

Bulgular: İki grup arasında yaş, cinsiyet, primer tumor çapı ve lenf nodu metastazı açısından fark

saptanmadı.Tirotoksikozlu hastalarda folüküler varyant PTK ötiroid gruba göre belirgin olarak daha

fazlaydı. (15.9% vs 4.8%, p&lt;0.001).

Sonuç: Sonuç olarak bizim çalışmamızda FVPTC tirotoksikozlu hastalarda ötiroid hastalara gore

daha fazla idi ve tümörlerin çoğu enkapsüle variant mikrokarsinomlardan oluşmakta idi. Kötü

histolojik varyantların her ikş gruptaki dağılımı benzerdi. Bu bulguların ışığında tirotoksozun kötü

prognostic sub tiplerleilişkisi olmadığı öne sürülebilir.

297 - Diferansiye Tiroid Kanseri Nedeni ile Opere Edilmiş Hastaların Histopatoloji Raporlarının Yeterliliğinin Değerlendirilmesi - 2016

Şefika Burçak Polat, Berna Evranos Öğmen, M. Cüneyt Bilginer, Sevgül Fakı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P14

296 - T1 A Multifokal Papiller Tiroid Mikrokanserler Total Tümör Çapına Göre T1b Olarak Sınıflandırılabilirler Mi? - 2016

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Berna Evranos Öğmen, Sevgül Fakı, Ersin Gürkan Dumlu, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P08.

295 - Bipolar Affektif Bozukluk Nedeniyle Lityum Kullanan Hastalarda Diferansiye Tiroid Kanseri Gelişimi: Olgu Serisi - 2016

Abbas Ali Tam, Cevdet Aydın, Didem Özdemir, M. Cüneyt Bilginer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, P09.

294 - Sitolojide Bethesta III (ÖBA/ÖBFL) Olarak Değerlendirilen Tiroid Nodüllerinde CHAID Algoritması ile Malignite Riskinin Öngörüsel Analizi - 2016

Reyhan Ersoy, Cevdet Aydın, Oya Topaloğlu, Didem Özdemir, Hüsniye Başer, Fatma Neslihan Çuhacı, Abbas Ali Tam, Berna Öğmen, Şefika Burçak Polat, Fatma Dilek Dellal, Ahmet Dirikoç, Nagehan Beştepe, Mehmet Kılıç, Ayşegül Aksoy Altınboğa, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 7. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 25-26 Kasım 2016, S03.

ABSTRACT

Amaç: “Yapay zeka”, insan beyninin bilgi işleme tekniğinden esinlenerek geliştirilmiş bir bilgi-işlem

teknolojisidir. Yapay Zeka uygulamaları sağlıkta; meme kanseri, radyoloji, kardiyoloji, sağlık

işletmeciliği, ilaç etkileri analizi alanları başta olmak üzere giderek artan bir oranla kullanılmaktadır.

Literatürde Tiroid hastalıkları ve yapay zeka uygulamaları konusunda bugüne kadar yapılmış bir

çalışma bulunmamaktadır. Biz bu çalışmada sitolojide Bethesda III- önemi belirsiz atipi (ÖBA) ve

önemi belirsiz folliküler lezyon (ÖBFL) olarak değerlendirilen ve opere edilen olgularımızdan yola

çıkarak bir Yapay Zeka uygulaması olan CHAID (Chi-Squaered Automatic Interaction Detection)

algoritması ile bu nodüllerdeki malignite riskini öngörmeyi amaçladık.

Gereç-Yöntem: 2005-2016 yılları arasında multidisipliner konseyimiz tarafından değerlendirilmiş,

operasyon kararı alınmış, opere edilmiş ve histopatolojik olarak tanısı kesinleştirilmiş hastalarımızın

verileri kayıt altındadır ve kayıtlarımız sürekli güncellenmektedir. Bu çalışma için 3300 hastanın 6863

nodülüne ait veriden yola çıkıldı. Çalışmaya sitoloji sonucu Bethesda III- ÖBA ve ÖBFL olarak

değerlendirilen 364 hastanın 385 nodülü alındı. Her bir nodüle ait klinik, laboratuar, ultrasonografik,

sitolojik ve histopatolojik özellikleri tanımlayan 65 parametre analiz edildi.

Bulgular: Hastaların 75’i erkek (%20.6), 289’u kadın (%79.4) idi. Toplam 364 hastaya ait 385

nodülün 103’ü histopatolojik olak malign, 282’si benign olarak raporlandı. CHAID algoritması

kullanılarak yapılan analizler sonucu; ultrasonografik olarak tiroidde tiroidit/kronik tiroidit varlığı,

sitolojik olarak nükleer grove varlığı ve intranükleer inklüzyon varlığı maligniteyi predikte eden

özellikler olarak karşımıza çıkmaktaydı. Histopatolojik tanı sonlanım olarak alındığında, yöntemin

maligniteyi saptamada Duyarlılığı: %49.5, Özgüllüğü: %96.8, Pozitif Tanımlama Değeri: %85,

Negatif Tanımlama Değeri: %16 ve Doğruluk Oranı: %84.15 olarak hesaplandı.

Sonuç: Tiroid nodülü ülkemizde oldukça sık görülen bir patolojidir. Tiroid nodüllerine yaklaşımda

amaç öncelikle maligniteyi öngörebilmektir. Bunu sağlarken gereksiz cerrahi girişimlerden, gereksiz

biyopsi veya sonografik takiplerden de kaçınmak gerekir. Gereksiz uygulamalar hastaya olduğu kadar

ülke ekonomisine de önemli bir ekonomik yük getirmektedir. Günlük pratikte yapay zeka

uygulamalarının da kullanılması ile sitolojide ÖBA/ÖBFL olarak değerlendirilen olgulara yaklaşımda

tanıya yönelik gereksiz uygulamaların ve cerrahi girişimlerin azaltılabileceği görüşündeyiz.

293 - Hipofizer Apopleksiye Bağlı Gelişen Diabetes İnsipitus Vakası - 2016

Şefika Burçak Polat, Oya Topaloğlu, Berna Evranos, Reyahn Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P277

ABSTRACT

Giriş: Hipofiz adenomları intrakranial tümörler arasında görülme sıklığı açısından üçüncü sırada yer

alırlar ve tüm santral sinir sistemi tümörlerinin %10-15’ini oluştururlar. Bu adenomlar genellikle

hormon sekresyonu, çevre dokuya bası veya hipofizer apopleksi ile prezente olurlar. Apopleksi daha

önceden var olan hipofiz adenomunun akut kanama veya enfarktı sonucu gelişir. Ani başlangıçlı ve

şiddetli baş ağrısı, görme netliğinde azalma, çift görme veya görme alanı defekti, bilinç değişiklikleri

en sık eşlik eden semptomlar olup diabetes insipitus nadir görülür. Burada nonfonsiyone hipofiz

adenomu nedeni ile takip edilmekte olan bir hastada apopleksiye bağlı gelişmiş bir diabetes insipitus

(DI) vakası sunulmuştur.

Vaka: Elli dört yaşında kadın hasta baş ağrısı nedeni ile gittiği nöroloji polikliniğinden hipofiz

MRG’da makroadenom tespit edilmesi üzerine kliniğimize yönlendirildi. Hastanın yapılan

tetkiklerinde ön hipofiz panelinde hafif prolaktin yüksekliği dışında patoloji saptanmadı. Cushing

hastalığı taraması için yapılan 1 mg dexametazon supresyon testinde kortizol değeri baskılı olan

hastanın hipofiz MRG’ında adenom boyutu 18x14 mm olarak rapor edildi. PRL yüksekliği sap basınsa

bağlandı. Görme alanı normaldi.Hastanın adenomu non fonksiyone kabul edilerek takibe alındı.

Aralıklı kontrollere gelen hasta takibinin 18. ayında baş ağrısı şiddetinde artış ve diplopi gelişmesi

nedeniyle acil servise başvurdu. Apopleksi tanısı konulan ve ön hipofiz paneli panhipopitiutarizm ile

uyumlu olan hastaya steroid replasmanı başlandı. Başvurusunda poliüri ve polidipsi tarif eden hastanın

günlük idrar volümü 6 litre olarak tespit edildi. Serum Na değeri 148 mEq/L olan ve kan ozmalaritesi

298 mosmol/kg iken idrar ozmolaritesi 70 olan mosmol/kg hastaya hipernatremi nedeni ile susuzluk

testi yapılmaksızın santral DI ön tanısı ile desmopressin nazal sprey 1x1 puff başlandı. Takipte

hipernatremisi ve poliürisi düzelen hasta apopleksi tedavisi için transsfenoidal cerrahiye verildi.

Sonuç: Hipofiz adenomu olan ve apopleksi gelişen hastalarda posterior hipofiz fonksiyonu genel

olarak korunmuştur ve DI nadiren gelişir. Bilinç bulanıklığı olan ve yeterli sıvı alamayan hastalarda

ciddi elektrolit bozukluğuna yol açar. Sıklıkla eşlik eden adrenal yetmezlik ve hipotiroidi mevcuttur

ve DI semptomları maskelenebilir. Steroid ve tiroid hormon replasmanı yapıldıktan sonra poliüri daha

belirgin hale gelebilir. Bu nedenle apopleksi gelişen hastalarda ön hipofiz fonksiyonları ile birlikte DI

açısından elektrolitler, idrar volümü ve serum/idrar ozmalaritesi gözden geçirilmelidir.

292 - Kleinfelter Sendromlu Bir Hastada Eşlik Eden Akromegali - 2016

Şefika Burçak Polat, Nagihan Beştepe, Oya Topaloğlu, Ercan Bal 2, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P275

ABSTRACT

Giriş: Kleinfelter sendromu erkek bir hastada birden daha fazla X kromozomun olması ile karakterize

genetik bir bozukluktur. Bu zamana kadar Keinfelter sendromu ve büyüme hormonu (BH)

hipersekresyonu arasında gösterilmiş bir ilişki yoktur. Akromegalili hastalarda görülen gigantizme

benzer klinik androjen eksikliği görülen Kleinfelter sendromunda veya Sotos sendromu , Marfan

sendromu, homosistinüri ve frajil X sendromu gibi bir takım genetik bozukluklarda da

görülebilir.Burada Akromegali tanısı alan Kleinfelter sendromlu bir hasta sunulmuştur.

Vaka: Kırk yaşında daha önceden bilinen Kleinfelter sendromu (46XXY) olan erkek hasta kliniğimize

ellerde ayaklarda büyüme, eklemlerde ağrı, aşırı terme ve baş ağrısı şikayetleri ile başvurdu. Fizik

muayenesinde yağlı cilt, yüz hatlarında kabalaşma, diş aralarında açılma ve vücutta yaygın siğiller

tespit edildi. Hastanın boyu 182 cm, kilosu 86 kg idi. Hormon panelinde serum total ve serbest

testosteron düzeyi düşük, gonadotropin düzeyleri yüksekti ve primer testiküler yetmezlik ile uyumlu

idi. Hastanın spot BH düzeyi 4.22 μg/ L, insülin like growth factor (IGF-1) düzeyi 611 μg/ L olup yaşa

göre bakılan referans aralığının (105-280 μg/L) üzerindeydi. 75 gr oral glukoz tolerans testinde

bakılan en düşük BH düzeyi 1.0 μg/L idi. Bunun üzerine çekilen hipofiz MRG’da 12 mm boyutunda

adenom saptandı. Hastaya akromegali ön tanısı ile endoskopik transsfenoidal cerrahi yapıldı ve

histopatolojide adenom BH ile pozitif boyandı. Post operatif 3. Ayda yapılan tetkiklerinde hastanın

IGF-1 dğzeyi normal aralıkta ve spot BH düzeyi &lt; 1 μg/ L idi.

Sonuç: Kleinfelter sendromlu hastalarda daha önce BH ve somatomedin yüksekliğinin olmadığı ancak

akromegali belirti ve bulgularının olduğu akromeloidizm adı verilen klinik durum rapor edilmiştir.

Burada literatürdeki ilk akromegalili Kleinfelter olgusu sunulmuştur. Klinisyenler Kleinfelter

sendromu olan kişilerde gigantizm varlığında diğer belirtileri de gözden geçirmeli ve akromegali

olasılığını göz ardı etmemelidir.

291 - Akromegalik Bir Hastada Kronik Lenfositik Lösemi: Olgu Sunumu - 2016

Reyhan Ersoy, Neslihan Çuhacı, Şule Mine Bakanay Öztürk, Abbas Ali Tam, İmdat Dilek, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P267

ABSTRACT

Amaç: Akromegali hastalarının benign ve malign tumor gelişimine yatkın olduğu bilinmektedir. Bu

durumun insulin-like growth factor 1 (IGF-I) in hücre proliferasyonunu artırması ve apoptosisi inhibe

etmesine bağlı olduğu düşünülmektedir. Literatürde büyüme hormonu (BH) tedavisi alan çocuklarda

gelişen hematolojik maligniteler konusunda yayınlar bulunmakla birlikte akromegali hastalarında

görülen hematolojik maligniteler konusunda az sayıda rapor bulunmaktadır. Kronik lenfositik

lösemi (KLL) genellikle yaşlı ve erkek hastalarda görülen bir durumdur. Bu bildiride acromegali tanısı

ile izlenen ve takip sürecinde KLL gelişen bir olgu sunulmuştur.

Olgu: Otuz yaşında kadın hasta 2007 yılında gebeliğin 25. Haftasında iken Gestasyonel Diyabetes

Mellitus” tanısı ile bölümümüze danışıldı. Fizik muayene, rastgele bakılan BH, IGF-I, glukoz

supresyon testi ve hipofiz manyetik rezonans incelemesi (MRI) sonuçları ile hastaya akromegali tanısı

konuldu. Herhangi bir tedavi almaksızın terme ulaşan hasta sezeryan doğum ile 4200 gr ağırlığında,

Apgar skoru 9 olan erkek bebek dünyaya getirdi. Doğumdan bir yıl sonra hastaya transsfenoidal

adenomektomi uygulandı ve postoperatif 3. ayda uzun etkili somatostatin analoğu tedavisi başlandı.

Medikal tedavi altında biyokimyasal iyileşme sağlanamaması ve görüntülemede rezidü adenomu

saptanması nedeni ile 1 yıl sonra transsfenoidal yoldan ikinci operasyon yapıldı. Takipte medikal

tedaviye rağmen remisyon sağlanamadığı için ikinci operasyondan 1 yıl sonra hastaya Gama Knife

uygulandı. Bu arada medikal tedaviye devam edilen hastada radyoterapiden sonraki beş yıl içinde BH

ve IGF-I düzeyleri tedrici olarak düştü, somatostatin analoğunun dozu azaltıldı, enjeksiyon aralığı 45

güne çıkartıldı ve kesildi. Bununla birlikte, hastada %90 oranında lenfosit içeren ilerleyici bir

lökositoz saptandı. Hastada servikal, aksiller ve inguinal bölgede lefodenopatiler ve

hepatosplenomegali mevcut idi. Periferik kanın akım sitometri incelemesinde yüzey antikappa

monoklonalitesi olan CD5+, CD19+, CD20+, CD22+, CD79b+, CD43+, CD200+ lenfositler saptandı.

Kemik iliği aspirasyonunun Floresan in situ hibridizasyon (FISH) incelemesinde 17p13.1 (TP53)’de

%20 delesyon saptandı. Hastanın bulguları 2.evre KLL ile uyumluydu. Hastaya “lenfosit yarılanma

ömrünün” kısa olması nedeni ile tedavi planlandı.

Sonuç: Akromegalinin seyri sırasında KLL gelişimi aşırı endojen BH salgılanması nedeni ile

olabileceği gibi eş zamanlı olarak da görülebilir. Bu nedenle akromegali hastalarında bu durum göz

ardı edilmemeli ve özellikle lökositoz saptanan hastalar bu açıdan değerlendirilmelidirler.

290 - Büyüme Hormonu Salgılayan Sessiz Tümörler: Vaka Takdimi ve Literatürün Gözden Geçirilmesi - 2016

Şefika Burçak Polat, Berna Öğmen, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P262

ABSTRACT

Giriş:Büyüme hormonu (BH) salgılayan sessiz hipofiz adenomlarında akromegalinin tipik belirti ve

bulgularına rastlanmaz. Bu tümörlerde klasik hastalıkta olduğu gibi BH ve insulin like growth factor-

1 artmıştır ve adenom immünhistokimyasal olarak BH ile pozitif boyanır. Burada hipofizer

makroadenomu olan, hormon testleri ve histopatolojisi akromegali ile uyumlu olan asemptomatik bir

vaka takdim edilmiştir.

Vaka:36 yaşında kadın yaklaşık bir yıl önce yedi yıldır olan ancak son üç aydır artış gösteren baş

ağrısı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın çekilen hipofiz MRG’ında sella içersinde sağ yarıda

yerleşmiş 22x20x18 mm boyutunda suprasellar sisterne uzanım gösteren adenom tespit edildi.

Hastanın spot BH’u 11 ng /ml , IGF-1 düzeyi ise 749 ng/ml olarak saptandı. Yapılan 75 gr OGTT-BH

supresyon testinde BH için nadir değer 6.8 ng/ml idi. Görme alanı normal olan hasta akromegali ön

tanısı ile opere oldu. Patoloji raporu BH ile pozitif boyanan hipofiz adenomu olarak geldi. Post

operatif takiplerinde IGF-1 ve BH yüksekliği sebat eden hastaya somatostatin anoloğu başlandı.

Sonuç: Agresif tümörü olan genç hastalarda akromegali klasik belirti ve bulguları olmaksızın hasta

kliniğe sadece bası semptomları veya metabolik komplikasyonlar ile başvurabilir. Hipofiz

makroadenomu olan hastalarda tüm ön hipofiz ve hedef hormonları gözden geçirilmeli ve IGF-1

düzeyi yüksek hastalarda klinik olsun olmasın ileri testler yapılarak akromegali dışlanmalıdır.

289 - Hipofiz Bezini Tutan Bir Toloso Hunt Olgusu - 2016

Şefika Burçak Polat, Oya Topaloğlu, Ercan Bal, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P261

ABSTRACT

Giriş: Toloso Hunt sendromu (THS) tek taraflı orbital ağrı- ya eşlik eden üçüncü, dördüncü veya altıncı

kranial sinirde parezi ve kavernöz sinüste granülamatoz inflamasyon birlikteliği olarak tanımlanmaktadır.

Bu sendromda hipofiz bezi tutulumu çok nadir görülür. Burada hipofizer makroadenom ve Cushing

hastalığı şüphesi ile opere edilen bir THS vakası takdim edilmiştir.

Vaka: Altmış üç yaşında bilinen tip 2 diabetes mellitus dı- şında kronik hastalığı bulunmayan kadın hasta

kliniğimize kilo alımı ve baş ağrısı şikayetleri ile başvurdu. Fizik muayenede beden kitle indeksi 40

kg/m2 idi. Ayrıca hastada santral obezite, buffalo hörgücü ve koltuk altlarında akantosis nigrikans

mevcuttu. Hastaya Cushing sendromu ön tanısı ile tarama amaçlı yapılan 1 mg dexametazonsupresyon

testinde baskılanma olmadı (kortizol düzeyi:2.2μ/dl). 24 saatlik idrar kortizolü normal olan hastaya

pseudocushing ayırıcı tanısı için 2 gün 2 mg dexametazon ve CRH testi yapıldı ve sonuç sınırda yüksek

geldi (CRH sonrası kortizol 1.5 μ/dl). ACTH düzeyi 20 pg/ml olan hastaya, ACTH bağımlı Cushing

ayırıcı tanısı açısından yüksek doz dexametazon supresyon testi ve CRH testi yapıldı ve sonuçlar Cushing

hastalığını düşündürür nitelikte idi (8 mg dekzamtazon sonrası serum kortizolünde baskılanma &gt;%50 ve

CRH testi sonrasında serum ACTHda artış %100 ). Hipofiz MRG’da 18 mm boyutunda makroadenomu

olanhastanın değerlendirmesi devam ederken baş ağrısında artış ve oftalmopleji gelişmesi nedeni ile hasta

cerrahiye verildi vetranssfenoidal cerrahi sonrası raporlanan histopatolojide kaseifikasyon nekrozu içeren

granülamatoz lezyon mevcut idi. Takipte PPD,toraks tomografisi, lumbar ponksiyon ve serebrospinal

sıvıdan yapılan Tbc PCR ve kültür sonrasında Tüberküloz ve sarkoidoz tanıları dışlanan hastada Toloso

Hunt Sendromu düşünüldü.

Sonuç: Toloso Hunt sendromu hipofizi nadiren tutar. Baş ağrısına eşlik eden oftalmoplejisi olan

hastalarda apopleksinin ayırıcı tanısında düşünülmelidir

288 - Atipik Paratiroid Adenomu veya Kanseri Olan Hastaların Ultrasonografik, Biyokimyasal ve Klinik Özelliklerinin Değerlendirilmesi: Güvenilir Bir Preoperatif Belirleyici Var mıdır? - 2016

Bekir Çakır, Şefika Burçak Polat, Mehmet Kılıç, Didem Özdemir, Cevdet Aydın, Nuran Süngü, Reyhan Ersoy
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P208

ABSTRACT

Amaç: Paratiroid kanseri (PK) tüm primer hiperparatiroidizm vakalarının &lt;%1’inden sorumludur ve

oldukça nadir görülür. Atipik patolojik özellikler gösteren ancak kanser olarak sınıflandırılamayan

tümörler atipik paratiroid adenomu (APA) olarak adlandırılır. Burada amacımız atipik paratiroid

adenomu veya karsinomu olan hastaların preoperatif ultrasonografik, biyokimyasal ve klinik

özelliklerini benign paratiroid adenomları ile karşılaştırmaktır.

Yöntem: Primer hiperparatiroidism (PHPT) nedeni ile opere edilen ve histopatolojik olarak APA

veya PK tanısı konulan toplam 28 hasta ve klasik adenom tanısı konulan 102 hasta çalışmaya dâhil

edildi. APA ve PK’ u olan hastalar klasik adenomu olanlar ile ultrason ve biyokimyasal özellikler

açısından karşılaştırıldı.

Bulgular: Serum kalsiyum (Ca) düzeyi PK’lu hastalarda APA veya klasik adenomu olan hastalara

göre belirgin yüksekti. Serum median parathormon (PTH), alkalen fosfataz (ALP), 24 saatlik idrar

kalsiyumu ve tümör çapı APA ve PK gruplarında klasik adenom grubuna göre belirgin yüksekti.

Farklı parametreler için agresif hastalığı (APA/PK) benign vakalardan ayırt edebilecek kesim

noktaları belirlemek üzere ROC analizi yapıldı. Seum Ca, PTH, ALP,24 saatlik idrarda Ca atılımı ve

adenom boyutu için en yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip kesim noktaları sırası ile 12.45 mg/dl,

265.05 pg/ml, 154.5 IU/l, 348.5mg/day ve 21.5 mm idi. Çok değişkenli analizde Ca, ALP ve izoekoik

/ kistik görünüm agresif hastalık açısından bağımsız belirleyiciler olarak bulundu.

Sonuç: Preoperatif yüksek PTH, ALP , idrar Ca’u olan ve ultrasonda lezyon boyutu büyük veya

kistik/izoekoik görünenlerde APA veya PK’u olma olasılığı artmıştır ve bu kişilerde en blok

rezeksiyon gibi daha ekstansif cerrahilere ihtiyaç olabilir.

287 - Gebelikte Primer Hiperparatiroidi Tanısı Konup Cerrahi İle Başarılı Şekilde Tedavi Edilen İki Vaka: Olgu Sunumu. - 2016

Neslihan Çuhacı, Sevgül Fakı, Dilek Arpacı Karakaya, Nazmiye Dinçer, Gürkan Dumlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P201

ABSTRACT

Amaç: Gebelikte primer hiperparatiroidi nadir görülen bir durumdur ve hem anne hem de fetüs için

artmış morbidite ile ilişkilidir. Primer hiperparatiroidinin maternal komplikasyonları arasında

nefrolitiazis, pankreatit, kardiyak aritmiler, hipertansiyon, bulantı ve kusma yer almaktadır. Primer

hiperparatiroidide hastaların %85-90’ında neden tek bir adenomdur ve küratif tedavi

paratiroidektomidir. Biz bu bildiride, gebeliklerinde primer hiperparatiroidi tespit edilen ve

komplikasyonsuz şekilde opere olan iki kadın hastayı sunacağız.

Olgu 1: On haftalık gebe 20 yaşında kadın hasta karın ağrısı ile acil servise başvurdu. Laboratuvar

testlerinde; serum kalsiyum düzeyi 12.2 mg/dl, fosfor 2 mg/dl, paratiroid hormon (PTH) 136 pg/ml ve

idrar kalsiyum düzeyi 810 mg/gün saptandı. Boyun ultrasonografisinde tiroid bezinin sol üst kısmında

6X6X15 mm boyutlarında paratiroid adenomu ile uyumlu hipoekoik lezyon saptandı. Ultrasonografide

tiroid nodülü tespit edilmedi. Karın ultrasonografisinde patoloji saptanmadı. Gebeliğin 13. haftasında

sol üst paratiroid bezi minimal invaziv cerrahi yöntem ile eksize edildi ve histopatoloji paratiroid

adenomu olarak rapor edildi.

Olgu 2: 9 haftalık gebe olan 38 yaşında kadın hasta yüksek serum kalsiyum düzeyi nedeni ile

kliniğimize refere edildi. Serum kalsiyum düzeyi 11.5 mg/dl, fosfor düzeyi 1.4 mg/dl, PTH 344 pg/ml

idi. Boyun ultrasonografisinde tiroid bezinin sağ alt kesiminde 2x1x1 cm boyutlarında paratiroid

adenomu ile uyumlu lezyon saptandı. Ayrıca sağ tiroid lobunda nodül mevcut idi. Hastaya ikinci

trimesterde sağ hemitiroidektomi ve paratiroidektomi operasyonu yapıldı ve paratiroid adenomu

saptandı.

Sonuç: Primer hiperparatiroidinin semptomları non-spesifik olduğu için gebelik sırasında kolaylıkla

gözden kaçabilir. Gebelikte primer hiperparatiroidinin erken tanısı ve takiben uygun tedavisi maternal

ve fetal komplikasyonları azaltabilmektedir. Bu nedenle biyokimyasal hiperkalsemi saptanan veya

hiperkalsemi ile ilişkili semptomlarla prezente olan gebe kadınlar primer hiperparatiroidi açısından

değerlendirilmelidir. Çünkü gebelikte tespit edildiğinde de başarılı bir şekilde cerrahi ile tedavi

edilebilmektedir.

286 - Ciddi Hiperkalsemi ve İskelet Deformitesi İle Prezente Olan Atipik Paratiroid Lipoadenomu: Olgu Sunumu - 2016

Cüneyt Bilginer, Oya Topaloğlu, Neslihan Çuhacı, Gürkan Dumlu, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P196

ABSTRACT

Amaç: Paratiroid lipoadenomu (PLA), paratiroid adenomu (PA)’nun nadir görülen benign bir

varyantıdır. PA’lar genellikle az miktarda oksifil hücre içeren adenomlar olup başlıca uniform,

poligonal esas hücrelerden oluşur. PLA’lar ise PA’a benzer histolojik özelliklerden oluşmakla birlikte

çok daha fazla sayıda yağ hücresine sahiptir. PLA non-fonksiyone olabileceği gibi, paratiroid

hormonun (PTH) salgılanmasına neden olarak fonksiyone şekilde de görülebilir. Biz burada nadir bir

prezentasyon olduğunu düşündüğümüz için ciddi hiperkalsemi ve iskelet deformitesi nedeni ile

başvurusu sonrası tanı konulan atipik bir PLA vakasını sunacağız.

Olgu: 41 yaşında erkek hasta, acil servise senkop atağını takiben olan kafa travması nedeni ile

başvurdu. Beyin manyetik rezonans görüntülemesinde patoloji saptanmadı. Özgeçmişinde

hipertansiyon dışında kronik hastalık öyküsü yoktu. Laboratuvar incelemesinde; serum kreatinin ve

kalsiyum düzeyleri (sırasıyla 1.7 mg/dl and 14.3 mg/dl) yüksek, PTH düzeyi 735 pg/ml, idrar

kalsiyum atılımı 348 mg/gün olarak saptandı. Boyun ultrasonografisinde tiroid bezinin sol inferior

kesiminde 19X30X39 mm boyutlarında izoekoik kitle lezyonu saptandı. Paratiroid sintigrafisinde de

bu alanda tutulum mevcuttu. Oftalmolojik incelemede evre I hipertansif retinopati, kemik mineral

densitometrisinde özellikle lumbal vertebrada olmak üzere ciddi osteoporoz bulundu. Vertebra

grafilerinde patolojik kırık saptanmadı. Hastanın ciddi skolyozu ve pektus ekskavatumu mevcuttu.

Intravenöz sıvı ve diüretik tedavisi ile kalsiyum düzeyleri 12 mg/dl’e kadar gerileyen hastaya sol

hemitiroidektomi ve paratiroidektomi yapıldı ve patoloji sonucu benign tiroid hastalığı ve atipik PLA

ile uyumlu saptandı. Cerrahi spesmende kapsülünün bir kısmında neoplastik hücreler bulunan 5 cm.

lik kitle saptandı.

Sonuç: PLA’lar hemen hemen her zaman benign olmakla birlikte, bizim vakamızda gerek klinik

prezentasyonda gerekse de histopatolojide atipik özellikler tespit edildi. Hastamızda operasyon

öncesinde paratiroid karsinomunu taklit eden ciddi hiperkalsemi ve PTH yüksekliğine ek olarak ciddi

osteoporoz ve iskelet deformiteleri mevcuttu. Malign PLA literatürde bildirilmemekle birlikte, bizim

vakamızda olduğu gibi atipik özellikleri olan vakalar yakın takip edilmelidirler.

285 - Olgu Sunumu: Atipik Yerleşimi Nedeni İle Konvansiyonel Ultrasonografi İle Görüntülenemeyen Paratiroid Adenomunun Tespit Edilmesinde Yardımcı Bir Yöntem Olarak Endoskopik Ultrasonografinin Kullanımı - 2016

Neslihan Çuhacı, Cevdet Aydın, Osman Ersoy, Aylin Kılıç Yazgan, İbrahim Kılınç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P191

ABSTRACT

Amaç: Ön mediasten, paraözefagial veya retrotrakeal yerleşimli ektopik ve atipik lokalizasyonlu

paratiroid adenom (PA)’ları nadir görülmekle birlikte klinik pratikte karşılaşılabilen durumlardır.

PA’nın tanısında sıklıkla kullanılan ve en iyi konvansiyonel görüntüleme yöntemlerinden biri olan

ultrasonografi (US) bazen, özellikle de atipik yerleşimli PA’ların yerini saptamada yetersiz

kalabilmektedir. Endoskopik US (EUS), paratiroid lezyonlarının yerini tespit etmede kullanılan yeni

bir yöntemdir. Biz bu bildiride, EUS ile yeri doğru olarak tespit edilen paraözefagial PA’lı bir vakayı

sunacağız.

Olgu: 5 yıl önce papiller tiroid mikrokarsinomu (tümör çapı 8 mm) nedeni ile opere olan 55 yaşında

kadın hastanın serum kalsiyum değerlerinin operasyondan sonra yüksek seyretmesi (10.5-11 mg/dl)

nedeni ile hiperkalsemi etyolojisine yönelik yapılan tetkiklerinde parathormon (PTH) yüksekliği tespit

edildi. İlk yapılan boyun US ve paratiroid sintigrafisinde patolojik bulgu saptanmadı. Ayrıntılı

değerlendirmede hiperparatiroidi nedeni ile operasyon endikasyonu bulunmayan hasta takip edildi ve

5 yıl sonra kemik mineral densitemetrisinde lumbal vertebralarda osteoporoz saptandı. Boyun US’de

patoloji saptanmadı. Yeni yapılan paratiroid sintigrafisinde tiroid lojunun inferiorunda trakeanın

posteriorunda paratiroid adenomu saptandı. Boyun ve üst mediastinal bilgisayarlı tomografisinde 11

mm boyutunda sağ üst paraözefagial bölgede heterojen nodüler lezyon tespit edildi. PA’nın yerini

netleştirmek için EUS yapıldı ve sağ paratiroid lokalizasyonunda özefagus komşuluğunda hipoekoik

lezyon saptandı. Hastaya minimal invaziv yöntem ile paratiroidektomi yapıldı ve paratiroid adenomu

saptanarak eksize edildi.

Sonuç: Paratiroid lezyonunun preoperatif olarak doğru lokalizasyonu uygun vakalarda minimal

invaziv yöntemin uygulanabilmesi için önemlidir. EUS paratiroid adenomunun yerinin tespit etmede

son dönemlerde kullanılan bir yöntemdir. EUS diğer görüntüleme yöntemleri negatif veya çelişkili

olan hastalarda özellikle özofagus komşuluğunda olan lezyonlar için kullanılabilecek bir görüntüleme

metodudur.

284 - İlk Gebeliği Takiben Erken Postpartum Dönemde Görülen Sırt Ağrısı İçin Nadir Bir Neden-Osteoporoza Bağlı Kompresyon Fraktürü - 2016

Muhammet Cüneyt Bilginer, Sevgül Fakı, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P178

ABSTRACT

Giriş: Osteoporoz sıklıkla kadınlarda postmenopozal dö- nemde görülen bir patolojidir. Postpartum

osteoporoz gebeliğin son trimesterinde veya laktasyonun erken dö- neminde görülen nadir bir hastalıktır.

Nadir görülen bir hastalık olması nedeniyle tanıda çoğunlukla atlanmaktadır. Hatta tanı almamış

hastaların daha fazla olduğu da düşünülmektedir. Biz burada nadir görülmesi nedeni ile ilk gebelik

sonrası tespit edilen ve multipl kompresyon fraktürü ile başvuran postpartum osteoporozu olan hastayı

sunmayı uygun bulduk.

Olgu: Bilinen kronik hastalık ve ilaç kullanma öyküsü olmayan 25 yaşındaki kadın hasta gebeliğin son

dönemlerinde başlayan ve postpartum 2. ayında giderek artan yaygın sırt ağrısı, sabah yataktan kalkmakta

zorluk şikayetleri nedeni ile dış merkeze başvurmuş. Hastaya yapılan kemik mineral dansitometri

ölçümünde femur boynu T skoru -1,9; Z skoru -1,98, lumbal total T skoru -2,1; Z skoru -2,1 olarak rapor

edilmiş. (ardışık iki vertebra lumbal 1-2 T skoru -2,5; Z skoru - 2,5). Hastanın çekilen torakolomber MR’

ında Torakal 5-7 -10- 12 de vertebra korpus düzeyinde süperior ve end platolarda hafif yükseklik kaybı ve

eşlik eden medüller kemik iliği ödemi tespit edilmiş. Bu bulgular postpartum osteoporoz ve kompresyon

fraktürleri ile uyumlu bulunmuş ve hasta bunun üzerine ileri tetkik ve tedavi amacı ile kliniğimize

başvurdu. Hastanın özgeçmişinde osteoporoz için risk faktörü sayılabilecek sigara kullanımı, heparin,

glukokortikoid kullanımı öyküsü ve osteoporoz için aile öyküsü yoktu. Gebelik öncesi menstürel

sikluslarının düzenli olduğunu ifade ediyordu. Beden kitle indeksi (BKİ) 27,4 kg/m² olarak tespit edilen

hastanın yapılan fizik muayenesinde torakal bölgede spinal proçesler üzerinde hassasiyet haricinde bulgu

tespit edilmedi. Yapılan laboratuar tetkiklerinde kalsiyum (Ca) 9.6 mg/dl (N:8.6-10.0), fosfor (P) 3.5

mg/dl (N:2.5-4.5), albumin 4.6 g/dl (N:3.5-4.2), parathormon 53.3 pg/ml (N:15-65), alkalen fosfataz 104

U/L (N:34-105), sedimentasyon 32 mm (N: 0-22) olarak ölçüldü. Tiroid fonksiyon testleri, böbrek ve

karaciğer fonksiyon testleri normaldi. 1 mg deksametazon süpresyon testi ile Cushing sendromu ekarte

edildi. Hastanın D vitamin düzeyi 8 ng/ ml olarak ölçüldü. Hastaya tedavi olarak 50 bin ünite /hafta D3

vitamini (kolekalsiferol) replasmanı ve 2500 mg/gün kalsiyum karbonat+880 IU vitamin D3 tedavisi

başlandı.

Sonuç: Postpartum osteoporoz nadir görülen bir hastalık olup tedavisi konusunda kesin bir konsensus

olmaması farklı yaklaşımlara neden olmaktadır. Hastalar yatak istirahati, kademeli olarak hareket ve

fiziksel aktivitenin arttırılması, D vitamini ve kalsiyum replasmanından klinik olarak fayda görmektedir.

Uygun vakalarda emzirmenin kesilerek bifosfonat ve teriparatit başlanması da tedavide düşünülebilir.

Postpartum dönemde sırt, bel ağrısı ve hareket kısıtlılığı olan hastalarda mutlaka bu tanı akla gelmelidir.

283 - Bilateral Büyük Adrenal Kitleler İle Prezente Olan Bir Konjenital Adrenal Hiperplazi Vakası - 2016

Muhammet Cüneyt Bilginer, Didem Özdemir, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P143

ABSTRACT

Giriş: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kortizol sentezinde enzim defektiyle karakterize otozomal

resesif geçişli bir hastalıktır. En yaygın formu 21 alfa hidroksilaz eksikliğidir. Bu bildiride bilateral büyük

adrenal kitleler ile başvuran KAH’lı bir hasta sunulmuştur.

Olgu: 34 yaşında erkek hasta kliniğimize yaygın güçsüzlük şikayeti ile başvurdu. Tıbbi hikayesinde 7

yaşında KAH ve testiküler anorşi tanısı aldığı, tanıyla birlikte hidrokortizon tedavisi başlandığı ancak

düzenli tedavi almadığı öğrenildi. 10 yıldır glukokortikoid replasmanı almıyordu. Hastanın fizik

muayenesinde boy 155 cm, kilo 57 kg ve beden kitle indeksi 23,7 kg/m2, kan basıncı 110/70, nabız

76/dk, cilt diffüz hiperpigmente idi. Testisler skrotumda palpe edilemedi. Yapılan labaratuvar

değerlendirilmesinde açlık plazma glukozu 97 mg/dL (74-106), sodyum 143 mmol/L (136-145),

potasyum 4,5 mmol/L(3,5-5,1), karaciğer, böbrek ve tiroid fonksiyonları normaldi. Serum kortizol,

adrenokortikotrop Hormon (ACTH) ve 17-OH progesteron dü- zeyleri sırasıyla 4,8 mcg/dL (6,24-18),

366 pg/mL (0-60), ve 217 ng/mL (0-1,39) idi. Serum aldesteron seviyesi dü- şük, renin yüksekti.

Abdomen magnetik rezonans görüntülemede (MRG) sağ sürrenal bezde 47 mm, sol sürrenal bezde 43

mm olan solid nodüler lezyonlar izlendi. Ayrıca adrenal dokular hiperplazik görünümdeydi. 24 saatlik

idrarda katekolamin ölçümüyle feokromositoma ekarte edildi. Deksametazon 0,5 mg/gün başlanıldıktan 2

ay sonra yapılan kontrolde 17-OH progesteronun 40,8 ng/ mL’a gerilediği görüldü.

Sonuç: Adrenal hiperplazi tedavi edilmeyen KAH vakalarında aşırı ACTH salgısına bağlı beklenen bir

bulgu olmasına rağmen, adrenal lezyonlar nadiren görülür. KAH, gereksiz adrenelektomileri önlemek için

büyük bilateral adrenal kitlelerin ayırıcı tanısında yer almalıdır.

282 - İnfertilite İle Başvuran Hastada Tespit Edilen Mediastinal Ekstragonadal Germ Hücreli Tümör: Olgu Sunumu. - 2016

Sevgül Fakı, Oya Topaloğlu, Yunus Polat, Nurettin Karaoğlanoğlu, Nuran Süngü, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P124

ABSTRACT

 

Giriş: Primer mediastinal germ hücreli tümörler mediastinal tümörlerin %10-20’sini oluşturmaktadır. Seminomlar teratomlardan sonra en sık görülen germ hücreli tümör olmakla birlikte tüm mediastinal tümörlerin sadece %3-4’ünü oluşturmaktadır.  Biz bu bildiride infertilite nedeni ile başvurup mediastinal germ hücreli tümör tanısı alan vakayı sunmayı planladık.

Olgu: 26 yaşında erkek hasta infertilite şikayetiyle hastanemize başvurdu. Fizik muayenesinde patoloji mevcut değildi.   Laboratuvar sonuçları:  Folikül stimulan hormon (FSH)  <0.1 mIU/mL (1.5-12.4), luteinizan hormon (LH) <0.1 mIU/mL(1.7-8.6), B-HCG 92.49 (0-2) mIU/mL, serbest testosteron 24.93 pg/mL (8.6-54) total testosteron 9.6 ng/mL(2.84-8) olarak tespit edildi (Tablo 1).  Hipofiz  manyetik rezonans incelemesinde (MRI) bez yüksekliği 2 mm olarak raporlandı. Spermiyogramda azospermi izlendi. Testiküler MRI'da kitle saptanmadı. Hipofiz MR’da empty sella görünüm mevcut olduğu için hipofizer yetmezlik ön tanısı ile ACTH uyarı testi yapıldı ve normal kortizol yanıtı tespit edildi.   B-HCG salgılayan nöroendokrin tümörü araştırmak amaçlı batın ve toraks bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. Toraks BT’ de anterior mediastinumda timus lokalizasyonunda 70x30 mm boyutlarında heterojen kontrastlanan santrali kontrastlanmayan kistik alanlar içeren kitle saptandı. Toraks BT’de kitlenin natürü hakkında net bir sonuç elde edilemediğinden PET-BT çekildi. PET- BT sonucu ön mediastende 33x53x61 mm boyutlarında hipermetabolizma gösteren (SUVmaks:9.44)kitle olarak raporlandı.  Ön mediastendeki kitle opere edildi. Eksize edilen kitleden yapılan patoloji incelemesi sonucu germ hücreli tümör ( seminom ) ile uyumlu idi. Lenf nodu tutulumu izlenmedi. Operasyon sonrası laboratuvar değerleri FSH 3.62 mIU/mL, LH 8.13 mIU/Ml,   B-HCG <0.1, serbest testosteron 1.38 pg/ml olarak tespit edildi (Tablo 1). Tıbbi onkoloji bölümüyle konsülte edilen hastaya kemoterapi planlandı.

Sonuç:Mediastinum ekstragonadal germ hücreli tümörlerin (EGHT) %50-70’nin görüldüğü bölgedir. Mediastinal GHT’ü olan hastalar asemptomatik olabileceği gibi bası semptomları veya nadiren infertilite ile tanı alabilirler. Bu nedenle fark edildiklerinde tümör lokal-ileri evrede olabilir. Bizim vakamızda bası semptomları olmaksızın infertilite  mevcut olup etiyoloji araştırılması esnasında   tanı konmuştur, literatür bilgilerimize göre çok nadir görülen bir prezentasyondur.

281 - Tiroid Lojunda Şişlik ve Ağrının Nadir Bir Nedeni; Tiroid Absesi - 2016

Samet Yaman, Sevgül Fakı, Murat Başaran, Didem Özdemir, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P115

ABSTRACT

Amaç: Tiroid bezi zengin kanlanması, kapsül yapısı ve yüksek iyot konsantrasyonu nedeniyle

enfeksiyonların gelişmesine karşı dirençlidir. Bu nedenle de tiroid absesi çok nadir görülen bir durumdur.

Bu bildiride altta yatan herhangi bir kronik veya immunsupresif hastalığı olmayan ve boyun ağrısı ve

şişlik ile başvuran tiroid abseli bir vaka sunulmuştur.

Vaka: 35 yaşında kadın hasta 8 gündür boğaz ağrısı ve 2 gündür ateş yüksekliği, yutma güçlüğü ve

boyun sağ tarafında şişlik nedeniyle kliniğimize başvurdu. 7 gündür amoksisilin klavulanat 2x1000 mg

kullanmaktaydı. Sistemik hastalığı, kronik ilaç kullanımı ve boyuna travma öyküsü yoktu. Beden kitle

indeksi 20.9 kg/m2, nabız 94/dk, kan basıncı 110/70 mmHg ve vücut ısısı 38.2°C idi. Boyun

muayenesinde boyun sağ tarafında yaklaşık 4x4 cm boyutlarında sert, üzeri kızarık ve ısı artışı olan şişlik

mevcuttu. Sistemik muayenesi normaldi. Laboratuar değerlendirmede sedimentasyon 83 mm, CRP 93.7

mg/l (0-5), tirotropin (TSH) 0.38 mUI/ml (0.27-4.2), sT3 3.12 pg/ml (1.8-4.6), sT4 1.83 ng/dl (0.9-1.7) ve

tiroid antikorları negatif bulundu. Boyun ultrasonografisinde sağ tiroid lobunda orta inferior bölgede

13.4x16.5x17.5 mm hipoekoik bir alan ve bu alanla bağlantılı olarak tiroid dışına yayılan 26.5x42.3x46.7

mm boyutunda düzensiz sınırlı, yer yer septalı, ortası hipoekoik periferi izo-hipoekoik görünümde

heterojen tiroid absesi lehine değerlendirilen bir kitle mevcuttu. Boyun BT’de sağ ön boyun yumuşak

dokuda tiroid glandı sağ lobu içine uzanan 4x2 cm, derin fasiyayı geçmeyen, retrofaringeal uzanımı

olmayan apse ile uyumlu lezyon saptandı.Abseden örnekleyici ve boşaltıcı amaçlı aspirasyon yapıldı

fakat 2 cc sıvı boşaltılabildi. Yaymada gram+ kok ve gram + basil izlendi, sitolojik olarak aktif

inflamasyon bulguları mevcuttu, kültür üremesi olmadı. Kültürde üreme olmaması antibiyotik altında

örnek alınmasına bağlandı ve ampisilin sülbaktam 4x2 gr iv başlandı. TORCH, hepatit ve EBV serolojisi

negatifti ve enfektif endokardit açı- sından yapılan ekokardiyografide patoloji izlenmedi. Altta yatan

subakut tiroidit ihtimalini ekarte edebilmek amacıyla ya-pılan tiroid sintigrafisinde tiroid sağ lobu

hiperplazik, sağ lob orta-alt kesimde hipoaktif alan ve sol lobda kısmi süpresyon saptandı. 1 hafta ve 3

hafta sonra bakılan tiroid hormonları normaldi. Hasta antibiyotik tedavisi altında günlük enfeksiyon

parametreleri ve ultrasonografi ile izlendi. Tedavinin 22. gününde sedimentasyon 26 mm, CRP&lt;3.2 mg/L

idi ve ultrasonorafik olarak belirgin küçülme görüldü.

Sonuç:Tiroid lojunda ağrı ve şişlik öncelikle subakut tiroidit akla getirse de çok nadir görülen fakat

tedavi edilmediğinde mortalitesi %20-25 olan tiroid absesi ayırıcı tanıda akılda bulundurulmalıdır. Benzer

klinik bulgular ve eşlik edebilecek sınırda tiroid fonksiyon bozuklukları tiroid abseli hastaların subakut

tiroidit olarak değerlendirilmesine ve tanıda geç kalınmasına neden olabilir.

280 - Postpartum Guatrın Nadir Bir Nedeni - 2016

Berna Evranos Öğmen, Muhammet Cüneyt Bilginer, Cevdet Aydın, Yetkin Ağaçkıran, Hakan Korkmaz, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P114

ABSTRACT

Giriş:Papiller tiroid kanserinin (PTC)  diffüz sklerozan varyant tipi (DSV) PTC 'nin nadir görülen bir varyantıdır. Tüm PTCler arasında  prevalansı 0.7-6.6’dır. İlk kez 1985 yılında Vickery ve arkadaşları tarafından tanımlanmıştır, bir ya da her iki tiroid lobunun yoğun sklerozu, yamasaldan yoğun hale kadar lenfositik infiltrasyonu, bol psammoma cisimcikleri ve yaygın squamoz metaplazisi ile karakterizedir. Klasik PTC ile karşılaştırıldığında, daha sık olasılıkla altta yatan hashimato tiroiditi ve daha yüksek kadın/erkek oranı vardır ve daha genç yaşta görülür.Ultrasonografik bulgular da klasik PTC'den farklıdır, tiroid bezi heterojen ve hipoekojeniktir, diffüz büyüme, diffüz saçılmış şekilde mikrokalsifikasyon ('kar fırtınası' görünümü) ve yaygın servikal lenf nodu metastazı görülür.Sonografik olarak Hashimato tiroiditine benzer ve bazen kolaylıkla gözden kaçabilir.Sıklıkla hastalar boyunda şişlik (%85) ve genel halsizlikle (%10) başvururlar.


Vaka:20 yaşında kadın hasta  postpartum ikinci ayında son aylarda gelişen boyunda şişlik nefes darlığı yutkunma zorluğu şikayeti ile polikliniğimize başvurdu.Fizik muayenede grade 3 guatrı ve palpasyonla sert bir tiroid dokusu olan hastanın  kan tetkiklerinde tiroid stimülan hormonu (TSH):6 uIU/mL (0.27-4.2), tiroksin değeri:0.8 ng/dL (0.9-1.7), triiyodotironin değeri: 3 pg/mL (1.8-4.6), anti tiroglobulin değeri>4000 IU/mL, tiroid peroksidaz antikor değeri: 13.7 IU/mL (0-34) saptandı. Hastaya levotiroksin tedavisi başlandı.Tiroid ultrasonografisi  yapıldı; tiroidde bilateral diffüz büyüme (tiroid volumü :76 cm3), yaygın heterojenite, yaygın mikrokalsifikasyonlar ve yaygın yamasal görünüm ve elastosonografide de sertlik izlendi. Kronik tiroidit parankiminden yaygın mikrokalsifikasyonlar olmasıyla kısmen farklılaşan ultrason bulgusu olan hastanın sağ ve sol lobundan kalsifikasyonların daha yoğun olduğu yerlerden   ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) yapılarak örnekler alındı.İİAB sonuçları malignite şüphesi ile uyumlu geldi. Hastanın servikal bölgesi patolojik lenfadenopatiler (LAP) açısından tekrar incelendi ve bilateral boyutları 2 santimetreye ulaşan patolojik görünümde LAPlar izlendi ve İİAB örneklemesi yapıldı.Sitoloji sonucu malignite şüphesi ile uyumlu geldi. Bilateral yaygın LAPlarının olması ve tiroid parankiminde kronik tiroidit görünümü olması nedeniyle  lenfoma ayırıcı tanısı açısından trucut biyopsi ile tekrar örnekleme yapıldı. PTC ile uyumlu değerlendirildi ve lenfoma lehine düşünülmedi.Hastaya bilateral total tiroidektomi, santral ve bilateral lateral lenf nodu diseksiyonu yapıldı ve patoloji sonucu tiroid bezi parankiminin tamamında diffüz sklerozan tip PTC ve çıkarılan 112 lenf nodunun 46'sında metastaz saptandı.


Sonuç:Postpartum dönemde ülkemizde iyot eksikliğine bağlı guatr da sık  görülebilmektedir. DSV-PTC'de tiroid ultrasonografisiyle tiroid parankimi Hashimato tiroiditindeki parankime de çok benzemektedir. Genç kadın hastalarda hızlı ve sıklıkla diffüz büyüyen tiroidlerde ve özellikle ultrasonda mikrokalsifikasyonlar da varsa akla malign nedenler de getirilmelidir. Benign neden ön tanısıyla ileri tetkikten uzaklaşılmamalıdır. Bu hastalarda tanı anında sadece tiroid değil boyun ultrasonu da yapılmalıdır.

279 - Agresif Varyantlarda Bethesda Daha Belirleyici midir? - 2016

Berna Evranos Öğmen, Şefika Burcak Polat, Hüsniye Başer, Didem Özdemir, Aydan Kılıçarslan, Abdussamed Yalçın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P111

ABSTRACT

Giriş ve Amaç: İnce iğne aspirasyon biyopsisinin (İİAB), tiroid nodullerinin benign-malign ayrımında oldukça güvenilir bir yöntem olduğu bilinmektedir. Tiroid sitopatolojisi raporlaması için kullanılan Bethesda sistemi, sitomorfolojik kriterler ve raporlama için standardizedir. Bu çalışmada; bizim kliniğimizde Bethesda'ya göre farklı sitoloji sonuçlarında malignite oranlarını saptamak ve özellikle papiller tiroid kanseri (PTC) varyantlarında Bethesda'nın tanısal yerini değerlendirmek amaçlanmıştır.


Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya, İİAB sonrasında malignite şüphesi ya da diğer nedenlerle (toksik guatr, dev nodul, paratiroid adenoma) opere edilen toplamda 5784 tiroid nodulü olan 2534 hastanın verileri alındı. Bütün hastalarda İİAB ultrasonografi eşliğinde yapıldı. Sitolojik tanı; non-diagnostik (ND), benign, önemi belirsiz foliküler atipi/önemi belirlenemeyen foliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL), foliküler neoplazi/foliküler neoplazi şüphesi (FN/SFN), malignite şüphesi ve malign olarak sınıflandırıldı. Histopatolojik tanı; benign hastalıklar, papiller tiroid kanseri, foliküler tiroid kanseri ve diğer tiroid kanserleri (medüller tiroid kanseri, undifferansiye tiroid kanseri ve malignite potansiyeli belirlenemeyen tiroid tümörleri) olarak  dört gruba ayrıldı. PTC'si olan hastalar da; klasik varyant, folliküler varyant, agresif varyant (tall-cell, diffüz sklerozan varyant ve kolumnar variant) ve diğer varyantlar (onkositik, solid/trabeküler, warthin benzeri varyant) olmak üzere 4 grupta sınıflandırıldı. İİAB sonuçları histopatoloji sonuçlarıyla karşılaştırıldı. 


Bulgular: Malignite oranları; ND, benign, ÖBA/ÖBFL, FN/SFN, malignite şüphesi ve malign sitolojilerinde sırasıyla, 6.3%, 3.2% , 20.7%, 33.3%, 74.2% ve  95.6% olarak saptandı. PTC varyantları arasında malignite şüphesi veya malign sitoloji, klasik varyantların %56.6'sında, foliküler varyantların %24.3'ünde,  agresif varyantların %92'sinde ve diğer varyantların %41.7'sinde saptandı (Tablo-1).Varyantlar arasındaki fark anlamlıydı (p<0.001). 


Sonuç: Bethesda klasifikasyonu, nodullerde maligniteyi predikte etmekte oldukça güvenilir bir sınıflandırma olmakla birlikte, PTC varyantları arasında özellikle agresif variant PTC'li nodulleri malign olarak  öngörmede oldukça etkilidir.

278 - İnce İğne Aspirasyonunda Papiller Tiroid Kanseri Şüphesi Olan Bir Hastada Tiroidin Hyalinizan Trabeküler Tümörü - 2016

Abbas Ali Tam, Cevdet Aydın, Didem Özdemir, Hayriye Tatlı Doğan, Birol Korukluoğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P108

ABSTRACT

Amaç: Tiroidin hyalinizan trabeküler tümörü oldukça nadir görülen neoplaziler olup preoperatif ince

iğne aspirasyon sitolojisinde yanlışlıkla papiller tiroid kanseri veya medüller tiroid kanseri tanısı

alabilir.

Vaka: Bozulmuş açlık glukozu ve haşimato tiroiditi öyküsü olan ve metformin ve L tiroksin kullanan

65 yaşındaki bayan hastanın tiroid ultrasonografisinde multinodüler guatr saptandı. İnce iğne

aspirasyonu yapılan 2 nodülünün biri malignite şüphesi diğeri benign olarak raporlandı.Total

tiroidektomi uygulanan hastanın patolojisinde; yer yer ince fibröz kapsül ile çevrili kolloid içermeyen

eozinofilik poligonal elonge geniş sitoplamalı, oval, elonge yer yer irregüler nükleuslu hücrelerle

karakterli lezyon tesbit edildi. Dik nükleer çentik ve psödoinklüzyon mevcuttu. Trabeküller arası ince

vasküler yapılar içeren dar hyalinize stroma izlendi. Kapsüler yada vasküler invazyon mevcut değildi.

İmmünositokimyasal çalışmada sitokeratin 19 ve HBME-1,kalsitonin negatifti TTF-1 yaygın

pozitifti. Ki 67 proliferasyon indeksi %1-2 civarındaydı.BRAF VE-1 antikoru ile boyanma

izlenmedi.Morfolojik ve immünositokimyasal bulgular hyalinize trabeküler tümör ile uyumlu olarak

değerlendirildi.

Sonuç: Tiroidin hyalinizan trabeküler tümörüyle papiller tiroid kanserinin birbirinden ayırımı sellüler

morfoloji ve orjindeki benzerlikler nedeniyle zordur ve ince iğne aspirasyonu yanlışlıkla papiller tiroid

kanseri olarak değerlendirilebilir.Lobektomiyle tedavi edilebilen, benign veya düşük malign

potansiyeli olan bu tümöre dair farkındalık hastayı aşırı tedaviden koruyabilir.

277 - Önemi Bilinmeyen Bir Kanser: İnsidental Tiroid Kanseri - 2016

Berna Evranos Öğmen, Şefika Burçak Polat, Fatma Neslihan Çuhacı , Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Aydan Kılıçarslan, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P106

ABSTRACT

Giriş ve Amaç: Benign hastalıklar nedeniyle tiroidektomi yapılan hastalarda insidental olarak tiroid kanseri (ITC) saptanabilmektedir.Operasyon öncesi ultrasonda şüpheli veya ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) ile şüpheli saptanıp opere edilen hastalarda histopatoloji raporunda nodulle aynı yere uyan kanser odağı varlığı noninsidental tiroid kanserini (NITC) düşündürür. Bu çalışmada ITC ve noninsidental tiroid kanserlerini (NITC) karşılaştırmak amaçlanmıştır. 


 Gereç ve Yöntem:Malign ve benign tiroid hastalıkları nedeniyle  Aralık 2006- Ekim 2014'de hastanemizde opere edilen ve patolojisi malign çıkan 918 hasta bu çalışmaya alınmıştır. Bütün hastalara operasyon öncesi ultrason yapılmış, > 1 cm nodullerin hepsine ve <1 cm olup hipoekojenite, irregular sınırlar, nodul içi vaskülarite artışı ve mikrokalsifikasyon varlığı gibi şüpheli ultrasonografik bulguları olan nodullere de İİAB yapılmıştır. Tiroidektomi materyalindeki karsinom odağı, İİAB yapılmış nodul veya ultrasondaki nodul ile eşleşmiyorsa ITC olarak sınıflandırılmıştır. İİAB sonuçları veya ultrason bulguları ile uyuşan kanser odakları NITC olarak sınıflandırılmıştır. Bu çalışmada ITC ve NITC özellikleri karşılaştırılmıştır. 


 Bulgular: Patoloji kesitlerinde 1301 kanser odağı saptandı.434'ü insidental olarak, 867'si noninsidental olarak saptandı. ITC grubunda ortalama yaş 51.67±11.11 iken NITC grubunda  48.15±13.1 idi (p<0.001). Tümör odağı boyutu ortancası  NITC grubunda 13 mm (1-90 mm) iken, ITC grubunda 3 mm (0.1-20 mm) idi. Boyutlar arasındaki fark anlamlıydı (p<0.001). Kapsül invazyonu (%29.1/7.9), ekstratiroidal yayılım (%13/4.2), non- komplet rezeksiyon (%9.2/1.8) ve lenf nodu metastazı (%9.5/1.8) anlamlı olarak NITC grubunda daha fazlaydı (p<0.001).Uzak metastaz varlığı açısından anlamlı fark yoktu (p=0.3) (Tablo 1).


Sonuç: ITC sıklıkla daha ileri yaştaki hastalarda saptanıyor ve klinisyeni rahatlatacak şekilde daha küçük boyutlarda ve daha erken evrelerde saptanıyor.  

276 - Unilateral ve Bilateral Multifokal Tiroid Kanserlerinin Histopatolojik Özellikler Ve Prognoz Açısından Karşılaştırılması - 2016

Şefika Burçak Polat, Bekir Çakır, Berna Öğmen, Hüsniye Başer, Neslihan Çuhacı, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P105

ABSTRACT

Amaç: Multifokal papiller tiroid kanserinin (PTK) karakteristik özellikleri net bilinmemektedir.

Multifokal tümörlere cerrahi yaklaşım merkezler arasında farklılık göstermektedir. Başlangıç cerrahisi

lobektomi olan hastalarda bir çok klinisyen kontralateral lobda da tümör olabileceği gerekçesi ile

tamamlayıcı tiroidektomi önermektedir. Bu çalışmada tek lobu tutan (unilateral) ve her iki lobu tutan

(bilateral) tümörler klinik ve histopatolojik özellikler açısından karşılaştırıldı.

Yöntem: Merkezimizde opere edilen ve PTK tanısı alan 914 hastanın kayıtları gözden geçirildi. Bu

hastalar içerisinden birden fazla odakta PTK’sı olanlar seçildi ve tek veya iki lob tutulumuna göre

unilateral veya bilateral olmak üzere iki gruba ayrıldı. Bu iki grup birbirleri ile demografik, klinik,

histopatolojik özelliklere göre karşılaştırıldı.

Bulgular: Toplam 294 hastada (32.7 %) multifokal PTC saptandı. Bunlardan 102 tanesinde hastalık

unilateral (36,7%), 192’sinde bilateral idi. Tümör çapı unilateral hastalığı olanların %79,9’unda,

bilateral hastalığı olanların ise %70,9’unda1 cm’den küçüktü. Her iki grupta da tümörlerin yarıdan

fazlası insidentaldi. Tek değişkenli analizde bilateralite tümör odak sayısı (p&lt;0.001),tümör çapı

(p=0.008), kapsül invazyonu (p=0.018) ve TSH (p=0.002) ile korele saptandı. Çok değişkenli analizde

bilateral tutulumu bağımsız olarak ön gören iki parametre serum TSH düzeyi ve odak sayısı idi

(p&lt;0.001 ve p=0.006, respectively). Unilateral ve bilateral PTK grupları arasında ortalama 44 aylık

(minimum 10, maksimum 96 ay) takip süresince persistans,rekürens ve metastaz açısından fark

saptanmadı.

Sonuç: Mutifokal PTC de bilateral tutulum olma olasılığı yüksektir. Ancak bilateral tutulum kötü

histopatolojik özellikler veya prognozla ilişkili değildir ve tümörlerin çoğu başlangıç evrelemeyi ve

prognozu etkilemeyen mikrokanserlerdir. TSH multifokal PTK’sı olan hastalarda bilateralite riskini

öngören preoperatif bir belirteçtir ve cerrahi tipini değerlendirken klinisyene yol gösterebilir.

275 - Aspirasyon Uygulamaksızın Yapılan Lenf Nodu İnce İğne Biyopsilerinin Aspirasyonlu Yöntem İle Yapılan Lenf Nodu İnce İğne Biyopsileriyle Sitolojik Yeterlilik Açısından Karşılaştırılması - 2016

Cevdet Aydın, Fatma Dilek Dellal, Ali Abbas Tam, Berna Öğmen, Aydan Kılıçarslan, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P104

ABSTRACT

Amaç: Boyun lenf nodu (LN) ince iğne biopsisi (İİB), boyunda ultrasonografi ile tespit edilen malignite

yönünden şüpheli özellikteki lenf nodunun gerçekte malign olup olmadığının değerlendirilmesinde

kullanılan bir yöntemdir. Birçok çalışma aspirasyon uygulamaksızın (NAS) yapılan LNİİB’ne ait

sitolojinin tanısal olarak daha nitelikli ve dolayısıyla daha kolay yorumlanabilir örnekler sunduğunu fakat

istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte aspirasyonlu (AS) yönteminde tanı koyma başarısının

NAS’a göre daha fazla olduğunu göstermiştir Bu çalışmadaki amacımız, NAS yöntemiyle yapılan

LNİİB’nin AS ile yapı- lana göre sitolojik yeterlilik açısından karşılaştırılmasıdır.

Materyal ve Metod: Kliniğimiz biopsi ünitesinde şüpheli görünümdeki LN’larına AS ve/veya NAS

yöntemiyle İİB yapılan 134 hastadan aynı seansta hem AS hem de NAS yapılan 75 hastanın 123 LN’nun

ultrasonografik ve sitolojik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Sitolojik sonuçlar yetersiz,

benign, ÖBA, malignite açısından şüpheli ve malign olarak 5 grupta incelendi. Yetersiz sonuç dışındaki

tüm sonuçlar sitolojik açıdan tanısal, yetersiz sonuç ise tanısal olmayan olarak sınıflandırıldı.

Hastaların %26.7’si kadın, %73.3’ü erkek, median yaş 45 (24-74)’tü. %89.3’ü daha önce tiroidektomi

geçirmiş- ti. 63 LN boyunda solda, 3’ü orta hatta, 57’si sağdaydı. LN’larından 2’si boyunda L1

seviyesinde, 28’i L2’de, 29’u L3’te, 26’sı L4’te, 6’sı L5’te, 30’u L6’da ve 2’si L7’deydi. Ortanca LN

volümü 0.41 (0.07-20.08)’di. Ultrasonografik olarak %82.8’i heterojen ekoda, %82.9’u solid yapıda,

%29.3’ü mikro ve/veya makrokalsifikasyon içeren, %11.5’i sferik yapıda, %6.5’i konglomere

görünümde, %74.8’inin hilus net izlenemiyor ve %5.7’sinin hilusu düzensizdi. Sitolojik malign sonuç

AS’ta %13.8 iken NAS’ta %16.3’tü. Benign sonuç oranları sırasıyla %32.5 ve %43.1’di. AS yönteminin

tanısallığı %56.9 iken NAS’ın tanısallığı %74.8’di (p&lt;0.001).

Sonuç: Biz NAS yönteminin tanısallık yüzdesini AS’a göre anlamlı derecede yüksek bulduk. Vakum

basıncının olmaması nedeniyle hücresel travma ve dejenerasyonun azlığı ve sitolojik yapının daha fazla

korunması, tanısallıktaki artışın nedenleri olabilir. Boyun LN’larına ait yetersiz sitoloji sonuçlarını

azaltmak için İİB’nin daha kolay uygulabilir ve hastaya daha az endişe veren bir yöntem olan NAS

yöntemiyle yapılması önerilir

274 - Bethesda Klasifikasyonu Öncesi ve Sonrası Tiroid İnce İğne Aspirasyon Biyopsi Sonuçlarının Karşılaştırılması - 2016

Didem Özdemir, Nagihan Beştepe, Sevgül Fakı, Aydan Kılıçarslan, Ömer Parlak, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P097

ABSTRACT

Amaç: Ultrasonografi eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisi tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısında altın

standart yöntemdir. Tiroid sitolojilerinin değerlendirilmesindeki inter ve intraobserver varyasyonların

azaltılması ve bu konuda standardizasyon ve ortak dil oluşturulması amacı ile 2008’de Bethesda

klasifikasyonu geliştirilmiştir. Bu çalışmada Bethesda öncesi (Pre-Bethesda) ve Bethesda sı-

nıflandırmalarının benin ve malin tiroid nodüllerinin ayırt edilmesinde tanısal değeri karşılaştırılmıştır.

Yöntem: Kliniğimizde Şubat 2007 ile Aralık 2014 arasında tiroidektomi yapılmış ve preoperatif olarak

tiroid İİAB yapılmış hastalar retrospektif olarak tarandı. Bethesda klasifikasyonunun kullanıma girdiği

Eylül 2010 tarihinden önce sitolojik olarak değerlendirilen nodüller pre-Bethesda, bu tarihten sonra

değerlendirilen nodüller Bethesda grubu olarak belirlendi. Pre-Bethesda grubunda sitoloji sonuçları benin,

nondiagnostik, indetermine, malinite şüphesi ve malign olarak, Bethesda grubunda ise benin,

nondiagnostik, önemi belirsiz atipi/önemi belirsiz foliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL), foliküler neoplazi

(FN)/FN şüphesi, malinite şüphesi ve malin olarak ayrıldı. Sitolojik olarak değerlendirilen nodüller

histopatolojik tanı konmuş nodüllerle yerleşim ve boyut bilgileri kullanarak eşleştirildi. Bulgular: Pre-

Bethesda grubunda 819 (%27.0), Bethesda grubunda 2218 (%73.0) hasta vardı. Nodül sayısı PreBethesda

grubunda 1810 (%26.1), Bethesda grubunda 5115 (%73.9) idi. Sitolojik olarak Pre-Bethesda grubunda

Bethesda grubuna oranla nondiyagnostik oranı belirgin şekilde dü- şük, benin ve malinite şüphesi oranları

ise belirgin şekilde yüksekti (p&lt;0.001). Her iki grupta malin sitoloji oranları benzerdi (p=0.267). Sitolojik

dağılım ve histopatolojik sonuçlar tablo 1’de görülmektedir. Pre-Bethesda ve Bethesda grubunda benin,

malinite şüphesi ve malin nodüllerde malinite oranları benzerdi. Nondiyagnostik nodüllerde malinite

oranı Pre-Bethesda grubunda %7.9, Bethesda grubunda % 4.9 idi (p=0.03). Her iki grupta da öncelikle

malinite şüphesi ve malinite pozitif sitoloji grubu olarak alındı ve tanısal performans değerlendirildi.

Daha sonra Pre-Bethesda grubunda indetermine, malinite şüphesi ve malinite pozitif sitoloji alınarak,

Bethesda grubunda ise FN/FN şüphesi, malinite şüphesi ve malin sitolojiler pozitif alınarak tekrar

hesaplama yapıldı. Pre-Bethesda ve Bethesda klasifikasyonlarının tanısal performans değerleri tablo 2 de

verilmiştir.

Sonuç:Bethesda klasifikasyonunun kullanıma girmesi ile benin ve malinite şüphesi oranları azalmış,

nondiyagnostik ise artmıştır. Daha önce indetermine olarak değerlendirilen grubun önemli bir kısmının

ÖBA/ÖBFL grubuna kaydığı görülmektedir. Sitolojik gruplardaki malinite oranı değişmemiştir ve

malinite şüphesi ve malin sitoloji pozitif olarak alındığında Bethesda ile sensitivite ve pozitif prediktif

değerde artış olmakla birlikte doğruluk oranı da dahil olmak üzere diğer tanısal performans kriterlerinde

belirgin değişiklik olmamıştır

273 - Yüksek TSH Ötiroid Tiroid Nodüllerinde Maligniteyi Tahmin Etmede Bethesda Sistemine İlave Olarak Kullanılabilir mi? - 2016

Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Abbas Ali Tam, Berna Evranos, Afra Alkan, Nuran Süngü, Ersin Gürkan Dumlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P091

ABSTRACT

Amaç: Son zamanlarda yüksek serum tirotropin (TSH) seviyelerinin nodüler guatrlı hastalarda  artmış tiroid malignite riski ile ilişkili olduğu bildirilmektedir. Bethesda sistemi tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde standart bir yöntem olmasına karşılık tedavi önerilerinde sadece sitolojik sonuçları temel almakta, maligniteyle ilişkili olabilecek  diğer faktörleri göz ardı etmektedir. Bu çalışmada ötiroid hastalarda farklı Bethesda kategorileri ile TSH seviyeleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi ve TSH seviyelerinin maligniteyi tahmin etmede Bethesda sistemine katkı sağlayıp sağlayamayacağının belirlenmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: Tiroidektomi olan 1433 ötiroid hastada 3206 nodülün verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif sitoloji sonuçları, tiroid fonksiyon testleri, tiroid otoantikorları, postoperatif histopatoloji sonuçları ve Hashimoto tiroiditi (HT) varlığı kaydedildi.  

Bulgular: 1433 hastadan 585’inin (%40.8) histopatolojisi malign, 848 (%59.2) hastanın ise benigndi.  Malign grupda benign gruba göre nodül boyutu daha küçük, TSH seviyeleri daha yüksek ve HT varlığı daha fazlaydı (p<0.001). Çalışma grubunda malignite için TSH cut off değeri  ≥1.24 µIU/mL olarak hesaplandı. 3206 nodülün sitololojik değerlendirilmesinde 832’si nondiagnostik (ND), 1666’sı benign, 392’si önemi belirsiz atipi / önemi belirsiz foliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL), 68’i foliküler neoplazi / foliküler neoplazi şüphesi (FN/FNŞ), 133’ü malignite şüphesi (MŞ) ve 115’i maligndi. TSH seviyeleri MŞ ve malign sitoloji gruplarında diğer 4 sitoloji gruplarından daha yüksek iken benign sitoloji grubunda diğer gruplara göre daha düşüktü (p<0.05, tüm gruplar için). ÖBA/ÖBFL sitoloji grubunun TSH seviyeleri ND ve benign sitoloji gruplarından daha yüksek (p<0.001), MŞ ve malign sitoloji gruplarından daha düşük (p=0.012 ve p<0.001), FN/FNŞ sitoloji grubu ile benzerdi (p=0.686). TSH seviyelerinin Bethesda kategori 2’den 6’a doğru giderek arttığı izlendi (p<0.001) (Tablo 1). ND ve ÖBA/ÖBFL sitoloji gruplarında olup histopatolojisi malign olan hastalarda TSH seviyelerinin histopatolojisi benign olanlardan daha yüksek olduğu görüldü (p=0.002 ve p=0.034).

Sonuç: Bu çalışmada farklı Bethesda kategorileri ile TSH seviyeleri arasında ilişki olduğu ve Bethesda kategorisi malign gruba doğru ilerledikçe TSH seviyelerinin arttığı izlendi. Farklı Bethesda kategorilerinde sitoloji sonuçlarına ilave olarak artmış TSH seviyeleri maligniteyi tahmin etmede yardımcı parametre olarak kullanılabilir.

 

Tablo 1.  Farklı sitoloji gruplarında tiroid fonksiyon testlerinin, tiroid otoantikorlarının ve Hashimoto tiroiditi varlığının  karşılaştırılması

 

 

ND

(n=832)

Benign

(n=1666)

ÖBA/ÖBFL

(n=392)

FN/FNŞ

(n=68)

(n=133)

Malign
 

(n=115)

p

TSH

(µIU/mL)

1.10

(0.40-4.04)

1.07

(0.40-4.04)

1.31

(0.40-4.04)

1.30

(0.40-3.89)

1.56

(0.40-4.04)

1.62

(0.40-4.04)

<0.001

sT3

(pg/mL)

3.23

(1.90-4.77)

3.26

(1.57-4.77)

3.20

(1.90-4.73)

3.25

(2.05-4.49)

3.15

(1.97-4.35)

3.10

(2.10-4.16)

<0.001

sT4

(ng/dL)

1.15

(0.85-1.78)

1.15

(0.85-1.78)

1.16

(0.85-1.70)

1.15

(0.85-1.68)

1.20

(0.85-1.78)

1.20

(0.81-1.68)

0.092

Anti-TPO Ab pozitifliği*

(n, %)

 

99 (18.9)

 

171 (17.6)

 

60 (21.4)

 

6 (12.8)

 

23 (21.5)

 

17 (19.5)

 

0.706

Anti-TG Ab pozitifliği**  (n, %)

 

98 (19.1)

 

161 (16.8)

 

67 (24.5)

 

14 (28.0)

 

24 (22.9)

 

20 (23.3)

 

0.128

HT varlığı***   

(n, %)


218 (26.4)


431 (26.1)


132 (33.7)


17 (25.0)


45 (34.1)


33 (28.7)


0.088

* Anti-TPO Ab ölçümü 2014 nodülde mevcut. ** Anti-Tg Ab ölçümü  1987 nodülde mevcut. *** HT 3184 nodulde değerlendirildi. ND: nondiagnostik, ÖBA: önemi belirsiz atipi, ÖBFL: önemi belirsiz foliküler lezyon, FN: foliküler neoplazi, FNŞ: foliküler neoplazi şüphesi, MŞ: malignite şüphesi, TSH: tirotropin, sT3: serbest triiyodotironin, sT4: serbest tiroksin, Anti-TPO Ab: anti-tiroid peroksidaz antikoru, anti-TG Ab: anti-tiroglobulin antikoru, HT: Hashimoto tiroiditi


272 - Boyutu 1 Cm ve Altında Olan Tiroid Nodülleri İle 1cm Üzerinde Olan Nodüllerde Tiroid Malignansisini Belirlemede Ultrasonografi Skorlaması Yararlı Olabilir - 2016

Neslihan Çuhacı, Berna Öğmen, Ali Tam, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Aylin Kılıç Yazgan, Gürkan Dumlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P086

ABSTRACT

Amaç: Son zamanlarda görülen tiroid malignansi oranının artışı, insidental ve 1 cm’nin altindaki

tiroid nodüllerinde olduğu gibi, palpe edilemeyen veya  1 cm nodülleri saptayabilen yüksek

rezolüsyonlu ultrasonografi (US)’nin kullanımının artması ile ilişkilendirilmektedir. Biz bu çalışmada,

histopatoloji sonuçlarına göre boyutu 1 cm ve 1cm tiroid nodüllerinin ultrasonografik özelliklerini

değerlendirmeyi, malignansiyi predikte eden ultrasonografik özellikleri belirlemeyi böylece gereksiz

ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB)’den kaçınmak için bir US skorlaması saptamayı amaçladık.

Yöntem: Tiroidektomi olan 1118 hastanın 2233 nodülü retrospektif olarak tarandı. Histopatoloji

sonuçlarına göre benign ve malign nodüllerin ayırımında belirleyici olan ultrasonografik özellikler

çoklu değişkenli lojistik regresyon analizi ile değerlendirildi. US eşliğinde biyopsi önermek için ileri

lojistik regresyon modeli ile birlikte çoklu değişkenli lojistik regresyon analizi kullanılarak geliştirilen

formül kullanıldı.

Bulgular: Hastaların 884’ü kadın, 234’ü erkek idi. Nodüllerin 337’inde (%15.1) boyut  1 cm,

1896’ında (%84.9) boyut 1 cm idi. Histopatolojik olarak  1 cm nodüllerin 173’ü (%51.3) benign,

164’ü (%48.7) malign, 1 cm nodüllerin ise 1423’ü (%75.1) benign, 473’ü (%24.9) malign idi. Benign

ve malign nodüllerin US özellikleri değerlendirildiğinde boyutu  1 cm olan nodüllerde; AP/T 1,

mikrokalsifikasyon, makrokalsifikasyon ve hipoekoik özellik malign olan grupta benign olan guruba

göre anlamlı yüksek iken, izoekoik özellik anlamlı daha düşük, boyutu 1 cm olan nodüllerde ise

mikrokalsifikasyon, makrokalsifikasyon, hipoekoik ve izo-hipoekoik özellik ve solid yapı malign

grupta benign gruba göre anlamlı daha yüksek bulundu. Boyutu 1 cm olan tiroid nodüllerinde

malignansiyi predikte eden US özellikleri; mikrokalsifikasyon, makrokalsifikasyon, nodül ekojenitesi

AP/T 1 olması iken, 1 cm nodüllerde bu belirteçler mikrokalsifikasyon, makrokalsifikasyon, nodül

ekojenitesi ve nodül yapısı idi. Malignansiyi predikte eden US özellikleri her nodül için

değerlendirildiğinde elde edilen ortalama US indeks skoru 1 cm nodüllerde benign olanlar için 2.09

+- 1.19, malign olanlar için 3.04 +- 1.06 iken bu değerler 1 cm nodüller için sırasıyla 3.97 +- 1.46 ve

4.95 +- 1.70 olarak bulundu. Benign ve malign nodülleri ayırmada en iyi kesim noktası 1 cm

nodüllerde 2 iken, 1 cm nodüllerde 4 olarak saptandı.

Sonuç: Boyutu 1 cm ve altında olan tiroid kanserlerinin klinik önemi çelişkili olmakla birlikte, doğru

tedavi stratejisini belirleyebilmek için bu nodüllerin değerlendirilmesi önemlidir. Çoğu çalışma tiroid

kanser riskini belirlemek için şüpheli US özelliğini ve bunların kombinasyonlarını değerlendirse de

US’un tanısal doğruluğu kısıtlıdır. Bizim çalışmamızda olduğu gibi nodüllerin değerlendirilmesinde

US skorlama indeksinin kullanılması klinisyenlere İİAB yapılacak nodüllerin seçiminde, özellikle 1

cm nodüllerde, yararlı olabilir düşüncesindeyiz.

271 - Primer Tümör Çapının Total Tümör Çapına Oranı Agresif Olan ve Olmayan Multifokal Papiller Tiroid Mikrokanserlerinin Ayırıcı Tanısında Yeni Bir Parametre Olarak Kullanılabilir mi? - 2016

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Neslihan Çuhacı, Hüsniye Başer, Ahmet Dirikoç, Cevdet Aydın, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P084

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada primer tümör çapının total tümör çapına oranın agresif olan ve olmayan

multifokal papiller tiroid mikrokanserlerin (PTMC) ayırıcı tanısında yeni bir parametre olarak

kullanırlılığını değerlendirmeyi amaçladık.

Yöntem: En büyük tümör çapı primer tümör çapı (PTÇ) olarak kabul edildi ve total tümör çapı (TTÇ)

multifokal tümörlerin herbirinin maksimum çapının toplanmasıyla hesaplandı.PTÇ&#39;nın TTÇ&#39;na

bölünmesiyle tümör çap oranı (TÇO) olarak tanımladığımız oranı elde ettik (PTÇ/TTÇ=TÇO) TÇO

açısından kapsül invazyonunu, çevre doku invazyonunu (ETE) ve len nodu metastazını (LNM)

predikte eden pozitif prediktif değer (PPD), negatif prediktif değerler (NPD) ve sensitivite ve spesifite

belirlendi.

Bulgular: Multifokal PTMC&#39;lerde tümör odak sayısı arttıkça ortalama TÇO anlamlı olarak

azalmaktaydı; LNM, ETE ve kapsül invazyonunu tesbit eden TÇO için sensitivite sırasıyla 100%,

100% ve 94.2% ve spesifite ise sırasıyla 86.2%, 88% ve 94.7%,&#39;tü.TÇO&#39;nın LNM&#39;ı için PPD&#39;i 99.3%

ve NPD&#39;i 100%, ETE için PPD&#39;i 58.5% ve NPD&#39;i 100% ve kapsül invazyonu için PPD&#39;i 89.1% ve

NPD&#39;i 97.3%&#39;tü. PTÇ&#39;ı &gt;10 mm olan multifokal papiller tiroid kanserli hastalarda ortalama TÇO LNM

olanlarda olmayanlara göre anlamlı olarak daha düşüktü (0.76±0.12 vs 0.44±0.10; p&lt;0.001).

Sonuç: Azalan TÇO multifokal PTMC&#39;li hastalarda kapsül invazyonu, ETE ve LNM ile ilişkiliydi.

Ayrıca kapsül invazyonu veya ETE olmayıp LNM olan hastalarda da prediktifdi. Bu yeni parametre

özellikle agresif davranış gösteren multifokal PTMC&#39;li hastaların tesbitinde yardımcı olabilir.

270 - Papiller Tiroid Kanserlerinde Multifokalite, Tümör Odak Sayısı ve Total Tümör Çapıyla Klinikopatolojik Özellikler Arasındaki İlişki - 2016

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Neslihan Çuhacı, Hüsniye Başer, Cevdet Aydın, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P083

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada papiller troid kanserlerinde (PTC) multifokalite, tümör odak sayısı ve total tümör

çapının klinikopatolojik özellikler üzerine olan etkisini değerlendirmeyi amaçladık.

Yöntem: Total tiroidektomi uygulanan ve PTC tanısı almış olan 912 hastanın medikal kayıtları

retrospektif olarak incelendi.Tümör odak sayısına göre hastalar 4 gruba ayrıldı; N1(1 odak), N2 (2

odak), N3 ( 3 odak), N4 (4 ve üzeri odak). En büyük tümör çapı primer tümör çapı (PTÇ) olarak kabul

edildi ve total tümör çapı (TTÇ) multisentrik tümörlerin herbirinin maksimum çapının toplanmasıyla

hesaplandı.

Bulgular: Unifokal PTC ile karşılaştırıldığında multifokal tümörlerde kapsül invazyonu, çevre doku

invazyonu ve lenf nodu metastazı anlamlı olarak daha fazlaydı.Tümör odak sayısı arttıkça çevre doku

invazyonu ve lenf nodu metastazı da artmaktaydı (sırasıyla p=0.034 ve p=0.004).

N1 ile karşılaştırıldığında lenf nodu metastaz riski N3&#39;te 2.287 (OR=2.287, p=0.036) kat, N4&#39;te 3.449

(OR=3.449, p=0.001) kat daha fazlaydı.PTÇ ≤ 10 mm ve TTÇ &gt; 10 mm olan multifokal tümörlü

hastalarda tümör çapı ≤ 10 mm olan unifokal tümörü olan hastalara kıyasla kapsül invazyonu, çevre

doku invazyonu ve lenf nodu metastazı anlamlı olarak daha fazlaydı (sırasıyla p&lt;0.001, p&lt;0.001 ve

p=0.001).

PTÇ ≤ 10 mm ve TTÇ &gt; 10 mm olan multifokal tümörü olan hastalar ile tümör çapı &gt; 10 mm olan

unifokal tümörü olan hastalar arasında bu parametreler açısından anlamlı farklılık yoktu.

Sonuç: Bu çalışmada artan tümör odak sayısı yüksek kapsül invazyonu, çevre doku invazyonu ve lenf

nodu metastazı oranlarıyla ilişkiliydi.Multifokal papiller mikro kanseri olup TTÇ &gt; 10 mm olan bir

hasta 10 mm&#39;den büyük tümörü olan unifokal PTC&#39;li bir hastayla benzer agresif histopatolojk

davranışa sahipti.

269 - Yüksek Doz Levotiroksin Tedavisine Cevapsız Postoperatif Hipotiroidili Bir Hastada Triiodotironin Tedavisine Dramatik Yanıt - 2016

Sevgül Fakı, Didem Özdemir, Cüneyt Bilginer, Samet Yaman, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P079

ABSTRACT

Amaç: Primer hipotiroidide levotiroksin tedavisinin ba- şarısızlığının en sık nedenleri hasta uyumsuzluğu

(pseudomalabsorbsiyon), malabsorbsiyona neden olan barsak hastalıkları ve emilimi bozan ilaç

kullanımıdır. Literatürde izole levotiroksin malabsorbsiyonu olan ve intravenöz veya intramüsküler

levotiroksin ile başarılı şekilde tedavi edilmiş vaka raporları vardır. Bu bildiride postoperatif hipotiroidi

nedeniyle yüksek doz levotiroksin kullanmasına rağmen yüksek serum tirotropin (TSH) ve düşük sT3 ve

sT4 değerleri olan ve T3 tedavisine belirgin yanıt veren bir hasta sunulmuştur.

Vaka: 36 yaşında bayan hasta halsizlik, yorgunluk ve vü- cutta ödem şikayetleri ile başvurdu. 12 yıl önce

Graves hastalığı nedeniyle totale yakın tiroidektomi geçirmişti ve levotiroksin 550 mcg kullanıyordu. 4

yıldır anksiyete bozukluğu olan hasta duloksetin 1x60 mg ve aripiprazol 1x5mg kullanıyordu. Beden kitle

indeksi 26.8 kg/m2, nabız 56 atım/dk ve kan basıncı 100/60 mmHg idi. Deride kuruluk, generalize ödem

ve bradikardi dışında sistemik muayene bulguları normaldi. Tam kan sayımı ve biyokimyasal değerleri

normal saptandı. Serum tirotropin (TSH) &gt;100 mUI/ml, sT3&lt;0.26 pg/ml ve sT4 0.09 ng/dl idi. Tiroid

ultrasonografide bilateral minimal residü ve sol tiroid loju inferiorunda 15.8 mm ektopik tiroid dokusu ile

uyumlu gö- rünüm saptandı. Hastanın eski tetkiklerinde Ocak 2013’e kadar serum TSH değerlerinin

normal veya düşük olduğu, bu dönemden sonra ise progresif olarak arttığı, özellikle son bir yılda

levotiroksin dozunun tedrici olarak arttırılmasına karşın TSH değerinin hiç düşmediği hatta giderek

yükseldiği görüldü. Altta yatan nedenin belirlenmesi için daha önce araştırılmış, celiac hastalığına yönelik

otoantikorlar negatif, endoskopik biyopsi normal bulunmuştu. Hastaya yatırılarak levotiroksin

absorbsiyon testi uygulandı. 1000 mcg levotiroksin öncesi bakılan sT4 0.04 ng/dl iken 2. saatte 0.19

ng/dl, 4. saatte 0.20 ng/dl ve 6. Saatte 0.25 ng/dl oldu. Psikiyatri bölümüne konsulte edilen hastada

tedaviye uyumsuzluk düşünülmediği belirtildi. Hastanın tedavisi levotiroksin 400 mcg ve T3 2x25 mcg

olarak düzenlendikten 3 gün sonra bakılan TSH 42.5 mUI/ml idi, levotiroksin dozu azaltılarak T3 devam

edildi ve tiroid fonksiyonları yakın takip edildi. 17. günde hastanın TSH ve sT3 değerleri normale

gelmekle birlikte sT4 değerlerinin hala çok düşük olduğu görüldü.

Sonuç: Vakada yüksek doz levotiroksin tedavisinin TSH üzerinde herhangi bir etkisi olmadığı, T3’ün ise

hızlı bir şekilde TSH’yı normalize ettiği görülmüştür. T3 tedavisinin başarılı olması intestinal

malabsorbsiyon ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Hastada levotiroksinin neden etki göstermediği kesin

olarak açıklanamasa da izole levotiroksin malabsorbsiyonuna neden olan bir durum varlığı hipotez olarak

ortaya atılabilir. Yüksek doz levotiroksin ile yeterli yanıt alınamayan hastalarda pseudomalabsorbsiyon

ekarte edildikten sonra parenteral tedaviden önce T3 tedavisi denenebilir

268 - Sitolojisi Bethesda Kategori III (Öba/Öbfl) Olan Nodüllerde Malignansinin Tahmin Edilmesinde Ultrasonografik Skorlama İle Birlikte Tiroid Görüntü Raporlama Ve Veri Sisteminin (TIRADS) Tanısal Etkinliğinin Değerlendirilmesi - 2016

Hüsniye Başer, Bekir Çakır, Oya Topaloğlu, Afra Alkan, Şefika Burçak Polat, Hayriye Tatlı Doğan, Mustafa Ömer Yazıcıoğlu, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P071

ABSTRACT

Amaç: Ultrasonografi (US) benign ve malign tiroid nodüllerini ayırt etmede oldukça yardımcı bir görüntüleme yöntemidir. Belirgin hipoekojenite, solid yapı, mikrolobule ya da irregüler kenar, mikrokalsifikasyon, nodülün anteroposterior (AP) çapının transvers (T) çapından daha büyük olması gibi şüpheli US özelliklerinin kombinasyonu maligniteyi tahmin etmede tek US özelliğinden daha iyi tanısal doğruluğa sahiptir. Tiroid Görüntü Raporlama ve Veri Sistemi (TIRADS),  şüpheli US özelliklerinin sayısına göre tiroid nodüllerinin malignite riskini belirlemeye çalışan basit, güvenilir bir raporlama sistemidir. Bu çalışmada sitolojisi önemi belirsiz atipi (ÖBA) ve önemi belirsiz foliküler lezyon (ÖBFL) olan nodüllerin TIRADS kategorilerine göre sınıflandırılması ve TIRADS’ın maligniteyi tahmin etmede ilave katkı sağlayıp sağlamadığının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: ÖBA sitolojili 318 nodül ve ÖBFL sitolojili 131 nodül çalışmaya dahil edildi. Nodüllerin US özellikleri ve postoperatif histopatolojileri (benign/malign) kaydedildi. Şüpheli US özelliklerine göre nodüller TIRADS kategorilerine ayrıldı.  Buna göre; TIRADS kategori 3; şüpheli US özelliği yok, kategori 4a; 1 şüpheli US özelliği, kategori 4b; 2 şüpheli US özelliği, kategori 4c; 3 veya 4 şüpheli US özelliği ve kategori 5; 5 şüpheli US özelliği olan nodüllerden oluşturuldu. Ayrıca her şüpheli US özelliği, varlığı veya yokluğuna göre "1" veya "0" olarak skorlandı. Toplam US skorunun malign ve benign nodülleri ayırmada etkisi ROC analizi ile değerlendirildi ve eğri altında kalan alan (AUC) değeri hesaplandı.

Bulgular: ÖBA grubunda,  histopatolojisi benign ve malign olan nodüllerin TIRADS kategorileri anlamlı olarak farklıydı (p=0.028).  Malign gruptaki TIRADS 4c kategorisindeki nodüllerin sayısının benign gruptan daha fazla olduğu görüldü (p=0.027). Mikrokalsifikasyon ve hipoekojenite oranları  malign grupta daha fazla (p=0.015 ve p=0.007) iken solid nodül yapısı ve irregüler kenar oranları açısından gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmedi (p>0.05). Nodül AP/T çap oranı malign grupta daha fazlaydı (p=0.009) ve malignite için AP/T çap kesim noktası ≥0.839 olarak hesaplandı. ÖBFL grubunda, TIRADS kategorileri ve US bulguları açısından histopatolojisi malign ve benign olan nodüller arasında fark izlenmedi (p>0.05, tüm parametreler için) (Tablo 1). ÖBA’lı nodüllerde maksimum sensitivite ve spesifitede US skorunun kesim değeri ≥ 3 (AUC: 0.596 ) olarak belirlendi.

Sonuç:  ÖBA ve ÖBFL sitolojisi olan nodüllerdeki malignite oranı oldukça farklı oranlarda bildirilmektedir. Bu nodüllerde preoperatif malignitenin tahmin edilmesi doğru tedavi yaklaşımı ve gereksiz cerrahilerin önlenmesi açısından oldukça önemlidir. Bu çalışmada, şüpheli US bulgularının kombinasyonun ÖBA sitolojili nodüllerde maligniteyi tahmin etmede faydalı olabileceği görülmüştür.  

 

Tablo 1.  ÖBA ve ÖBFL alt gruplarında histopatolojiye (benign/malign) göre şüpheli ultrasonografi bulgularının ve TIRADS kategorilerinin karşılaştırılması

 

ÖBA

 

ÖBFL

 
 

Malign

(n=82)

Benign

(n=236)

p

Malign

(n=23)

Benign

(n=108)

p

Nodül AP çap (mm)

11.7

11.4

0.759

10.5

13.0

0.721

 

(3.3-35.7)

(3.3-42.7)

 

(5.6-32.5)

(3.3-36.1)

 

Nodül T çap (mm)

13.9

(5.1-54.8)

14.1

(5.6-56.0)

0.299

14.2

(7.5-58.0)

15.4

(4.9-50.6)

0.836

AP /T çap (mm)

0.84±0.21

0.78±0.20

0.009

0.79±0.22

0.78±0.21

0.931

Solid nodül (n, %)

80 (97.6)

228 (96.6)

0.671

23 (100.0)

103 (95.4)

0.293

Hipoekojenite  (n, %)

12 (14.6)

11 (4.7)

0.007

1 (4.3)

6 (5.6)

1.000

Mikrokalsifikasyon (n, %)

32 (39.0)

59 (25.0)

0.015

8 (34.8)

25 (23.1)

0.367

İrregüler kenar (n, %)

42 (51.2)

124 (52.5)

0.836

14 (60.9)

61 (56.5)

0.877

TIRADS (n, %)

    TIRADS 3

    TIRADS 4a

    TIRADS 4b

    TIRADS 4c

    TIRADS 5


0 (0.0)

16 (19.5)

26 (31.7)

39 (47.6)

1 (1.2)


4 (1.7)

50 (21.2)

104 (44.1)

78 (33.1)

0 (0.0)

0.028






 

0 (0.0)

5 (21.7)

8 (34.8)

10 (43.5)

0 (0.0)


1 (0.9)

25 (23.1)

46 (42.6)

36 (33.3)

0 (0.0)

0.785






 

ÖBA: Önemi belirsiz atipi, ÖBFL: Önemi belirsiz foliküler lezyon, TIRADS: Tiroid Görüntü Raporlama ve Veri Sistemi, AP: anteroposterior , T: transvers

267 - Sitolojisi Bethesda Kategori III (ÖBA/ÖBFL) Olan Hastalarda Malignansi Ultrasonografide Tespit Edilen Mikrokalsifikasyon Varlığı ve Yüksek AP/T Oranı İle İlişkili İken Histopatolojide Saptanan Hashimoto Tiroiditi Varlığı İle İlişkili Değildir - 2016

Oya Topaloğlu, Hüsniye Başer, Neslihan Çuhacı, Nuran Süngü, Abdussamed Yalçın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P068

ABSTRACT

Amaç: Sitolojisi önemi belirsiz atipi/önemi belirsiz foliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL) olan tiroid

nodüllerinde uygun tedavi kararının verilmesinde ve gereksiz cerrahi girişimlerin önlenmesinde

malignansi belirteçlerinin tespit edilmiş olması oldukça önemlidir. Bu çalışmada amaç Bethesda Kategori

III hastalarında ultrasonografik, klinik ve biyokimyasal olarak malignansi ile ilişkili olabilecek faktörleri

belirlemektir.

Yöntem: Bethesda Kategori III (ÖBA/ÖBFL) tiroid nodü- lü olan ve opere edilen toplam 427 hasta

çalışmaya dahil edildi. Histopatoloji sonucuna göre nodüller benign ve malign olarak iki alt gruba ayrıldı.

Bu iki grubun preoperatif ultrasonografik, klinik ve biyokimyasal bulguları retrospektif olarak

değerlendirildi.

Bulgular: Preoperatif sitolojisi ÖBA/ÖBFL olan ve opere edilen toplam 427 hastanın 449 nodülündeki

malignansi oranı %23.4 (105/449) olarak bulundu. ÖBA ve ÖBFL alt grupları- nın malignansi oranları

ayrı ayrı değerlendirildiğinde ÖBA alt grubu için oran %25.8 (82/318) iken ÖBFL alt grubu için oran

%17.6 (23/131) olarak tespit edildi (p=0.061). Histopatolojide tespit edilen malignansilerin çoğunluğunu

papiller tiroid kanseri (PTK) oluşturmakta idi (n=91, %86.7). Histopatolojisi malign olan 105 nodül ile

histopatolojisi benign olan 344 nodülün preoperatif ultrasonografik özellikleri karşılaştırıldı (p=0.013).

Çoklu lojistik analiz yapıldığında malignansinin ultrasonografideki mikrokalsifikasyon varlığı ve yüksek

AP/T oranı ile bağımsız şekilde ilişkili olduğu tespit edildi. Tek de- ğişkenli analizde malign grupta tiroid

otoantikor varlığı ve histopatolojideki Hashimoto tiroiditi varlığı istatistiksel anlamlı olacak şekilde daha

yüksek bulundu. Çoklu değişkenli analizde histopatolojide tespit edilen Hashimoto tiroiditi ile malignansi

arasında herhangi bir korelasyon tespit edilmedi (p&gt;0.05).

Sonuç: Sitolojisi Bethesda Kategori III olan hastalarda özellikle ultrasonografide tespit edilen

mikrokalsifikasyon ve yüksek AP/T oranı varlığında ince iğne aspirasyon biopsi tekrarı veya nodülü takip

etme yerine tedavide öncellikli olarak cerahi düşünülmesi uygun bir yaklaşım gibi görünmektedir.

266 - İnce İğne Aspirasyon Sitolojisi Bethesda IVOlan Lezyonlarda Maligniteyi Predikte Eden Faktörler - 2016

Şefika Burçak Polat, Berna Öğmen, Hüsniye Başer, Nuran Süngü, Gürkan Dumlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P059

ABSTRACT

Amaç: Foliküler lezyonların ayırıcı tanısını yapmak zordur. Foliküler lezyon tanımı foliküler adenom

(FA), foliküler kanser (FK) ve foliküler varyant papiller tiroid karsinomunu (FVPTK) kapsar. Sitoloji

foliküler lezyonlarda benign /malign ayrımını yapamaz. Bu hastalarda ayırıcı tanı uygun cerrahi

seçeneğini belirlemek için önemlidir. Örneğin benign lezyonlarda lobektomi yeterliyken malign

lezyonlarda total tiroidektomiye ihtiyaç duyulabilir. Burada amacımız sitolojisi Bethesda IV olarak

etiketlenen lezyonlarda maligniteyi öngörebilecek klinik ve ultrasonografik özellikleri araştırmaktır.

Yöntem: Foliküler tiroid neoplazmı olan ve opere edilen toplam seksen hasta çalışmaya dahil edildi.

Hastaların yaşı, cinsiyeti, semptomları, klinik yakınma ve bulguları, nodül boyutu,sonografik, sitolojik

sonuçları ve final histopatolojileri kaydedildi.Malign grup benign grupla bahsi geçen preoperatif

özellikler açısından karşılaştırıldı.

Bulgular: Sitolojisi Bethesda IV olan seksen hastaya ait toplam 102 nodülün 34ü malign 68’i

benigndi.Yaş, cinsiyet dağılımı, tiroid fonksiyon testleri, antikor pozitifliği benign ve malign gruplar

arasında benzerdi. Ailede tiroid kanseri öyküsü malign grupta benign gruba göre daha

yüksekti(p=0.002). Ultrasonografik özellikler açısından bakıldığında malign grupta nodül volümü ve

kanlanması benign gruba göre daha fazlaydı (p=0.04 ve 0.008). Mikro veya düzensiz

makrokalsifikasyon da malign grupta benign gruba göre belirgin olarak daha fazlaydı (p=0.017).

Malign grubu kendi arasında FK (16 lezyon ) ve FVPTK (18 lezyon ) olarak iki alt gruba

ayırdığımızda mikrokalsifikasyon FVPTK grubunda belirgin olarak daha yüksekti (p=0.022).

Sonuç: Aile öyküsü ve birtakım ultrasonografik özellikler foliküler neoplazisi olan hastalarda

benign/malign ayrımını yapmada yol gösterici olabilir. Bu belirteçler, sitoloji ve moleküler testlerle

birlikte cerrahi sınırını belirlemede faydalıdır.

265 - Papiller Tiroid Karsinomlu Ve Mikrokarsinomlu 1264 Nodülün Tümör Boyutuna Göre Ultrasonografik, Klinik ve Histopatolojik Özelliklerinin Değerlendirilmesi - 2016

Neslihan Çuhacı, Hüsniye Başer , Oya Topaloğlu, Didem Özdemir, Aydan Kılıçarslan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P041

ABSTRACT

Amaç: Son yıllarda ultrasonografi (US)’deki gelişmeler papiller tiroid karsinom (PTK) ve papiller

tiroid mikrokarsinom (PTMK) ile ilgili daha fazla bilgi elde edilmesine olanak sağlamıştır. Ancak,

PTK ve PTMK’unun aynı ultrasonografik özellikleri taşıyıp taşımadığı ve aynı şekilde davranıp

davranmadığı tartışmalıdır. Biz bu çalışmada, PTK ve PTMK’lu hastaların tümör boyutuna göre

klinik, ultrasonografik ve histopatolojik özelliklerini değerlendirmeyi amaçladık.

Yöntem: Kliniğimizde 2007-2014 yılları arasında tiroid cerrahisi olan ve histopatolojik olarak PTK

tanısı alan 881 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik, ultrasonografik ve

histopatolojik özellikleri incelendi.

Bulgular: Çalışmadaki 881 hastanın 698’i (%79.2) kadın (ortalama yaş: 48.57 12.52 yıl), 183’ü

(%20.8) erkek (ortalama yaş: 50.37 13.82 yıl) idi. 881 hastanın 388’i PTK grubunda, 493’ü PTMK

grubunda idi. Toplamda 881 hastanın 1264 nodülü değerlendirildi. 1264 nodülün histopatolojik olarak

360’ı PTK, 904’ü PTMK idi. İnsidental olan vakalar dışlandıktan sonra PTK grubunda US bulguları

olan 314, PTMK grubunda ise 221 nodülün ultrasonografik özellikleri değerlendirildi. PTMK

gurubunda kenar düzensizliği anlamlı daha yüksek iken, periferal halo varlığı, kistik alanların varlığı,

mikro ve makrokalsifikasyonlar PTK’da anlamlı daha yüksek idi. Ayrıca izoekoik görünüm PTK’da

hipoekoik görünüm PTMK’da anlamlı daha yüksek bulundu. PTMK kendi içinde  5 mm, ve &gt;5 mm

olarak tekrar sınıflandırıldı. US özelliği olan 221 PTMK’lı nodülün 53’ü (%24)  5 mm, 168’i (%76)

&gt;5 mm grubunda idi. &gt;5 mm grupta kenar düzensizliği daha fazla iken, halo varlığı  5 mm grupta

anlamlı daha fazla idi. İnsidentalite oranı PTMK ve  5 mm grubunda anlamlı daha fazla bulundu

(p&lt;0.001). Toplamda multifokalite oranı %32.9 idi ve bu oran PTMK grubunda PTK grubuna göre ve

&gt;5 mm PTMK grubunda  5 mm PTMK grubuna göre anlamlı daha yüksek saptandı (sırasıyla p&lt;0.001

ve p=0.001). PTK gurubu PTMK gurubu ile karşılaştırıldığında lenfatik, vasküler, kapsüler invazyon,

tiroid dışı yayılım ve lenf nodu metastazı anlamlı daha fazla (p&lt;0.005) bulunurken, &gt;5 mm PTMK

grubu  5 mm PTMK grubu ile karşılaştırıldığında kapsüler invazyon, tiroid dışı yayılım ve lenf nodu

metastazı anlamlı daha fazla (p&lt;0.001) bulundu.

Sonuç: Çalışmamızda PTMK ve  5 mm PTMK grubunda insidentalite oranları PTK ve &gt;5 mm

PTMK olan gruba göre anlamlı daha yüksek bulunduğu için doğru tedavi yaklaşımını

değerlendirebilmek için tüm nodüllerin ultrasonografik özellikleri dikkatli bir şekilde incelenmeli ve

şüpheli US özelliği olan nodüllerden US eşliğinde biyopsi yapılmalıdır. İnsidental tespit edilen

nodüllerin ve multifokal PTMK’nın klinik açıdan öneminin belirlenmesi için uzun süreli takip

verilerinin olduğu daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.

264 - Ultrasonografide Boyunda Tiroid Loju Dışında Tiroid Dokusu İle Benzer Ekojenitede Lezyonu Olan Olgularımız - 2016

Fatma Dilek Dellal , Cevdet Aydın, Didem Özdemir, Reyhan Ersoy, Berrak G. Öcal, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P040

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada amacımız boyunda ultrasonografik olarak tiroid loju dışında tiroid ekojenitesinde dokusu olan hastaların demografik, hormonal, ultrasonografik (US) ve sitopatolojik özelliklerini belirlemekti.

Materyal ve Metod: Mayıs 2014- 2015 tarihleri arasında biyopsi ünitemize başvuran 5523 hastanın ultrasonografi raporları retrospektif olarak tarandı. Raporunda ektopik ve/veya tiroid dışı yerleşimli lezyon kaydı olan hastalar çalışmaya alındı. Bu hastaların demografik, hormonal, US ve sitopatolojik özellikleri kaydedildi.

Bulgular: Toplam 76 hasta tespit edildi (69 kadın, 7 erkek). Yaş ortalaması 51,07±12,81 yıldı. Hastaların 64’ünde (84,2%) tiroidektomi öyküsü vardı ve 12 hasta (%15.8) daha önce operasyon geçirmemişti. Hastalardan 5 tanesi PTC nedeniyle opere olmuştu. Hastaların 40’ı (52,6%) levotiroksin kullanırken, 36’sı (42,4%) herhangi bir tiroid ilacı kullanmıyordu. TSH düzeyi 2,88 (0,01-54,2) μIU/mL idi. Hastaların 51’i ötiroid, 23’ü hipotiroid, 2’si hipertiroid idi. Hastaların %71,1’inde antitpo ve/veya AntiTG pozitifti. Lezyonların 65’i (85,5%) hyoid kemik hizasında, 7’si (9,2%) tiroid bezinin inferionda, 4’ü (5,3%) diğer boyun bölgelerinde yerleşmişti. Opere olan ve olmayan hastalar arasında lezyonun yerleşimi açısından istatistiksel anlamlı fark yoktu (p=0.083). Median lezyon volümü 0.57 ml (0.06-24.13) idi. US olarak lezyonların %93.4’ü izoekoik, %6.6’sı hipoekoikti. %89.5’i solid, %10.5’i mixt yapıdaydı. Lezyonların %13.2’sinde kenar düzensizliği vardı. Lezyonların 2’sinde mikrokalsifikasyon, 2’sinde makrokalsifikasyon, 1’inde hem mikro hem makrokalsifikasyon vardı.   Daha önce opere olanlar ve olmayanlar arasında US özellikleri açısından istatistiksel anlamlı fark yoktu. Hastaların %81,6’sında (n=62) lezyon Tc99m tutmaktaydı. Cerrahi öyküsü olanlara sintigrafide tutulum oranı anlamlı derecede yüksekti (p<0.001). Hastaların 60’ına 1 kez biopsi yapılırken, 14’ünde 2 kez, 3’ünde 3 kez yapıldı. Final sitolojileri % 73,7’sinde benign, %2,6’sında ÖBA, %22,4’ünde nondiagnostik ve %1,3’ünde akut süpüratif enfeksiyondu (sırasıyla, n=56, 2, 17, 1). Daha önce opere olanlar ve olmayanlar arasında sitolojik sonuç açısından istatistiksel anlamlı fark yoktu (p=0.649). Daha önce PTC nedeniyle opere olan hastaların 4’nde sitoloji benign, 1’inde nondiagnostikti. Hastaların 1’i dev nodül, 1’i kist, 1’i sitolojinin ÖBA olması ve şüpheli US özellikleri nedeniyle opere oldu. Histopatoloji sırasıyla benign, tiroglossal kanal kisti ve PTC çıktı.          

 

Sitoloji

n=76

    Benign

56 (% 73.7)

    ÖBA

2 (%2.6)

    Non-diagnostik

17 (% 22.4)

    Akut süpüratif enfeksiyon

1 (% 1.3)

Sonuç: Çalışmamızda tiroid yatağı dışındaki tiroid ekojenitesindeki lezyonların opere olmayan hastalarda da görülebildiğini ve sitolojik ve US bulguların tiroidektomi öyküsü olan ve olmayan hastalarda benzer olduğunu tespit ettik. Tiroidektomi öyküsü olan hastalarda muhtemel ektopik doku varlığını tespit etmek için US inceleme tiroid yatağı dışına uzanmalı ve gereğinde lezyonlara sitolojik çalışma uygulanmalıdır.

263 - Sitolojisi Bethesda Kategori III (ÖBA/ÖBFL) Olan Hastalarda Başlangıç Cerrahi Olarak Hemitiroidektomi Yapılması Makul Bir Yaklaşım Gibi Görünmektedir - 2016

Muhammet Cüneyt Bilginer, Didem Özdemir, Oya Topaloğlu, Cevdet Aydın, Gürkan Dumlu, Hayriye Doğan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P029

ABSTRACT

Amaç: Önemi belirsiz atipi/önemi belirsiz foliküler lezyon (ÖBA/ÖBFL) Bethesda kategori III olarak

adlandırılmakta ve tüm tiroid sitolojilerinin %15-30’unu oluşturmaktadır. Malignite riskini

değerlendirmek için heterojen bir kategori olduğu belirtilmekle birlikte bu riskin % 5-15 olduğu tahmin

edilmektedir. Son çalışmalar bu kategorideki malignite oranını geniş bir aralıkta % 6-48 olarak

vermektedir. Bu durum operasyon genişliğini belirlemede farklı merkezlerde çeşitli yaklaşımlara neden

olmaktadır. Biz bu çalışmada sitolojide ÖBA/ÖBFL nodülü olduğu için hemitiroidektomi yapılan

hastalardaki başlangıç malignite oranını, tamamlayıcı tiroidektomi ihtiyacını, karşı lobdaki malignite

oranını belirlemeyi amaçladık.

Materyal ve Metod: Merkezimizde hemitiroidektomi operasyonu geçiren 47 hasta (7 erkek, 40 kadın;

ortalama yaş 40.3±13.3 yıl) çalışmaya dahil edildi. Bu hastalardaki sitolojik tanısı ÖBA/ÖBFL olan 48

nodülün verileri retrospektif olarak gözden geçirildi. Tümör boyutu &lt;10 mm (mikrokarsinom) olan,

foliküler, onkositik, berrak hücreli varyanta sahip papiller karsinomlu hastalar düşük riskli grup olarak

değerlendirildi. Tümör boyutunun ≥ 10 mm olması ve papiller kanser için yüksek silendirik hücreli,

kolumnar hücreli, insüler, solid, difüz sklerozan tip ile foliküler kanser için yaygın invazif alt grup yüksek

riskli grup olarak kabul edildi. Bulgular: Preoperatif sitolojide ÖBA’lı nodül sayısı 32 (%66.7), ÖBFL’li

nodül sayısı 16 (%33.3) idi. Histopatoloji sonuçları incelendiğinde 34 hasta (%72.3) benign, 13 hasta

(%27.7) malign olarak rapor edildi. Maligniteli hastalardan 9 hasta (%19.2) yüksek riskli, 4 hasta düşük

riskli (%8.5) özelliklere sahipti. Malignite tespit edilen 13 hastadan 11 hastaya (%23.4) tamamlayıcı

tiroidektomi yapılmıştı. Tamamlayıcı tiroidektomi yapılan hastaların karşı lob histopatolojileri

incelendiğinde 9’unun benign (%81.8), 2’sinin malign (%18.2) olduğu tespit edildi.

Sonuç: Bu çalışmada ÖBA/ÖBFL nodülü olup hemitiroidektomi yapılan hastalardaki malignite oranı

%27.7 olarak bulundu. İkinci defa opere edilenlerde karşı lob malignite oranı %18.2 olarak tespit edildi.

Sonuç olarak, hemitiroidektomi bu hastalarda başlangıç için makul bir cerrahi yaklaşım gibi

görünmektedir. Konunun netlik kazanması için daha büyük hasta sayısı içeren daha ileri çalışmalara

ihtiyaç vardır.

262 - Tiroid Kanseri Olan Hastalarda Tümör Histopatolojisi ve TNM Evreleri Değerlendirildiğinde Kadın ve Erkek Cinsiyet Arasında Farklılık Var Mıdır? - 2016

Hüsniye Başer, Berna Evranos, Oya Topaloğlu, Cevdet Aydın, Aydan Kılıçarslan, Ersin Gürkan Dumlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P028

ABSTRACT

Amaç: Diferansiye tiroid kanserleri (DTK)’nin kadınlarda daha sık görüldüğü buna karşılık agresif kanser tiplerinin,  anaplastik tiroid kanseri (ATK) ve medüller tiroid kanseri (MTK)’nin her iki cinsiyette benzer insidansta görüldüğü bildirilmektedir. Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen tiroid kanser vakalarının cinsiyet dağılımını değerlendirmek, histopatolojik özelliklerini ve tümör evrelerini karşılaştırmak amaçlanmıştır.

Yöntem: Çalışmada 1009 tiroid kanseri hastası retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, postoperatif histopatoloji bulguları ve tümör evreleri (TNM)  kaydedildi.

Bulgular: 1009 hastanın 224 (% 22.2)’ü erkek, 785 (% 53.5)’i kadındı. Erkek hastaların ortalama yaşı 51.18±12.88 yıl iken kadın hastaların ortalama yaşı 48.96±12.51 yıldı (p=0.020). 1009 hastada saptanan 1425 karsinomun 304 (% 21.3)’ü erkek hastalarda, 1121 (% 78.6)’i kadın hastalarda izlendi. K/E oranı 3.7 saptandı. Her iki cinsiyette insidental karsinom oranları benzerdi (p=0.730). 1425 karsinomun 1331 (% 93.4)’i papiller tiroid kanseri (PTK), 31 (% 2.2)’i foliküler tiroid kanseri (FTK), 24 (% 1.7)’ü malignite potansiyeli belirsiz tiroid tümörü (MPB-TT), 21 (% 1.5)’i hurthle hücreli kanser (HHK), 5 (% 0.4)’i ATK’i ve 13 (% 0.9)’ü MTK idi. PTK, kadın hastalarda daha  fazla (p=0.010) iken FTK, MPB-TT, HHK ve MTK oranları her iki grupta benzerdi (p>0.05, tüm parametreler için). ATK ise erkeklerde daha fazla izlendi (% 1.0 karşın % 0.2, p=0.034). PTK varyantları kadın ve erkek hastalarda benzer oranda izlendi (p=0.424). TNM evreleri açısından gruplar arasında fark izlenmedi (p=0.392) (Tablo 1).

Sonuç:   Literatürde daha az agresif tiroid kanseri alt tiplerinin kadınlarda  daha fazla, agresif histolojik tiplerin ise her iki cinsiyette benzer dağılım gösterdiği, erkek cinsiyetin daha az hastalıksız sağ kalım ve yüksek mortalite ile ilişkili olduğu bildirilmektedir. Çalışmamızda  ATK oranı erkek hastalarda fazla olmakla birlikte diğer agresif kanserler ve agresif seyir gösterebilecek PTK varyantları açısından gruplar arasında fark izlenmedi. Ayrıca erkek hastalarının TNM evrelerinin kadın hastalar ile benzer olduğu görüldü.  

 

Tablo 1. Grupların histopatolojik bulgularının ve TNM evrelerinin karşılaştırılması

 

Erkek

(n=224)

Kadın

( n=785)

p

Yaş (yıl)

51.18±12.88

48.96±12.51

0.020

 

n=304

n=1121

 

PTK (n,%)


     Klasik varyant

     Foliküler varyant

     Onkositik varyant

     Tall cell varyant

     Diffüz sklerozan varyant

     Enkapsüle foliküler varyant

     Diğer varyantlar

274 (90.1)


224 (81.8)

30 (10.9)

2 (0.7)

3 (1.1)

-

8 (2.9)

7 (2.5)

1057 (94.3)


824 (78.0)

143 (13.5)

23 (2.2)

15 (1.4)

2 (0.2)

18 (1.7)

32 (3.0)

0.010



0.424

FTK (n,%)

11 (3.6)

20 (1.8)

0.052

MPB-TT (n,%)

9 (3)

15 (1.3)

0.051

HHK (n,%)

3 (1.0)

18 (1.6)

0.427

MTK (n,%)

4 (1.3)

9 (0.8)

0.404

ATK (n,%)

3 (1.0)

2 (0.2)

0.034

TNM Evresi (n,%)

    Evre 1

    Evre 2

    Evre 3

    Evre 4a

    Evre 4b

    Evre 4c

n=219

169 (72.2)

14 (6.4)

23 (10.5)

10 (4.6)

-

3 (1.4)

n=766

594 (77.5)

46 (6.0)

95 (12.4)

16 (2.1)

2 (0.3)

13 (1.7)


0.392

İnsidentalite (n,%)

149 (49.0)

531 (47.4)

0.730

 

PTK: papiller tiroid kanseri, FTK: foliküler tiroid kanseri,  MPB-TT: malignite potansiyeli belirsiz tiroid tümörü, HHK: hurthle hücreli kanser, MTK: medüller tiroid kanseri, ATK: anaplastik  tiroid kanseri

 

261 - Hiperkalsemi Krizine Neden Olan Paratiroid Adenomu: Olgu Sunumu - 2016

Sevgül Fakı, Neslihan Çuhacı, Güniz Yanık Üstüner, Mehmet Kılıç, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P027

ABSTRACT

Giriş: Hiperkalsemik kriz, primer hiperparatiroidi (pHPT)’nin nadir görülen yaşamı tehdit eden bir komplikasyonudur. Literatürde hiperparatiroidinin indüklediği hiperkalsemik kriz oranı %1.6-6 oranında bildirilmiştir. pHPT’li hastaların %80’de neden soliter adenom, %15-20’de multiglandüler hastalık ve daha nadiren de (<%1) paratiroid kanseridir. Paratiroid adenom (PA)’larının çoğu fonksiyoneldir, nadiren de kistik özellik gösterebilirler. Kistik paratiroid adenomları, paratiroid adenomlarının çok sık görülmeyen bir histopatolojik özelliğidir. Tüm PA’nın %1-4’ünü ve pHPT olgularının %1-2’ni oluşturmaktadır. Biz bu bildiride nadir bir prezentasyon olduğu için anüri, akut böbrek yetmezliği ve hiperkalsemik kriz ile prezente olan kistik özellikleri baskın olan bir paratiroid adenomu olgusunu sunmayı planladık.


Vaka: 56 yaşında erkek hasta bulantı, kusma, ishal, halsizlik, yaygın vücut ağrısı, şuur bulanıklığı, uykuya eğilim ve anüri şikayetleriyle acil servise başvurdu. Özgeçmişinde nefrolitiazis dışında özellik yoktu. Fizik muayenede uykuya meyilli, konjonktivalar soluk, kan basıncı: 90/60 mmHg, nabız: 110/dakika, ateş 37.0 ˚C saptandı.  Biyokimyasal testlerinde total serum kalsiyum 18.5 mg/dl (8.6-10 ) , parathormon (PTH) 1873 pg/ml (15-65) , fosfor 5.7 mg/dl (2.5-4.5 ) , alkalen fosfataz 88 U/L (40-130), albumin 3.84 mg/dl (3.5-5.2), üre 231 mg/dl (10-48.5), kreatinin 8.41 mg/dl(<1.2), 25OH VitD3: 30 ng/ml(10-80) idi. Kemik mineral yoğunlugu ölçümünde osteoporoz saptandı. Renal ultrasonografide taş saptanmadı. Boyun ultrasonografisinde multinoduler planjuan guatr ve sağ inferiorda tiroid bezi dışında 8.8x22x22.6 mm boyutlarında septalı kistik alanlar içeren hipoekoik paratiroid adenomu ile uyumlu olabilecek lezyon saptandı. Paratiroid sintigrafisinde paratiroid adenomu ile uyumlu lezyon saptanmadı. Intravenöz salin infüzyonu ve diüretik tedavi ile kalsium değeri gerilemeyen hastaya kalsiyumsuz dializat ile hemodializ tedavisi başlandı. Toplamda altı kez hemodiyalize giren hastanın hemodiyaliz sonrası serum kalsiyum 9.5 mg/dl, fosfor 3.6 mg/dl ve PTH 541 pg/ml değerlerine geriledi. Hastanın biyokimyasal ve radyolojik verileri paratiroid karsinomu yönünden şüpheli olduğundan total tiroidektomi ve paratiroidektomi yapıldı. Histopatolojik tanı kistik özellikleri baskın olan paratiroid adenomu olarak raporlandı. Post operatif kalsiyum düzeyi 8.5mg/dl, PTH düzeyi 49 pg/ml’e kadar geriledi.


Sonuç: Paratiroid adenomları genellikle asemptomatik boyun kitlesi olarak karşımıza çıkmakla birlikte nadiren akut hiperkalsemi krizine neden olabilmektedir. Ciddi hiperkalsemi ve hiperkalsemi krizi kistik paratiroid adenomları için nadiren karşılaşılabilecek bir prezentasyondur. Ancak uygun tedavi ile tamamen klinik ve biyokimyasal düzelme sağlanmaktadır.

260 - Toksik Multinodüler ve Toksik Nodüler Guatr Nedeniyle Tiroidektomi Geçiren Hastalarda Tirotropin Reseptör Antikor Durumu İle Histopatolojik Özelliklerin Değerlendirilmesi - 2016

Cevdet Aydın, Hüsniye Başer, Fatma Neslihan Çuhacı, Didem Özdemir, Samet Yalçın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P016

ABSTRACT

Amaç: Graves hastalarında tiroid kanser relapsı ile yüksek tirotropin reseptör antikor (TRAb) düzeyleri arasında ilişki olduğu bildirilmektedir. Toksik  multinodüler guatr (TMNG) veya toksik nodüler guatrlı (TNG) hastalarda TRAb pozitifliği ve tiroid kanseri arasında ilişkiyii değerlendiren çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu çalışmada, TMNG ve TNG’lı hastalarda tiroid kanseri  ile TRAb arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Yöntem: TMNG, TNG, ötiroid MNG (ÖMNG) ve ÖNG nedeniyle tiroidektomi uygulanan 1936 hastanın verisi retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif dönemde TRAb düzeyi bakılan 221 TMNG/TNG’lı hasta (191 TMNG ve 30 TNG) ve 43 ÖMNG/ÖNG’lı hasta  çalışmaya dahil edildi.

Bulgular: TMNG/TNG’lı hastaların 71 (% 32.1)’inin histopatolojisi malign iken 150 (% 67.9) hastanın histopatolojisi benigndi. Ötiroid grupta 18 (% 41.9) hastanın histopatolojisi malign, 25 (% 58.1) hastanın histopatolojsi benigndi. TMNG/TNG grubunda, histopatolojisi malign olan hastaların 7 (%9.9)’sinde TRAb pozitif iken  histopatolojisi benign olan hastaların 17 (%11.3)’sinde TRAb pozitifti ve TRAb pozitifliği açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark izlenmedi (p=0.742). Ötiroid grupta malign histopatolojisi olan 1 hastada (% 5.6) ve benign histopatolojisi olan 2 (% 8.0) hastada TRAb pozitifti (p=0.756). Histopatolojisi malign ve bening olan gruplarda TRAb pozitifliği açısından, ötiroid ve hipertiroid hastalar arasında anlamlı fark yoktu (p=0.569 ve p=0.620) (Tablo 1).

Sonuç:   Çalışmamızda TMNG ve TNG’lı hastalarda TRAb pozitiflği  ve tiroid kanseri sıklığı arasında bir ilişki saptanmamıştır.

 

Tablo 1.  Histopatoloji sonuçlarına göre toksik multinodüler guatr/toksik nodüler guatr ile ötiroid multinodüler guatr/ötiroid nodüler guatrlı hastaların tirotropin reseptör antikor pozitifliğinin karşılaştırılması

 

ÖMNG/ÖNG

(n=43)

TMNG/TNG

(n=221)

p

Malign

n=18

n=71

 

TRAb pozitifliği

1 (% 5.6)

7 (% 9.9)

0.569

Benign

n=25

n=150

 

TRAb pozitifliği

2 (% 8.0)

17 (% 11.3)

0.620

 

ÖMNG: ötiroid multinodüler  guatr, ÖNG: ötiroid nodüler guatr, TMNG: toksik  multinodüler guatr, TNG: toksik nodüler guatr, TRAb:  tirotropin reseptör antikor

259 - Malignite Potansiyeli Belirsiz Tiroid Tümörleri İle Klasik ve Enkapsüle Olmayan Foliküler Varyant Papiller Tiroid Karsinomunun Demografik Özellikleri, Preoperatif Ultrasonografi Bulguları Ve Sitoloji Sonuçları Arasında Fark Var Mıdır? - 2016

Hüsniye Başer, Oya Topaloğlu, Abbas Ali Tam, Afra Alkan, Aydan Kılıçarslan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P006

258 - 4 Cm Ve Üzerindeki Tiroid Nodüllerinde False Negatiflik Oranı ve Malignite Oranı - 2016

Nagihan Beştepe, Didem Özdemir, Abbas Ali Tam, Fatma Dilek Dellal, Aydan Kılıçarslan, Ömer Parlak, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, P001

ABSTRACT

Amaç: 4 cm ve üzerindeki tiroid nodüllerinde tiroid İİAB (ince iğne aspirasyon biopsisi) sonuçları tekrarlayan şekilde nondiagnostik, indeterminate, malignite şüphesi ve malign olanlar için cerrahi gerekliliği açıktır. Ancak İİAB benign olan 4 cm ve üzerindeki nodüllerde hasta asemptomatik ise cerrahi gerekliliği konusunda tam bir fikir birliğine varılamamıştır. Büyük nodül boyutunun artmış false negatiflik oranları ile ilişkisi konusunda literatürde çok farklı sonuçlar raporlanmıştır. Ayrıca büyük nodül boyutunun artmış malignite riski ile olan ilişkisi de net değildir. Biz bu çalışmamızda 4 cm ve üzerindeki tiroid nodüllerinde false negatiflik ve malignite oranlarını belirlemeyi amaçladık.

Yöntem: Ocak 2007 ve Aralık 2014 yılları arasında endokrinoloji, genel cerrahi ve patoloji konseyi kararı ile tiroidektomi yapılan 2463 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri ,klinik verileri, preoperatif  tiroid USG (ultrasonografi) ve tiroid İİAB sonuçları kaydedildi. USG ölçümlerindeki en büyük nodül boyutuna göre ≥4.0 cm ve <4.0 cm olarak iki gruba ayrıldı. <4.0 cm nodüller ise <1.0 cm ve 1.0-3.9 cm olacak şekilde subgruplara ayrıldı. Nodüllerin preoperatif olarak yapılmış olan İİAB sonuçları kaydedildi  ve postoperatif histopatoloji sonuçları ile korelasyonu sağlandı. Preoperatif olarak İİAB benign saptanan nodüllerin false negatiflik oranları belirlendi. Ayrıca tüm nodül boyutları için malignite oranları hesaplandı.

Bulgular: 2463 hastanın 5561 nodülü değerlendirildi. 1008 nodül  ≥4.0 cm, 4013 nodül 1.0-3.9 cm ve 540 nodül <1.0 cm idi. ≥4.0 cm olan nodüllerde malignite oranı % 8.5, 1.0-3.9 cm arasındaki nodüllerde %10.2 ve <1.0 cm nodüllerde ise % 25.6 idi (p<0.001). Nodül boyutu 1.0-3.9 cm olan nodüller ile  ≥4.0 cm nodüllerde malignite oranları arasında anlamlı fark yoktu (p=0.108) (şekil 1). False negatiflik oranı nodül boyutu ≥4.0 cm olan nodüllerde % 4.7, 1.0-3.9 cm olan nodüllerde %2.2 ve <1.0 cm nodüllere %4.8 idi. <1.0 cm ve ≥4.0 cm nodüllerde false negatiflik oranları benzerdi (p=0.93) ve 1.0-3.9 cm nodüllerde false negatiflik oranı her iki gruptan daha düşükdü (p=0.03vep<0.001).(şekil2) (p=0.03vep<0.001).(şekil2)

  

Sonuç: Tiroidektomi yapılmış olan hastalarda  ≥4.0 cm nodüllerde malignite oranı, 1.0-3.9 cm olan nodüllerle benzerdir. False negatiflik oranı  ≥4.0 cm olan nodüllerde, 1.0-3.9 cm olan nodüllerden iki kat fazla olmasına rağmen preoperatif İİAB benign olan ≥4.0 cm nodüllerde false negatiflik oranı rutin cerrahi önerecek oranda yüksek değildir.

257 - T1a ve T1b İntratiroidal Papiller Tiroid Kanserlerinin Ayırımı Gerekli Midir? - 2016

Abbas Ali Tam, Didem Özdemir, Berna Evranos Öğmen, Sevgül Fakı, Ersin Gürkan Dumlu, Hayriye Tatlı Doğan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 38. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 11-15 Mayıs, 2016, Antalya, Türkiye, S01

ABSTRACT

Amaç: Papiller tiroid kanseri (PTC) tiroid glandının en sık görülen malinitesidir ve insidansı hızlı bir

şekilde artmaktadır. Bu artış ise daha çok tümör çapı ≤ 2 cm ve özelliklede ≤ 1cm tümörlere bağlıdır.

En son 2010&#39;da yayımlanan TNM sistemi tiroid kanserlerinin klasifikasyonunda birtakım değişiklikler

önermiştir.T1 tümörler (≤ 2cm intratiroidal tümörler) T1a (≤ 1cm) ve T1b (1-2cm) olarak 2 alt gruba

ayırılmıştır.Biz bu çalışmada T1b tümörlerin T1a tümörlere göre daha kötü sonuçlara sahip olup

olmadıklarını değerlendirmeyi amaçladık.

Yöntem: Çalışmaya Ocak 2007 ve Aralık 2014 arasında total tiroidektomi yapılmış ve PTC tanısı

almış olup primer tümör çapı ≤ 2 cm olan 724 hasta alındı. Çevre doku invazyonu olan (T3) tümörler

çalışmaya alınmadı. T derecelendirmesi son yayımlanan TNM klasifikasyonuna göre yapıldı ve buna

göre hastalar T1a (≤ 1cm) ve T1b (1-2cm) olmak üzere 2 gruba ayrıldı

Bulgular: T1a grubunda 527 (%72.8) T1b grubunda 197 (% 27.2) hasta bulunmaktaydı. T1a

tümörlere kıyasla T1b tümörlerde multifokalite, lenf nodu metastazı (LNM), lenfovasküler invazyon

daha fazlaydı, daha fazla hastaya radyoaktif iyot ablasyon tedavisi verilmişti;T1a grubunda ise 45 yaş

üstü hasta sayısı daha fazlaydı. Persistan hastalık açısından 2 grup arasında farklılık yoktu T1b

grubunda rekürren hastalık %2.5 oranında iken T1a&#39;da rekürrens hiçbir hastada görülmedi.

Çalışmamızda ekstratiroidal yayılım, ve lenf nodu metastazı olmayan PTC&#39;li hastalarda T1b&#39;de T1a&#39;ya

göre kapsül invazyonu, lenfovasküler invazyon ve multifokalite daha fazla görülmekteydi. Buna

karşılık T1a&#39;da 45 yaş üstü hasta sayısı daha fazlaydı.

Sonuç: TNM klasifikasyonu tiroid kanseri olan hastalarda mortalite riskini belirlemek ve hastanın

tedavisini daha iyi yönetebilmek için sıklıkla kullanılan basit ve uygulaması kolay bir sistemdir.

Mevcut TNM klasifikasyonunda T1 PTC&#39;lerin T1a ve T1b olarak 2 alt gruba ayırılmasının

PTC&#39;lerinin karakteristiğini yansıtması açısından doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.

256 - Leri-Weill Diskondrosteozisli Bir Hastada Diabetes Mellitus. 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi - 2015

Didem Özdemir, Şefika Burçak Polat, Nagihan Beştepe, Saliha Özbek, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P153.

ABSTRACT

Giriş: Leri-Weill diskondrosteozis (LWD), Madelung deformitesi ve mezomelik cücelik ile karakterize

otozomal dominant geçiş gösteren nadir bir diskondrosteozistir. Hastaların çoğunda short-stature

homeobox-containing (SHOX) geninde haplo-yetersizlik vardır. Biz bu bildiride, LWD ve diabetes

mellitusu (DM) olan bir hasta sunuyoruz.

Vaka: 31 yaşında erkek hasta polikliniğimize poliüri ve polidipsi ile başvurdu. Herhangi bir kronik

hastalığı olmayan hastanın aile hikayesinde babasında tip 1 DM ve annesinde tip 2 DM olduğu öğrenildi.

Hastanın boyu 146 cm, ağırlığı 62 kg ve vücut kitle indeksi 29.1 kg/m2 idi. Laboratuar incelemesinde

açlık kan glukozu 298 mg/dl, HbA1c %13.4, insülin 8 µU/ml (2.6-24.9) ve c-peptid 1.65 ng/ml (0.1-3.6)

olarak bulundu. AntiGAD, anti-insülin ve adacık hücre antikoru negatifti. Hasta hastaneye yatırılarak

intensif insülin tedavisi başlandı. Hastada 1,5 yıl önce boy kısalığı nedeniyle yapılan genetik analiz

sonucunda 45,X,-Y[5]/46,X,der(Y)t(Y;Y)(p11.2;q11.21) olarak bulundu- ğu öğrenildi. Y kromozomunda

SHOX gen delesyonu vardı. Hastada bilateral Madelung deformitesi (distal ulnanın dorsal

dislokasyonuna yol açan kısa ve eğik radius ve ulna ile karakterize epifizyal büyüme plağı bozukluğu)

saptandı (Şekil-1) Bu sonuçlarla hastaya LWD tanısı kondu.

Sonuç: X ve Y kromozomlarının her ikisinin pseudootozomal bölgesinde lokalize olan SHOX genindeki

haplo-yetersizlik, LWD’yi de içeren birçok klinik durumun ve boy kısalığının nedenidir. Kısa boylu

hastalarda boy ve kilo arasında ters ilişkiyi ve artmış gestasyonel DM varlığını gösteren çalışmalar

mevcuttur. Literatürde LWD’nin klinik özellikleri iskelet anomalileri ve boy kısalığı ile sınırlıdır. Bizim

vakamız LWD sendromu olan bir hastada DM varlığının bildirildiği ilk vakadır. Bunun sadece bir

koinsidans olması muhtemel olmakla birlikte, boy kısalığı ile karakterize olan bu sendrom ile glukoz

metabolizma bozukluğu arasında ilişki olabilir. Bu hipotez LWD veya SHOX gen mutasyonu ile ilişkili

hastalıklarda yapılacak ileri araştırmalarla incelenebilir

255 - Lenfomaya Sekonder Adrenal Yetmezlikli Bir Hastada MIBG Tarama Pozitifliği: Paraganlioma Birlikteliği Mi Yoksa Yalanci Pozitiflik Mi? - 2015

Didem Özdemir, Şefika Burçak Polat, Betül Aslan, Aydan Kiliçaslan, Sabire Aksoy, Şeyda Türkölmez, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P122

ABSTRACT

Giriş: Bu bildiride adrenal yetmezliği olan ve görüntüleme teknikleri ile paraganglioma düşünülen ve

diffüz B hücreli lenfoma tanısı konulan bir vaka sunulmuştur.

Vaka: 71 yaşında kadın hasta aşırı yorgunluk ve halsizlik, kilo kaybı nedeniyle polikliniğimize başvurdu.

Yapılan tetkiklerde serum Na 128 mEq/dl, K 6.9 mEq/dl, ACTH 229 pg/mL, basal kortizol 5.4 mcg/dl ve

250 mcg co-syntropine kortizol yanıtı en fazla 6.17 mcg/dL olarak bulundu. Hasta primer adrenal

yetmezlik tanısı ile yatırılarak prednisolon tedavisi başlandı. Abdominal manyetik rezonans

görünülemede (MRG) bilateral adrenal genişleme ve paraaortik bölgede 35x31 mm boyutlarında

heterojen, belirgin artmış kontrast tutulumu ve milimetrik kistik odaklar olan paraganglioma ile uyumlu

lezyon saptandı. 123I-MIBG’de tarif edilen lezyonda diffüz tutulum görüldü (Şekil 1a). 24 saatlik idrar

metanefrin, normetanefrin ve VMA düzeyleri orta derecede artmıştı. Hastanın persistan veya intermitan

hipertansiyonu yoktu. Adrenal yetmezlik etyolojisini araştırmak için yapılan incelemeler sırasında torakal

bilgisayarlı tomografide (BT) multipl mediastinal ve hiler lenf nodları (en büyüğü 24x7 mm) ve pelvik

MRG’de sol iliak kresti destrükte eden ve yumuşak dokuya uzanım gösteren 94 mm’lik bir lezyon tespit

edildi. 18F-FDG PET/CT görüntülemede, sol adrenal bez inferiorunda, bilateral adrenal bezlerde,

paravertebral mezenterik lenf nodlarında, intestinal seröz yüzeylerde ve sol iliak krestte yüksek SUVmax

indeksi olan tutulumlar saptandı (Şekil 1b). İliak kresti çevreleyen lezyona BT eşliğinde biyopsi yapıldı

ve histopatolojik sonuç yüksek evreli B hücreli lenfoma olarak saptandı. Hastaya Rituximab-CHOP

kemoterapisi başlandı.

Sonuç: Literatürde daha önce paraganglioma ve lenfoma birlikteliği bildirilmemiştir. Hastamızda

lenfoma tanısı histopatolojik olarak doğrulansa da paraganglioma tanı- sı histopatolojik olarak

kanıtlanmamıştır. Bununla birlikte 123I-MIBG’nin paraganglioma tanısında sensitivitesi %77- 90,

spesifitesi ise %88-99 oranlarındadır. Her ne kadar MRG bulguları, 123I-MIBG ile konulan

paraganglioma tanısını desteklese de lenfomanın neden olduğu yanlış pozitif MIBG tutulumu ekarte

edilememiştir. Hastamızda paraaortik bölgede saptanan kitle paraganglioma olarak düşünüldüğünde bu

durum paraganglioma ve lenfoma birlikteliği için ilk örnek olacaktır. Buna karşın bu lezyonun lenfoma

ile ilişkili olduğu düşünülürse, daha önce literatürde bildirilmemiş olmakla birlikte, lenfomanın, MIBG’de

yanlış pozitifliğe neden olan nadir durumlardan biri olduğu söylenebilir.

254 - Radyoaktif Iyot Ve Cerrahi Tedavi Uygulanan Hipertiroidi Hastalarinda Tsh-Reseptör Antikorunun Değerlendirilmesi - 2015

Ahmet Dirikoç, Fatma Neslihan Çuhaci, Hüsniye Başer, Cevdet Aydin, Oya Topaloğlu, Mehmet Kiliç, Şeyda Turkölmez, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P012

253 - İlk Iki Ince Iğne Aspirasyon Biyopsi Sonucu Yetersiz Tiroid Nodüllerinde; Iğne Çapi Artirilmasinin Tekrarlanan Biyopsi Sonuçlarina Etkisi - 2015

Rifki Üçler, Cafer Kaya, Neslihan Çuhaci, Abbas Ali Tam, Celil Alper Usluoğullari, Fevzi Balkan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakir
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P010

ABSTRACT

Amaç: Tiroid nodüllerindeultrason eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsi (US-FNAB) işleminin temel

kısıtlılıklarından birisi de yetersiz biyopsi sonuçlarıdır. Çalışmamızın amacı, ilk iki US-FNAB sonucu

yetersiz materyal olarak saptanan tiroid nodüllerinde, tekrarlanan üçüncü biyopsi işleminde kullanılan

iğne çapını artırmanın tanısal yeterlilik üzerine etkisinin araştırılmasıdır.

Materyal-Metod: İlk iki biyopsi sonucu yetersiz olması nedeniyle üçüncü US-FNAB işlemi uygulanan

140 ardışık hasta prospektif olarak çalışmaya dahil edildi.1. hasta grubu, biyopsi işlemi 22 gauge (G) iğne

kullanılarak yapı- lan 70 hastadan (%78.5 kadın, ortalama yaş 52) oluşmaktaydı. 2. grup hastalar ise,

biyopsi işlemi 27 G iğne kullanı- larak yapılan hastalardan (%75.7 kadın, ortalama yaş 53) oluşmaktaydı.

Sonuçlar: Yetersiz biyopsi oranları gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olacak şekilde,22

G iğne grubunda %42.8 (30/70), 27 G iğne grubunda ise % 64.3 (45/70) saptandı (p=0.011). Ayrıca,

tanısal yeterlilik açısından nodül özelliklerine göre gruplar karşılaştırıldığında; predominant solid

(p=0.014), düzensiz sınırlı (p=0.013) ve halosu bulunmayan (p=0.021) nodüllerde; geniş çaplı (22 G) iğne

küçük çaplı iğneye (27 G) göre istatistiksel anlamlı olacak şekilde daha üstün bulundu. Tiroidektomi

sonrası saptanan nihai histopatolojik sonuçlara ve klinik takip sonuçlarına göre hesaplanan tanısal

doğruluk oranları ise, 22 G iğne grubunda %64.6, 27 G iğne grubunda ise %38 olarak saptandı.

Tartışma: Çalışmamızın sonuçlarına dayanılarak, tanısal yeterlilik ve doğruluk açısından daha iyi

sonuçlar alınmasını sağlamak amacıyla, yetersiz biyopsi sonuçları nedeniyle tekrarlanan US-FNAB

işlemlerinde iğne çapının artırılması önerilebilir.

252 - Yoğun Bakım Hastalarında Hormonal Değişikliklerin Hastalık Ciddiyeti Ve Mortalite İle İlişkisi - 2015

Neslihan Çuhacı, Berna Öğmen, Cihan Doğer, Burçak Polat, Seval İzdeş, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P266.

251 - 99m Tc-Mıbı Sintigrafisinin Negatif Veya Şüpheli Olduğu Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Parathormon Yıkamanın Tanısal Değeri - 2015

Cevdet Aydın, Şefika Burçak Polat, Fatma Dilek Dellal, Cafer Kaya, Şeyda Türkölmez, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P025

250 - Diabetes Insipidusda Bildirilmiş En Uzun Yaşam Süresi: 30 Yıl Medikal Tedavi Olmadan Izlenen Ve 25 Yıldır Desmopressin Kullanan Bir Hasta - 2015

Didem Özdemir, Şefika Burçak Polat, Yunus Halil Polat, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P167.

249 - Endokrin Ve Gastrointestinal Sistem Tutulumu Olan İlginç Bir Xanthoma Disseminatum Vakasının Sistemik Siklofosfamid İle Efektif Tedavisi - 2015

Reyhan Ersoy, Şefika Burçak Polat, Karabekir Ercan, Berna Öğmen, Hüseyin Üstün, Osman Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P219

248 - Prolaktinomalı Hastalarda Diferansiye Tiroid Kanseri - 2015

Abbas Ali Tam, Cafer Kaya, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P009

ABSTRACT

Amaç: Prolaktinin çeşitli kanserlerin gelişiminde rolü olduğuna dair artan kanıtlar bulunmaktadır. Bu

çalışmanın amacı tek merkezde takip edilen prolaktinomalı hastalarda tiroid kanser sıklığını

değerlendirmektir.

Yöntem: Prolaktinoma tanısı konmuş olan 182 hastanın medikal kayıtları retrospektif olarak

incelendi. Bunlardan tiroid ultrasonografisi (US) yapılmış olan 114 hasta(103 kadın,11 erkek ortalama

yaş 35 ±10.4) çalışmaya dahil edildi. Serum prolaktin , anti-tiroglobülin (anti Tg) , anti-tiroid

peroksidaz antikor(anti TPO),tiroid stimülan hormon (TSH),serbest T4 (sT4), serbest T3 (sT3)

değerleri,hipofiz manyetik rezonans görüntüleme ve US raporları değerlendirildi.

Bulgular: 45 ( %39.5) hastada tiroid nodülü bulundu (13 soliter, 32 multiple) . 10 hastaya tiroidektomi

uygulandı ve bu hastaların 6 ‘sında (%5.3) diferansiye tiroid karsinomu (DTK) tesbit edildi.1 hastada

akciğer metastazı vardı. Kontrol grubu 113 bireyden oluşmaktaydı (101 kadın 12 erkek ortalama yaş

32.1±9.1) US ‘da 28’inde( % 24.8) tiroid nodülü vardı (5 soliter, 23 multiple). 1 bireyde(%0.8) DTK

bulundu.

Sonuç: Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında prolaktinomalı hastalarda tiroid volümü ve tiroid

nodülaritesi anlamlı olarak fazlaydı (sırasıyla p&lt;0.001, p=0.018) fakat tiroid kanser görülme sıklığı

açısından istatistiki olarak anlamlı farklılık yoktu (p=0,196).

247 - Olgu Sunumu: Pleomorfik Adenom Ve Akromegali Birlikteliği-Koinsidans Mı Yoksa Bir Patofizyolojik İlişki Mi? - 2015

Oya Topaloğlu, Şefika Burçak Polat, Cemaleddin Öztürk, Murat Bavbek, Togay Muderris, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P220.

246 - Ötiroid Otoimmün Tiroiditli Hastalarda İntraoküler Basınç, Santral Korneal Kalınlık Ve Retinal Kalınlığın Değerlendirilmesi - 2015

Neslihan Çuhacı, Hüsniye Başer, Nagihan Uğurlu, Fatma Yülek, Reyhan Ersoy, Nurullah Çağıl, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P013.

245 - Prolaktinomalı Hastalarda Ortalama Trombosit Hacmi - 2015

Abbas Ali Tam, Cafer Kaya, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P204.

ABSTRACT

Amaç: Prolaktin multifonksiyonel bir pitüiter hormondur. Prolaktinin platelet fonksiyonları üzerine

olan etkisi açık değildir. Prolaktinomalar en sık görülen pitüiter adenomlardır ve medikal tedavisinde

dopamin agonistleri oldukça etkilidir. Ortalama trombosit hacmi (MPV) platelet fonksiyonu ve

aktivitesinin bir markırı olarak bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı prolaktinomalı hastalarda

kabergolin tedavisi öncesinde ve tedavi başlandıktan 6 ay sonra normoprolaktinemi sağlanınca MPV

değerlerini değerlendirmektir.

Yöntem: 101 yeni tanı almış prolaktinomalı hasta ve 102 sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alındı.

MPV’yi etkileyebilecek hematolojik hastalıkları, ilaç kullanımı olan hastalar çalışmaya alınmadı.

Hastalarda kabergolin (0.5-1 mg haftada 2 kez) tedavisi başlanmadan önce ve başlandıktan 6 ay sonra

prolaktin, platelet count ve MPV parametreleri kayıt edildi.

Bulgular: : Prolaktinomalı hastalarda kontrol grubuna göre hem kabergolin tedavisi öncesinde hem de

sonrasında platelet sayılarında ve MPV’de anlamlı değişiklik yoktu(p&gt;0.05).

Sonuç: Sonuçlarımız platelet fonksiyonunun bir markırı olan MPV’nin prolaktinomalı hastalarda

değişmediğini göstermektedir.

244 - Polikliniğimize Hipoglisemi Semptomları İle Başvuran Hastalarımıza Yapılan Mixed Meal Testi Sonuçlarımız - 2015

Hüsniye Başer, Cevdet Aydın, F. Dilek Dellal, F. Neslihan Çuhacı, Oya Topaloğlu, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P152

243 - Primer Hiperparatiroidi Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Hipokalsemi Gelişimi Preoperatif Olarak Predikte Edilebilir Mi? - 2015

Cafer Kaya, Abbas Ali Tam, Ahmet Dirikoç, Aylin Kılıçyazgan, Mehmet Kılıç, Şeyda Türkölmez, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P055

ABSTRACT

Amaç: Primerhiperparatiroidi (PHPT) sık görülen endokrin bir hastalıktır ve en etkili tedavisi

cerrahidir. Postoperatif hipokalsemi paratiroid cerrahisinin bir morbiditesi olup hastanede kalış

süresini uzatabilmektedir. Bu çalışmanın amacı primer hiperparatiroidi nedeniyle paratiroidektomi

uygulanan hastalarda hipokalsemi ve aç kemik sendromu(AÇS) gelişimi açısından prediktif faktörleri

belirlemektir.

Yöntem: Preoperatif ve postoperatif 1. ,4.günlerde ve 6. ayda parathormon (PTH), kalsiyum, fosfat,

25 hidroksi D 3 (25-OHD), albümin, magnezyum, alkalen fosfataz (ALP), kan üre nitrojen (BUN),tiroid

stimülan hormon (TSH)’u içeren laboratuar verileri ile hastaların boyun ultrasonografisi (US) ve

kemik dansitometre verileri kayıt edildi.

Bulgular: Paratiroidektomi sonrası 1. gün hipokalsemi 63 hastada (%38.4) görüldü. Operasyon

sonrası 6.ayda kalıcı hipokalsemi 10 (% 6.1) hastada vardı. PHPT nedeniyle paratiroidektomi

uygulanan hastaların 22’sinde (%13.4) AÇS vardı.PHPT nedeniyle paratiroidektomi yapılanlarda

paratiroid hiperplazisi olanlarda ve osteoporozu olanlarda postoperatif hipokalsemi daha sık

görülmekteydi. AÇS gelişen hastalarda ise preoperatif PTH,ALP,BUN değerleri daha yüksekti

.Ayrıca osteoporozu olanlarda , paratiroid hiperplazisi olanlarda ve paratiroidektomiyle simultane

tiroidektomi yapılanlarda AÇS daha sık görülmekteydi.

Sonuç: Hipokalsemi ve AÇS gelişimi açısından risk faktörüne sahip hastaların peroperatif süreçte

daha dikkatli takibi önerilir.

242 - Primer Hiperparatiroidili Hastalarda Santral Korneal Kalınlık, Retinal Kalınlık Ve İntraoküler Basıncın Değerlendirilmesi - 2015

Hüsniye Başer, Neslihan Çuhacı, Oya Topaloğlu, Fatma Yülek, Nagihan Uğurlu, Reyhan Ersoy, Nurullah Çağıl, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P063

241 - Feokromositoma Tanısında İdrar Metanefrin Seviyeleri Yanıltıcı Olabilir: Tek Bir Merkezden İlk Sonuçlar - 2015

Oya Topaloğlu, Hüsniye Başer, Cevdet Aydın, Ahmet Dirikoç, Reyhan Ersoy, Özcan Erel, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P112.

240 - Diyabetik Hastalarda Aşil Tendonunun Elastosonografik Ve Ultrasonografik Değerlendirmesi - 2015

Berna Öğmen, İlkay İdilman, Ali İpek, Sefika Burçak Polat, Bekir Çakır, Reyhan Ersoy
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P148

239 - Egzofitik Tiroid Nodüllerinin Ultrasonografik Ve Sitolojik Özellikleri: Egzofitik Nodüller Malign Olmaya Eğilimli Midir - 2015

Fatma Dilek Dellal, Hüsniye Başer, Didem Özdemir, Aydan Kılıçarslan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P028.

ABSTRACT

Amaç: Egzofitik tiroid nodülü, normal tiroid sınırlarını aşan nodülü ifade eder. Diğer bir deyişle;

nodül ve komşu tiroid kapsülü arasında konveks açıya sahip olan nodüller egzofitik olarak

değerlendirilir. Egzofitik özellik, bilinen tiroid kanseri risk faktörleri arasında değildir. Biz bu

çalışmada egzofitik ve non-egzofitik tiroid nodüllerin ultrasonografik özellikleri ve sitopatolojik

sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.

Materyal and metod: Kliniğimiz biopsi ünitesinde 3 ay süreyle, İİAB gerektiren 44 egzofitik ve 34

non-egzofitik nodülü prospektif olarak değerlendirdik. Çalışmamızda nodül ve komşu tiroid kapsülü

arasında herhangi bir derecede konveks açıya sahip olan nodüller, egzofitik olarak değerlendirildi. Her

iki grupta ortalama nodül boyutu benzerdi (18.83±8.71 mm and 15.28±7,57 mm, p=0.173).

Nodüllerde periferik hipoekoik halo varlığı ve sınır düzensizliği oranı da her iki gurupta benzerdi

(p=0.512 ve p=0.153). Egzofitik nodüllerin % 21.4’ünde, non-egzofitik olanların % 29.4’ünde

mikrokalsifikasyon mevcuttu (p=0.424). Egzofitik nodüllerin % 4.5’inde, non-egzofitik olanların %

11.8’inde makrokalsifikasyon tespit edildi (p=0.111). Egzofitik nodüllerin % 46.7’si hipoekoik, %

52.4’ü izoekoikti. Non-egzofitik nodüllerin % 47.1’i hipoekoik, % 52.9’u izoekoikti. Color flow

doppler patterni non-vaskülar, periferal, santral ya da mikst tip olarak sınıflandı ve her iki grupta

dağılım benzerdi (p=0.138). Egzofitik nodüllerin sitopatolojik özellikleri değerlendirildiğinde; % 75

benign, % 4.3 önemi belirsiz foliküler lezyon/atipi, % 2.3 malignite yönünden şüpheli, % 2.3 malign

ve % 15.9 non-diagnostikti. Non-egzofitik gurupta ise % 79.4 benign ve % 20.6 non-diagnostikti

(p=0.497).

Sonuç: Literatürde tiroid nodüllerinin egzofitik özellik göstermesinin malignite için muhtemel

prediktif değerinin olup olmadığı nadiren incelenmiştir. Yalnızca bir çalışmada histopatolojik tanısı

olan hastaların operasyon öncesi boyun BT özellikleri değerlendirilirken tiroid nodüllerinin

konfigürasyonu incelenmiştir (1). Çalışmada istatistiksel anlamlı olmamakla birlikte malign

nodüllerde daha fazla egzofitik konfigürasyon varlığı tespit edilmiştir. Bu çalışmada biz, egzofitik ve

non-egzofitik olarak değerlendirdiğimiz tiroid nodüllerin ultrasonografik özellikleri ve sitopatolojik

sonuçları arasında bir fark bulmadık. Bununla birlikte, tiroid nodüllerinde egzofitik özellik ve

malignite arasındaki muhtemel ilişkiyi açığa çıkarmak için daha fazla hasta sayısına sahip daha

kapsamlı çalışmalar gerekmektedir. 

Kaynaklar:

1. Kim DW, Jung SJ, Baek HJ. Computed tomography features of benign and malignant

solid thyroid nodules. Acta Radiol. 2014 Oct 7. pii: 0284185114552216.

238 - Atipik Paratiroid Adenomu Olan Hastaların Klinik Ve Biyokimyasal Özelliklerinin Değerlendirilmesi - 2015

Şefika Burçak Polat, Mehmet Kılıç, Cevdet Aydın, Didem Özdemir, Nuran Süngü, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015

237 - Amiadarona Bağlı Tedavisi Güç İki Tirotoksikoz Vakası - 2015

Nagihan Beştepe, Şefika Burçak Polat, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P070.

236 - 47, XYY Sendromu Ve Hipogonadotropik Hipogonadizm: Rastlantısal Birliktelik Mi Yoksa Sendromun Farklı Bir Spektrumu Mu? - 2015

Fatma Dilek Dellal , Cevdet Aydın , Nagihan Beştepe , Reyhan Ersoy , Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 37. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 6-10 Mayıs, 2015, Antalya, Türkiye, P111.

ABSTRACT

Giriş: 47,XYY sendromu her bir erkek hücresinde mayoz II’de parental nondisjunction olması sonucu

fazladan bir Y kromozomuyla karakterize bir sendromdur. Yenidoğan erkeklerin yaklaşık 1/1,000’inde

görülür ve bu sendroma sahip erkeklerin çoğu normal seksüel gelişim ve fertiliteye sahiptir. Bu

erkekler uzun boy, davranışsal problemler, hafif öğrenme güçlüğü, hafif mental gelişim bozuklukları

ve konuşma gelişimi ile ilgili problemlere sahip olmaya meyillidirler. Önceleri bu genotipin suç

işlemeye meyilden sorumlu olduğu düşünülmekle birlikte asıl nedenin hastalardaki hafif mental

problemler dolayısıyla topluma ve kurallara ayak uydurmada yaşanan problemler olduğu

belirlenmiştir.

Vaka: 21 yaşında erkek hasta polikliniğimize küçük testis ve penise sahip olma ve sakal ve

ejakulasyon yokluğu şikayetleriyle başvurdu. Hastanın libido ve ereksiyonu normaldi. Ailede

infertilite öyküsü yoktu. Herhangi bir suç işleme öyküsü yoktu. Gelişimi sırasında konuşmada

gecikme ya da problem yaşamadığını ifade etti. Fizik muayenede önikoid habitus mevcuttu. Boyu 178

cm, kilosu 66.6 kg ve vücut kitle indeksi 21 kg/m2 idi. Testisleri skrotumda ve palpabldı. Aksiller ve

pubik kıllanması Tanner evre 4 ile uyumluydu. Penis uzunluğu 6.5 cm idi. Nörokognitif gelişim ve

fonksiyonları normaldi. Hormonal testleri hipogonadotropik hipogonadizmle uyumluydu. Diğer

hipofiz hormonları normaldi. Kemik yaşı 14 yaş ile uyumluydu ve epifizyal plaklar açıktı. Ultrasonda

testis volümleri sağda 8 ml ve solda 7.5 mm idi. Hipofiz MR’da parsiyel empty sella saptandı.

Kromozomal analizde 47,XYY karyotip tespit edildi. Human koryonik gonadotropin uygulaması

sonrası androjen düzeyleri yükseldi ve az miktarda olmakla birlikte (&lt;0.5 ml) ejakulasyon başladı.

Sonuç: 47,XYY sendromlu erkeklerde heterojen fenotipik özelliklerin varlığı ve spesifik

semptomların yokluğu nedeniyle klinik prezentasyon spektrumu geniş olabilir. Bu durum, tanıda

güçlüğe neden olabilir. Vakamızda bildirdiğimiz üzere 47,XYY genotipli hastalar, ilk olarak

hipogonadotropik hipogonadizm ile başvurabilirler. 

Kaynaklar:

1. Kim IW, Khadilkar AC, Ko EY, Sabanegh ES Jr. 47,XYY Syndrome and Male Infertility. Rev

Urol. 2013;15(4):188-96. Review.

2. El-Dahtory F, Elsheikha HM. Male infertility related to an aberrant karyotype, 47,XYY: four

case reports. Cases J. 2009 Jan 8;2(1):28. doi: 10.1186/1757-1626- 2-28.

3. Visootsak J, Graham JM Jr. Social function in multiple X and Y chromosome disorders:

XXY, XYY, XXYY, XXXY. Dev Disabil Res Rev. 2009;15(4):328-32. doi: 10.1002/ddrr.76.

4. Ceylan GG, Ozbey U, Yüce H, Elyas H. 47,XYY Sendromlu Bir Olgu. Fırat Tıp Dergisi

2007;12(3): 239-242

235 - Klasik varyant papiller tiroid karsinomlarında NIS aktivitesinin BRAFV600E mutasyonu ile ilişkisi - 2014

Yazgan A, Yıldırım N, Gozalan A, Gumustas S, Kıyak G, Kılıcarslan A, Aydın C, Ersoy R, Cakir B, Balcı S.
Ulusal Bildiriler 24. Ulusal Patoloji Kongresi, 19-23 Kasım 2014, Trabzon

234 - Uygunsuz TSH Salınım Sendromu Olan Hastaların Ayırıcı Tanısı ve Klinik Deneyimimiz - 2014

Şefika Burçak Polat, Cevdet Aydın, Gülfem Kaya, Neslihan Çuhacı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

Amaç: Artmış serbest T4 (sT4) ve serbest T3 (sT3) varlığında TSH düzeyinin normal veya yüksek olması uygunsuz TSH sendromu olarak adlandırılır. Bu duruma yol açabilecek iki önemli durum tiroid hormon rezistansı (THR) ve TSH sekrete eden hipofizer adenomlardır (TSHoma). THR otozomal dominant geçişli kalıtsal bir hastalıktır. Hastalarda klinik değişken olup genellikle hipotiroidi semptomları mevcutken özellikle santral direnç olan hastalarda hipertiroidizm semptomları görülebilir. TSHoma hipertirodizmin nadir sebeplerinden biridir. THR ve TSHoma ayırıcı tanısı klinisyen için güçtür, ayırıcı tanıda dinamik hormon testleri, genetik test ve görüntüleme yöntemleri kullanılır.

Vakalar: Burada polikliniğimize çeşitli yakınmalar ile başvuran, tiroid hormon panelinde serbest hormon düzeyleri yüksek iken TSH normal veya yüksek olan 7 vaka takdim edildi. Testler doğrultusunda iki hasta TSHoma tanısı alırken, dört vakada THR düşünüldü. Bir hastada ise ön planda THR düşünülmekle birlikte genetik test sonucu bekleniyor. Hastaların demografik,klinik özellikleri, tanıda kullanılan testler ve sonuçları Tablo 1’de gösterildi.

Tartışma: Uygunsuz TSH sekresyonuna yol açan iki klinik antitenin ayırıcı tanısı önemlidir. TSH sekrete eden tümörlerin tanısı genellikle gecikmekte ve cerrahi kür şansı <%50’nin altına düşmektedir. Bununla birlikte hipofizer insidentolaması olan THR’lı hastalarda yanlış cerrahi morbiditeye sebep olabilir. Yine literatürde THR’lı birçok vaka yanlış tanı nedeni ile tiroidektomi geçirmiş, antitiroid ilaç veya radyoaktif iyot almıştır. THR ayırıcı tanısında genetik test mümkünse yapılmalıdır ancak tiroid reseptör-beta (TR-beta) mutasyonu negatif olan rezistans vakaları literatürde mevcuttur. Klinik şüphenin de- vam ettiği durumlarda TRH uyarı testi, T3 supresyon testi, a subunit/TSH molar oranı ve hipofiz MRG’dan faydalanılabilir. Bizim hastalarımız içerisinde RTH tanısı konulan tüm hastalarda TRH uyarsı sonrasında TSH iki kattan daha fazla yükseldi ve dokuz günlük T3 supresyon testi sonunda tüm hastaların TSH <1 mU/L’nin altına baskılandı. TSHoma tanısı alan iki hastada ise TRH uyarısı sonrası TSH’da belirgin yükselme olmadı ve T3 supresyon testi sonrasında TSH‘da baskılanma saptanmadı. Hipofiz MRG iki antitenin ayrımında çekici bir yöntem gibi görünse de THR’lı hastalarda insidentoloma olabilir veya pitiüter hiperplazi yanlış adenom görüntüsü verebilir. Nitekim testler neticesinde THR tanısı alan dört hastanın ikisinde mikroadenom ve RTH şüphesi olan ve genetik sonucu beklenen bir hastada makroadenom mevcut idi. Özetle standart klinik testlerle bu tür hastalarda ayırıcı tanı yapmak güçtür ve yorucu bir klinik değerlendirme süreci gerektirir.

233 - Muhtemel tiroid ince iğne aspirasyon biopsisi komplikasyonu olarak gelişen hematomda nadir bir neden: tiroid anjiosarkomu: olgu sunumu - 2014

Oya Topaloğlu, Cafer Kaya, Şefika Burçak Polat, Hakan Korkmaz, Demet Yılmazer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Malignite  riski  yüksek  tiroid  nodüllerinin  değerlendirilmesinde   ince  iğne aspirasyon biopsisinin (İİAB) güvenli ve maliyet etkin olduğu bilinmektedir. Buna  rağmen  İİAB’nin  hemoraji,  enfeksiyon  ve  çevre  dokularda  hasara neden olma potansiyeli olduğu da göz ardı edilemez.   Tiroid anjiosarkomu nadir görülen malign tiroid neoplazilerinden biridir. Anaplastik tiroid kanseri gibi   agresif   seyir   gösterir.   Nadir   görülen   bir   prezentasyon   olduğunu düşündüğümüz için burada muhtemel ince iğne aspirasyon biopsisi sonucu hematom  gelişen  ve  operasyon  sonucu  tiroid  anjiosarkom  tanısı  alan hastayı sunmayı uygun bulduk

OLGU: Yetmiş dört yaşındaki erkek hasta 10 gün önce yapılan ince iğne aspirasyon biopsisi  sonucu  gelişen  boyunda  ve  toraks  ön  yüzünde  morarma,  nefes darlığı,  boyunda  şişlik  şikayetleri  ile  acil  servise  başvurdu.  Özgeçmişinde antikoagulan,   antiagregan   kullanma   ve  kanama   diyatezi   öyküsü   yoktu. Hastanın biopsi yapılmadan önce bakılan tiroid ultrasonografisinde malignite kriterleri   olan   multinodüler   tiroid   bezi   ve   servikal   bölgede   patolojik görünümlü   lenf   adenopatileri   tespit   edilmişti.   Nodülden   yapılan   biopsi sonucu  az  diferansiye  tiroid  karsinomu  için  şüpheli  olarak  rapor  edildi. Nefes  darlığı  ve  boyun  bölgesinde  hematom  nedeni  ile  çekilen  boyun BT’sinde  sternokleidomastoid  (SKM)  kası  içinde  hematom,  supraglottik düzeyde  sağ  paralaringeal  alanı  daraltan  sağ  larinks  ve  lümene  doğru indentasyona  neden  olan  dansite  artışları  izlendi  (Şekil  1).  Hasta  kulak- burun-boğaz (KBB) kliniği tarafından değerlendirildi, acil cerrahi müdahale düşünülmedi  ancak  ödem  ve  bası  şikayetleri  nedeni  ile  steroid  tedavisi başlandı. Hastanın biopsi sonucu malignite için şüpheli geldiğinden hastaya elektif  koşullarda  operasyon  planlandı.  Hastanın  genel  durumu  stabilize olduktan sonra KBB tarafından total tiroidektomi yapıldı ve patoloji sonucu yüksek dereceli anjiosarkom olarak rapor edildi. Tümör sağ lobda 5.7 cm ve sol  lobda  4  cm  çapında  tespit  edildi.  Tümörün  peritiroidal  kas  dokusuna invazyonu  mevcut  olup  tümör  içinde  yaygın  kanama  ve  nekroz  odakları saptandı.   Tümörün   immünhistokimyasal   boyamasında   CD31,   CD34   ve vimentin (+) olup (Şekil 2, 3) kromogranin, TTF-1, kalsitonin, EMA, CK7, CK20 ile (-) boyanmakta olduğu tespit edildiHastanın postoperatif dönemde 2. günde boyun bölgesinde tekrar hematomu gelişti ve  masif kanama nedeni ile  KBB  tarafından  2  defa  daha  müdahale  edilen  hasta   postop  12.  günde eksitus oldu.

 

Şekil 1. Preoperatif   boyun   BT   görüntüleri.   Trakea   sola   deviye   olarak   görülmekte,     kırmızı   ok kalsifikasyonlar  içeren  ve  retrosternale  uzanım  gösteren  çevre  dokudan  ayırt  edilemeyen     tiroid dokusunu göstermekte, sarı ok ise lenfadenopatileri göstermektedir

 

Şekil 2. Histopatolojik ve immünhistokimyasal görüntüler.  a; tiroid follikülleri arasındaki vasküler tümöral yapılar (H&E   x40)

b; tiroid bezi çevresindeki kasdokusundaki vasküler tümöral yapılar (H&E x40). 

c; CD 31 pozitifliği (x40). d; CD 34 pozitifliği (x40). 

Şekil 3. Immünhistokimyasal görüntüler. a; Vimentin pozitifliği (x40). b; Ki67 pozitifliği (x40).


 

SONUÇ: Az   diferansiye   tiroid   kanserlerinden   biri   olan   tiroid anjiosarkomu  her  ne  kadar  daha  çok  Avrupa’da  Alpler bölgesinde  görülse  de  hızlı  seyirli  tiroid  malign  neoplazi düşünülen  hastalarda  mutlaka  akla  gelmelidir.  Nadir  bir komplikasyon  olan  İİAB  sonucu  gelişen  hemorajinin  bu hastalarda  yaygın  hematoma  neden  olabileceği  de  akılda tutulmalıdır.

232 - Foliküler Hücrelerden Köken Alan Farklı Neoplazilerin Birlikteliği - 2014

Şefika Burçak Polat, Dilek Arpacı, Aylin Kılıç Yazgan, Hüsniye Başer, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid tümörleri köken aldığı hücreler temel alınarak sınıflandırılır ve yaygın olarak foliküler ve parafoliküler C hücrelerinden köken alır. Folikül hücrelerinden köken alan tümörlerin en yaygın olanları papiller tiroid karsinomu (PTK) ve folliküler karsinom (FK)’dur. Aynı tiroid bezinde farklı histopatolojik tiplerde ve çoklu tiroid tümörlerinin eş zamanlı ortaya çıkması nadir bir durumdur. Bunlar mikst, hibrid veya kompozit (karma)  tümörler olarak bilinmektedir. Literatürde papiller tiroid kanserine eşlik eden diğer neoplaziler ile çok az sayıda vaka bildirilmiştir ve genellikle bu birlikteliğin koinsidental olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada amaç papiller tiroid kanseri tanısı almış olan hastalarda eşlik eden ikinci tiroid neoplazilerini değerlendirmektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada 2007-2014 yılları arasında endokrinoloji polikliniğimize başvuran ve çeşitli sebepler ile konsey kararı doğrultusunda tiroidektomi uygulanan olgular geriye yönelik olarak incelenmiştir.

BULGULAR: Toplam 3700 olgunun farklı sebeplerle tiroidektomi geçirdiği ve patoloji sonucunun 1014 (%27)  hastada   malign, 2686 (%73) hastada ise benign olduğu tespit edildi. Patolojisi malign olan hastalar içerisinde 20 hastada (% 1.9) aynı tiroid bezinde PTK’ne eşlik eden ikinci bir neoplazi bulunmaktaydı. Hastaların 17’sinde PTK klasik varyant, 3’ünde ise foliküler varyant idi. Eşlik eden ikinci neoplaziler sırası ile; 10 hastada FK, 2 hastada hurthle hücreli karsinom, 5 hastada hurthle hücreli adenom ve 3 hastada foliküler adenom (FA) idi.

SONUÇ: Hibrid tümörlerin kesin etiyolojisi anlaşılamamakla birlikte öne sürülen  patogenetik mekanizmalar; ortak kök hücre teorisi, farklı hücre klonlarından köken alan eş zamanlı çoklu odaklı orijinin varsayıldığı çarpışma teorisi veya bir başka tümör tipi tarafından el konulan adenomatöz alanları ifade eden hostage (rehine) teorisi gibi teorilerdir.

Figure 1A ve 1B: Aynı hastaya ait  papiller kanser ve Hurhle hücreli adenom odağı

A)B)


Ayrıca birçok çalışma mikst tümörlerin ailesel kanser sendromlarının bir parçası olarak da oluşabileceğini teyid etmektedir. Sonuç olarak, tek bir tiroid neoplazi varlığında klinik seyir ve prognoz iyi bilinmektedir ancak  tiroid bezinde ikinci bir malignitenin prognozu nasıl etkilediği net değildir. Bu nedenle bu hastaların takip verilerinin değerlendirildiği daha ileri çalışmalara gereksinim var gibi görünmektedir.

231 - Hipertiroidi Tedavisi Olarak Radyoaktif İyot Almış Ve Sonrasında Tiroidektomi Geçirmiş Hastalarda Tiroidektomi Endikasyonları Ve Sitolojik Ve Histopatolojik Bulgular - 2014

Didem Özdemir, Hüsniye Başer, Neslihan Çuhacı, Nilüfer Yıldırım, Aylin Kılıç Yazgan, Mehmet Kılıç,Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Radyoaktif iyot (RAİ) hipertiroidinin kalıcı tedavisi için sıklıkla kullanılan bir tedavi yöntemidir. Toksik multinodüler guatr (TMNG) veya toksik nodüler guatr'lı (TNG)  hastalarda ve Graves hastalarında, nodüllerin ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) açısından diğer tiroid nodülleri gibi değerlendirilmesi önerilmektedir. RAİ tedavisi ile tiroid malinite gelişimi arasındaki ilişkinin incelendiği geniş çaplı bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada, hipertiroidiye yönelik RAİ tedavisi almış ve daha sonra tiroidektomi yapılmış hastalarda malinite sıklığı araştırılmıştır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Aralık 2008-Haziran 2014 arasında hastanemizde tiroidektomi geçirmiş hastalar retrospektif olarak incelenmiş ve operasyon öncesi RAİ tedavisi almış hastaların verileri analiz edilmiştir. Bu hastalarda preoperatif ultrasonografi (US) bulguları, tiroid İİAB sonuçları, tiroidektomi endikasyonları ve histopatolojik bulgular değerlendirilmiştir. 

BULGULAR:  Daha önce hipertiroidiye yönelik RAİ tedavisi alan 10 hastanın 8’i erkek 2’si kadındı ve ortalama yaş 58.4±14.3 yıl olarak bulundu. Hastaların 8’i RAİ tedavisini TMNG veya TNG nedeniyle, 2’si multinodüler guatr ile birlikte olan Graves hastalığı için almıştı. RAI tedavisi öncesinde, TMNG/TNG olan 4 hastada, Graves olan 1 hastada İİAB yapılmış ve benign olarak saptanmıştı, 5 hastada ise RAI öncesi İİAB sonucuna ulaşılamadı. RAİ tedavisi ile 4 hastada hipertiroidi kontrol altına alınamamıştı ve 3 hasta cerrahi öncesinde antitiroid ilaç kullanmakta idi. Tüm hastalarda ultrasonografide nodüller mevcuttu ve ortalama nodül sayısı 4.7±3.2 idi. Daha önce RAİ tedavisi almış bu hastaların 7’sinde TİİAB yapılmıştı. Bu hastalarda TİİAB yapılma nedenleri 5 hastada RAİ öncesi nodüllere ait sitoloji verilerinin olmaması, 1 hastada nodülde büyüme ve 1 hastada şüpheli ultrasonografi bulguları idi. RAİ tedavisi ile tiroidektomi arasındaki süre ortalama 46.7±42.9 (6-125) ay olarak bulundu. 1 hasta nüks Graves hastalığı, 1 hasta nüks TMNG, 1 hasta büyük ve multiple nodül varlığı, 1 hasta tekrarlayan yetersiz sitoloji, 2 hasta sitolojide önemi belirsiz atipi, 1 hasta sitolojide foliküler neoplazi şüphesi, 1 hasta malignite açısından şüpheli sitoloji ve 2 hasta malign sitoloji nedeniyle opere edildi. Operasyon sonrası 5 hastada histopatolojik olarak benign bulgular saptanırken, 3 hastada papiller tiroid kanseri, 1 hastada medüller tiroid kanseri ve 1 hastada anaplastik tiroid kanseri tanısı kondu.

SONUÇ: Literatürde, hipertiroidiye yönelik RAİ tedavisi almış hastalarda tiroid maligniteleri vaka raporları şeklinde bildirilmiştir. Bunlardan birkaçı da ölümcül seyredebilen anaplastik tiroid kanseri vakalarıdır. RAİ almış nodüler guatrlı hastalarda, özellikle RAİ öncesi nodüllerin sitolojik değerlendirilmesi yapılmamış veya bilinmiyorsa, US olarak şüpheli görünüm veya nodüllerde büyüme varsa sitolojik olarak değerlendirme yapılmalıdır. Sitoloji sonucu benign olmayan hastalarda RAİ tedavi öyküsü varsa cerrahi seçeneğin ön planda düşünülmesi gerekebilir.

 

Tablo 1. RAI tedavisi almış ve daha sonra tiroidektomi yapılan hastaların klinik, sitolojik ve histopatolojik özellikleri

Yaş/ Cinsiyet

RAİ end

RAIİöncesi TİİAB

Tiroid fonksiyon

Nodül sayısı

TİİAB endikas -yonu

TİİAB sonuç

Op. endikasyonu

Patolojik tanı

50, kadın

TMNG

Benign

Ötiroid

4

Şüpheli US

Malignite şüphesi

Şüpheli US + şüpheli sitoloji

Multifokal PTC   (8,5,3 mm)

75, kadın

TMNG

-

Hipotiroid

2

RAİ öncesi yok

Malign

Malign sitoloji

PTC           (15 mm)

41, kadın

TNG

-

Hipotiroid

1

RAİ öncesi yok

Sellüler Adenoma töz Nodül

Şüpheli US

PTC         (7 mm)

69, kadın

TNG

Benign

Ötiroid

2

  

Dev nodül

Medüller Ca (6 mm)

68, erkek

TMNG

-

Hipertiroid

4

RAİ öncesi yok

Malign

Hipertiroidi+ Malign sitoloji

Anaplastik Ca  (85mm)

39, kadın

Graves+MNG

Benign

Hipertiroid

6

  

Nüks Graves + MNG

Multinodu ler koloidal guatr

70,

kadın

TMNG

Benign

Hipertiroid

6

Nodülde büyüme

Benign

ÖBA sitoloji

Dejenere koloidal nodüller

54, kadın

Graves+MNG

-

Hipotiroid

3

RAİ öncesi yok

Yetersiz

Tekrarlayan yetersiz sitoloji

Foliküler adenom

44, kadın

TMNG

Benign

Hipertiroid

12

  

Nüks TMNG

Multinodü ler guatr

74, erkek

TMNG

-

Ötiroid

7

RAİ öncesi yok

Benign

Şüpheli sitoloji

Multinodu ler koloidal guatr

 

230 - Tiroid Nodüllerine Uygulanan Aspirasyonlu Ve Aspirasyonsuz İnce İğne Biyopsisinin Nondiyagnostik Sonuçlar Açısından Bethesda Sistemine Göre Karşılaştırılması - 2014

Muhammed Saçıkara, Cevdet Aydın, Ahmet Dirikoç, Fatma Dilek Dellal, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

Amaç:Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde basit, maliyet etkin, daha az invaziv ve sık kullanılan bir yöntemdir. Ultrasonografi eşliğinde ince iğne biyopsisi tanı doğruluk oranlarını artırmakta ve gereksiz cerrahi girişimleri  önlemektedir. Bütün bu uygulamalara rağmen nondiyagnotik sonuç oranları yayınlarda %5-17 oranında bildirilmektedir. Tiroid ince iğne biyopsi işlemi  teknik olarak    aspirasyonlu   ve aspirasyonsuz  yöntemle yapılabilmektedir. Aspirasyonlu  teknik  kullanımı daha yaygındır. Aspirasyonsuz ince iğne biyopsi tekniğinde vakum uygulanmadığı için aspirasyona bağlı hücre hasarı azalmaktadır. Son zamanlarda bu tekniğin nondiyagnostik sonuçları azalttığını bildiren yayınlar bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı Bethesda sistemine göre değerlendirilen aspirasyonlu ve aspirasyonsuz ince iğne biyopsi sonuçlarını nondiyagnostik sonuçlar açısından karşılaştırmaktır.

Materyal ve Metod:Bu çalışmada Aralık 2013 ile Mayıs 2013 arasında biyopsi yapılan 975 nodül retrospektif olarak değerlendirildi. Biyopsiler sırasında 22 gauge enjektör kullanıldı.Sitopatolojik bulgular Bethesda kriterleri kullanılarak raporlandı. En  az 10 follikül  hücresinden oluşan,  minimum 6 grup olması yeterlilik kriteri olarak kullanıldı.

Bulgular:Çalışmaya alınan hastalar arasında yaş, cinsiyet, nodül boyutu, tiroid fonksiyonları ve tiroid otoantiorları arasında fark yoktu. (Tablo 1). Kistik nodül (aspirasyonsuz: 34 aspirasyonlu: 18 p<0,001) ve makrokalsifiye nodül (aspirasyonsuz: 57 aspirasyonlu: 17 p=0,039) aspirasyonsuz biyopside daha fazla idi. Mikrokalsifikasyon (aspirasyonsuz: 17  aspirasyonlu: 36 p=0,004)  mikst nodül (aspirasyonsuz: 317  aspirasyonlu: 327 p=0,047) ve düzensiz sınırlı nodül (aspirasyonsuz: 4  aspirasyonlu: 13 p=0,020) aspirasyonlu biyopside daha fazla idi.    (Tablo 2). Aspirasyonlu ve aspirasyonsuz biyopsiler arasında nondiyagnostik sonuçlar açısından anlamlı fark bulundu (sırasıyla; %38,0 ve %29,3 p=0.004) (Şekil 1).

 

Şekil 1. Aspirasyonlu ve aspirasyonsuz biopsilerdeki nondiyagnostik ve diğer sonuç yüzdeleri

                                                                 

 

Tablo 1. Aspirasyon Uygulanan ve Aspirasyon Uygulanmayan Gruplara Göre Olguların Demografik Özellikleri



Tablo 2. Aspirasyon uygulanan ve aspirasyon uygulanmayan gruplara göre nodül özellikleri

 
 
 

Sonuç: Aspirasyonsuz uygulanan ince iğne biyopsisinin kolay, daha az nondiagnostik sonuçları ve daha iyi hasta uyumu olan bir teknik olduğu görüşündeyiz.

229 - İkinci Kez Tiroidektomi Geçiren Hastalarımızın Demografik Verilerinin Ve Histopatoloji Sonuçlarının Değerlendirilmesi - 2014

Neslihan Çuhacı, Hüsniye Başer,Cevdet Aydın, Aylin Kılıç Yazgan, Şeyda Türkölmez, Mehmet Kılıç, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Reoperatif tiroid cerrahisi tekrarlayan uninodüler/multinodüler guatr’ı olanlarda bası semptomu veya malignite şüphesi durumunda, bazı vakalarda da tekrarlayan tirotoksikoz nedeniyle uygulanmaktadır. Reoperatif tiroid cerrahisinin, skar dokusu nedeni ile rekürren laringeal sinir veya paratiroid bezin vasküler yapılarının zedelenmesine yol açabildiği için komplikasyon oranı yüksektir. İnce iğne aspirasyon sitolojisi (İİAS) hızlı, basit, güvenilir ve non-invazif olmakla birlikte daha önce tiroid cerrahisi geçiren hastalarda tiroid lojunda gelişen skar ve fibrozis nedeni ile çelişkili sonuçlara neden olabilmektedir. Bu çalışmada reoperatif tiroid cerrahisi uygulanan hastaların demografik özelliklerini ve reoperasyon endikasyonlarını  araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 2008-2011 yılları arasında opere nüks multinodüler guatrı olup ikinci kez tiroidektomi olan 36 hasta alındı. Hastaların demografik özellikleri, ikinci tiroidektomi endikasyonları ve histopatolojik bulguları retrospektif olarak değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların (29 K, 7 E) ortalama yaşı 54.69±12.03 yıl, ortalama nodül sayısı 4 (1-13) idi. İkinci tiroidektomi sonrasında 24 hastanın histopatolojisinin malign (19 papiller tiroid karsinomu, 3 foliküler tiroid karsinomu, 1 hurthle hücreli neoplazi, 1 malignite potansiyeli belirsiz neoplazi), 12 hastanın histolpatolojisinin ise benign olduğu saptandı.  Tablo’da belirtildiği üzere 11 hastanın (%30.5) dev nodül (> 4 cm), 5 hastanın (% 13.9) ≥ 2 sitolojinin tanısal olmaması, 3 hastanın (% 8.3) toksik multinodüler guatr, 5 hastanın (%13.9) sitolojinin malign, 2 hastanın (%5.6) malignite şüphesi, 2 hastanın (%5.6) foliküler neoplazi şüphesi, 3 hastanın (%8.3) önemi belirlenemeyen foliküler lezyon (ÖBFL), 1 hastanın  (%2.8) önemi belirlenemeyen atipi (ÖBA), 1 hastanın (%2.8) hurthle hücreli neoplazi şüphesi, 3 hastanın da (%8.3) sitolojisinin selüler adenomatoid nodül ve USG’nin şüpheli olması nedeni ile ikinci kez tirodektomi olduğu saptandı. Histopatolojisi malign olan nodüllerin % 45.5’de mikrokalsifikasyon, % 40.9’da makrokalsifikasyon izlenirken, nodüllerin % 47.8’i izoekoik, %17.4 hipoekoik, % 34.8 izo-hipoekoik görünümdeydi ve % 77.3’ünde halo izlenmedi.

SONUÇ: Geçirilmiş tiroid cerrahisi sonrasında gelişen  skar dokusu ve fibrozis doku ekojenitesini bozarak İİAS sırasında örnek alınmasını ve hücresel değerlendirmeyi olumsuz yönde etkilemektdir. Çalışmamızda sitoloji sonuçları malignite ya da malignite şüphesi olmayıp farklı endikasyonlarla ikinci tiroidektomi kararı alınan 14 hastanın histopatoloji sonucunun malignite ile uyumlu olduğu görülmüştür. Bu nedenle bu hastalarda ikinci tiroidektomi kararının sadece sitoloji sonuçları ile verilmemesi, hastaların semptomlarının ve ultrasonografik bulgularının da  gözönünde tutulmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz.

 

Tablo. İkinci kez tiroid operasyonu olan hastaların operasyon endikasyonları

 

MALİGN

(n=24)

BENİGN

(n=12)

Dev nodül

5

6

Toksik multinodüler guatr

1

2

SİTOLOJİ

 

Selüler adenomatoid nodül, USG şüpheli

2

1

Malign

5

 

Malignite şüphesi

2

 

Foliküler neoplazi şüphesi

2

 

Hurthle hücreli neoplazi şüphesi

1

 

Önemi belirlenemeyen atipi

1

 

Önemi belirlenemeyen fo liküler lezyon

2

1

2 Tanısal olmayan sitoloji

3

2

 

228 - Differansiye tiroid karsinomlu hastalarda lenf nodundan yapılan yıkama tiroglobulinin tam kan ve serum yıkama tiroglobuline oranı: Ölçümlerin standardizasyonu ve artmış doğruluk yüzdesi için yeni bir yaklaşım - 2014

Cevdet Aydın, Didem Özdemir, Muhammed Saçıkara, Şefika Burçak Polat, Aylin Kılıç Yazgan, Şeyda Türkölmez, Eda Demir Önal, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 28-29 Kasım 2014

ABSTRACT

Amaç: İnce iğne yıkama tiroglobulin (FNA-Tg) ölçümüne ait yüksek değerler metastatik lezyonlar için tanısaldır. Ancakyüksek yıkama Tg değerinin seviyesi ile ilgili tam bir uzlaşı yoktur.FNA-Tg ile ilgili zorluklardan en önemlisi ince iğne içinde kalan aspirasyon artığının hacimi net bilinmediğinden birim hacim için mevcut Tg değeri hesaplanamamasıdır. Diğer önemli zorluk ise lenf nodu örneklemesi sırasında tam kan bulaşmasının olmasıdır. Bu çalışmamızda daha kesin ve ölçülen merkezler arasındaki farkı ortadan kaldıracak bir parametreye ulaşılabilmeyi amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Histopatolojik olarak diferansiye tiroid kanseri tanısı almış veya sitıolojik olarak tiroid malignitesi veyaşüphesi nedeni ile takip edilen toplam 120 hastaya ait 155 ultrasonografik olarak şüpheli lenf nodu incelendi. İnce iğne biyopsisi (FNB) aspirasyonlu (FNA) ve aspirasyonsuz (FNNA) olarak iki yöntem ile elde edilen örneklerden Tg çalışıldı. Bi-yopsi ile eş zamanlı olarak hastaların venöz kan örneği alındı. Lenf nodu biyopsisi için kullandığımız ile aynı özelliklere sahip iğne ve şırınga ile tam kan ve serum yıkantısı elde edildi. Bu örneklerden Tg çalışıldı (Şekil 1).

Bulgular: Lenf nodu diseksiyonu yapılan 14 hastanın 16 lezyonuna ait veriler değerlendirildi. Aspirasyonsuz yöntemlebakılan lenf nodu Tg yıkaması (FNNA-Tg), FNB-Tg/Tam kan yıkamaTg, FNB-Tg / Serum yıkamaTg, FNB-Tg/SerumTg malign lenf nodlarında benign lenf nodlarına göre anlamlı derecede yüksek saptandı ( p < 0,05).

Benign ve malign lenf nodlarını ayırmada FNNA-Tg,FNNA-Tg/Tam kan washout-Tg oranı, FNNA-Tg/Serum washout-Tg oranlarına ait ROC eğrisi altında kalan alanlar ise istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p < 0,05) (Tablo 1).

FNNA-Tg sonuçlarına göre elde ettiğimiz en iyi cut off değer 15,86 ng/ml idi. Aynı lenf nodundan çalışılan FNA-Tg ve FNNA-Tg’den yüksek olanını FNB-Tg olarak tanımladığımızda ise en iyi cut of değeri 31,8 olarak saptandı. Oranlar açı-sından baktığımızda benign ve malign lenf nodlarını ayırt etmede en iyi cut off değerleri , FNB-Tg/Tam kan washout-Tg için 5.44 , FNB-Tg/Serum washout -Tg için 3,95 olarak bulundu.

Sonuç: FNB-Tg ölçümlerinin tam kan washout Tg ve/veya serum washout Tg oranlanması , malign lenf nodlarının be-lirlenmesinde doğruluk oranını yükselten ve standardizasyonu sağlamaya aday bir yaklaşım olabilir.

227 - Artan Vucut Kitle İndeksi Tiroid Kanser Riskini Artırır Mı ? - 2014

Fevzi Balkan, Celil Alper Usluoğulları, Rıfkı Üçler, Hüsniye Başer, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 326, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Obezite, tiroid kanserinide içeren çeşitli hastalıklarla ilişkilidir. Tiroid nodulleri ile obezitenin ilişkisi açık değildir. bu çalışmada tiroid kanser riski populasyondan yüksek, tiroid ince iğne aspirasyon biyopsileri şüpheli veya indetermine hastalar, vücut kitle indekslerine göre gruplara ayrılarak malignite oranları incelenmiştir.

METOD: Bu çalışma Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 2009-2010 yılında indetermine sitoloji nedeni ile opere edilen 214 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar operasyon öncesi vücut kitle indekslerine göre 4 gruba ayrıldı. Grup 1; 47 kişi (VKİ 18-24,9 kğ/m2) , grup 2; VK 67 kişi ( 25-29,9) , grup 3; 85kişi (30-39,9) , grup 4; 15 kişi (VKİ > 40) ve üzeri hastalar alındı. Hastalar operasyon sonrası histopatolojik sonuçlarına göre benign ve malign olarak sınıflandırıldı. Her grupta malignite oranları kaydedildi ve gruplar birbiriyle karşılaştırıldı.

SONUÇLAR: Çalışmaya alınan 214 hastanın postoperatif histopatoloji sonucuna göre 70 hasta tiroid kanseri olarak rapor edildi (%32,7). Patoloji sonucuna göre hastalar benign ve malign olarak ayrıldığında gruplar arasında yaş, vki, boy, sT3, TSH , vücut yağ oranları ve BÇ/KÇ oranları benzer bulundu (p>0,05). Malign grupta sT4 düzeyi anlamlı yüksek saptandı (p<0,05). Grup 1 de malignite oranı %27, grup 2’de %32,8, grup 3 ‘de %32,9, grup 4’de %46,7 olarak bulundu. Gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0,05).

SONUÇ: Çalışmamızda hastaların vücut kitle indeksi ar- tıkça malignite oranı arttı, ancak fark istatistikel olarak anlamlı değildi ( p>0,05). Obezite ve artan vucut kitle indeksi tiroid kanseri için risk faktörü olabilir.

226 - ACTH Üreten Feokromositomaya Bağlı Gelişen Ektopik Cushing Sendromu Olgusu - 2014

Oya Topaloğlu, Şefika Burçak Polat, Berna Evranos , Hüsniye Başer, Merve Dirikoç, Mehmet Tokaç, Serpil Dizbay Sak, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 292, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Endojen Cushing sendromu nadir görülür. Tedavi edilmediğinde mortaliteyi arttırdığı gösterilmiştir. Doğru tanıyı koymak ve altta yatan etiyolojiyi aydınlatmak en uygun tedavi modalitesini belirlemek açısından büyük önem taşır. Ektopik Cushing tüm vakaların %10’nu teşkil eder ve genellikle küçük hücreli akciğer kanseri, pankreatik nöroendokrin tümörer, medüller tirod kanseri ve karsinoidlerden köken alır. Burada feokromositomadan salgılanan ACTH salınımına bağlı bir ektopik Cushing vakası sunulmuştur.

VAKA: Kırk sekiz yaşında kadın hasta kliniğimize ACE inhibitörü, thiazid grubu diüretk, alfa blokör ve kalsiyum kanal blokörü içeren dörtlü antihipertansif tedaviye rağmen hipertansif ataklarının olması üzerine başvurdu. Hipertansif atak sırasında sistolik kan basıncının 230 mm Hg, diastolik kan basıncının 120 mm Hg’a kadar yükseldiğini ifade eden hastada eşlik eden başağrısı, bulantı, kusma, proksimal kas güçsüzlüğü, ciddi kilo kaybı ve çarpıntı episodları mevcut idi. Öyküsünde, hastanın hipetansiyon tanısının bir kaç ay önce konulduğu öğrenildi. 1 ay önce yine dış merkezde diyabetes mellitus tanısı konulan hastanın kan şekeri oral antidiyabetik ilaçlar ile regüle olmamış ve kısa süre içinde insülin bağımlı hale gelmişti. 16 yıl önce geçirdiği C/S dışında operasyon öyküsü mevcut değildi. Fizik muayenede hasta anksiyeteli ve  depresif idi konuşurken doğru kelimeleri bulmakta güçlük çekmekteydi. Hastanın vücut ısısı 38°C, nabzı 140/dk, kan basıncı 200/100 mmHg idi. Optik disk incelemesinde papilödem saptanmadı. Hastada proksimal myopati dışında Cushing sendromu düşndürecek bulgu mevcut değildi. Laboratuvar testlerinde derin hipokalemi (2.5 mmol/), hipoalbuminemi (2.6 g/dl),  ve  ön planda AST olmak üzere  karaciğer enzim yüksekliği  mevcut idi . Hastanın kortizol düzeyi 63.4 idi ve 1mg ve 2gün 2mg deksametazon supresyon testlerinde baskılanma yoktu. 24 saatlik idrarda serbest kortizolü 23.000 μgr/gün ölçüldü, idrarda fraksiyone metanefrin ve nor metanefrin düzeyleri normal sınırlarda idi. IRMA yöntemi ile ölçülen ACTH değeri 289.3 pg/ml idi. Yüksek doz dekzametozon testinde de serum kortizolü baskılanmayan, ciddi hipokalemisi, progresif seyirli kliniği ve hipofiz MRG’ında adenomu olmayan hastada ön planda ektopik Cushing düşünüldü. Bu nedenle toraks, abdomen BT ve PET CT istenilen hastanın sol adrenal bezinde 5 cm boyutunda  artmış FDG tutulumu gösteren (SUV max:18)  kitle tespit edildi bu lezyon dışında her hangi bir patoloji tespit edilmedi. Addison protokolü ile operasyona verilen hastanın patolojisi feokromositoma olarak geldi, PASS skoru 4 idi ve immünhistokimyada  ACTH ile pozitif boyanma tespit edildi.

Resim 1. Abdomen BT görüntüsü


 

Resim 2. PET CT’de adrenal kitlede artmış FDG tutulumu


TARTIŞMA: Ektopik ACTH salgılayan feokromositoma tanısı endokrinolog için tanısal zorluk taşıyan bir durumdur. Öncelikle yüksek klinik şüphe gerektirir. Normalde idrar metanefrin ve normetanefrin tanıda yüksek özgüllük ve duyarlılığa sahipken, bu tür olgularda idrarda çok yüksek serbest kortizol düzeyleri yanlış negatif katekolamin sonuçlarına sebep olabilir.

225 - Polikistik Overli Kadınlarda Görülen Tiroid Patolojileri ve Tiroid Volümünün Hormonal Parametreler İle İlişkisi - 2014

Şefika Burçak Polat, Oğuzhan Oğuz, Muhammed Saçıkara, Neslihan ÇUHACI, Berna Evranos, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 270, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Polikistik over sendromu (PKOS) üreme çağındaki kadınlarda en sık görülen endokrin hastalıklardan biridir ve prevalansı %5-10 arasında değişmektedir. Literatürde PKOS’lu hastalarda otoimmün tiroidit ve guatr sıklığının arttığını bildiren çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmanın amacı; PKOS’lu hastalarda hipotiroidizm prevalansını, tiroid otoimmünitesini ve tiroid bezinin ultrasonografik özelliklerini normal popülasyon ile karşılaştırılmak ve tiroid volümünün  serum luteinize edici hormon (LH), insülin benzeri büyüme hormonu-1 (IGF-1),  IGF bağlayıcı protein-3 (IGFBP-3) gibi hormonlarla ilişkisini değerlendirmektir.

GEREÇ ve YÖNTEM: Yetmiş PKOS hastası ve 84 yaş uyumlu sağlıklı birey çalışmaya dahil edildi. Hasta grubu ve kontrol grubu birbirleri ile hormonal parametreler, antropometrik ölçümler, tiroid volümü, tiroid bezinin ultrasonografik özellikleri ve tiroid otoimmünitesi açısından karşılaştırıldı. Ayrıca PKOS’lu hastalarda tiroid volümünün  serum IGF-1 düzeyi, LH ve IGFBP3 düzeyi gibi hormonal parametreler  ile ilişkisi araştırıldı.

BULGULAR: Beden kitle indeksi (BKİ), Ferriman Gallwey skoru (FGS),açlık insülin düzeyi, dihidroepiandesteron sülfat (DHEA-S), total ve serbest testosteron düzeyi, LH,  tiroid volümü ve IGFBP-3 PKOS’lu hastalarda kontrol grubuna göre belirgin düzeyde daha yüksek saptandı. Tiroid volümü HOMA-IR indeksi ile tanı konulmuş insülin rezistansı olan ve olmayan bireyler arasında benzerdi. Gruplar arasında hipotiroidizm sıklığı veya ultrasonografik özellikler açısından fark saptanmadı. Tiroid volümü ile BKİ arasında pozitif yönde bir ilişki saptandı. PCOS’lu hastalarda  tiroid volümü, serum LH düzeyi ile pozitif korelasyon gösterirken, IGF-1 ve IGFBP-3 ile ilişkisi saptanmadı.

Tablo 1. Farklı hormonal ve antropometrik parametrelerin tiroid volümü ile ilişkisi


 

Tablo 2.Grupların tiroid bezinin ultrasonografik özellikleri açısından karşılaştırılması


 

TARTIŞMA VE SONUÇ: Sonuç olarak, PKOS’lu hastalarda ve kontrol grubunda tiroid otoimmünitesi ve nodülaritesi arasında fark saptamadık  ancak PKOS grubunda tiroid volümünün daha fazla olduğunu gördük. Tiroid volümü ile korelasyon gösteren iki parametre BKİ ve serum LH düzeyi idi. PKOS tedavisinde kullanılan ve serum LH düzeyini baskılayan oral kontraseptifler tiroid volümünü küçültebilir ve guatrlı hasta sayısını azaltabilir. PKOS’lu hastalarda tedavi öncesi ve tedavi sonrası tiroid volümünü değerlendiren  ve serum LH düzeyi ile korelasonunu araştıran yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.

224 - Adelosan Yaş Grubunda Polikistik Over Sendromu - 2014

Mina Gülfem Kaya, Cevdet Aydın , Şefika Burçak Polat, Düriye Deniz Demirseren, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 269, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Polikistik over sendromu (PKOS), reprodüktif çağdaki kadınların %5-10’unu etkileyen hirsutizm, akne ve oligo-amenore gibi menstrual düzensizlikler ile karakterize kompleks bir endokrinopatidir. Bu çalışmanın amacı PKOS için risk faktörleri taşıyan adolesan yaş grubundaki olguları değerlendirmek ve PKOS tanısının adelosanlarda en sık hangi belirti ve bulgularla ortaya çıktığını araştırmaktır.

GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya 15-19 yaş aralığında olup polikliniğimize adet düzensizliği, akne, obezite veya hirsutizm şikayetlerinden en az biri ile başvuran 93 adelosan birey alındı. Daha önce PKOS tanısı almış olan hastalar çalışmaya alınmadı. Tüm bireyler hem Rotterdam hem de NIH kriterleri ile değerlendirildi.

BULGULAR: Rotterdam kriterlerine göre 40(%43.01) hastaya, NIH kriterine göre 32(%34.40) hastaya PKOS tanısı koyuldu. Rotterdam kritelerine göre PKOS tanısı koyulan hastalarda adet düzensizliği %90, hirsutizm %45, obezite %25, akne %32.5 oranında saptandı. NIH kriterlerine göre tanı alanlarda ise bu oranlar sırasıyla %96.9, %50, %25 ve %31.3 olarak bulundu (Şekil-1). Hastalar geliş şikayetlerinin kombinasyonuna göre 12 alt guruba ayrıldı (Tablo-1) Her iki tanı kriterine göre değerlendirildi. Hangi şikayet veya bulgunun PKOS tanısı için yüksek öngörüye sahip olduğuna bakıldığında, Rotterdam kritelerine göre PKOS, adet düzensizliği ve hirsutizm beraber olan bireylerde obezite ve/veya akne eşlik etsin veya etmesin %100; adet düzensizliği ve akne beraberliğinde %75, adet düzensizliği ve obezite beraberliğinde %66.7, sadece hirsutizm varlığında %66.7, hirsutizm ve akne beraberliğinde %50, sadece adet düzensizliği olanlarda %40, sadece aknesi olanlarda %3.7, sadece obezitesi olanlarda %0 oranında bulundu. NIH kriterlerine göre PKOS, adet düzensizliği ve hirsutizm beraber olan bireylerde obezite ve/veya akne eşlik etsin etmesin %100, adet düzensizliği ve akne beraberliğinde %66.7, adet düzensizliği ve obezite beraberliğinde %44.4, sadece hirsutizm olanlarda %33.3, sadece adet düzensizliği olanlarda %26.7, tek başına akne veya obezitesi olanda %0 oranında bulundu. 8 hastaya sadece Rotterdam kritelerine göre PKOS tanısı koyuldu. Bu 8 hastanın 5’inde (%62.5) insülin direnci mevcuttu,2 hastadada (%25) obezite saptandı.Bu hastalar NIH kriterlerine göre tanı almayan ve overlerinde kist saptanan hastalardı. Çalışmamızda FGS skoru ve DHEAS düzeyi arasında istatistiksel anlamlı ilişki bulunmadı (p=0.82).

Şekil 1. Rotterdam ve NIH kriterlerine göre PKOS tanısı koyulan hastaların bulgularının yüzdeleri


 

Tablo 1. 93 hastanın geliş şikayetlerinin kombinasyonu ve tanı sıklığı


SONUÇ: Bu çalışmada PKOS tanısı koyulan adelosanlarda en sık başvuru şikayeti sırasıyla adet düzensizliği, hirsutizm, akne ve obezite olarak belirlendi. Rotterdam kriteleri kullanıldığında daha fazla sayıda olguya PKOS tanısı koyuldu. Güncel kılavuzlar adelosanlarda PKOS tanısını temelde persistan oligomenoreye eşlik eden klinik ve/veya laboratuvar hiperandrojenizm (diğer patolojiler ekarte edildiğinde) üzerine kurmaktadır. Polikistik over morfolojisi adelosanlarda reprodüktif değişimin bir parçası olabilir.

223 - Vena Cava İnferiorda Tromboz Ve Cushing Sendromu İle Birlikte Seyreden Dev Bir Adrenokortikal Karsinom Olgusu - 2014

Mina Gülfem Kaya, Fatma Dilek Dellal, Arife Ulaş, Mehmet Gümüş, Aydan Kılıçarslan, Bülent Yalçın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 268, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Adrenokortikal karsinomlar nadir görülen, agresif seyirli malignitelerdir ve yaklaşık %25-75’i aşırı hormon üretimine sebep olur. Adrenokortikal kanserlerin etkili adjuvan tedavileri yoktur. Biz bu bildiride vena cava inferiorda (VCI) trombüs ile birlikte seyreden, Cushing sendromuna neden olan, kemoradyoterapiye kısmi klinik cevap veren, dev adrenokortikal kanserli bir olguyu sunuyoruz.

OLGU: 44 yaşında kadın hasta obezite, oligomenore ve karın ağrısı şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Santral obezitesi, bufalo hörgücü ve karında ele gelen kitlesi mevcuttu. Özgeçmişinde hipertansiyon, geçici iskemik atak ve epilepsi tanıları vardı. Serum kortizol, DHEAS ve testosteron seviyeleri yüksek, plazma ACTH düzeyi ise baskılı idi. İdrarda serbest kortizol yüksekliği, dexametazon supresyon testlerinde baskılanma olmaması ve klinik tablo ile Cushing sendromu tanısı koyuldu. Serum aldosteron ve renin aktivitesi, 24 saatlik idrar katekolaminleri normaldi. Batın tomografisinde sağ adrenal bezde 16x11 cm boyutunda hipodens solid kitle saptandı. Kitle nonhomojen ve düzensiz kenarlıydı. Neovaskularizasyon gösteriyordu, karaciğer ve böbreğe invaze idi. Ayrıca VCI’da 2.3x2.2 cm trombüs saptandı. Kitle rezekte edilemediğinden tomografi eşliğinde kitleden biyopsi alındı ve adrenokortikal karsinom tanısı konuldu. AJCC evrelemesine göre tümör T4NXM1- Evre 4 olarak sınıflandırıldı. Günde 4.5 gr Mitotan ve glukokortikoid tedavisi başlandı. Trombüs varlığından dolayı warfarin tedaviye eklendi. Takiplerinde total testosteron ve DHEAS seviyeleri düşme eğilimindeydi. Hastaya 5 ay sonra radyoterapi ve kemoterapi (Cisplatin ve Etoposid/3 siklus) verildi. Tümör boyutu 10x7,6 cm’e, VCI trombüsü 2.2x1.4 cm’e geriledi. Kısmi remisyon gösteren hasta ameliyata alındı ancak çevre dokulara yayılımından dolayı tümör rezeke edilemedi. Hastanın takibi devam etmektedir.

Resim 1. Tedavi öncesi  MRG


 

Resim 2. Tedavi sonrası   MRG



 

Tablo. Hastanın tedavi öncesi ve sonrası laboratuvar değerleri

 

Bazal

değerler

12 haftalık Mitotan tedavi sonrası

 

Kemoterapi ve Radyoterapi sonrası

TSH (0.27-4.2mIU/mL)

0.5

0.9

0.039

sT4 (0.9-1.7 ng/dl)

0.7

0.6

0.9

sT3 (2-4.4 pg/ml)

2.5

2

2.8

Kortizol (6.2-19.4 ug/dl)

27

7.1

5.3

ACTH(0-60pg/mL)

1

1

2

Totaltestosteron(0.006-0.82 ng/ml)

0.82

0.55

0.5

Serbest  testosteron (0.29-3.18 pg/ml)

3

5.1

1.28

DHEAS (0-340 ng/ml)

884

312

22.3

FSH(3.5-12.5mIU/L)

10.4

47.3

65.4

LH (2.4-12.6mIU/L)

4.7

31.1

36.1

Estradiol (12.5-166pg/ml)

36.5

18.3

5

 

222 - Preoperatif Steroid Kullanan Hastalarımızda Adrenokortikotropik Hormon (ACTH) Uyarı Testi Sonuçları - 2014

Cevdet Aydın, Neslihan ÇUHACI, Burçak Polat, Berna Evranos Öğmen, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 267, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Kortikosteroidler otoimmün ve inflamatuar birçok hastalıkta yaygın olarak kullanılan ilaçlardır. Kronik steroid tedavisi, hipotalamo-hipofiz-adrenal (HPA) aksı baskılayarak cerrahi gibi stres durumlarında adrenal bezlerin yeterli cevap vermesini engelleyebilir. Uzun süreli oral veya inhaler steroid kullanım hikayesi olan hastalar cerrahi veya tanısal girişim öncesi adrenal yetmezlik açısından değerlendirildiğinde bazal kortizol düzeyine göre bir yaklaşım planlanır. Bazal kortizol düzeyi <3 ug/dl olan hastalarda uyarı testine gerek kalmadan steroid desteği ile girişim yapılır. Bazal kortizol düzeyi  >18 ug/dl olanlarda uyarı testi yapılmaz ve HPA aks baskılanmamış olarak yorumlanır. Steroid desteği olmaksızın girişim yapılır. Bazal kortizol düzeyi 3-18 ug/dl olan hastalara ise ACTH uyarı testi yapılır ve sonuca göre karar verilir. Çalışmamızda, çeşitli nedenlerle steroid tedavisi alan hastalarda operasyon sonrasındaki vital bulguları ve elektrolit durumunu incelemeyi ve preoperatif uygulanan ACTH uyarı testinin sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Mart 2013- Temmuz 2013 tarihleri arasında herhangi bir nedenle opere olacak olan ve bir endokrin hastalığı nedeni ile polikliniğimize yönlendirilen 1500 hastadan bilinen oral veya inhaler steroid kullanan 28 hastanın verileri retrospektif olarak gözden geçirildi. Operasyon veya tanısal girişim sonrası serum sodyum (Na), potasyum (K)  ölçümü yapılmış 15 hastanın verileri incelendi.

BULGULAR: Hastaların 9’u(%60) kadın, 6’ı (%40) erkek idi. Hastaların 5’i(%33.3) oral, 10’u(%66.7) inhaler steroid tedavisi almakta idi. Steroid tedavi nedeni 3(%20) hastada romatoid artrit (RA), 3 (%20)’dekronik obstruktif akciğer hastalığı (KOAH), 7(%46.7)’deastım, 1 (%6.7)’denörobehçet ve 1(%6.7) hastada da nefrotik sendrom idi. Tedavi süresi 6(%40) hastada 1-3 yıl iken, 5(%33.3) hastada3 yıldan daha fazla, 3 (%20) hastada 6-12 ay, 1 (%6.7) hastada ise 0-3 ay idi. En yüksek steroid dozu oral ve inhaler tedavi alanlarda sırasıyla 32 mg/gün metilprednizlon ve 500 mikrogr/gün inhaler steroid idi. ACTH uyarı testi yapılan hasta sayısı 8 idi. Bu 8 hastanın 7’si inhaler 1’i oral steroid tedavisi almakta idi ve ortalama bazal kortizol değerleri 11.06 ug/dl idi. ACTH uyarı testi yapılan hastalara ait bazal kortizol değerleri incelendiğinde en yüksek değer 16 ug/dl olarak görüldü. Uyarı testi sonrası tüm hastalarda kortizol cevabının yeterli olduğu gözlendi ACTH uyarı testi yapılmayan hastaların bazal kortizol düzeyleri 16.6-22 ug/dl arasında idi. Bir hastanın bazal kortziol düzeyi 1 ug/dl idi ve 3 aydan uzun süreli metilprednizolon tedavisi aldığı için steroid protokolü ile operasyona verildi. Hastaların operasyon öncesi Na, K, sistolik ve diastolik kan basınçları ve nabız ortalamaları tablo-1’de gösterilmiştir. Hiçbir hastada operasyon sonrası hemodinamik bozukluk gelişmedi.

 

Tablo 1. Oral ve inhaler steroid tedavisi alan hastaların operasyon öncesi ve sonrası elektrolit ve vital bulguları

 

ORAL STEROİD TEDAVİSİ ALANLAR

İNHALER STEROİD TEDAVİSİ ALANLAR

Operasyon Öncesi

Operasyon Sonrası

Operasyon Öncesi

Operasyon Sonrası

Sodyum

(136-145mmol/L)

143.6

138.8

141.5

140.8

Potasyum

(3.5-5.1 mmol/L)

4.1

3.8

4.8

4.3

Sistolik Kan Basıncı (mmHg)

114

108

117

122

Diastolik Kan Basıncı (mmHg)

74

70

77

76

Nabız(atım/dk)

76

78

80

82

 

SONUÇ: Bu çalışma sonucu inhaler steroid kullanan hastalarda bazal kortizol eşik değerinin 18 ug/dl den daha düşük olduğunu ancak bu hastalarda ACTH uyarı testine yanıtın yeterli olduğunu gözlemledik.

221 - Non-Klasik Konjenital Adrenal Hiperplazi ve Gebelik - 2014

Neslihan ÇUHACI, Cevdet Aydın, Ahmet Yeşilyurt, Ferda Alpaslan Pınarlı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 266, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), kortizol üretimi için gerekli enzimlerden birinin eksikliğine sekonder kortizol sentezinin bozulduğu ve adrenal andojen artışı ile karekterli bir grup otozomal resesif hastalığı tanımlar. KAH’nin en sık nedeni 6. kromozomun kısa kolunda bulunan (6p21.3) CYP21A2 genindeki mutasyona bağlı gelişen 21 hidroksilaz (21-OH) eksikliğidir ve KAH’li vakaların > %90’dan sorumludur. KAH; klasik (K-KAH) ve non-klasik (NK-KAH) veya geç-başlangıçlı olmak üzere klinikte 2’ye ayrılır. Klasik formun tuz-kaybettiren ve basit virilizan tipleri vardır ve iki 21-OH alelinin ciddi derecede etkilenmesi ile oluşurken, non-klasik formu 2 alelinde orta derecede etkilenmesi veya bir ciddi bir orta derecede etkilenmesi ile oluşur. NK-KAH’li bireylerin %70’i exon 7’de Val281Leu nokta mutasyonu taşır ve enzim aktivitesini %20-50 muhafaza ederler. Etkilenen bireylerde ve taşıyıcılarda CYP21A2’de mutasyon varsa ve eğer partnerlerinde de mutasyon taşıyıcılığı varsa çocuklarında hastalık ortaya çıkabilir. Bu nedenle çiftlerde genetik çalışma ve sonuca göre de genetik danışmalık yapılmalıdır. Genetik tanı için koryonik villus örneklemesi 10-12. haftaya kadar yapılmamalıdır. Biz bu bildiride NK-KAH’li, eşinde de NK-KAH heterozigot mutasyonu olan ve tekrar gebe kalmayı planlayan bir vakamızı sunacağız.

OLGU: 32 yaşında bilinen hipotroidisi olan ve L-tiroksin tedavisi alan kadın hasta kilo vermek amacıyla polikliniğimize başvurdu.Hastanın 4 ay önce düşük ile sonuçlanan gebelik öyküsü mevcuttu. Daha önce de ektopik gebelik ve intrauterin exitus ile sonuçlanan ikiz gebeliği olduğu öğrenildi. Hastanın sağlıklı bir erkek çocuğu vardı ve tekrar gebe kalmayı planlıyordu. Fizik muayenesinde; VKİ:26 kg/m2 idi. Mor stria veya ensede yağ yastıkçığı yoktu. Ferriman-Gallwey skoru 5-6 idi. Hastanın tetkiklerinde tiroid fonksiyon testleri normal sınırlarda, HOMA-IR ile hesaplanan insülin direnci düzeyi 1.8 ve bazal kortizol düzeyi 17.8 ug/dl idi. 1 mg dexametazon supresyon testi sonucunda kortizol düzeyi 0.6’a kadar baskılandı. Folliküler dönemde bakılan 17 OH progesteron düzeyi 12.8 ng/ml ve ACTH düzeyi 56 pg/ml idi. DHEA-SO4 düzeyi normal sınırlardaydı. Pelvik ultrasonografisinde patoloji saptanmadı. KAH tanısını doğrulamak için yapılan ACTH stimulasyon testinde 17 OH Progesteron düzeyleri sırasıyla 0, 30 ve 60. dakikalarda 14, 21 ve 26 ng/ml saptandı. Aynı zamanda MTHFRC677 T mutant taşıyıcısı olduğu da öğrenilen hastanın daha önceki düşük ve intrauterin ex öyküsü nedeni ile bakılan karyotip analizinde 46, XX normal konstitusyonel karyotip ve aynı zamanda teyzesinin oğlu olan eşinin de 46, XY normal konstitusyonel karyotip olduğu öğrenildi. Hastada NK-KAH düşünüldü, eşinden ve kendisinden genetik çalışma yapıldı. Kendisinin CYP21A2 geninde KAH ile ilişkili olduğu bilinen Q318X ve P453S heterozigot mutasyonlarını taşıdığı, eşininde CYP21A2 genine ait ekzon 8 ve 10 DNA dizi analizi sonucunda P453S heterozigot mutasyonu taşıdığı saptandı. Çifte genetik danışmanlık önerildi. Genetik danışmanlıkta hastaya ve eşine hastalık ile ilgili bilgi verildi ve eğer gebe kalırsa fetusda ve doğum sonrasında olabilecek riskler anlatıldı ve gebelik olursa fetal örnekleme yapılması önerildi. Hastaya gebelik öncesi tedavi başlanmadı, gebe kalırsa tedavi başlanması planlandı.

SONUÇ: NK-KAH’li bireylerin çoğu bir alellerinde CYP21A2 için ciddi mutasyon taşıdıkları için K-KAH’li çocuğa sahip olma riskleri vardır. NK-KAH’li bir ebeveynin K-KAH’li bir çocuğa sahip olma riski 1/240’dır (1/60x1/2)X(1x1/2). NK-KAH’li hastaların çoğu bileşik heterozigot olduğu için tahmini insidans 1/360’dır. Bu tip hastalarda prenatal tedavi günümüzde halen tartışmalıdır. Çünkü; etkilenmemiş bir dişiyi tedavi etmek için 8 fetusdan 7’i dekzametazona maruz kalacaktır. Tedavinin etkili olabilmesi için dekzametazon tedavisinin fetal genital virilizasyonun başladığı konsepsiyondan 6-7.hafta sonra başlanması gerekmektedir, ayrıca genetik tanı için koryonik villus örneklemsi gebeliğin 10-12, haftalarında yapıldığı için bu süre içerisinde 1/8 oranındaki fetus tedaviden fayda görecektir (7’i erkek, biri etkilenmemiş dişi). NK-KAH aslında sık karşılaşılan ancak semptomları çeşitli olduğu için tanının atlanabildiği veya geç farkedilebildiği bir durumdur. Özellikle tekrarlayan düşükleri veya infertlitesi olan bireyler KAH yönünden de değerlendirilmelidir. NK-KAH’li bir kadın gebe kalmayı planlıyorsa mutlaka eşininde değerlendirilmesi, genetik testlerin yapılması ve gerekirse genetik danışmanlık almaları önerilir.

220 - Adrenal Adenomlu Bir Hastada Karbamazepin Kullanımına Bağlı Yanlış Pozitif Dekzametazon Supresyon Testi ve İdrar Kortizolü Sonuçları - 2014

Neslihan ÇUHACI, Cevdet Aydın, Burçak Polat, Berna Evranos Öğmen, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 251, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Adrenal adenomlar çoğunlukla benign non-sekretuar kortikal adenomlar olmakla birlikte adenomun fonksiyonel olup olmadığı ve  malignite açısından hastalar değerlendirilmelidirler. Malignite açısından adenomun büyüklüğü ve radyolojik bulgular yardımcı olabilmektedir. Foksiyonel değerlendirme açısından tüm hastalar Cushing Sendromu (CS), feokromasitoma (Feo) ve hiperaldosteronizm yönünden incelenmelidirler. Hiperkortizolemi açısından başlangıç testleri; idrar kortizolü, kortizolün sirkadien ritminin kaybolması ve 1 mg dekzametazon supresyon testi (DMST)’dir. 1 mg DMST ile %2-12 oranında yanlış pozitif sonuçlar elde edilebilir (stres, kilo kaybı, alkol, ilacın metabolizmasının değişmesi gibi). Dekzametazon (DM) çoğu ksenobiotiklerin metabolizmasından sorumlu enzim kompleksi hepatik CYP3A4 ile metabolize olur. Karbamazepin, fenobarbital, rifampin, etosüksimid, pirimidon gibi çeşitli ilaçlar bu enzimin aktivitesini indükleyerek DMST’de yanlış pozitifliğe neden olurlar. İdrar serbest kortizolü de yüksek performanslı likit kromotografi (HPLC) ile ölçümlerde karbamazepin ile etkileşime girerek idrar serbest korttizolünü artırabilir. Biz bu bildiride prostat kanseri nedeni ile izlenirken çekilen batın bilgisayarlı tomografisinde (BT) sürrenal adenom saptanan ve istenen hormonal tetkiklerinde 1 mg DMST ve idrar serbest kortizol yüksekliği karabamazepine bağlanan bir vakayı sunduk.

OLGU: 69 yaşında prostat kanseri nedeni ile operasyon planlanan hasta çekilen batın BT’de sol sürrenal glandda 10 mm adenom (Resim-1) saptanması nedeni ile polikliniğimize yönlendirildi. Bilinen Tip 2 diabetes mellitus (DM), hipertansiyon (HT), geçirilmiş serobrovasküler hastalık (SVO) öyküsü olan hasta ACE (anjio-converting enzim) inhibitörü, metformin, gliklazid, asetilsalisilik asit tedavisi almakta idi. Hastanın fizik muayenesinde patolojik bulgusu yoktu. Sürrenal adenomun değerlendirilmesi amacıyla istenen hormonal tetkiklerinde kan ve idrar katekolaminleri normal, aldosteron/renin oranı 20’nin altında, 17 hidroksi progesteron ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-SO4) düzeyleri normal idi. Kortizol düzeyinin 25.6 ug/dl olması nedeni ile istenen 1mg DMST’de baskılanması olmadı (5.3 ug/dl). Bu nedenle bakılan idrar serbest kortizolü de yüksek (189.7 µgr/gün) saptandı.   Hastaya ileri tetkikler planlanırken hastanın SVO nedeni ile karbamazepin de kullanıldığı öğrenildi. Bu nedenle daha ileri tetkikler yapılmadı ve hasta prostat kanseri nedeni ile opere edildi. Operasyon sonrası vital bulguları stabil idi ve elektrolit inbalansı saptanmadı.

 

Resim 1. Hastanın batın BT’deki adrenal adenom görüntüsü


SONUÇ: Adrenal adenomların hormonal değerlendirilmesinde kullanılan idrar kortizolü ve DMST’de yanlış pozitifliğe neden olabilecek ilaçlar açısından hastalar mutlaka sorgulanmalıdır. Böylece gereksiz araştırmalar ve tetkiklerden kaçınılarak hastanın uygun tanı ve takibinin yapılması sağlanmış olur.

219 - Gebelik İlişkili Ciddi Osteoporozu Olan Hastada Teriparatid Tedavisi - 2014

Şefika Burçak Polat, Berna Evranos, Cevdet Aydın, Neslihan ÇUHACI, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 244, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Gebelikle ilişkili osteoporoz nadir görülen bir durumdur. Genellikle gebeliğin son üç ayında veya erken postpartum dönemde ciddi sırt ağrısı ve vertebral kırıklara bağlı boy kısalması şikayeti ile hastalar kliniğe başvurur. Etiyolojisi net bilinmemekledir. Klasik tedavisi laktasyonun kesilmesi, kalsiyum (Ca) ve D vitamini replasmanı ve seçilmiş vakalarda bifosfonatlardır. Tüm osteoporoz ilaçları genel olarak postmenopozal yaş grubunda onay almıştır ve postpartum osteoporozu olan hastalarda teriparatid kullanımı tüm dünyada endikasyon dışı olarak uygulanmaktadır. Burada gebeliğe bağlı ciddi osteoporozu olan ve teriparatid kullanılan bir vaka takdim edilmiştir.

VAKA: Yirmiüç yaşında  kadın hasta postpartum 2. haftada kliniğimize ciddi sırt ağrısı şikayeti ile başvurdu. Hasta sırt ağrısının gebeliğin son ayında başladığını ve doğumdan sonra Ca ve D vitamini tedavisi almasına rağmen sebat ettiğini ifade etti. Hastanın vücut kitle indeksi 24 kg/m² idi. Hikayesinde gebelik öncesi adetlerinin düzenli olduğu ve osteoporoz için risk oluşturabilecek sigara, alkol, steroid kullanımı veya aile öyküsünün olmadığı öğrenildi. Hastanın tiroid fonksiyon testleri, böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri, serum parathormon (PTH), çölyak otoantikorları, serum Ca, fosfor (P) ve D vitamin düzeyleri normal sınırlardaydı. Direk grafide hastanın T5,T7,T10,T11,T12 vertabralarında kompresyon kırıkları tespit edildi. KMD’de total vertebra Z skoru -4.2, femur boynu Z skoru -1 idi. Laktasyonu sonlandırılan hastaya 20 µg/gün  teriparatid, 1000 mg Ca ve 800 IU kolekalsiferol başlandı. Ortopedi tarafından kırıkları için torakal korse önerildi. Tedavinin 2. ayında sırt ağrısı belirgin olarak azaldı, tedavinin 6. ayında lumbar vertebrada kemik yoğunluğu %15 arttı ve tedaviye devam edilerek bir yıla tamamlandıktan sonra tekrar değerlendirilmesi planlandı.

TARTIŞMA:  Gebelik ilişkili osteoporozun efektif tedavisi tartışmalıdır. Premenapozal kadınlarda bifosfanatların kullanımı ile ilgili endişeler mevcuttur. Çünkü bu ilaçlar kemikte birikir ve kesildikten yıllar sonra dahi plasentayı geçerek fetüs üzerinde olası yan etkilere sebep olabilir. Daha önceki vaka takdimlerinde teriparatid kemik mineral yoğunluğunda 6 ay içerisinde yaklaşık %36’lık bir artışa sebep olmuştur. Bu ilaç olası yeni kırıkları önler ve bu tip hastalarda güvenli bir tedavi seçeneği olarak kullanılabilir.

 

Tablo 1. Hastanın laboratuvar sonuçları

  

Normal Değerler

Serum Ca

9    mg/dl

8.5-10.2

Serum P

4.3 mg/dl

2.5-4.5

PTH

32  pg/ml

15-65

Kreatinin

0.8  mg/dl

0.1-1.2

TSH

1.2  uIU/ml

0.4-4.5

Vitamin D

24   ug/L

10-80

ALT / AST

10/ 13 U/L

0-33

Osteokalsin

30.19 ng/ml

13-46

N- Telopeptid

0,76 ng/ml

0.016-0.58

C- Telopeptid

0.75 ng/ml

0.104-1.008

  

Şekil 1.  Hastanın torakal vertebralarında yükseklik kaybı

218 - Dev İnvaziv Prolaktinomada ‘’Yüksek Doz Hook Effect’’: Olgu Sunumu - 2014

Berna Evranos, Cevdet Aydın, Burçak Polat, Fatma Neslihan ÇUHACI, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 218, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Prolaktin salgılayan hipofiz adenomu (prolaktinoma) hipofiz bezi tümörlerinin en sık nedenidir. Prolaktin sekresyonu sıklıkla tümör boyutu ile orantılıdır. İnvaziv dev prolaktinoma, tumor boyutu >4 cm, prolaktin düzeyi >1000 ng/mL ve bası semptomları oluşturan prolaktinomalar için tanımlanmaktadır. Dev prolaktinomalar nadirdir ve sıklıkla erkeklerde görülür.

VAKA: 52 yaşında erkek hasta 6 aydır var olan baş ağrısı, bulanık ve çift görme, libidoda azalma şikayetleri ile hastanemize başvurdu. Çekilen manyetik rezonans görüntülemede (MRG)47x35x33 mm boyutlarında silviyan ve suprasellar sisterne uzanım gösteren, kavernöz sinüse invaze olan, 3. ventrikül ve yukarısına uzanan sağ internal karotid arter ve orta serebral arteri basılayan dev kitle izlendi (Resim-1).FSH 4,48 mIU/mL  (normal:1,5-12,4),LH 3,75 mIU/mL  (normal: 1,7-8,6),testosteron 0,736 ng/mL (normal: 2,84-8),TSH0,959 uIU/mL (normal: 0,27-4,2),serbest T4 1,28 ng/dL (nomal:  0,9-1,7) ve prolaktin470 ng/mL (normal: 0-15) saptandı. Hasta apopleksi nedeniyle opere edildi. Postoperatif prolaktin değeri yine 470 ng/mL saptandı. Prolaktin düzeyi 1/100 dilüsyonla tekrar çalışıldı ve 2060 ng/mL olarak ölçüldü.

 

Resim 1. Koronal kesit Hipofiz MRG


 

SONUÇ: Ortamda gelişen antijen antikor ilişkisi yoğunluğu, öncelikle  çevrede bulunan antikor ve antijen oranına bağlıdır.Herhangi birinin fazla olması yeterli immunkompleks oluşumunu bozar. Bu da ‘yüksek doz hook effect’olarak tanımlanır. Yüksek doz hook effect  assay sonuçlarını etkiler. Hook effect’i  azaltmak için prolaktin düzeyleri serum örnekleri dilüe edilerek çalışılmalıdır. Bizim hastamızda 1/100 dilüasyonla doğru sonuçlara ulaşıldı.

Prolaktin düzeylerinin büyük hipofiz tümörlerinde doğru değerlendirilebilmesi için 1/100 ve üzeri düzeylerde dilüasyonla çalışılmasını öneririz.

217 - Kabergolin Tedavisine Yanıt Veren Bir Gigantomasti Ve Makroprolaktinemi Vakası - 2014

Fatma Dilek Dellal, Mina Gülfem Kaya, Şahin Doğanay, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 211, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Hiperprolaktinemili hastaların %10-25’inde gigantomasti görülür. Makroprolaktinemi, prolaktin (PRL) monomerleriyle anti-PRL otoantikorlarının kompleks oluşturması sonucu meydana gelen yüksek moleküler kitledeki PRL formlarının (big-big PRL, MW> 150 kDa) çoğunlukta olduğu durumu ifade eder.  PRLmeme gelişiminde major rol oynamaktadır. Makromasti, gigantomasti ve meme hipertrofisi terimleri birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Hastalar, makromasti ile ilişkili tipik fiziksel, sosyal ve psikolojik sorunlarla başvururlar. Fiziksel semptom ve bulgular arasında omuz, sırt, boyun ve meme ağrısı ile kifoskolyoz gibi memenin ağırlığı nedeniyle oluşan problemler sayılabilir. Tedavide cerrahi, hormonal tedavi veya ikisinin kombinasyonu uygulanabilir. Birçok araştırmacı, gigantomastinin medikal olarak tedavi edilemeyeceğini, yalnızca cerrahi müdahaleyle düzeltilebileceğini belirtmektedir. Biz gigantomasti ve makroprolaktinemisi olan ve kabergolin ile tedavi edilen bir vakamızı bildiriyoruz.

VAKA: 6 aydır meme büyümesi, meme başından sıvı gelmesi, meme ve sırt ağrısı şikayetleri olan 44 yaşında kadın hasta polikliniğimize başvurdu. Hastanın şikayetleri nedeniyle mastektomi talebi vardı. Menstrual siklusu normaldi. Kronik hastalık, ilaç kullanım öyküsü ve aşırı kilo alma hikayesi yoktu.  Ailede meme hipertrofisi öyküsü yoktu. Vücut kitle indeksi 31,2 kg/m² idi. Meme palpasyonla sertti ve cildi diffüz olarak gergindi. Yüzeysel venler belirgin ve dilateydi. Hastada ateş, eritem, ülserasyon yoktu. Meme çevresi 116 cm idi. Galaktore mevcuttu. Hormonal incelemede hiperprolaktinemi (PRL: 87 ng/mL) ve makroprolaktinemi tespit edildi. Diğer anterior hipofiz hormonları normaldi. Hipofiz MR’da 6 mm hipofizer adenomu izlendi. Meme ultrasonografisi ve mamografisi normaldi. Kabergolin 0.5mg/hafta başlandı. 1 ay sonraki kontrolde makroprolaktinemi ve hiperprolaktineminin düzeldiği görüldü. Meme çevresi 1, 2 , 3. ve 5. aylarda sırasıyla 110, 108, 106 ve 105 cm olarak ölçüldü. Takip sırasında kabergolin dozu 1 mg/haftaya yükseltildi. Hasta medikal tedavi sonrasındaki düzelmeden tatmin olarak operasyon talebinden vazgeçti.

TARTIŞMA: Makroprolaktineminin klinik önemi, uzun yıllardır tartışma konusudur.Bazı bildirilerde hiperprolaktinemik semptomlarla ilişkili olduğu belirtilirken, bazılarında ise herhangi bir bulguya neden olmadığı bildirilmektedir. Literatürdeki bu çelişkili sonuç, makroprolaktin yapısındaki heterojenite ile izah edilebilir. Makroprolaktin sentezi genellikle extrahipofizer postsekretuar bir fenomen olarak düşünülür. Diğer yandan makroprolaktinemili hastaların %20’sinde hipofiz adenomları bulunmaktadır. Ayrıca vakaların %20’sinde galaktore ve %45’inde oligo/amenore görülür. Vakamızdaki etyolojiyle ilgili iki durum sözkonusu olabilir: hipofiz adenomu ve makroprolaktineminin eşzamanlı görülmesi ya da hipofizer kitlenin kendisinin makroprolaktin üretmesi. Literatürde her iki ihtimallin de lehine bulgular mevcuttur. Leslie ve arkadaşları makroprolaktinemili bir hastalardaki hipofiz adenomlarının doku örneklerinde monomerik PRL izoformu göstermişlerdir. Bu sonuç, makroprolaktinin periferal sentezini destekler niteliktedir (1). Aksine, prolaktinoma dokusunda, normal adenohipofiz dokusuna gore yüksek makroprolaktin konsantrasyonunun olduğunu saptayan iki çalışma mevcuttur (2, 3). Hipofizer nonfonksiyone adenoma ve makroprolaktineminin rastlantısal birlikteliği de, oligosemptomatik klinik prezentasyonun bir nedeni olabilir. Lakatos ve arkadaşları intra ve parasellar hipofizer kitlesi olan ve hiperprolaktinemisi büyük ölçüde makroprolaktin formunda olan 80 yaşında bir erkek hastayı bildirmişlerdir(4). Bu vaka, makroprolaktineminin tümoral orijinini destekler niteliktedir. Sonuç olarak, gigantomasti ve makroprolaktineminin cerrahiolmaksızın tedavisinde kabergolin tedavisi güvenilir ve etkili bir seçenek gibi görünmektedir.  Makroprolaktinemi benign bir durum olarak değerlendirilse de bazı vakalara hipofiz görüntülemesi, dopamin agonist tedavisi ve takip önerilmelidir.

KAYNAKLAR:

1- Leslie H, Courtney CH, Bell PM. Laboratory and clinical experience in 55 patients with macroprolactinemia identified by a simple polyethylene glycol precipitation method JCEM. 2001;86(6): 2743-2746.

2- Mounier C, Trouillas J, Claustrat B, Duthel R, Estour B. Macroprolactinaemia associated with prolactin adenoma.  Hum Reproduction. 2003;18(4):853-857.

3- Ohnami S,Eto S, Ohnami S. Characterization of ‘bigbig prolactin’ in serum and tumor extract in patients with PRL-secreting tumor. Endocrinol Jap 1987;34(3): 325-334.

4- Lakatos G, Szücs N, Kender Z, Czirjak S, RAcz K. Macroprolactinemia associated with pituitarymacroadenoma: treatment with quinagolide. Orv Hetil. 2010;151(26):1072-5

216 - Lanreotid İlişkili Bradikardi ve Supraventriküler Ekstrasistoller - 2014

Berna Evranos, Burçak Polat, Fatma Neslihan ÇUHACI, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 210, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

VAKA: 63 yaşında akromegalik kadın hasta halsizlik,yorgunluk ve baş dönmesi şikayetleri nedeniyle kliniğimize başvurdu.10 yıldır akromegali tanısı olan hastanın öyküsünde 2 kez transsfenoidal cerrahi öyküsü mevcuttu. Remisyon sağlanamaması nedeniyle Lanreotid (somatostatin analoğu) başlanmıştı ve hasta 7 yıldır bu tedaviyi almaktaydı. Bazal plasma  GH1.21 ng/mL (NR:0-5),glukoz tolerans testi sonrası en düşük GH değeri1.2 ng/mL (NR: <1), IGF-1 129.1 ng/mL (NR: yaşa göre: 75-212),tiroid stimulan hormon (TSH) 0.824 uIU/mL (NR: 0.27-4.2),  serbest tiroksin (sT4) 1.26 ng/dL (NR: 0.9-1.7) ve prolaktin 6.66 ng/mL (NR: 0-20) idi. Gadolinyumlu manyetik rezonans görüntülemede hipofizer mikroadenom izlenmekteydi. Hastanın elektrokardiyogramında bradikardi (46/dk) ve supraventriküler ekstrasistoller izlendi. Lanreotid tedavisi kesildi. Hastanın semptomları geriledi ve kalp hızında artış (64/dk) izlendi.

SONUÇ: Somatostatin yarı ömrü kısa (2-3 dakika) peptid yapılı bir hormondur. Hipotalamus, pankreas ve birçok diğer dokularda sentezlenir ve büyüme hormonunu baskılar.

 

Şekil 1. Lanreotid kullanırken çekilen EKG


 

Şekil 2. Lanreotid kesildikten sonraki EKG


 

Somatostatin analogları  (Oktreotid ve Lanreotid) sıklıkla, transsfenoidal cerrahi sonrasında remisyona girmeyen akromegali hastalarının tedavisinde kullanılır. Oktreotid ilişkili bradikardi, nonakromegalik hastalarda ve akromegalili bir erkek hastada  sık görülmeyen bir yan etki olarak önceden bildirilmiştir. Bir sıçan çalışmasında, somatostatin veya reseptör selektif agonist olan lanreotidin rostral ventrolateral medullaya bilateral mikroenjeksiyonu sonrası doz bağımlı sempatik inhibisyonun, hipotansiyonu ve bradikardiyi tetkiklediği gösterilmiştir. Akromegali nedeniyle lanreotid kullanımı sonrası bradikardi ve supraventriküler ekstrasistolleri gösterilen ilk vakadır.

215 - T1DM’li Bir Hastada Hipoglisemik Atak Sonrası Kalıcı Uzamış Serebellar Ataksi - 2014

Şefika Burçak Polat, Cevdet Aydın, Berna Evranos, Neslihan ÇUHACI, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 203, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipoglisemi sıkı kan şekeri kontrolü hedeflenen diyabetik hastalarda  sık görülen bir komplikasyondur. Hipogliseminin nörolojik  manifestasyonları genellikle geri dönüşlüdür ve davranışsal değişiklikler, konsantrasyon bozukluları, konfüzyon, motor fonksiyon kayıpları ve nöbetleri içerir. Burada ciddi hipoglisemi atakları yaşayan gebe bir hastada gelişen kalıcı ataksi olgusu sunulmuştur.

VAKA: Yirmi altı yaşında  kadın hasta acil servise eşi tarafından bilinç kaybı nedeni ile getirildi. Hasta 10 haftalık gebeydi ve 13 yıllık  tip 1 diyabetes mellitus öyküsü mevcuttu. Hastanın acile başvuru anında ölçülen plazma glukozu 23 mg/dL idi. Fizik muayenede hasta letarjikti, hipotansiyon ve taşikardisi mevcuttu. Obstetrik ultrasonda fetus canlı ve kalp atımları normaldi. Laboratuar incelemede hastanın böbrek ve karaciğer fonksiyonları, serum elektrolitleri, tiroid fonksiyon testleri, 24 saatlik idrarda mikroalbumin atılımı ve vit B12 düzeyleri normaldi. Dekstroz infüzyonu sonrası hipoglisemisi düzelen hastanın bilinci açıldıktan sonra tekrarlanan nörolojik muayenesinde pupiller reaktif, derin tendon refleksleri normaldi ancak hastanın belirgin dizartrisi mevcuttu. Hospitalizayonun 2. gününde dizartrisi devam eden hastada yürüme ve denge  bozukluğu olduğu fark edildi ve yapılan koordinasyon testlerinde belirgin dismetri tespit edildi. Hastanın kranial MRG ve EEG’si normaldi. Taburculuktan bir ay sonra yapılan poliklinik kontrolünde duruş bozukluğu, yavaş konuşma ve ataksisinin devam ettiği gözlendi. Hastanın  gebeliği  ve doğumu sorunsuz geçti ve 39. haftada C/S ile  sağlıklı bebek dünyaya getirdi.

Tablo 1. Hastanın laboratuvar bulguları

  

Normal değerler

Plasma glukoz

40 mg/dl

70-199

Üre

35 mg/dl

10-48

Kreatinin

0.8 mg/dl

0.1-1.2

Na

142 mg/dl

136-145

K

3.8 mmol/l

3.5-5

ALT

29 U/L

0-41

İnsulin

1.54 µU/ml

2.6-24.9

C- peptid

0.3 ng/ml

0,1-3.6

Anti -GAD

14 u/ml

0-1

Anti-islet

pozitif

negatif

TSH

2.5 uIU/ml

0.4-4.5

Anti-TPO

149 IU/ml

0-34

Kortizol

30 µg/dl

6-19

 

TARTIŞMA: Hipogliseminin nörolojik belirtileri arasında davranışsal değişiklikler, konfüzyon, bilinç kaybı ve nöbet yer alır. Nadir olarak nöroglukopeni ataksiye sebep olabilir ve tekrarlayan ataklar sonrasında ne yazık ki uzamış veya geriye dönüşsüz nörolojik defisit gelişebilir. Serebellar disfonksiyon hipogliseminin nadir bir komplikasyonudur  ve serebellar glukoz kinetiğinin bozulmasına bağlı gelişir çünkü normalde sebellum tarafından glukozun hücreye alımı ve kullanımı hipoglisemiden korunacak şekilde regüle edilir. Serebellar glukokinetiği bozulan kişilerde bizim hastamızda olduğu gibi ataksi gelişebilir ancak çoğunlukla bu durum kısa sürelidir. Bizim hastamızda hipoglisemi ataklarının sık olması ve  müdahalenin gecikmesi nedeni ile ataksi kalıcı hale gelmiştir. Bu tür hastalarda ayırıcı tanıda kanama, serebellit, ilaç veya alkol kullanımı, Wernicke ensefalopatisi, vitamin B12 eksikliği ve ataksi telenjiaktazi düşünülmelidir. Tedavide glisemik hedefin yükseltilmesi ve destek tedavisi gerekmektedir.

214 - Spect/Bt Sistemi İle Yapılan Myokard Perfüzyon Sintigrafisinin Asemptomatik Diyabetik Ve Prediyabetik Hastalarda Sessiz Myokard İskemisini Belirlemedeki Rolü - 2014

Elif Özdemir, Şefika Burçak Polat, Nilüfer Yıldırım, Şeyda Türkölmez , Reyhan Ersoy, Tahir Durmaz, Telat Keleş, Engin Bozkurt, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 200, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Asemptomatik diyabetik hastaların miyokard iskemisi açısından değerlendirilmesin gerekliliği ve yöntemi tartışmalı bir konudur. Genel olarak klinik rehberlerde önerilen sadece yüksek riskli hastaların taranmasıdır. Bizim bu çalışmadaki amacımız asemptomatik diyabet ve prediyabetlilerde  adenosin ile yapılan myokard perfüzyon sintigrafisi ve eş zamanlı  SPECT CT yöntemi ile iskemi prevalansını ve bu tetkiklerin adverse kardiak ve serebrovasküler olayları öngörmedeki gücünü belirlemektir.

MATERYAL-METOD: Kırk üç diyabetik ve otuz beş prediyabetik, daha önce bilinen koroner arter hastalığı olmayan hasta MPS ve eş zamanlı SPECT CT ile tarandı. Hastalar tarama sonrasında adverse kardiak ve serebrovasküler olay açısından  ortalama 12,8±2,2 (8-19)  ay takip edildi. Başlangıçta tüm hastaların medikal öyküleri, KAH açısından mevcut risk faktörleri, almakta oldukları ilaçlar kaydedildi.

BULGULAR: Diyabetik hastaların 10’unda (%23.3) ve prediyabetik hastaların 4’ünde  (%11.4) iskemi tespit edildi. Anormal sintigrafi sonucu açısından tek bağımsız risk faktörü diyabet varlığı olarak belirlendi (OR : 12,31, 95% CI 1.83 - 82,66; P<0,01). Ortalama 12,8±2,2 (8-19)  aylık takip süresi sonunda 78 hastanın 5’inde advers kardiak/serebrovasküler olay gelişti. Sintigrafi sonucu iskemi lehine olanlarda, sonucu normal olanlara göre adverse olay görülme sıklığı anlamlı olarak daha fazlaydı (event rates: 21.4% vs 3.1%, OR:8.455, 95%CI:1.264-56,562,p:0.038).

Tablo 1. Miyokard perfüzyon sintigrafi ve advers olay oranları

 

Prediyabet

(n=35)

Diyabetes Mellitus

(n=43)

p

Abnormal myokard perfüzyonu

4 (%11.4)

10 (%23.3)

0.290

Gated SPECT-WMA

-

5 (%11,6)

0.061

LVEF

72 ±7.3

(50 - 78)

70 ±7.7

(48 - 79)

0.392

Advers kardiak/ serebrovasküler olay

2 (%5.7)

3 (%7)

1.000

  

Şekil 1. Bir hastaya ait MPS ve SPECT BT sonucu


SONUÇ: Miyokardial perfüzyon sintigrafisi ile eş zamanlı yapılan SPECT CT yumuşak dokudan kaynaklanan artefakt görüntüleri engelleyerek iskemi olup olmadığı konusunda daha net bilgi verir. Sintigrafisi patolojik olan hastalarda kardiak olay gelişme riski artmıştır.

213 - Primer Hiperparatiroidisi Olan Hastalarda Parathormonun Postural Değişimi - 2014

Cevdet Aydın, Şefika Burçak Polat, Ahmet Dirikoç, Neslihan ÇUHACI, Berna Evranos, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 184, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Parathormon (PTH) sekresyonunu belirleyen majör faktör  serum  kalsiyum (Ca) düzeyidir. Paratiroid bezi ayrıca otonomik sinir sistemi tarafından da innerve edilir. Bugüne kadar yatarak ve ayakta pozisyonlarda kortizol, prolaktin, renin, aldosteron gibi birçok hormonun postural değişim gösterdiği literatürde bildirilmiştir. Bu çalışmada normal bireylerde ve primer hiperparatiroidisi (PHPT) olanlarda PTH’nun postural değişimi olup olmadığının araştırılması planlandı.

GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya 23 PHPT ve 9 sağlıklı olmak üzere toplam 32 gönüllü dahil edildi. Her hastadan en az 12 saat açlık sonrasında böbrek fonksiyon testleri, D vitamini, Ca ve PTH için kan örnekleri alındı. Sabah saatlerinde temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra en az  yarım saattir yatağında dinlenmekte olan tüm  hastanın antekübital venine  intravenöz katater yerleştirildi ve hastadan 1 saat boyunca yataktan kalkmaması istendi. Yatar konumda olduğu bir saatlik sürenin 45. ve 60. dakikalarında Ca ve PTH için kan alındı, kan basıncı ve nabızı kaydedildi. Daha sonra hastadan ayağa kalkması istendi ve hasta bir saat dikey konumda bekletildi. Ayakta durduğu 1 saatlik sürenin 45. ve 60. dakikalarında yine Ca ve PTH için kan örnekleri alındı, kan basıncı ve nabız ölçümleri yapıldıktan sonra test sonlandırıldı.

BULGULAR: PHPT grubunda hastaların ayakta ölçülen ortalama   PTH düzeyi yatar konuma göre   75.36 pg/ml   daha fazla olup ayakta ve yatarak ölçülen değerler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark mevcuttu. Ortalama Ca düzeyi PHPT grubunda kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptandı. Kontrol bireylerde ayakta ölçülen ortalama PTH düzeyi yatarak yapılan ölçümlere göre 3,09  pg/ml yüksek olup, yatarak ve ayakta ölçümler arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı. Kontrol grubunda PHPT’li bireylere benzer şekilde ayakta Ca ölçümleri yatarak yapılan ölçümlere göre belirgin şekilde yüksekti.

 

Tablo 145. ve 60. dk Ca ve PTH değerlerinin gruplar arasındaki karşılaştırılması

Değişkenler

45 . dk

60 . dk

p

PTH Yatarak

   

Kontrol Grubu

42.2 (14.2-56.0)

43.6 (14.3-57.1)

0.314

Hasta Grubu

151.5 (31.0-932.0)

154.9 (31.3-926.0)

0.242

PTH Ayakta

   

Kontrol Grubu

45.9 (17.5-69.3)

38,0 (16,5-73,0)

0.374

Hasta Grubu

206.5 (56.4-1161.0)

206,1 (54,1-1218.0)

0.256

Ca Yatarak

   

Kontrol Grubu

9.04±0.31

9.10±0.31

0.014

Hasta Grubu

10.92±0.94

10.77±0.34

0.429

CaAyakta

   

Kontrol Grubu

9.51±0.37

9.56±0.30

0.400

Hasta Grubu 

11.44±1.01

11.54±1.12

0.183

  

Tablo 2. Hasta ve Kontrol Grubunun diğer labaratuvar değerleri

Değişkenler

Kontrol Grubu

Hasta grubu

p

Delta PTH

1.7 (-4.4 - 14,6)

47.7 (5.9 - 289,3)

<0,001

Delta Ca

0.46±0.10

0.65±0.28

0,065

PTH change(%)

3.5 (-9.6 - 31.6)

33.3 (6.8 - 93.7)

<0,001

Ca change (%)

5.4 (3.1 - 6.7)

5.7 (1.4 - 18.9)

0.334

 

TARTIŞMA ve SONUÇ: Daha önceki çalışmalara benzer şekilde çalışmamızda ayakta yapılan Ca ölçümleri yatarak yapılanlara göre belirgin yüksektir. Bu çalışma PTH’nun PHPT’li bireylerde postural değişimi ile ilgili yapılmış ilk çalışmadır ve bu bireylerde ayakta yapılan ölçümlerin yatarak yapılanlara göre belirgin yüksek olduğu gösterilmiştir. Normalde ayakta pozisyonda artan serum total Ca değerinin PTH’u baskılaması beklenir. Bu durumun PHPT’de gözlenmemiş olmasının, PTH’nun bu bireylerde otonomik salgılanmasına bağlı olabileceği düşünülmüştür.

212 - Multiple Endokrinopati İle Seyreden Bir Mitokondrial Miyopati Olgusu - 2014

Mina Gülfem Kaya,Şefika Burçak Polat, Şebnem Eker Güvenç, Şahin Doğanay, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 182, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Mitokondriyal hastalıklar genellikle mitokondriyal DNA (mtDNA) veya nükleer DNA (nDNA) mutasyonları sonucu gelişir. Mitokondriyal miyopatide ekstremitelerde yavaş, ilerleyici kas güçsüzlüğünün yanında ekstraoküler kas zayıflığına bağlı oftalmoplejiye sık rastlanır. Mitokondriyal mitopati enerji üreten hücre orgallerinin bozukluğu sonucu endokrin sistem de dahil olmak üzere birçok sistemi etkileyen bir hastalıktır. Bu bildiride bilateral eksternal oftalmoplejisi olan ve kas biyopsisi ile mitokondriyal miyopati tanısı almış bir hasta, eşlik eden endokrin patolojileri nedeniyle sunulmuştur.

OLGU: 52 yaşında kadın hastanın 25 yıl önce göz kapaklarında düşme şikayeti başlamış. Dış merkezde asetilkolin reseptör antikoru negatif saptanan hastanın EMG’si progressif eksternal oftalmopleji ile uyumlu bulunmuş. Sol biseps kasından yapılan kas biyopsisi ile hastaya mitokondrial miyopati tanısı koyulmuş. Koenzim Q 10 ve L-karnitin tedavileri başlanmış. Hasta merkezimize ellerde uyuşma ve kasılma şikayeti ile başvurdu. Laboratuarında; serum kalsiyum (Ca) 6.1 mg/dL,  fosfor (P) 6.9 mg/dL,  magnezyum (Mg) 1.5 mg/dL ve parathormon (PTH) 8.9 pg/mL ölçüldü. Kranial BT’de bazal ganglionlarda, bilateral serebellar hemisferde, talamusta, periventriküler beyaz cevherde yaygın simetrik kalsifikasyonlar izleniyordu. EEG’si normaldi. Kreatin kinaz (CK) 507 U/L, laktat dehidrojenaz (LDH) 435 U/L, plazma laktat düzeyi 2.4mmol/L idi. Hastaya hipoparatiroidi tanısı ile kalsiyum karbonat ve kalsitriol başlandı. Tiroid otoantikorları pozitif saptanan hastanın sT3, sT4 ve TSH düzeyi normal aralıkta idi. Tiroid ultrasonografisi kronik tiroidit ile uyumlu bulundu. Göz muayenesinde bilateral pitozis ve katarakt mevcuttu. Retina muayenesi doğaldı. Hastanın işitme testi sonucu normaldi. OGTT yapılan hastaya tip 2 diyabetes mellitus (DM) tanısı koyuldu ve metformin tedavisi başlandı.

SONUÇ: Hastamızda erişkin başlangıçlı pür mitokondrial miyopati mevcuttu ve hastalığa eşlik eden endokrin patolojiler; primer hipoparatiroidizm, kronik otoimmün tiroidit ve tip 2 DM idi. Mitokondriyal miyopatiler çeşitli endokrin patolojiler ile birlikte bulunabilir. Literatürde Kearns Sayre sendromunda hipoparatiroidizm, otoimmün tiroidit, DM ve büyüme hormon eksikliği birliktelikleri bildirilmiştir. Yine MELAS (Mitokondriyal miyopati, ensefalopati, laktik asidoz, stroke) ve adrenal yetmezlik birlikteliği bir vaka olarak bildirilmiştir. Birçok sistemi etkileyebileceğinden mitokondriyal miyopatili olgular endokrin patolojiler açısından da değerlendirilmelidir.

211 - Pitüiter Adenom, Papiller Tiroid Karsinomu Ve Folliküler Tiroid Karsinomunun Alışılmadık Birlikteliği: Olgu Sunumu - 2014

Mina Gülfem Kaya, Fatma Dilek Dellal, Cafer Kaya, Canan Altunkaya , Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler Olgu Sunumu. 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 181, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Differansiye tiroid kanserleri en sık görülen tiroid kanserleridir. Literatürde differansiye tiroid karsinomu ve fonksiyonel pitüiter adenom birlikteliği daha önce rapor edilmiştir. Biz bu bildiride üç endokrin tümörün (papiller tiroid kanseri, folliküler tiroid kanseri ve prolaktinoma) eş zamanlı saptandığı bir olguyu sunmayı amaçladık.

OLGU: 47 yaşında kadın hasta oligomenore ve galaktore şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Prolaktin (PRL) yüksekliği dışında diğer hipofizer ve hedef hormon seviyeleri normal aralıktaydı (PRL: 186 ng/mL). Makroprolaktin negatifti. Pitüiter MR görüntülenmesinde 9x11 mm boyutunda makroadenom saptandı (Resim-1). Hastaya kabergolin 1 mg/hafta dozunda başlandı. Hasta ötiroiddi ve tiroid antikorları negatifti. Tiroid ultrasonografisinde sol lobda 17x10 mm, sağ lobda 21x19 mm ve isthmusta 8x7 mm’lik olmak üzere nodüller saptandı. İnce iğne aspirasyon biyopsisinin sitolojik incelemesinde sağ lobtaki nodül folliküler karsinom şüphesi, sol lobtaki nodül ise benign olarak raporlandı. Hastaya total tiroidektomi yapıldı. Histopatolojik incelemede sol lobda multifokal (0.5 cm, 0.8 cm, 1.2 cm) papiller kanser (Resim-2) ve sağ lobda (2 cm) folliküler kanser (Resim-3) saptandı. Hastaya 150 mCi radyoaktif iyot tedavisi uygulandı.

 

Resim 1. Hastanın Hipofiz MR görüntülemesi


 

Resim 2. Papiller tiroid karsinomu


 

Resim 3. Folliküler tiroid karsinomu


 

SONUÇ: Son zamanlarda bir dizi potansiyel moleküler genetik anormalliklerin tanımlanmasına rağmen çoğu pitüiter adenomların patolojik nedenleri hala kesin değildir. Pituitary tumor transforming gen (PTTG) öncelikli olarak pitüiter tümör hücrelerinden izole edilmiştir. PTTG proteini birçok tümörde normal seviyenin üstünde bulunmuştur. Bunlar pitüiter, tiroid, kolon, over, testis, meme ve hematopoetik kanserlerdir. Vakamızdaki üç endokrin kanserinin birlikte oluşu PTTG gibi potansiyel moleküler genetik anormallikler ile ilişkili olabilir veya bu tümörler popülasyondaki yüksek prevalanslarından dolayı insidental olarak hastamızda bulunmuş olabilir. 

210 - Meme Kanseri Tanısı Olan Bir Hastada Anterior Mediastinal Kitle İle Prezente Olan Ektopik Tiroid Dokusu - 2014

Eda Demir Önal, Cevdet Aydın, Muhammed Saçıkara , Elif Özdemir, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 179, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Ektopik tiroid dokusu,bezin foramen caecumdannormal pretrakeal bölgeye migrasyonu sırasında anormallik olması sonucunda oluşan,normal yerleşimi dışında tiroid dokusu bulunması ile karakterize durumdur. Ektopik tiroid dokusu; lingual (dil kökünde), sublingual (dilin alt kısmında), prelaringeal (larinks anteriorunda) veya daha nadir başka bölgelerde lokalize olabilir. Servikal bölge dışındaki en sık ektopik yerleşim bölgesi torasik kavitedir. Burada meme kanseri tanısı ile takip edilen bir hastada süperior mediastinal bölgede yerleşmiş ve asemptomatik ama brachiosefalik trunkusa bası yapan bir ektopik tiroid dokusu vakası sunulacaktır.

VAKA: 61 yaşında meme kanseri tanısı ile onkoloji bölümünce takip edilip bize konsülte edilen  hastada rutin taramaları sırasında insidental olarak mediastinal kitle saptanmış. Sigara içmeyen hastanın kronik obstruktif akciğer hastalığı, hipertansiyon ve tip 2 diabetes mellitus tanıları mevcutmuş. İnfiltratif duktal meme kanseri nedeniyle opere olan ve kemoterapi ve radyoterapi alan hastanın multinodüler guatr tanısı ile operasyon hikayesi mevcutmuş.  Hastanın fizik muayenede tiroidi palpe edilemedi ve servikal lenfadenopatisi yoktu.L-tiroksin replasmanı hiç almamış olan hastanın TSH, serbest T4, serbest T3 ve tiroid otoantikorları normal düzeylerde idi. Tiroid ultrasonografisinde rezidü tiroid dokusu içinde 2 adet milimetrik soliter nodül saptandı. Hastanın toraks tomografisinde superior mediastende 4.7x3.0cm boyutlarında brachiosefalik trunkusa bası yapan heterojen kontrast tutan kitle saptandı.Tc-99m perteknetat tiroid ve mediastinal sintigrafide superior mediastende yaklaşık 4 cm.lik alanda artmış uptake izlendi. Ektopik tiroid dokusu? metastatik lezyon? olarak rapor edildi.Teknesyum uptake’i yapan bu kitle meme Ca metastazı da olabileceği için ayırıcı tanı için I-131 ile tüm vücut taraması yapıldı ve superior mediastendeki bu kitlede 4.5x4x5.5 cm.lik alanda iyot tutulumu saptandı(Resim-1).  Göğüs cerrahisi tarafından kitle total eksize edildi. Patolojik sonuç nodüler kolloidal guatr olarak geldi.

 

Resim 1.  Radyoaktif iyot ile anterior ve posterior tüm vücut görüntüleme


 

SONUÇ: Ektopik tiroid dokusunun servikal bölge dışında veya mediastende görülmesi  nadir bir durumdur. İntratorasik ektopik tiroid dokusu nadir görülmesine rağmen mediastinal kitlelerin ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır.Kitlenin rezeksiyonu için torakotomi veya sternotomi gerekebilir ancak olası tiroid malignitesi bakımından tam eksizyon ile patolojik inceleme gereklidir.

209 - Hipoparatiroidizm ve Çölyak Hastalığı: Nadir Bir Otoimmün Kombinasyon - 2014

Berna Evranos, Fatma Neslihan ÇUHACI, Burçak Polat, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 172, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

VAKA: Hipoparatiroidizm tanısı ile 2 yıldır  kalsitriol ve kalsiyum tedavisi alan 30 yaşındaki  erkek hasta persistan diyare ile polikliniğe başvurdu. Serolojik tetkikler ve endoskopi planlandı. Hasta tetkik için beklerken konvulziyon geçirdi ve ailesi tarafından hastaneye getirildi. Yapılan ilk tetkiklerde hipokalsemi  (total kalsiyum 6 mg/dL ), parathormon (PTH) düşüklüğü (8 pg/mL ), fosfor yüksekliği (5,7 mg/dL) saptandı. Acil olarak intravenöz kalsiyum glukonat tedavisi verildi. Sonrasında yüksek doz (8 gr/g CaCO3 ve 1,5 mcg/g kalsitriol) oral kalsiyum karbonat ve kalsitriol ile tedaviye devam edildi. Üst gastrointestinal sistem endoskopisinde gluten sensitive enteropati veya çöliak ile uyumlu görünüm olması nedeniyle biyopsi yapıldı. Villus  yokluğu, kript hiperplazisi ve epitelde lenfatik infiltrasyon izlendi. Serolojik tetkikler çöliak tanısını destekler nitelikteydi. Hastaya glutensiz diyet başlandı ve metabolik parametreler kontrol altına alındı. Gerekli kalsiyum ve kalsitriol ihtiyacı azaldı.

SONUÇ: Hipoparatiroidizm düşük kalsiyum ve yüksek fosfor düzeylerine rağmen  normal ya da düşük parathormon (PTH) düzeyleri ile karakterize nadir bir endokrinolojik hastalıktır. Hastalar sıklıkla parestezi, kramplar veya tetani ile başvururlar. Bazen laringospazm, bronkospazm, nöbetler veya kardiyak ritm bozuklukları ilk başvuru şikayeti olabilir.  Postoperatif hipoparatiroidizmden sonra erişkinde en sık görülen hipoparatiroidizm nedeni otoimmün hipoparatiroidizmdir. Otoimmün hipoparatiroidizm izole ya da başka bir otoimmün poliglandüler sendrom ile birlikte olabilir. Çöliak hastalığı ve otoimmün hipoparatiroidizm birlikteliği çok nadirdir ve tedaviye direçte akla getirilmelidir.

208 - Hiperkalseminin Nadir Bir Nedeni: Fonksiyonel Paratiroid Kisti - 2014

Muhammed Saçıkara, Fatma Dilek Dellal,Cevdet Aydın, Hüseyin Çetin, Koray Aydoğdu, Yetkin Ağaçkıran, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 165, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Primer hiperparatiroidi (PHPT) genellikle tek bir adenoma bağlı olarak gelişir. Fonksiyonel paratiroid kisti PHPT’nin nadir nedenlerindendir. Paratiroid kistleri biyokimyasal değişikliğe neden olmayan (nonfonksiyonel) ve artmış serum kalsiyum seviyesi ve klinik bulguların olduğu (fonksiyonel) kistler olmak üzere iki gruba ayrılabilir. Paratiroid kisti genellikle boyun ve ön mediastende bulunur. Büyük paratiroid kistleri disfaji, dispne, öksürük, sitridor ve ses kısıklığı gibi bası bulgularına da neden olabilir. Mediastinal paratiroid kistleri genellikle asemptomatiktir ve tesadüfen X-ray veya tomografi incelemeleri sırasında bulunur. Biz bu bildiride fonksiyonel paratiroid kisti saptanan bir vakamızı sunmayı amaçladık.

VAKA: 66 yaşında erkek hasta, pulmoner emboli nedeni ile çekilen toraks tomografisinde ön mediastende kitle izlenmesi ve hiperkalsemisinin olması nedeni ile kliniğimize yönlendirildi. Böbrek taşı haricinde hastanın hiperkalsemi ile ilgili semptomu yoktu. Biyokimyasal testlerde total serum kalsiyum (Ca) 12.24 mg/dL (normal, 8.8-10.2 mg/dL), fosfor 2.98 mg/dL (normal, 2.5-4.5 mg/dL), paratiroid hormon (PTH) 140.6 pg/mL (normal, 15-65 pg/mL),  kreatin 0.84 mg/dL (normal, 0.7-1.2 mg/dL), vitamin D 11.4 mg/L, 24-saatlik idrarda kalsiyum atılımı 504 mg/gün idi. Boyun ultrasonografisinde multinodüler guatr saptandı. Böbrek ultrasonografisinde sol böbrekte 7 mm çapında taş izlendi. Kemik mineral dansitometrisinde osteopeni tespit edildi. Toraks CT’de ön mediastende 4.7x3.3 cm boyutunda solid kitle lezyonu görüldü (Resim-1). Başlangıçta hidrasyon ve furasemid tedavisinden sonra göğüs cerrahisi bölümüne ön mediastende ki kitle nedeni ile refere edildi. Göğüs cerrahisinde kitlenin şüpheli görünümünden dolayı kitle eksizyonu yapıldı. Kitle çıkarıldıktan sonra serum Ca ve PTH seviyeleri normale geldi. Patoloji sonucu paratiroid kisti olarak raporlandı (Resim-2).

 

Resim 1. Toraks CT görüntüsü


 

Resim 2. Patoloji görüntüsü


 

SONUÇ: Mediastinal paratiroid kisti hiperkalseminin nadir nedenlerindendir. Mediastinal paratiroid kistinin preoperatif tanı konulması oldukça zordur.

207 - Occipital Ve Akciğer Metastazı Bulunan Bir Tiroid Folliküler Karsinom Olgusu - 2014

Muhammed Saçıkara, Cevdet Aydın, Fatma Sağlam, Nilüfer Yıldırım, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 164, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Folliküler tiroid karsinom (FTK) tanısı konulduğu anda hastaların %25’inde ekstratiroidal invazyon, %5-10’unda lenfatik metastaz ve %10-20’sindeuzak metastaz bulunmaktadır. FTK’da en sık görülen uzak metastaz akciğer ve daha sonra kemiktir. Kafatası metastazı FTK olgularında %2.5-5.8 arasında görülür. Kafatasında ise en sık tutulan bölgeler kafa tabanı ve oksipital bölgedir. Bu bildiride oksipital kemik ve akciğer metastazı bulunan nadir bir FTK olgusu sunulmuştur.

VAKA: 60 yaşında erkek hasta, ilk kez kliniğimize 2006 yılında başvurdu. 1998 yılında total tiroidektomi  olan hastanın patoloji sonucu vasküler invazyon gösteren folliküler karsinom olarak saptanmış. Hastaya dış merkezde 150 mCi I-131 tedavisi verilmiş. Tedavi sonrası I-131 tüm vücut tarama (TVT) normalmiş. Hasta kliniğimize ilk başvurduğunda TVT yapıldı. TVT’de oksipital kemik ve akciğerde metastaz görüldü. Hasta beyin cerrahisi tarafından opere edildi ve oksipital kemik çıkarıldı. Histopatolojisi folliküler karsinom metastazı olarak rapor edildi. Hastaya 2006 yılında 200 mCi ek doz radyoaktif iyot (RAİ) verildi. 2008 yılında rekürrens olduğu için 250 mCi ek doz RAİ daha verildi. Düzenli takiplere gelmeyen hastaya 2012 Eylül ayında yapılan TVT’de occipital bölgede ve her iki akciğerde multiple metastazlar görüldü. Kranial MR’da 24x24x22 mm boyutlarında oksipital bölgede kitle görüldü. Hastaya PET/CT çekildi. PET/CT’de occipital bölgede 23 mm boyutunda artmış F-18-FDG (SUVmax: 24.1) tutulumu olan, oksipital kemiği destrükte eden kitle ve sağ akciğer üst lobda 26 mm boyutunda artmış F-18-FDG (SUVmax: 10.8) tutulumu, yine sağ akciğer orta lob medial kesimde 340 mm boyutunda artmış F-18-FDG (SUVmax: 2.4)  tutulumu olan kitle lezyonları izlendi. Ayrıca her iki akciğer parankiminde çeşitli boyutlarda ve değişik metabolik aktivitede çok sayıda lezyon izlendi. Hastaya tekrar 275 mCi ek doz RAİ verildi. İlk başvurusu sırasında AntiTg seviyesi normal ve serum tiroglobulin seviyesi 13438 ng/mL olan hastanın en son serum tiroglobulin seviyesi 550 ng/mL’e  kadar geriledi.

 

Resim 1. Hastanın Toraks CT görüntüsü


 

Resim 2. Hastanın Beyin CT görüntüsü


SONUÇ: Bu vaka folliküler karsinomun oksipital kemiğe metastazının olduğu nadir bir vakadır. FTK’da  total tiroidektomi, radyoaktif iyot uygulaması, metastatik lezyonların cerrahi olarak çıkarılması ve TSH süpresyon tedavisi uygulanır.

206 - Tiroid Nodüllerine Uygulanan Aspirasyonlu Ve Aspirasyonsuz İnce İğne Biyopsisinin Nondiyagnostik Sonuçlar Açısından Bethesda Sistemine Göre Karşılaştırılması - 2014

Cevdet Aydın, Muhammed Saçıkara , Eda Demir Önal, Ahmet Dirikoç, Aylin Kılıç Yazgan, Reyhan Ersoy , Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 163, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Çalışmalarda yaşam boyunca tiroid nodülü gelişme riski %5-10 arasında olduğu bildirilmektedir. Genel popülasyonda ise tiroid nodül prevalansı %67’ye kadar çıkmaktadır.

 İnce iğne aspirasyon biyopsisi tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde basit, cost-efektif, daha az invaziv ve sık kullanılan bir yöntemdir. Ultrasonografi eşliğinde ince iğne biyopsisi tanı doğruluk oranlarını artırmakta ve gereksiz cerrahi girişimleri önlemektedir. Bütün bu uygulamalara rağmen nondiyagnostik sonuç oranları yayınlarda %5-17 oranında bildirilmektedir. Aspirasyonsuz ince iğne biyopsi tekniğinde vakum uygulanmadığı için aspirasyona bağlı hücre hasarı azalmaktadır. Son zamanlarda bu tekniğin nondiyagnostik sonuçları azalttığını bildiren yayınlar bulunmaktadır. Bu prospektif çalışmanın amacı Bethesda sistemine göre değerlendirilen aspirasyonlu ve aspirasyonsuz ince iğne biyopsi sonuçlarını nondiyagnostik sonuçlar açısından karşılaştırmaktır.

MATERYAL VE METOD: Ultrasonografi eşliğinde aspirasyonlu ve aspirasyonsuz ince iğne biyopsisi 100 nodüle rastgele uygulandı. Biyopsiler sırasında 22 gauge enjektör kullanıldı. Aynı nodüle her iki teknik de uygulandı. Preparatlar aynı patolog tarafından değerlendirildi. Patolog kendisine gelen preparatların hangi yöntemle alınmış olduğundan habersizdi. Sitopatolojik bulgular Bethesda kriterleri kullanılarak raporlandı. Herbir grupta en az 10 hücre bulanan minimum 6 gruptan oluşması yeterlilik kriteri olarak kullanıldı.

BULGULAR: Çalışmaya Mayıs 2013 ile Haziran 2013 arasında Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi, Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji Kliniğinde biyopsi yapılan 100 nodül çalışmaya alındı. Nodül boyutu 6-59 mm arasında idi. Aspirasyonlu ve aspirasyonsuz biyopsiler arasında nondiyagnostik sonuçlar açısından anlamlı fark bulundu (sırasıyla, %42 ve %22, p=0.02). Her iki teknik arasında ekojenite, sonografik kriter, kalsifikasyon ve nodül boyutu açısından fark yoktu (Tablo-1).

 

Tablo1: Sitopatolojik Sonuçlar

 

 Aspirasyonlu

Aspirasyonsuz

p

Nondiyagnostik

          42

 22

0,02

Benign

          55

 75

 

Malignite

şüphesi

          1

 0

 

Önemi belirlenemeyen sitolojik atipi

          2

 2

 

Malign

          0

1

 
 

SONUÇ: Aspirasyonsuz uygulanan ince iğne biyopsisinin kolay, daha az nondiagnostik sonuçları olan, nodülün istenilen yerinden örnek alınmasına olanak sağlayan ve daha iyi hasta uyumu olan bir teknik olduğu görüşündeyiz

205 - Tip 1 Dm'li Hastalarda Hemostatik Belirteçlerin Farklı Derecelerdeki Diyabetik Retinopati İle İlişkisi - 2014

Şefika Burçak Polat, Nagihan Uğurlu, Fatma Yülek, Hüseyin Simavlı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 137, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Diyabetik retinopati (DRP) tüm dünyada körlüğün en sık sebebidir. Retinopati ve nefropati diyabetik hastalarda optimal metabolik kontrol sağlansa dahi ilerleyebilir. Bu da hiperglisemi dışında diğer mekanizmaların örneğin  anormal hemostazın hastalık patogenezinde rol oynadığını düşündürmektedir. Günümüze kadar diyabet komplikasyonları ile ilişkili olabilecek, hiperkoagülatif duruma sebep olan  fibrinojen, plazma aktivator inhibitor (PAI) vealfa2-antiplazmin gibi birçok belirteç tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı farklı  tip 1 diyabetes mellituslu (T1DM) hastalarda anormal hemostaz parametreleri ile retinopati varlığı ve derecesi arasındaki ilişkiyi belirlemektir.

MATERYAL METOD: Çalışmaya toplam 52 T1DM hastası ve 40 sağlıklı kontrol dahil edildi.Hastalar daha sonra retinopati varlığı ve derecesine göre üç farklı alt gruba ayrıldı. Grup I retinopatisi olmayan , Grup 2 non-proliferatif DRP olanlar ve Grup III proliferatif DRP’si olanlardan oluşmaktadı. Grup IV kontrol grubu olarak tanımlandı. Bu gruplar birbirleri ile ve kontrol grubu ile serum fibrinojen, plasminojen, alfa 2-antiplazmin ve  PAI düzeyleri açısından karşılaştırıldı.

SONUÇLAR: Serum PAI-1, fibrinojen düzeyi (p=0.224) ve plazminojen düzeyi  (p=0.224) diyabetiklerde kontrol grubu ile benzerdi. Alfa-2-antiplazmin düzeyi  grup I, II ve  III’te kontrol grubuna göre  daha yüksekti (sırasıyla; p<0.01, p<0.05 ve p<0.001) ve  serum alfa 2-anti-plazmin ve  HbA1c düzeyleri arasında (r=0.268, p=0.031) pozitif korelasyon saptandı.

TARTIŞMA: T1DM’li hastalarda alfa2- antiplazmin düzeyi ile ilgili çok azsayıda çalışma mevcuttur. Alfa 2- antiplazmin ve  HbA1c düzeyi arasında pozitif korelasyon olması hastalık kontrolü yani glisemik kontrol iyileştikçe fibrinolitik sistemin de iyileşebileceğini düşündürmektedir.Yüksek alfa2-antiplazmin düzeyi DRP açısından bir belirteç olabilir. Bu sonuçların başka çalışmalar ile doğrulanması patogeneze ışık tutacaktır.

 

Tablo 1. Diyabetik hastaların ve kontrol grubunun biyokimyasal ve hemostatik parametreleri


a: Grup I ve Grup IV arasındaki fark anlamlı(p<0,01), b: Grup II ve Grup IV arasında fark anlamlı(p<0,05), c: Grup II ve Grup IV arasındaki fark  anlamlı(p<0,001).

 

Figür 1.  Diyabetli hastalarda ve kontrol grubunda alfa 2-antiplazmin düzeyi


204 - Kızamık Aşısı Sonrası Tip 1 Diyabetes Mellitus Tanısı Alan Bir Olgu: Tesadüf mü? Neden mi? - 2014

Şefika Burçak Polat, Cevdet Aydın, Berna Evranos, Neslihan ÇUHACI, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 136, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: T1DM çocukluk döneminin en sık görülen metabolik hastalıklarından biridir ve epidemiyolojik veriler göstermektedir ki son 20 yılda hastalık insidensı giderek artmakta ve T1DM en çok görülen kronik hastalık olarak karşımıza çıkmaktadır. Genetik ve çevresel faktörlerin  (toksik veya viral ajanlar) hastalığa yatkınlığa sebep olduğuna dair hipotezler mevcuttur. Adaptif immün cevap genleri olan HLA’ların T1DM ile ilişkisi iyi bilinmektedir ancak viral veya bakteriyel enfeksiyonların, aşıların diyet bileşenlerinin veya psikolojik stresin otoimmün reaksiyonları nasıl başlattığı hala tartışma konusudur. Aşılardan sonra gelişen otoimmün manifestasyonlar ile ilgili olgu bildirileri literatürde mevcuttur. Biz de burada askerliği sırasında yapılan kızamık aşısı sonrası gelişen bir T1DM vakasını sunduk.

VAKA: Yirmibeş yaşında erkek hasta kliniğimize çok su içme, sık idrara çıkma ve kilo kaybı şikayetleri ile başvurdu. Hastanın öyküsünde bir ay önce askerdeyken kızamık aşısı yaptırdığı öğrenildi. Geliş labarotuar değerlerinde plazma glukozu 400 mg/dL, idrarda keton ++++ ve kan gazında anyon açıklı metabolik asidoz saptandı. Diyabetik ketoasidoz tedavisi sonrasında hastaya yoğun insülin tedavisi başlandı. Hastanın insülin tedavisi başlanmadan önce bakılan C-peptid değerinin düşük, anti- GAD ve anti-adacık antikorlarının pozitif olması nedeni ile hastada T1DM düşünüldü. Ek olarak hastanın anti TPO antikoru pozitifti ve tiroid ultrasonografisi kronik tiroidit ile uyumlu idi. Otoimmüm poliglandular sendromun diğer komponentleri açısından taranan hastada Çölyak antikorları ve anti pariatal antikor negatif bulundu. Hastanın kısa ACTH testinde kortizol yanıtı mevcut idi. Hasta kan şekeri regülasyonu sağlandıktan sonra taburcu edildi.

TARTIŞMA: Viral aşılama sonrası otoiimmün hastalık gelişmesi nadir bir durumdur en sık görülenler artropati, vaskülit, nörolojik disfonksiyon ve trombositopenidir. Günümüzde virüslerin nasıl beta hücre otoimmünitesini tetiklediği net bilinmemektedir. Viral hastalıklar ve T1DM arasında ilişkiyi araştıran geniş kapsamlı araştırmalara ihtiyaç vardır. Böylece hastalığa karşı ulusal ve uluslararası önlem stratejileri  geliştirilebilir. Popülasyonun büyük bir kısmında kızamık aşısı güvenlidir ve T1DM, inflamatuavar barsak hastalığı ve multiple skleroz çok az vakada görülmüştür. Ne kadar nadir görülürse görülsün, T1DM’e yatkınlığı olduğu bilinen örneğin birinci derece yakınlarında T1DM öyküsü olan veya başka otoimmün hastalıkların eşlik ettiği bireyler aşılama sonrasında hastalığın belirti ve bulguları açısından yakın takip edilmelidirler.

Tablo 1. Hastanın laboratuar verileri

  

Normal değerler

Glukoz

400mg/dl

70-199

Üre

28 mg/dl

10-48

Kreatinin

1 mg/dl

0.1-1.2

Sodyum

127 mg/dl

136-145

Potasyum

4.2 mmol/l

3.5-5

ALT

29 U/L

0-41

insulin

4.54 µU/ml

2.6-24.9

C- peptid

0.2 ng/ml

0,1-3.6

Anti -GAD

50.15 u/ml

0-1

Anti-adacık

pozitif

negatif

İdrar ketonu

+++

0

Art. Ph:

7.28

3.35-7.45

HCO3

12 mmol/l

15-25

TSH

3 uIU/ml

0.4-4.5

Anti-TPO

240 IU/ml

0-34

Kortizol

5 µg/dl

6-19

 

203 - Mikroalbuminürisi Olan ve Olmayan T1DM’li Hastalarda Endotel Disfonksiyon Belirteçleri ve Akım Aracılı Dilatasyonun Değerlendirimesi - 2014

Şefika Burçak Polat, Nagihan Uğurlu, Cenk Sarı, Neslihan ÇUHACI, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 135, 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Diyabetik nefropati (DN) diyabetes mellitus (DM)’un mikrovasküler komplikasyonlardan önemli bir tanesidir ve Tip 1 DM’li  (T1DM)  hastaların yaklaşık %30-40’ında görülür. İyi bilinen klasik risk faktörlerinin yanı sıra endotel disfonksiyon da, DN ve diyabetik retinopati (DRP) patogenezinde rol oynar. Bu çalışmadaki amacımız artmış albumin atılımı olan ve olmayan T1DM’li hastalarda serum Intercellular adhesion molecule-1 (ICAM-1), vascular cell adhesion molecule-1 (VCAM-1), endotelin-1 (ET-1) düzeylerini ve akım aracılı endotel bağımlı dilatasyonun (FMD) derecesini belirlemek ve kontrol grubu ile karşılaştırmaktır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya endokrinoloji polikliniğine başvuran 73 T1DM’li hasta alındı. T1DM’li hastalar 24 saatlik idrarda mikroalbumin atılımına göre, mikroalbuminürisi olmayanlar (Grup 1) ve mikroalbuminürisi olanlar (Grup 2) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Yaş ve cinsiyet dağılımı hasta grubuna benzer 40 diyabeti olmayan gönüllü birey ile kontrol grubu (Grup 3) oluşturuldu. Tüm çalışma grubunun serum çözünebilir ET-1, ICAM-1 ve VCAM-1 düzeyleri çalışıldı ve FMD ölçümleri yapıldı. Ayrıca oftalmotolog tarafından fundus muayeneleri yapılarak kaydedildi.

BULGULAR: Yaş, cinsiyet, hipertansiyon (HT) varlığı, serum düşük dansiteli lipoprotein (LDL), kreatinin ve trigliserid düzeyleri tüm gruplarda benzerdi. FMD düzeyi diyabetik gruplarda kontrol grubuna göre daha düşük idi (Grup 1 vs Grup 3; p=0.002,  Grup 2 vs Grup 3; p=0.039), ancak iki diyabetik grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Diyabetik hastalarda FMD ile HbA1c, hastalık süresi ve mikroalbuminüri derecesi arasında anlamlı ilişki saptanmazken, FMD ile hasta yaşı arasında negatif yönde anlamlı korelasyon saptandı.

Gruplar arasında serum ET-1 düzeyi açısından fark saptanmadı. Serum ICAM-1 düzeyi diyabetik gruplarda, kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (Grup 1 vs Grup 3 p<0.001, Grup 2 vs Grup 3; p=0.05). Serum VCAM-1 düzeyi mikroalbuminürik grupta (Grup 2), normoalbuminürik (Grup 1) ve kontrol  (Grup 3) gruplarına göre daha yüksek saptandı (Grup 2 vs Grup 1; p<0.001, Grup 2 vs Grup 3; p < 0.05). Serum VCAM-1 düzeyi ile mikroalbuminüri düzeyi arasında pozitif yönde anlamlı bir korelasyon saptandı (p>0.001).

 

Tablo 1. Grupların ICAM,VCAM and ET-1 düzeylerine göre karşılaştırılması

Gruplar

Endotelin-1

Median

(fmol/l)

ICAM-1

Median

(ng/ml)

VCAM-1

Median

(ng/ml)

Grup 1

8.1 (0.6-16.5)

5100 (1450-12860)a

736.5 (419.9-1516.7)c

Grup 2

7.7 (3.1-23.5)

4520 (326.1-11070)b

975.9 (352.2-1525.5)b,c

Grup 3

10.5 (3.0-19.0)

685.7 (120-14460)a,b

680.1 (380.0-1041.9)b

p-değeri

0.066

<0.001

0.002

  

Tablo 2. Grupların  FMD ölçümleri

Gruplar

FMD (%)

Grup 1

6.6 (3.1-10.3)a

Grup 2

6.4 (4.3-11.1)b

Grup 3

7.8 (3.1-12.0)a,b

p-değeri

0.013

 

TARTIŞMA VE SONUÇ: FMD, T1DM’li hastalarda endotel disfonksiyonu göstermede basit, ucuz,  efektif ve duyarlı bir yötemdir. Çalışmamızda mikroalbuminürisi olmayan grupta FMD’nin kontrol grubuna göre düşük olması endotel disfonksiyonun komplikasyonlar gelişmeden önceki erken evrelerde ortaya çıktığını düşündürmektedir. VCAM-1 düzeyi mikroalbuminürisi olanlarda daha yüksektir bu nedenle bu molekülün nefropati gelişimi açısından bir belirteç olabileceği görüşündeyiz.

202 - Postmenapozal Kadınlardaki Kemik Mineral Dansitesinde Testosteron Etkili mi ? - 2014

Dilek Arpacı, Fatma Sağlam, Neslihan ÇUHACI, Didem Özdemir, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır.
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Poster No 109 , 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Osteoporoz majör komplikasyonu kırık olan postmenopozal kadınlar arasında sık rastlanan sosyal ve finansal yüke yol açan bir problemdir. Postmenopozal osteoporozun gelişmesinde östrojen eksikliğinin rolü iyi tanımlanmıştır. Ancak son çalışmalar kadınlardaki os- teoblast ve osteosit üzerinde androjen reseptörleri(AR) eksprese edildiği, kemik yapımında ve resorbsiyonda ve kemik mineral dansitesinin oluşumunda androjenlerinin de rol oynayabileceğini ortaya koymuşlardır. bu etki ya direkt AR ya da östrojene aramatizasyonu yolu ile olmaktadır. Özellikle postmenopozal kadınlarda düşük östrojen düzeyi olan postmenopozal kadınlarda kemik dansitesinin oluşumunda androjenler rol alır. bizim bu çalışmamızdaki amacımız postmenopozal kadınlarda serum testesteron düzeyi ile kemik mineral dansitometrisi (KMD) ilişkini araştırmaktır.

YÖNTEM: Bu çalışmada Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma bilim dalı polikliniğine başvuran 64 postmenopozal kadın değerlendirilmeye alındı. En az 12 aydır menstrüel kanaması olmayan ve FSH>30 ng/ml olan kadınlar çalışmaya alındı. Hormon replasman tedavisi ya da steroid tedavisi alanlar, serum androjen seviyesini ve kemik metabolizmasını etkileyen hastalığı olanlar (ör. diabet, kronik renal hastalık, tiroid hastalığı, hipogonadizm, metabolik kemik hastalığı, paget hastalığı, primer ya da tersiyer hiperparatiroidi, renal osteodistrofi, romatolojik hastalık ve malignite) çalışmaya alınmadı. Anamnez ve fizik muayeneyi takiben hastaların boy, kilo ve bedeb kitle indeksi (BKİ) ölçümleri yapıldı. Hastalardan 12 saatlik açlık sonrası sabah serum kalsiyum, fosfor, albumin, parathormon, TSH, 25-OH D vitamini ve total testosteron ölçümleri için kan alındı. Kemik mineral dansitometri ölçümleri yapıldı. WHO ‘ya KMD öl- çümleri 3 gruba ayrıldı. 1)Grup 1A:normal (T skor >-1.0) 2) Grup 1B:osteopeni (T skor -1.0ve -2.5 arası) 3)Grup 1C:osteoporoz (Tskor <-2.5)

BULGULAR: Ortalama yaş 57.8±8.9 (45-85), menopoz yaşı 45.4±5.4 (35-66) ve BKİ 29.2±4.9 kg/m2 (19-42.2) saptandı. Ortalama serum testosteron seviyesi 34.3±18.1 ng/dL. Ortalama KMD lomber total T skoru 0.84±0.13 g/cm2 ve femur boynu T skoru 0.73±0.11 g/cm2 idi. KMD açısından gruplar arasında yaş ve BKİ açısından fark yoktu (p>0.05). Yine gruplar arasında serum testosteron seviyesinde de fark saptanmadı (p>0.05). Serum testosteron seviyesi ile BKİ ve tüm bölgelerdeki KMD arasında korelasyon saptanmadı. Aynı zamanda yaş ve testosteron arasında da korelasyon saptanmadı.

SONUÇ: Kadınlarda peak kemik kitlesinin oluşmasında östrojen kritik rol almaktadır. Ancak son zamanlarda androjenlerin rolü de ön plana çıkmaktadır. Postmenopozal kadınlarda testosteron düzeyi ile kemik yapımı arasında negatif korelasyon bildirilmektedir. Ancak biz çalışmamızda testosteron düzeyi ile kemik mineral dansitometri arasında ilişki saptamadık; ancak vaka sayımızın az olmasının buna neden olduğunu düşünmekteyiz.

201 - Prediyabetik Hastalarda Epikardiyal Yağ Doku Kalınlığının Değerlendirilmesi Ve Diğer Kardiyovasküler Risk Belirteçleri İle Korelasyonu - 2014

Dilek Arpacı, Burçak Polat Uğurlu, Abdullah Nabi Aslan, Reyhan Ersoy, Murat Akçay , Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Pster No 045 , 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Prediyabet, normal metabolik durum ile tip 2 diyabetes mellitus arasında yer alan ve bozulmuş glukoz toleransı (BGT), bozulmuş açlık glukozu (BAG) veya her ikisini içeren bir bozukluktur. Prediyabet, kardiyovasküler sonlanımlarla ilişkilidir. Epikardiyal yağdoku kalınlığı (EYK) kardiyovaskü- ler risk faktörleri ile ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmada prediyabetiklerde EYK’ını değerlendirmeyi amaçladık. 

YÖNTEM: Bu çalışmada 64 prediyabetik hasta grubunu ve yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş 30 kişilik kontrol grubunu değerlendirdik. Prediyabetik hastalar 3 gruba ayrıldı: BGT, BAG veya her ikisi. Demografik ve antropometrik özellikler [yaş, cinsiyet, boy, kilo, beden kitle indek- si (BKİ) ve bel çevresi (BÇ)] ve laboratuar bulguları [açlık plazma glukozu (APG), tokluk plazma glukozu (TPG), hemoglobin A1C (HbA1C), düşük dansiteli lipoprotein ko- lesterol (LDL-K), yüksek dansiteli lipoprotein kolesterol (HDL-K) ve trigliserid (TG)] değerlendirildi. EYK, transtorasik ekokardiyografi (EKO) ile değerlendirildi. 

BULGULAR: Gruplar arasında yaş, cinsiyet, boy, HDL-K ve TG seviyeleri bakımından fark saptanmadı (p>0.05). BKİ, APG, LDL-K ve özellikle EYK vaka grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0.05). Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında medyan EYK tüm prediabetik altgruplarında anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0.001). Fakat her bir vaka altgrupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0.795, p=0.749, p=0.954). Yaş, cinsiyet ve BKİ açısından gruplar düzenlendiğinde de EYK vaka grubun- da kontrol grubuna göre daha yüksek bulundu (p<0.001). 

SONUÇ: Epikardiyal yağ doku kalınlığı tüm prediyabetik alt gruplarda APG ve HbA1C’den bağımsız olarak yüksek bulundu. EYK, BKİ ve BÇ ile korele olup kardiyovasküler hastalıklar için bağımsız bir risk faktörüdür.

200 - Pulmoner Tüberküloza Sekonder Gelişen Reversibl Adrenal Yetmezlik: Olgu Sunumu - 2014

Hüsniye Başer, Burçak Polat, Cevdet Aydın, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Pster No 036 , 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

GİRİŞ: Tüberküloz, Addison hastalığının en sık  karşılaşılan nedenidir. Ancak tüberkülozlu hastalardaki adrenal rezervin durumu hala tartışmalıdır ve  adrenal fonksiyondaki düzelme önceden tahmin edilemez. Literatürde,  hastalığın aktif fazında antitüberküloz tedavi ile adrenal yetmezliğin düzelebileceğini bildiren az sayıda çalışma bulunmaktadır. Biz, aktif tüberküloz nedeniyle reversibl adrenal yetmezlik saptadığımız olgumuzu sunacağız.

OLGU SUNUMU: 50 yaşındaki kadın hasta cilt renginde koyulaşma ve halsizlik şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu.  Aktif tüberküloz nedeniyle 8 aydır antitüberküloz tedavi (ilk 2 ay izoniazid, rifampisin, pirazinamid ve etambutol, sonraki 6 ay izoniazid ve rifampisin) kullandığı öğrenildi. Fizik muayenesinde hipotansiyonu ve hiperpigmentasyonu mevcuttu. Diğer sistemik muayeneleri doğaldı. Tiroid fonksiyon testleri normal, kortizol 8 µg/dL, ACTH 802 pg/mL, sodyum 132mmol/L, potasyum 4.9 mmol/L  ölçüldü (Tablo-1). Kısa ACTH uyarı testinde kortizol yanıtının olmadığı izlendi (30. dk kortizol 11.7µg/dL, 60. dk kortizol  11.1 µg/dL). Hastaya adrenal yetmezlik nedeniyle  glukokortikoid tedavisi başlandı. Abdomenin manyetik rezonans görüntülemesinde bilateral sürrenal glandların diffüz hiperplazik görünümde olduğu izlendi. 21-hidroksilaz otoantikoru negatifti. Antitüberküloz tedavisi kesildikten 1 ay sonra adrenal rezervin tekrar değerlendirilmesi amacıyla glukokortikoid tedavisi kesilerek ACTH uyarı testi tekrarlandı. Kısa ACTH uyarı testine kortizol yanıtının olduğu gözlendi (0. dk kortizol 20 µg/dL, 30. dk kortizol 25 µg/dL, 60. dk kortizol 29 µg/dL). Tekrarlanan ACTH düzeyi 44 pg/mL idi. Hastanın pulmoner tüberküloza bağlı gelişen adrenal yetmezliğinin reversibl oduğu gözlendi.

Tablo-1.  Olgunun laboratuar bulguları

  

Referans  değerler

Hemoglobin (gr/dL)

12.9

12-16

Hemotokrit (%)

37.6

36-45

Trombosit (mm3)

189000

150000-450000

Lökosit (mm3)

4700

4000-11000

Glukoz (mg/dL)

72

74-106

Kreatinin (mg/dL)

0.65

0.5-1.2

Sodyum (mmol/L)

132

136-145

Potasyum (mmol/L)

4.9

3.5-5.1

Alanin aminotransferaz (U/L)

8

0-33

Kortizol (µg/dL)

8.0

6.2-19.4

Adrenokortikotropik hormon (pg/mL)

802

0-60

 

TARTIŞMA: Aktif tüberkülozlu hastaların yaklaşık %6'sında adrenal  tüberkülozla karşılaşılır ve sıklıkla bilateraldir. Tüberkülozun neden olduğu adrenal destrüksiyon aşikar ya da subklinik adrenal yetmezliğe neden olabilir.  Adrenal korteks, aktif infeksiyon sırasında kortikal hücrelerde belirgin hipertrofi ve hiperplazi yoluyla  önemli bir rejenerasyon kapasitesine sahiptir. Antitüberküloz tedavi sonrasındaki adrenal fonksiyonlardaki düzelme ise hala tartışmalı bir konudur (1,2).  Literatürde, bazı çalışmalarda  tedaviyi takiben adrenal fonksiyonların normalize olduğu diğerlerinde ise  tam tersi sonuçlar elde edildiği belirtilmektedir. Barnes  ve arkadaşları antitüberküloz tedavi sonrasında adrenal fonksiyonları tekrar değerlendirmişler ve 1 hasta hariç diğer hastalarda kısa ACTH testinin normale döndüğünü  gözlemişlerdir. Adrenal disfonksiyonun sık olmadığını ve antitüberküloz tedavinin adrenal fonksiyonlar üzerinde oldukça yararlı etkileri olduğunu  bildirmişlerdir (2).

 Prasad ve arkadaşlarının bildirdikleri çalışmada tüberkülozda adrenokortikal rezerv ve morfoloji değerlendirilmiş; tedavi ile adrenal rezervin ve adrenokortikal  büyümenin revesibl olabileceği belirtilmiştir (3). Son yıllardaLaway  ve arkadaşları tarafından bildirilen bir diğer çalışmada pulmoner tüberkülozda adrenokortikal  fonksiyon ve morfoloji tedavi öncesinde ve sonrasında değerlendirilmiş, bazal ve stimüle kortizolün sağlıklı kontrollere göre pulmoner tüberkülozlu hastalarda daha düşük olduğu ve antitüberküloz tedavi sonrasında arttığı gözlenmiştir (4). Sonuç olarak, biz tüberküloza bağlı adrenal yetmezlik tanısı alan  hastaların, tüberküloz tedavisi tamamlandıktan sonra dinamik testlerle tekrar  değerlendirilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

KAYNAKLAR:

1) Penrice J, Nussey SS. Recovery of adrenocortical function following treatment of tuberculous addison’s disease. Postgard Med J 1992;68: 204-5.

2) Barnes DJ, Naraqi S,Temu P, Turtle JR. Adrenal functions in patient with active tuberculosis. Thorax 1989;44:422-4.

3) Prasad GA, Sharma SK, Mohan A,  Gupta N, Bajaj S, Saha PK, Misra NK, Kochupillai NP, Pande JN. Adrenocortical reserve and morphology in tuberculosis. Indian J Chest Dis Allied Sci. 2000;42(2):83-93.

4) Laway BA, Khan I, Shah BA, Choh NA, Bhat MA, Shah ZA. Pattern of adrenal morphology and function in pulmonary tuberculosis: response to treatment with antitubercular therapy. Clin Endocrinol (Oxf) 2013;79(3):321-5.

  

199 - Kronik Böbrek Hastalarında Serum Tiroid Uyaran Hormon’un (Tsh) Diurnal Değişimi Ve Bu Değişimin Tiroid Fonksiyonları Üzerine Etkisi - 2014

Hüseyin Soylu, Reyhan Ersoy, Pelin Bal Keske, Merve Ergin, Can Ateş, Bekir Çakır, Bülent Yalçın
Ulusal Bildiriler 36. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Antalya, Türkiye, Pster No 007 , 21-25 Mayıs, 2014

ABSTRACT

AMAÇ: Sağlıklı bireylerde TSH pulsatil ve sirkadiyen bir ritme sahiptir. Son dönem böbrek hastalığı olan hastalarda serum TSH ve tiroid hormon düzeylerindeki değişiklikler bilinmekle birlikte TSH’nın diurnal değişimi konusunda literatürde yeterli veri bulunmamaktadır. biz bu çalışmada, tiroid fonksiyonları normal sınırlardaki son dönem böbrek hastalığı olan hastalarda, serbest tiroid hormonları ve serum TSH düzeyinin diurnal değişimini değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 18 yaş üstünde, bilinen tiroid hastalığı olmayan, son dönem böbrek yetmezliği olan 30 hasta ile 35 sağlıklı gönüllü birey dahil edildi. Hasta ve kontrol grubunun saat 08:00, 16:00 ve 24:00’daki örneklerinde serum TSH, serum sT3 ve serum sT4 düzeyleri çalışıldı. Hasta ve kontrol grubunun bu üç farklı zamana ait serum TSH düzeylerinin ortalamaları ve bu zaman noktaları arasındaki farklarının ortalamaları karşılaştırıldı. Serum TSH düzeyindeki değişimin diurnal ritim bozukluğunu belirlemede bir tanı kriteri olarak kullanılıp kullanılmayacağı ROC analizi ile incelendi.

BULGULAR: Hasta grubunun 22 (%73,3)’si erkek, 8 (%26,7)’i kadın olup yaş ortalaması 64±14,45 yıl idi. Kontrol grubunun 17 (%48,6)’si kadın, 18 (%51,4)’i erkek olup yaş ortalaması 31,9 ± 6,4 yıl olarak belirlendi. Serum sT3 tüm zaman dilimlerinde hasta grubunda kontrol grubuna göre daha düşük, serum sT4 tüm zaman dilimlerinde hasta grubunda daha yüksek bulundu (p<0,001). Grafik 1’de görüldüğü gibi serum TSH düzeyinin sabah bakılan değeri hasta grubunda kontrol grubuna göre daha yüksek, gece bakılan değeri ise daha düşük saptandı (p<0,001). Pratik uygulamada serum TSH düzeyi değişimlerinin fizyolojik salınımın bozulup bozulmadığının tespitinde kullanılabileceği düşünülerek farklı zaman noktaları arasındaki serum TSH düzeyi farkları için eşik değerler saptamak amacı ile ROC analizi yapıldı. buna göre serum TSH düzeyinin sabaha göre nokturnal artışının 0,525’in altında olması durumunda %83 sensitivite ve %87 spesifite ile diurnal ritmin bozulduğu kanaatine varılabileceği belirlendi.

SONUÇ: Bilinen tiroid hastalığı olmayan ve tiroid fonksiyonları normal aralıkta olan kronik böbrek hastalarında, sağlıklı kişilerde izlenen nokturnal serum TSH artışı gerçekleşmemektedir. bu durumun bozulmuş tiroid fonksiyonlarının ve ötiroid hasta sendromunun erken bir bulgusu olabileceği sonucuna varıldı.

198 - Diyabet haftası etkinlikleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz Diyabet, Obezite ve Hipertansiyon tarama sonuçlarımız - 2014

Genç B, Polat ŞB, Koçkaya U, Çot H, Çakır N, Çakmak HS, Özağ A, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 50. Ulusal Diyabet Kongresi, 23-27 Nisan 2014, Antalya HPB-02

ABSTRACT

GİRİŞ VE AMAÇ: Diyabetes mellitus (DM) ve obezite sıklığı tüm dünyada artış göstermektedir. TURDEP-II çalışmasına göre ülkemizdeki Diyabet prevalansı  %13’tür. Diyabet ve obezite, hipertansiyon (HT), dislipidemi, koroner arter hastalığı, SVO, kanser ve uyku-apne sendromu gibi hastalıklar ile yakından ilişkilidir. Bu çalışmada Diyabet Haftası etkinlikleri kapsamında tarama yaptığımız 1613 bireyin verilerini değerlendirmeyi amaçladık.

YÖNTEM: Çalışmada 763’ü kadın, 850’si erkek toplam 1613 hastanın spot kapiller plazma glukoz ölçümü (KŞ), beden kitle indeksi (BKİ) hesaplaması, sistolik ve diyastolik kan basıncı (KB) ölçümleri yapıldı . Hastalar DM ve/veya HT varlığı sorgulandı.

BULGULAR: Bireylerin ortalama yaşı 48.02±13,24 idi. Ort KŞ: 107.98±47,47 mg/dL, ort BKİ: 29.69±5,20 kg/m2, ort sistolik KB: 123.61±19,56 mmHg, ort diyastolik KB: 77.98±12,28 mmHg idi. Hastaların 643’ünün (%39) BKİ’i ≥ 30 idi. Kadın hastaların ortalama BKİ’i erkek hastalara göre daha yüksekti (30,27±5,76 vs 29,16±4,58, p<0.001). Hastaların 164’ünde önceden tanı konulmuş DM, 61’inde HT, 17 sinde DM+HT öyküsü mevcuttu. DM sıklığı %11.09, HT sıklığı %4.9 olarak hesaplandı. Tarama sırasında 15 hastaya DM tanısı konuldu. HT erkeklerde daha sık iken, DM sıklığı açısından kadın ve erkekler arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Tüm olgular değerlendirildiğinde tarama yapılan gruptaki DM sıklığı %12.77 olarak belirlendi.

 
 

KADIN

(n=763)

ERKEK

(n=850)

YAŞ (yıl)

46.54±13.01

49.36±13.31

BKİ (kg/m2)

30.27±5.76

29.16±4.58

Glukoz (mg/dL)

104.03±41.38

111.50±52.08

Sistolik KB (mmHg)

122.73±20.42

124.42±18.71

Diyastolik KB (mmHg)

77.45±12.59

78.46±11.97

Diyabet (+) (n,%)

77 (%10.1)

103 (%12.1)

Hipertansiyon (+) (n,%)

46 (%6)

34 (%4)

 

Diyabet ve HT olmayan

1368 (%84.8)

Diyabet (+)

164 (%10.2)

Hipertansiyon (+)

61 (%3.8)

Diyabet ve HT olan

17 (%1.1)

Yeni tanı DM (KŞ>200 mg/dl)

15 (%0.92)

Taranan populasyonda DM oranı

%12.77

 

SONUÇ: DM, HT ve obezite toplum sağlığını tehdit eden ve belirgin morbidite ve mortaliteye sebep olan hastalıklardır. Bu nedenle eşlik eden risk faktörlerinin varlığında veya 45 yaş üstü tüm bireylerde Hb A1C, APG veya OGTT ile tarama önerilmelidir. Herhangi bir sebeple doktora başvuran tüm bireylerde mutlaka KB ölçümü ve BKİ hesaplaması yapılmalıdır

197 - Anaplastik karsinomaya eşlik eden papiller tiroid kanseri: Tesadüf mü yoksa bir transformasyon öyküsü mü? - 2013

Gülfem Kaya, Burçak Polat, Ersin Gürkan Dumlu, Hayriye Tatlı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-259, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

GİRİŞ: Anaplastik tiroid kanseri nadir ancak oldukça agresif seyiirli bir tiroid kanseridir. Genellikle ileri yaşta görülür ve insidansı differansiye tiroid kanserlerinin aksine giderek azalmaktadır. Tedavi multimodaldir ve  uygun vakalara palyatif  cerrahi sonrası radyoterapi ve kemoterapi uygulanır. Ancak kemoterapinin faydası sınırlıdır. Bu bildiride tiroid bezinde kötü ve iyi differansiye tümör birlikteliği saptanan bir vaka sunulmuştur.

VAKA: 62 yaşında erkek hasta boyunda kitle ve ses kısıklığı şikayetleri ile başvurdu. Özgeçmişinde radyasyona maruziyet veya ailede tiroid kanseri öyküsü mevcut değildi. Fizik muayenede boynun sol tarafında  4 cm’lik kitle ve palpable lenf nodları mevcuttu. Tiroid ultrasonografide heterojen tiroid bezi zemininde, sol tiroid lobunda 41,5 mm’lik kistik dejenerasyon alanları, mikro ve makrokalsifikasyonlar içeren, dopplerde vaskülarizasyon artışı gösteren izo-hipoekoik nodül  ve  sol ön servikal zincirde  hilusu net seçilemeyen çok sayıda patolojik görünümlü lenfadenopati  saptandı. İki kez yapılan ince iğne biyopsi sitolojisi tanısal değildi. Hastanın tiroid fonksiyonları normal sınırlarda idi. Hastaya total tiroidektomi ve santral lenf nodu diseksiyonu yapıldı. Postoperatif patoloji sonucunda solda 3 cmlik, tiroid kapsülüne veya lenfovasküler invazyonu olmayan intratiroidal anaplastik kanser ve sağ lobda 5 mm’lik papiller kanser odağı tespit edildi. Çıkarılan lenf nodlarında metsataz saptanmadı. Hastaya operasyon sonrasında radyoaktif iyot  tedavisi planlandı.

Çalışmalarda iki kanser türünün birlikte olmasının prognoz üzerine olan etkisi ise tartışmalı bir konudur.      

 

ResimA : Sol lobdaki anaplastik tiroid kanserin histopatolojik görünümü

ResimB : Aynı hastada sağ lobdaki papiller tiroid kanserin histopatolojik görünümü

 
 A) B)
  
 

SONUÇ: Differansiye tiroid kanserinin anaplastik transformasyonu ile ilgili çalışmalar mevcuttur ancak hastalığın nadir görülmesi ve agresif tabiatı nedeni ile tümör biyolojisi ile ilgili net veriler yoktur. Çalışmalarda tedavi edilmeyen differansiye kanserli olguların anaplastik kansere dönüşme oranı %2 olarak bildirilmiştir. Tümorogenezde rol oynayan p53, cyclin D1, bcl-2 gibi  tümör supresor ve onkogenler   belirlenmiştir. Bizim vakamızda aynı hastada farklı odaklarda koinsidental olarak saptanan iyi ve kötü  differansiye   tiroid kanserinin olması, halihazırda mevcut olan bir papiller kanser odağının malign transformasyona uğrayarak anaplastik kansere dönüşmüş olabileceğini de düşündürmüştür.

196 - Sisplatin toksisitesine bağlı ciddi hipokalsemi: olgu sunumu ve literatürün gözden geçirilmesi - 2013

Polat ŞB, Çuhacı N, Evranos B, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-258, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipokalsemi, total kalsiyum düzeyinin 8,5 mg/dl veya iyonize kalsiyum düzeyinin 4,7 mg/dl’den düşük olmasıdır. Serum kalsiyum (Ca) düzeyini belirleyen başlıca faktörler paratiroid hormon (PTH), serum fosfat (PO4) ve vitamin D düzeyidir. En sık hipokalsemi nedenleri PTH veya Vitamin D ile ilişkili durumlardır. Antiepileptik ilaçlar, bifosfonatlar, proton pompa inhibitörleri gibi günlük pratikte sık kullanılan ilaçların yanısıra sisplatin gibi bazı kemoteropatik ajanlar da hipokalsemiye neden olabillmektedirler.

OLGU SUNUMU: Acil servise ağız çevresinde parestezi, elde kasılma nedeni ile başvuran 56 yaşında kadın hastanın fizik muayenesinde Chvostek ve Trousseau bulguları pozitif, laboratuar testlerinde ise serum Ca düzeyi 5.4 mg/dl (8,6-10,2 mg/dl), magnezyum (Mg) 0.6 mg/dl (1,6-2,6 mg/dl), albumin 3.4 g/dl (3,5-5,2 g/dl), potasyum 3,4 (3,5-5,1 mmol/l) mmol/l, PO4 5.3 mg/dl (2,5-4,5 mg/dl) idi. Böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri normal, kan gazinda orta derecede metabolik alkalozu mevcut idi. Elektrokardiyografi (EKG)’sinde QT mesafesinde uzama mevcuttu. Hikayesinden 5 yıl önce serviks kanseri nedeni ile 2 kez ameliyat olduğu ve acil servise başvurusundan 3 ay önce radyoterapi ile eş zamanlı sisplatin içerikli kemoterapi aldığı öğrenildi. Semptomları gerileyene kadar intravenöz Mg ve  Ca desteği verildi ve semptomları gerileyince oral tedaviye geçildi. Hipokalsemi etyolojisine yönelik yapılan testlerde PTH; 125 pg/ml (15-60 pg/ml), 25 (OH) Vitamin D; 12 μg/l (10-80 μg/l) saptandı. PTH düzeyi yüksek olduğu için etyolojide hipoparatiroidi dışlandı. PO4 yüksekliğinin tek başına vitamin D eksikliğine bağlı olamayacağını ve hipokalsemi nedeninin sisplatine bağlı olabileceğini düşündük.

SONUÇ: Hipokalsemi ile birlikte yüksek PTH düzeyleri saptandığında olası nedenler arasında PTH direnci, vitamin D eksikliği veya direnci, ekstravasküler birikim, tümör lizisi, osteoblastik metastaz, akut pankreatit, sepsis, malabsorbsiyon, hipomagnezemi ve ilaçlar sayılabilir. Sisplatine bağlı gelişen hipokalsemi,  tedavi ile idrarla aşırı atılım, ve böbrekten geri alımın azalmasına bağlıdır. Bu vaka nedeni ile sisplatin veya hipokalsemiye neden olduğu bilinen ilaç tedavisi alan hastaların yakın takip edilmeleri ve bu konuda hastaların bilgilendirilmeleri ve hipokalsemi semptomları yönünden uyarılmaları gerektiği görüşündeyiz.

 

Tablo 1. Hastanın tanı anında labaratuvar bulguları

Laboratuar Değeri

Hastanın sonucu

Normal aralık

Kalsiyum

5,4 mg/dl

8,6-10,2

Fosfor

5,3 mg/dl

2,5-4,5

Magnezyum

0,6mg/dl

1,6-2,6

Sodyum

133 mmol/l

135-145

Potasyum

3,4mmol/l

3,5-5,1

Kreatin

0,6mg/dl

0,5-1,2

Albumin

3,4g/dl

3,5-5,2

ALT

18 U/l

0-33

CK

118 U/l

26-192

PTH

125 pg/ml

15-60

VİTD

12μg/l

10-80

Hb

8

12-16

WBC

8900

4000-10000

Plt

80000

150-400000

 

195 - Atriyal septal defekt, interatriyal septal anevrizma ve iskelet anomalisi ile ilişkili primer hiperparatiroidizm: olgu sunumu - 2013

Çuhacı N, Polat ŞB, Evranos B, Keleş T, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-257, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

GİRİŞ: Primer hiperparatiroidi (PHP)’nin klasik kemik hastalığı olan osteitis fibroza sistika, devamlı yüksek paratiroid hormonu (PTH) ‘nun kemikte yapığı rezorbsiyon sonucunda gelişen ve kemik kistleri, deformiteleri ve kahverengi tümörle karekterli  bir durumdur. PHPT’nin kardiyovasküler sistemdeki bulguları ise QT mesafesinde kısalma, kalp valvüllerinde, koroner damarlarda ve myokardiyal fibrillerinde kalsiyum birikimidir.

OLGU: 18 yaşında anoreksia nervozalı kadın hasta kliniğimize konstipasyon şikayeti ile başvurduğunda fizik muayenesinde bradikardisi (60/dak), prognatizmi mevcuttu. Vücut kitle indeksi (VKİ) 15 kg/m2 idi. El ve ayak parmaklarında kısalık olması nedeni ile yapılan ekstremitelerinin radyolojik görüntülemesinde, her 2 elde 2 ve 5. metacarpallerde, her 2 ayakta 1, 3, 4, 5. metatarsallerde kısalık saptandı. Laboratuar testlerinde hiperkalsemi, hipofosfatemi ve hiperparatiroidi mevcuttu. 24 saatlik idrarda kalsiyum atılımı 504 mg/gün idi. Boyun ultasonografi (USG)’sinde tiroid bezi sağ lob alt kısım dışında 4.9x6.8x10.4 mm  boyutlarında hipoekoik lezyon saptandı ve sestamibi sintigrafisi paratiroid adenomu ile uyumlu bulundu. Böbrek USG’de sağ böbrekte milimetrik kristaloidler, kemik mineral densitometresinde ise osteopenisi mevcuttu. Elektrokardiyografisinde kısalmış QT mesafesi ve bradikardisi ekokardiyografisinde ise atriyal septal defekt (ASD) ve interatriyal septal anevrizma saptandı. Hipofizer hormon düzeyleri panhipopituitarizm ile uyumlu idi. İskelet anomalisi ve kardiyak patolojileri olması nedeni ile göz ve  kulak-burun-boğaz anomalileri açısından da değerlendirildi, patolojik bulgu saptanmadı. Hiperkalsemiye yönelik acil tedavisi yapıldıktan ve paratiroid adenomu tanısı konulduktan sonra paratiroidektomi operasyonu yapıldı. Histopatoloji sonucu paratiroid adenomu ile uyumlu saptandı. Operasyon sonrasında kalsiyum ve PTH düzeyleri normal seviyelere geriledi.

Resim 1. Sestamibi sintigrafisi


 

Resim 2. A. Hastanın el grafisi  B. Hastanın ayak grafisi

 


                                                                     

 

SONUÇ: Bu hiperparatiroidili vakada hiperkalsemi yanısıra klasik kemik ve kardiyak lezyonları dışında iskelet anomalisi, ASD ve interatriyal septal defekt ve anoreksia nervosa bir arada bulunmaktadır. Bilgilerimize göre literatürde PHPT’si olup ASD'si olan mongoloid özellikli bir vaka bulunmaktadır. Bu bulgular ışığında PHP’li hastalar iskelet ve kardiyak sisteminin atipik anomalileri açısından da değerlendirilmelidirler görüşündeyiz.

194 - Hashimoto Tiroiditine bağlı hipotiroidisi olan bir vakada gebelikte gelişen hipertiroidi - 2013

Önal ED, Işık S, Sağlam F, Ersoy R, Çakır B.
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-239, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

GİRİŞ: Bilinen hipotiroidisi olan hastalar gebelik boyunca tiroid fonksiyon testleri bakımından yakın izlemde tutulmalıdır. Aylık kontrollerle trimastera uygun TSH düzeylerini sağlayacak L-tiroksin dozu belirlenmelidir. Bu bildiride gebelik öncesi Hashimoto tiroiditine bağlı hipotiroidism nedeniyle L-tiroksin replasmanı alan ve gebelikte hipertiroidi gelişen bir vaka tablonun nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur.

OLGU: 24 yaşında kadın hasta hipotiroidi nedeniyle polikliniğimize başvurdu. Başvurudaki TSH değeri 10.13 uIU/mL (0.27-4.2), sT4: 1.27 ng/dL (0.9-1.7), sT3: 2.98 pg/mL (1.8-4.6), Anti TPO: 411.8 IU/mL (0-34), Anti TG: 17.27 IU/mL (0-115) idi. Tiroid ultrasonografisinde parankim heterojendi ve yamasal tarzda hipoekoik alanlar mevcut olup kronik tiroidit ile uyumlu idi. Hastaya Hashimoto tiroiditi tanısı konularak L-Tiroksin tedavisi başlandı ve hastanın kontrollerde ötiroid hale geldiği izlendi. Takiplerde gebelik gelişen hastada L-Tiroksin dozu artırıldı. Gebeliğin 11. haftasında bakılan TSH: 3.13 uIU/mL ve sT4: 1.46 ng/dL iken hastada gebeliğin 20. haftasında  klinik ve laboratuvar olarak tirotoksikoz gelişti ve L-tiroksin tedavisi kesildi (TSH:0.02 uIU/mL, sT4: 1.89 ng/dL, sT3:6.23 pg/mL). 26. gebelik haftasında ilaç kesilmesine rağmen tirotoksikoz tablosunda  artış izlendi (TSH:0.006 uIU/mL, sT4:3.24  ng/dL, sT3: 12.13 pg/mL). Stimüle edici tirotropin reseptör antikoru (TSAb) 405 u/L (0-14) idi. Hastada oftalmopati saptanmadı. Hastaya Grave’s tanısı ile propiltiyourasil 3x100 mg başlandı. Vakamızda bloke edici tirotropin reseptör antikoru (TBAb) bakılamadığı için antikor değişimi gösterilememiştir.

 
 

TSH

sT3

sT4

Başvuruda

(Gebelik öncesi)

10,13

2,98

1,27

Gebelik 11.Hafta

(L-tiroksin alırken)

3,13

2,89

1,46

Gebelik 20.hafta

(L-tiroksin kesildi)

0,02

6,23

1,89

Gebelik 26.hafta

(Propiltiourasil başlandı)

0,006

12,13

3,24

 

TARTIŞMA: Tirotropin reseptör (TRAb) antikorları tiroid bezini stimüle ettiğinde Graves Hastalığına,  tirotropin fonksiyonunu bloke ettiğinde ise genellikle hipotiroidizme neden olurlar. Bu antikorlar arasında switch (değişim) görülebilir. Hipotiroidi için L-tiroksin tedavisi alan bir hastada TSAb gelişimi veya hipertiroidi için anti tiroid ilaç alan bir hastada TRAb gelişimi görülebilir. Bu antikor değişiminin rastlandığı durumlardan birisi de gebeliktir. Mevcut TBAb gebelikteki hemodilüsyona bağlı olarak TSAb titresine göre daha düşük düzeyde kalınca hastanın tiroid fonksiyon durumunda mevcut durumun tersine bir değişiklik saptanabilir. Bu nedenle gebe hastalarda bu durum değişikliği bakımından uyanık olunmalı ve yakın tiroid fonksiyon takibi yapılmalıdır. Hipotiroidi ile takip edilen hastada hipertiroidi gelişirse replasman dozu fazlalığı veya gebeliğe bağlı geçici tirotoksikoz tanılarının yanı sıra Graves gibi başka bir tiroid disfonksiyonunun da gelişmiş olabileceği unutulmamalıdır. 

193 - Toksik nodüler guatr tanısı ile total tiroidektomi uygulanan hastalarda tiroid karsinomu sıklığı - 2013

Tam AA, Kaya C, Kıyak G, Ersoy PE, Yalçın S, Poyraz NY, Kılıçyazgan A, Güler G, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-198, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

Amaç: Toksik nodüller guatr ile tiroid kanseri birlikteliğinin insidansı, klinik özellikleri ve prognozu konusunda literatürdeki veriler çelişkilidir. Biz bu çalışmamızda toksik nodüler guatr tanısı ile total tiroidektomi uygulanan hastalarımızda tiroid kanseri sıklığını araştırmayı, klinik bulguları ve tümör özelliklerini değerlendirmeyi amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Mart 2006-0cak 2012 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran, toksik nodüler guatr tanısı konularak endokrinoloji, genel cerrahi, patoloji ve nükleer tıp uzmanlarından oluşan multidispliner bir konsey tarafından değerlendirilen ve total tiroidektomi uygulanan hastalar alındı.

Bulgular: Çalışmaya alınan 77 hastanın 77 nodülü patoloji sonuçlarına göre benign (n=63, %81.8) ve malign (n=14, %18.2) olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Malignite saptanan olguların 10'unda (%71.4) tümör odağı nodül içinde tespit edilirken 4 hastada (%28.6) tümör odağı tiroid parankiminde idi. Malign nodüllerin 9'unda papiller mikrokarsinom, 3’ünde papiller karsinom ve 2'sinde mikroinvaziv tip folliküler karsinom saptandı. Nodülde tespit edilen karsinomların ortalama tümör çapı 8 mm idi. Malignite saptanan olguların takipleri süresince hiçbirinde nüks veya uzak metastaz saptanmamış ve ölüm olayı gerçekleşmemiştir. Çalışmamızda toksik nodüler guatrlı hastalarda İİAB'nin tanısal duyarlılığı %16.7, özgünlüğü %96.3 olarak hesaplanmış, ancak İİAB'nin ayırıcı tanıda anlamlı bir belirleyiciliğinin olmadığı bulunmuştur. USG ile saptanan morfolojik özellikler değerlendirildiğinde de hiçbir morfolojik bulgunun ayırıcı tanıda belirleyiciliğinin olmadığı izlenmiştir.

Sonuç: Toksik nodüler guatrın kalıcı tedavisinde RAI tedavisi ve cerrahi tedavi uygulanabilir. İnsidental saptanan tiroid kanseri sıklığı göz önünde tutulduğunda bu hastalarda uygun tedavinin seçiminde malignitenin dışlanması önemlidir. Çalışmamız sonucunda toksik nodüler guatrlı hastaların kalıcı tedavisinin planlanmasında cerrahi yaklaşımın öncelikle tercih edilmesi gerektiği görüsündeyiz.

192 - Hiperprolaktinemili hastalarda tiroid otoimmünitesi - 2013

Önal ED, Sağlam F, Saçıkara M, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

AMAÇ: Prolaktin düzeyindeki değişikliklerin,immün sistemde çeşitli değişikliklere yol açabileceği savunulmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız hiperprolaktinemi ile otoimmünite ve ultrasonografik özellikler bakımından primer tiroid hastalıkları arasındaki ilişkinin saptanmasıdır.

MATERYAL-METOD: 2005-2013 yılları arasında Endokrinoloji polikliniğimize başvuran ve hiperprolaktinemi saptanan toplam 100 hastanın medikal kayıtları incelendi. Tiroid ultrasonografisi(USG), TSH, sT4, sT3, anti -Tg ,anti-TPO sonuçları analiz edildi. Hasta grubu ile yaş ve cinsiyet bakımından benzer özelliklere sahip kontrol amacıyla başvuran 100 sağlıklı bireyin de tiroid USG,tiroid fonksiyon testleri ve otoantikor paneli değerlendirildi.

BULGULAR: Hasta grubundaki ortalama prolaktin düzeyi 93 ng/ml(37-470) saptandı. Hasta grubundan 25 (%25) kontrol grubundan ise 22 (%22) kişide anti-Tg ve/veya anti-TPO pozitif olarak saptandı(p=0,739). Ortalama serum prolaktin düzeyi antikor pozitif olan grupta 98(37-470) ng/ml iken antikor negatif olan grupta 92 (40-470) ng/ml idi.(p=0,975). Hiperprolaktinemisi olan hasta grubunda otoantikoru pozitif olan grupta (%60, 25 hastada 14 subklinik hipotiroidi,1 hipotiroidi) kontrol grubu ile karşılaştırıldığında (%9,1, 22 kişide 2 subklinik hipertiroidi) daha fazla tiroid fonksiyon testi anormalliği saptandı.(p<0,001). Hiperprolaktinemisi olan hastaların 27’sinde kontrol grubunun ise 31’inde guatr saptandı.(%27 vs %31,p=0,437). 46 hasta(%46) ve 50 kontrolde (%50)  guatr,tiroid antikor pozitifliği veya tiroid fonksiyon bozukluğu gibi tiroid hastalığının 1 veya daha fazla bulgusu saptandı.(p=0,888).

SONUÇ: Hiperprolaktinemi tiroid  otoimmünitesi olan hastalarda daha fazla tiroid  disfonksiyonu olması ile  ilişkili olabilir

 
 

Hiperprolaktinemili hastalar

(n=100)

Kontrol grubu

(n=100)

P değeri

TSH

2,2 (0,01-9,2)

1,9 (0,01-5,7)

    0,322

sT3

  3,2 (1-4,6)

    3,3(2,3-4,4)

    0,132

sT4

  1,1(0,3-1,8)

  1,2(0,8-1,7)

    0,09

Tiroid fonksiyon test.

   

Ötiroid(%)

         73

        95

 

Hipertiroidi(%)

         1

          -

   <0,001

Hipotiroidi(%)

           -

          -

 

Subklinik hipotiroidi(%)

         25

         3

 

Subklinik hipertiroidi(%)

          1

         2

 

Anti-TG pozitifliği(%)

          16

         10

     0,207

Anti-TPO pozitifliği(%)

          19

         17

    0,712

Antikor pozitifliği(%)

              25

         22

     0,739

Tiroid USG

   

Normal(%)

        50

        41

    

Guatr(%)

        27

       31

    0,437

Tiroiditis(%)

        23

      28

 
 

191 - Paraganglioma için nadir bir lokalizasyon: seminal vezikül paraganglioması - 2013

Evranos B, Özcan F, Polat ŞB, Kılıçyazgan A, Ersoy R, Çakır B.
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-048, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

GİRİŞ: Paragangliomalar nöral krest kaynaklı endokrin hücre veya organların tümörleridir. Baş-boyun bölgesi, vagus siniri etrafı ve ekstraadrenal yerleşimli paragangliyonlardan köken alırlar. Ekstraadrenal paragangliomalar böbrek, üretra, mesane, prostat, safra kesesi, spermatik kord, uterus ve vajina gibi farklı lokalizasyonlarda nadiren bulunurlar.

OLGU: 40 yaşında erkek hasta rektal kanama nedeniyle genel cerrahi polikliniğine başvurdu. Perianal fistül ön tanısı ile hastaya alt abdominal Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) tetkiki yapıldı. Solda seminal vezikül içerisinde 26x22 mm boyutlu kontrast tutan, mesane konturunda indentasyona neden olan solid kitlesel lezyon saptandı. Transrektal USG eşliğinde alınan tru-cut iğne biyopsisinin patolojisi paraganglioma olarak saptandı. Hastanın 24 saatlik idrarında normetanefrin düzeyi 2 kat yüksek saptandı. Hastaya I-123 Metil-iyodobenzilguanidin (MIBG) ile tüm vücut taraması yapıldı. BT’de tanımlanan lezyonda tutulum izlenmedi. Hasta, Multiple Endokrin Neoplazi-2, Von-Hippel-lindau, neurofibramatozis Tip 1 sendromu birlikteliği açısından klinik ve biyokimyasal olarak değerlendirildi, patolojik bulgu saptanmadı. Hasta opere edildi ve 3,5x2x1 cm boyutunda paraganglioma ile uyumlu lezyon saptandı.

SONUÇ: Paragangliomalar sıklıkla baş-boyun bölgesinde yerleşir ve parasempatik kaynaklıdır. Literatürde sadece 6 olguda prostat, mesane ve paratestiküler bölgede yerleşimli paraganglioma bildirilmiştir. Literatürde seminal vezikül paraganglioması ve renal hücreli kanseri olan bir vaka ve seminal paraganglioma ile birlikte multiple paraganglioması olan bir vaka tanımlanmıştır. Vakamız paraganglioması yalnız seminal vezikülde olan ve başka malignitesi olmayan tek vakadır.

 

RESİM 1 A. Kontrast öncesi abdominal BT görüntüsü  B. Kontrast sonrası abdomnal BT görüntüsü

                                                            

 

RESİM 2 A. Patoloji spesmeninin Hemotoksilen- Eozin ile  boyanması   B. Patoloji spesmeninin kromogranin ile  boyanması



190 - Endojen hiperkortizolizmi olan hastalarda primer tiroid hastalıkları ve immün disregülasyonun rolü: gözlemsel bir çalışma - 2013

Önal ED, Sağlam F, Saçıkara M, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-006, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

AMAÇ: Endojen Cushing Sendromu geçici immunsupresyona neden olan non fizyolojik hiperkortizolism durumudur. Cushing Sendromunun aktif fazında otoimmün hastalıklarda düzelme görülürken remisyondan sonra bu hastalıklarda alevlenme riski olabilir.Aynı zamanda Cushing sendromu hipotalamik-hipofizer-tiroid aksını da çeşitli yönlerden etkileyebilir. Bu çalışmada hiperkortizolism ile primer tiroid hastalıkları arasındaki ilişki otoimmünite kriterleri değerlendirilerek incelenmiştir.

MATERYAL-METOD: 2006-2013 yılları arasında hastanemize başvuran toplam 40 Cushing Sendromu tanısı olan hastanın verileri retrospektif olarak incelendi.Cerrahi öncesi yapılan tiroid USG'si,TSH,sT3,sT4,Anti TPO ve Anti Tg antikor düzeyleri kaydedildi.Kayıtlarda varsa hastaların postoperatif 6.aydaki tiroid fonksiyon testleri ve otoimmunite markerları da incelendi. Hiperkortizolism tanısı 1 mg deksametazon supresyon testi veya 24 saatlik idrarda serbest kortizol düzeyi ile konuldu.Etyolojiyi belirlemede ise 8 mg deksametazon supresyon testi,ACTH düzeyi ve görüntüleme yöntemleri kullanıldı. Cerrahi sonrası kür serum kortizol ve 24 saatlik idrardaki serbest kortizol düzeyinin normal ve altında olması ile kanıtlandı. Kontrol grubu olarak hasta grubuyla yaş ve cinsiyet bakımından denk olan ve kontrol amacıyla hastanemize başvurmuş olan sağlıklı kişiler alınmıştır.Bu hastalarda da tiroid USG,tiroid fonksiyon testleri ve otoimmünite markerları değerlendirilmiştir.

BULGULAR: 6 hasta(%15) ve 7 kontrolde(%17,5) çalışmanın başlangıcında anti-Tg ve /veya anti-TPO pozitifliği saptanmıştır. Hastalık kür olduktan sonra 2 hastada(%8) daha anti-Tg ve/veya anti-TPO pozitifliği gelişmiştir.(p>0.05). Hasta grubunda 16 hastada,kontrol grubunda ise 8 kişide nodüler guatr saptandı(%40 vs %20 ,p<0.05). Tiroid fonksiyonları değerlendirildiğinde hasta grubunda 1 hastada subklinik hipertiroidism,1 hastada da subklinik hipotiroidism saptanmışken kontrol grubunda 1 kişide hipertiroidi saptandı. Hasta grubunda 21 hastada(%52,5) ,kontrol grubunda ise 8 kişide (%20) bir veya daha fazla guatr,antikor pozitifliği veya tiroid fonksiyon bozukluğu gibi tiroid hastalığı özelliği saptandı ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı.

 
 

Grup 1A

(n=40)

Grup 1B

(n=25)

Grup 2

(n=40)

(P) Grup

1A vs. 2

(P) Grup

1B vs. 2

(P) Grup

1A vs. 1B

Serum TSH

1.3±1.2

1.6±1.2

2.2±1.3

< 0.01

0.06

0.223

Serum fT3

3.1±0.8

3±0.8

3.4±0.7

0.09

0.035

0.814

Serum fT4

1.2±0.3

1.2±0.4

1.3±0.2

0.4

0.442

0.646

Anti-Tg Positifliği(%)

4 (10)

4 (16)

3 (7.5)

0.692

0.253

0.371

Anti-TPO Positifliği (%)

4 (10)

5 (20)

5 (12.5)

0.723

0.322

0.221

Antibody Positifliği (%)a

6 (15)

7 (28)

7 (17.5)

0.762

0.244

0.169

 

      Grup 1A:Kür öncesi Cushing Sendromu olan hastalar

     Grup 1B:Kür sonrası Cushing Sendromu olan hastalar

     Grup 2:Kontrol grubu

 

SONUÇ: Cushing Sendromu olan hastalarda primer tiroid hastalığı sıklığında  belirgin bir   artış vardır ancak hiperkortizolismin düzeldiği dönemde dahi tiroid otoimmünitesinde bir artış saptanmamıştır.

189 - Adrenal insidentaloma tanısı ile izlenen hastalarımızın gözden geçirilmesi - 2013

Saçıkara M, Önal ED, Oğuz O, Akbulut Z, Ersoy PE, Güler G, Gümüş M, Ersoy R, Çakır B
Ulusal Bildiriler 35. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi ve Hipofiz Sempozyumu, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P-005, 15-19 Mayıs Antalya, 2013

ABSTRACT

AMAÇ: Adrenal insidentalomalar, adrenal hastalık ile ilgili belirti ve bulguların olmadığı hastalarda başka nedenlerle radyolojik olarak tetkik edilirken rastlantısal olarak saptanan tümörlerdir. Adrenal insidentelomalar bazılarının malign olması, bazılarının da artmış hormon aktivitesinden dolayı klinik olarak önemlidir. Biz bu çalışmada kliniğimizde takip edilmekte olan adrenal insidentalomalı hastalarımızın klinik özelliklerini ve bu hastalardaki deneyimimizi sunmayı amaçladık.

YÖNTEM: Atatürk Eğitim ve Araştırma Endokrinoloji Bilim Dalı’na Ocak 2006 ile Ocak 2013 tarihleri arasında başvuran 106 adrenal insidentaloma hastası retrospektif olarak değerlendirildi.

Parametreler

       N

Yaş (yıl)

54.44±13.31

                               kadın

Cinsiyet       

                              erkek       

62

          

44

                              sağ

Kitle taraf              sol

                              bilateral

40

54

14

Kitle boyutu (mm)

34.65±21.5

                             laparoskopik

Operasyon şekli

                             açık

19

          

22

Takip süresi (yıl)

2.34±1.33

                            büyüme 

Boyut değişimi    yok

                            küçülme

4

28

1

Takipte opere olan hasta sayısı

0

 

BULGULAR: Hastaların tanı anındaki yaş ortalaması 54.44±13.31 idi. Hastaların 62’si (%58.5) kadın, 44’ü (%41.5) erkek idi. İnsidentalomaların 40’ı (%37) sağ, 54’ü (%50) sol ve 14’ü (%13) bilateral yerleşimli idi. Tanı anındaki ortalama çap 34.65±21.5 mm olarak saptandı. Hastalar klinik ve laboratuar olarak değerlendirildiğinde; 48’inde (%44.4) nonfonksiyonel adenom, 27’sinde (%25) Cushing sendromu, 19’unda (%17.6) feokromasitoma, 7’sinde (%6.5) primer hiperaldosteronizm, 7’sinde (%6.5) metastatik tümör saptandı. Opere olan hasta sayısı 41 (%38.6) idi. Hastaların 19’una (%46.3) laparoskopik, 22’sine (%53.7) açık cerrahi uygulandı. Patolojik değerlendirmede kitlelerin 27’si adrenokortikal adenom, 7’si feokromasitoma, 4’ü psödokist, 4’ü metastatik tümör, biri onkositik neoplazm, biri de ganglionörom olarak raporlandı.. Opere olmayan hastalarından rutin takiplere gelen hasta sayısı 33 idi. Bu hastaların ortalama takip süresi 2.34±1.33 idi. Takipler neticesinde  adrenal insidentalomaların  28’inde (%84.8)  kitle boyutunda anlamlı büyüme olmaz iken, 4 (%12.1) hastada kitle boyutunda büyüme, 1 (%3) hastada küçülme tespit edildi. Takip edilen hastaların hiçbirinde cerrahi tedaviye gerek olmadı.

SONUÇ: Görüntüleme tekniklerinin duyarlılıklarının ve kullanımlarının artması neticesinde adrenal insidentaloma sıklığı da artmıştır. Adrenal insidentalomalar, malignite ve hormonal aktivite yönünden değerlendirilmeli, gerekli vakalarda surrenalektomi önerilmelidir. Adrenal insidentalomlar genellikle hormon olarak inaktif ve bening davranış göstermesine rağmen ileride malignite ve hipersekresyon gelişebileceği bilinmeli ve hastalar takibe alınmalıdır. 

188 - Electrophysiological vestibular evaluation in type 2 diabetic and prediabetic patients: oVEMP & CVEMP - 2012

Ö. Konukseven, B. Polat, S. Karahan, R. Ersoy, B. Çakır, A. Kutluhan, S. Aksoy
Ulusal Bildiriler Vertigo Academy International, Antalya- Belek, 15-18 Kasım, 2012

ABSTRACT

INTRODUCTION: We usually overlook the most common metabolic diasease “diabetes” if the blood glucose level is normal during vestibular evaluation. However diabetes is a chronic disease and it damages the cells and  neural structures.1,2 In this study, it was aimed to search the effects of Diabetes Mellitus (DM) on the vestibular system by using air conduction oculer (oVEMP) and cervical (cVEMP) vestibular evoked miyogenic potensials  evaluating  the VOR-VCR arches of the two major neural pathways of the vestibular system. There are few reports on this subject in the literature. This study may be important in revealing the vestibular damage besides the well known micro and macro vascular complications of diabetes. Moreover it may cause the ENT clinician and the audiologist to be alert of the possible metabolic diseases that can affect neural pathways and test results during the vestibular evaluation.

MATERIAL AND METHOD: 30 diabetic and 30 prediabetic patients between 20-60 years old, having no periferic or central vestibular disease, had been enrolled.  A control group of 31 healthy individuals was formed. After the patients’ histories were taken, and labaratory results(fasting plasma glucose, HbA1c…etc) were recorded, they were evaluated by audiovestibular tests, oVEMP and cVEMP. Prediabetes and diabetes was diagnosed according to ADA criteria .3

RESULTS: In type 2 diabetic patients, the symptoms of hyperglycemia, hypoglycemia and dizziness were subclinic since the percentage of awereness of those were 6%, 13%, 13% respectively.

 

Figure 1. In the diabetic group, arithmetic means of both oVEMP and cVEMP p1, n1 latencies were found significantly longer whereas we couldn’t detect any difference between prediabetic and the control group.



187 - Mikst medüller ve folliküler karsinom: İki olgunun sunumu - 2012

Usluoğulları A.C, E.D Önal, S Balcı, M Kılıç, R Ersoy, B Çakır
Ulusal Bildiriler 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, PS070, 23-24 Kasım, 2012.

186 - Papiller mikrokarsinomalı hastalarda tedavi, takip ve prognozu belirleyen faktörler - 2012

Usluoğulları A.C, E.D Önal, E Özdemir, R Üçler, G Kıyak, P.E Ersoy, S Yalçın, G Güler, R Ersoy, B Çakır
Ulusal Bildiriler 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, PS003, 23-24 Kasım, 2012.

185 - Normal tiroid ultrasonografi görüntüsü normal tiroid fonksiyon testleri ile birlikte midir? - 2012

A.A. Tam, C.Kaya, R. Üçler, A. Dirikoç, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-005, 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

ABSTRACT

Amaç: Ultrasonografi (USG) günümüzde tiroid hastalıklarının tanısında yaygın ve vazgeçilmez bir araç olarak kullanılmaktadır. Literatürde tiroid parankimindeki hipoekoik görünümün, tiroid otoantikor pozitifliği ve tiroid hipofonksiyonu ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bununla birlikte tiroid USG’de tamamen normal parankim ekojenitesi varlığının  normal tiroid testleriyle  birlikte olup olmadığı tam olarak ortaya konmamıştır. Bu çalışmanın amacı normal tiroid USG görüntüsüyle tiroid fonksiyon testleri ve tiroid otoantikorları arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.

Gereç ve Yöntem: Bu çalışma prospektif olarak planlandı ve çalışmada 218 hastanın tiroid USG ve laboratuar verileri değerlendirildi. Çalışmaya gebe olan, tiroid hormonu, iyot içeren ilaç veya antitiroid ilaç kullanan, USG’de nodül saptanan, tiroid operasyonu öyküsü olan ve radyoaktif iyot tedavisi almış olan hastalar alınmadı. Hastalar USG’de tiroid parankiminin görünümüne göre homojen/normoekoik ve heterojen olmak üzere iki gruba ayrıldı. Tiroid USG ayda 1000 den fazla USG yapan iki uzman tarafından birbirlerinin bulgularından habersiz olarak yapıldı. Her iki uzmanın da benzer sonuç verdiği olgular çalışmaya alındı. Her iki gruptaki hastaların tiroid fonksiyon testleri ve tiroid otoantikor düzeyleri karşılaştırıldı.

Bulgular: Tiroid parankiminde 103 olguda homojen görünüm, 115 hastada heterojen görünüm vardı. Gruplar arasında cinsiyet dağılımı benzer iken (p=0.362), USG ile parankim görünümü heterojen olan grubun normal olana gruba göre yaş ortalaması anlamlı olarak yüksekti (p=0.049). Parankim görünümü heterojen olan grupta TSH, Anti-Tg antikor, Anti-TPO antikor ve tiroid volümleri anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.001). USG normal olan 12 olguda (%11.6) TSH yüksekti. USG normal olan 12 olguda (%11.6) Anti-Tg antikor, 29 olguda ise (%28.15) Anti-TPO antikor pozitifti. Parankim görünümü heterojen olan grupta ise toplam 93 hastada (%80.8) tiroid otoantikorları pozitifti. Gruplar arasında sT3 ve sT4 açısından fark yoktu. Yaş ile tiroid volümü arasında anlamlı ve aynı yönde korelasyon saptandı (r=0.171 ve p=0.012).

Sonuç: USG ile “normal” olarak değerlendirilen tiroid, büyük oranda normal serum tiroid fonksiyon testleri ve negatif tiroid antikorları ile birliktedir. Bu sonuca göre Tiroid USG normal tiroid fonksiyonlarını öngörmede uygun bir araçtır ve gereksiz laboratuar tetkiklerinin yapılmasını da engelleyebilir. 

184 - Graves hastalığının kalıcı tedavisi için total tiroidektomi uygulanan hastalarda insidental tiroid kanseri sıklığı ve nodül varlığının malignite oranına etkisi - 2012

A.A. Tam, C.Kaya, F. Balkan, P.E. Ersoy, S. Yalçın, G.Kıyak, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-012, 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

ABSTRACT

Amaç: Literatürde Graves hastalarında bildirilen tiroid kanseri sıklığı %0.5-15 aralığında değişmektedir. Graves hastalarında tiroid kanserinin yıllık insidansı ise 175/100.000 olarak bildirilmiştir. Bu oranın genel ötiroid popülasyondaki bireylerde 0.5-8/100.000 olduğu düşünülür ise Graves hastalarında bulunan tiroid nodüllerinde malignite riskinin daha yüksek olduğu sonucuna varılabilir. Bu çalışmadaki amacımız Graves hastalığının kalıcı tedavisi için total tiroidektomi uygulanan hastalarımızda insidental tiroid kanseri sıklığını araştırmak ve nodül varlığının malignite oranına etkisini değerlendirmektir.

Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Graves hastalığı tanısı alan ve kalıcı tedavi amacı ile total tiroidektomi uygulanan 214 hastanın verileri retrospektif taranarak gerçekleştirildi. Hastalar benign ve malign olarak ve nodülü olanlar ve olmayanlar olarak alt gruplara ayrılarak değerlendirildi. Gruplar demografik özellikleri ve laboratuar verileri açısından da karşılaştırıldı.

Bulgular: Çalışmaya alınan 214 olgunun 14’ünde malignite saptandı. Malignite prevalansı %6.5 olarak tespit edildi. Malign ve benign gruplar arasında kadın ve erkek dağılımı istatistiksel olarak benzer bulundu (p=0.776). Malign grubun yaş ortalaması benign gruba göre anlamlı olarak yüksek idi. Benign ve malign gruplar arasında medyan TSH reseptör antikor düzeyleri yönünden anlamlı fark yoktu (p=0.134). Olgular nodül varlığı açısından iki gruba ayrıldı. Operasyon öncesi yapılan USG’de 19 hastada nodül tespit edilmişti. Nodülü olan grupta malignite sıklığı nodülü olmayan gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.004). Nodülü olan ve olmayan gruplar arasında yaş ve cinsiyet dağılımı açısından fark yoktu (p>0.05). Bu gruplar arasında TSH reseptör antikoru, Anti-TPO antikor, ve tiroid fonksiyonları açısından da anlamlı bir fark tespit edilmedi (p>0.05).

Sonuç: Çalışmamız soncunda Graves hastalığı olan hasta grubumuzda insidental tiroid kanseri sıklığını %6.5 olarak belirledik. Eşlik eden nodül varlığında malignite oranı da artmakta idi (%26.3). Graves hastalığı nedeniyle tedavi edilen hastalarda, özellikle nodül varlığında, malignite riskinin mutlaka göz önünde bulundurulması görüşündeyiz.

183 - Üç santimetre ve üzeri tiroid nodüllerinde usg eşliğinde uygulanan ince iğne aspirasyon biyopsisinin tanısal doğruluğu ve malign- benign nodüller arasındaki sonografik farklılıklar - 2012

R. Üçler, A.C. Usluoğulları, A.A. Tam, D. Özdemir, S. Yalçın, G. Kıyak, P.E. Ersoy, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-011, 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

ABSTRACT

Amaç: Tiroid nodüllerinde malignite varlığı nodül boyutunun büyüklüğü ile ilişkili gibi görünmektedir. Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB), ultrasonografi (USG) eşliğinde uygulansın ya da uygulanmasın, özellikle büyük tiroid nodüllerinde çeşitli kısıtlılıklara sahiptir. Bu çalışmanın amacı, 3 cm ve üzeri tiroid nodüllerinde, USG eşliğinde TİİAB (US-TİİAB)' ın tanısal doğruluğunu, ve malign-benign nodüller arasındaki sonografik farklılıkları değerlendirmektir.

Gereç-Yöntem: Çalışma nodüler guatr ile opere olan 267 hastanın bilgileri retrospektif olarak taranarak gerçekleştirildi. Nodül boyutu 3 cm ve üzeri olanlar hasta grubu,3cm' den küçük olanlar ise kontrol grubu olarak alındı. Nodül özellikleri standart USG kullanılarak yapılmış olan ölçüm kayıtlarına göre belirlendi. Sitoloji sonuçları; malign, malignite şüphesi, tanımlanamayan, benign ve tanısal olmayan olarak beş kategoriye ayrıldı. Sensitivite ve spesifite hesaplamaları yapılırken tanımlanamayan malignite şüphesi ve malign sitoloji sonuçları malign grupta kabul edildi. Yetersiz biyopsi sonuçları bu değerlendirmelere dahil edilmedi.

Bulgular: Toplam 267 hastanın 123'ü kontrol grubunda yer alırken, 144'ü hasta grubunda yer aldı. Kontrol grubundaki hastalarımızda malign histopatolojik sonuç oranı %42.3 iken, vaka grubumuzdaki hastalarda bu oran %16,0 olarak bulundu. Nodül boyutu <3 cm olan kontrol grubu hastalarında, USTİİAB’ın; sensitivitesi %85.4, spesifitesi %40.3, pozitif prediktif değeri (PPD) %52,6, negatif prediktif değeri (NPD) %78.1, doğruluk oranı %60, yanlış negatiflik oranı ise %21,9 olarak belirlendi. Nodül boyutu >=3cm olan hasta grubunda ise, US-TİİAB'ın, sensitivitesi %72.7, spesifitesi %81.6, pozitif prediktif değeri (PPPD %45.7, negatif prediktif değeri (NPD) %93.3, doğruluk oranı %80, yanlış negatiflik oranı ise %6,7 olarak bulundu. Maligniteyi öngörmede; nodülün solid içerikli, kenarının düzensiz ve hipoekoik görünümde olması ve halosunun bulunmaması her iki grupta da anlamlı bulundu.

Sonuç: Çalışmamızdaki bulgular, nodül boyutu artışı ile US-TİİAB sonuçlarının tanısal kısıtlılığında artış arasında doğrudan bir ilişki olmadığını desteklemektedir. Çalışmamızın bulgularından biri de nodül boyutu arttıkça malignite oranının azalmış bulunmasıdır ki bu bulgu cerrahi kararında ve maligniteyi saptamada doğru ve akılcı bir klinik yaklaşımın önemini yansıtmaktadır. Sonuç olarak, bir tiroid nodülünün malign olup olmadığı veya cerrahi kararı sadece nodül boyutu ile değil tüm tanısal ve klinik özelliklerin bir arada değerlendirilmesi ile verilmelidir.

182 - Sitolojide önemi belirlenemeyen atipi ve önemi belirlenemeyen folliküler lezyon olarak tanımlanan tiroid nodüllerinde ultrasonografi ile belirlenen morfolojik özelliklerin ve malignite oranlarının değerlendirilmesi - 2012

N. Çuhacı, D. Arpacı, R. Üçler, G. Kıyak, S. Yalçın, P. E. Ersoy, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-006, 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi (İİAB), tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde hızlı, güvenli, minimal invaziv, ucuz ve büyük oranda kabul gören bir yöntemdir. İİAB’nin sitolojik değerlendirmesinde en çelişkili kategori Önemi Belirlenemeyen Atipi (ÖBA) ve Önemi Belirlenemeyen Folliküler Lezyon (ÖBFL) olarak tanımlanan gruptur. Bu kategoride malignite riski düşük kabul edildiği için Bethesda Sistemi (BS) bu nodüllere biyopsi tekrarını önermektedir.Biz bu çalışmamızda, sitolojik değerlendirme sonucu ÖBA ve ÖBFL olan tiroid nodüllerindeki malignite oranını değerlendirmeyi ve malignite ile ilişkili ultrasonografik, klinik, laboratuar özelliklerini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız sitolojisi ÖBA veya ÖBFL olan ve cerrahi uygulanan 268 hastanın bilgilerinin retrospektif olarak taranması ile gerçekleştirildi. Ultrasonografi (USG) kayıtları retrospektif olarak tarandı. Nodül lokalizasyonu, çapı, halo varlığı, ekojenitesi, kenar düzeni, nodül içeriği, kalsifikasyon varlığı, hastaların tiroid fonksiyon testleri, tiroid otoantikorları, sintigrafik ve histopatolojik bulguları değerlendirildi.

BULGULAR: 268 hastanın 276 nodülüne ait sonuçlar değerlendirildi. Nodüllerin 188’i ÖBA grubunda,  91’i ÖBFL grubunda idi. Malign histopatolojik sonuç oranları ÖBA grubunda %24.3, ÖBFL grubunda %19.8, her iki grubun toplamında ise % 22.8 olarak bulundu.  ÖBA ve ÖBFL grupları arasında malignite sıklığı açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Çalışmamızda TİİAB sayısına göre histopatoloji sonucu benign ve malign çıkan nodül oranları karşılaştırıldığında bir kez TİİAB yapılanlar ile birden fazla sayıda TİİAB yapılanlar arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmadı. Maligniteyi öngörmede belirleyici özellikler, tüm nodüller değerlendirildiğinde, nodülün hipoekoik olması ve cidar kanlanmasının artmış olması idi. Gruplar ayrı ayrı değerlendirildiğinde nodülün hipoekoik olması ÖBA grubunda, cidar kanlanmasının artmış olması ise ÖBFL grubunda maligniteyi öngörmede belirleyici bir özellik olarak belirlendi.

 

Tablo. Benign ve Malign Histopatolojiye Sahip Nodüllerde USG Bulguları


 

SONUÇ: Sitolojik olarak ÖBA veya ÖBFL olarak tanımlanan nodüllerdeki malignansi oranını literatürde bildirilen oranlardan daha yüksek bulduk. Bu yüksekliğin nedeni çalışmaya alınan hastaların operasyon için seçilmiş bir grup içinde olmasına bağlanabilir. Benign ve malign grupları ayırt etmede belirleyici olan faktörler değerlendirildiğinde tüm grupta malignite yönünden en belirleyici olan ultrasonografik özelliğin hipoekojenite ve cidar kanlanması olduğu, ÖBA grubunda sadece hipoekojenite, ÖBFL grubunda ise sadece cidar kanlanması olduğu söylenebilir. Bu bulgular ultrasonografik özelliklerin tek başına maligniteyi öngörmede yetersiz kalabildiği, tüm tanısal ve klinik özelliklerin bir arada değerlendirilmesi gerektiği sonucunu desteklemektedir. Ayrıca bu kategorideki nodüllere önerilen biyopsi tekrarının hastanın klinik, ultrasonografik özelliklerinin de göz önünde bulundurularak yapılması gerektiği görüşündeyiz.

181 - Orta-Ciddi Graves orbitopatisinin seyrinde erken total tiroidektominin medikal tedavi ile karşılaştırılması - 2012

M.F. Erdoğan, Ö. Demir, R. Ersoy, K. Gül, U. Ünlütürk, B.İ. Aydoğan, Z. A. Üç, T. Mete, S. Ertek, B. Çakır
Ulusal Bildiriler SS-001, 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

ABSTRACT

Amaç: Orta-ciddi şiddette aktif orbitopatisi olan Graves hastalarında erken total tiroidektominin medikal tedavi ile karşılaştırıldığında orbitopati seyrinde rolünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Hastalar-Yöntem: Orta-ciddi şiddette aktif orbitopatisi olan Graves hastalarından, Graves orbitopatisi (GO) için lokal önlemler dışında tedavi almamış olanlar çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar antitiroid tedavi ile ötiroid hale getirilerek, tüm hastalara toplam 4.5 gr İV puls metil prednizolon tedavisi verilmiştir. Puls steroid tedavisi sonrası hastalar, iki gruba randomize edilmiştir. Birinci grup, total tiroidektomi için cerrahiye yönlendirilmiştir. İkinci grup, antitiroid tedavi ile izlenmiştir. Tüm hastalar, TSH düzeyi 0.4-1 mlU/L aralığında tutularak takip edilmiştir.

Bulgular: Cerrahi (n=82) ve Medikal tedavi (n=22) grupları karşılaştırıldığında, başlangıçta her iki grup arasında yaş, cinsiyet, sigara içimi, hipertiroidizm ve orbitopati süreleri, tiroid hacimleri, TSH, sT4, anti-TPO, anti-Tg ve TRAb değerleri açısından fark yoktu.

Ortalama 32 aylık takip sonunda, tiroid otoantikorlarındaki azalma cerrahi grubunda istatistiksel olarak daha anlamlı iken propitozis, kapak açıklığı ve KAS ve diplopi'deki düzelme her iki grupta benzer şekilde izlendi. Cerrahi kolundaki üç hastaya (%21) ek puls metilprednizolon tedavisi, bu hastaların ikisine de (%14) görme sorunları ve optik nöropati gelişimi nedeniyle orbital dekompresyon cerrahisi uygulandı. Medikal tedavi grubundaki üç hastada 18-24 ay antitiroid tedavi sonrası hipertiroidizm tekrarladı. Bu bulgular ara sonuç olup çalışma devam etmektedir.

Sonuç: Tiroid otoantikorları, cerrahi tedavi ile anlamlı olarak düşürülmesine rağmen bu, ortalama 36 aylık takip süresinde, GO seyrine olumlu bir biçimde yansımamıştır.

180 - Medüller ve folliküler tiroid kanseri birlikteliği: iki olgunun sunumu - 2012

A.C. Usluoğulları, E. D. Önal, S. Balcı, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-070, 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

179 - Papiller tiroid mikrokarsinomalı hastalarda tedavi, takip ve prognozu belirleyen faktörler - 2012

A.C. Usluoğulları, E. D. Önal, E. Özdemir, R. Üçler, G. Kıyak, P. E. Ersoy, S. Yalçın, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 5. Tiroid Hastalıkları Kongresi, Ankara, 23-24 Kasım 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Papiller tiroid mikrokarsinoma(PTMK), papiller tiroid kanserinin(PTK)en sık görülen formudur. Son yıllarda PTMK 'nın insidansı iki katına çıkarken tedavisi ve takibi hala tartışma konusudur. Çalışmamızda PTMK’lı hastaların tedavi şekli, takip kriterleri ve prognoza etkileri açısından tanı anındaki klinik ve histopatolojik risk faktörlerini analiz etmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEMBu çalışmada, Ocak 2007-Kasım 2012 tarihleri arasında polikliniğinimize başvuran, total tiroidektomi uygulanan vepatoloji raporu ile PTMK tanısı alan 248 hasta  retrospektif  olarak değerlendirildi. Hastaların demografik, histopatolojik,klinik özellikleri, total tiroidektomi sonrası uygulananradyoaktif iyot (RAI)dozları, takip sırasında nüks gelişip gelişmediği, uzak metastaz olup olmadığı ve ek doz RAI uygulanıp uygulanmadığı kaydedildi.Hastaların  takiplerindeki klinik muayeneleri, boyun ultrasonografi (USG) bulguları,tüm vücut iyot tarama sonuçları ile süpresyon tedavisine 4 hafta ara verildikten sonra bakılan TSH, tiroglobulin (TG) ve Anti-TG antikor değerleri kaydedildi.

BULGULAR: 201’ü  kadın, 47’si  erkek olmak üzere 248 hasta incelenmiştir. Hastaların genel yaş ortalaması 47.8±11.5yılveortalama takip süresi 24±18 ay idi. Hastaların tamamına operasyon sonrası RAI ablasyon tedavisi  uygulanmıştı. Hastalar, tümör boyutu olarak ≤5 mm ve >5 mm üzeri olarak karşılaştırıldığında, bilateralite, vasküler invazyon, kapsül invazyonu, tiroid dışı yayılım ve lenf nodu metastazı sıklığı tümör boyutu >5 mm olan grupta istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p değerleri sırası ile; p<0.046, p<0.021, p<0.001, p<0.003, p<0.000). Çoklu değişkenli lojistik regresyon analizi sonucu lenf nodu metastazı üzerinde TG değeri ve klinik şüphe sonucu opere edilmiş olmanın etkili olduğu görüldü. Lenf nodu metastazı  gelişimine etki edecek TG sınır değeri olarak 7.98 ng/ml saptandı bu değer içinsensitivite %57.14, spesifite %83.17, pozitif prediktif değer (PPD) %19   ve negatif prediktif değer (NPD) %96.6 bulundu.Nüks gelişimine TG değeri ve lenf nodu metastazı varlığının etkili olduğu görüldü. Nüks gelişimi açısından tümör boyutu için sınır değer%50sensitivite, %76.37spesifite, %8.2 pozitif prediktif değer (PPD) ve %97.3 negatif prediktif değer (NPD) ile 6 mmolarak belirlendi.

SONUÇ: Tümör boyutu 6 mm üzerinde olan veya tiroidektomi sonrası uyarılmış TG değeri 7.98 üzerinde olan veya klinik şüphe ile cerrahi önerilen hastalarda lenf nodu metastazına daha sık rastlanmaktadır . Lokal nüks gelişimi ile tanı anında lenf nodu metastazı varlığı arasında anlamlı bir ilişki mevcuttur. PTMK’da merkezimizin tedavi yaklaşımı total/totale yakın tiroidektomi uygulanması ve sonrasında RAI ablasyon tedavisidir. Çalışma grubumuzun nüks oranının düşük olmasının tedavi yaklaşımımızla ilişkili olduğu görüşündeyiz. PTMK tümörün sadece boyutuna bakarak sessiz ve rölatif olarak selim gidişli bir hastalık olarak kabul edilmemelidir. Hastalık çok farklı seyir ve yayılımlar gösterebilir.

178 - Siklosporin tedavisi altında gelişen otoimmün kökenli tiroid hastalıkları: iki olgunun sunumu - 2012

Eda, D.Ö., A.C. Usluoğulları, D. Arpacı, R. Üçler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P149- 342, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Herhangi bir nedenle immün supresyonu olan kişilerde otoimmün kökenli hastalıkların görülmesi beklenmeyen bir durumdur. Bu bildiride siklosporin tedavisi altında iken Graves hastalığı ve subakut tiroidit tanısı alan iki olgu sunulmuştur.

OLGU 1: 47 yaşında kadın hasta, hipoplastik anemi tanısı ile üç yıldır siklosporin tedavisi alırken son iki aydır olan hızlı kilo kaybı, terleme ve ellerde titreme yakınması ile başvurdu.  Tetkiklerinde TSH: 0.005 uIU/ml (0.27-4.2), sT4: 7.77 ng/dl (0.9-1.7), sT3: 28.56 pg/ml (1.8-4.6), Anti-TPO ve Anti-TG (tiroglobulin) pozitif, TSH reseptör antikoru: 95 u/L (0-14) idi. USG’de tiroid glandının boyutları artmış ve parankimi heterojen izleniyordu. Tiroid sintigrafisinde non homojen artmış aktivite tutulumu mevcuttu. RAI uptake ölçümü 4.saatte: %46 (15-25), 24.saatte: %27 (25-35) idi. Klinik ve laboratuar bulgularla hastaya Graves hastalığı tanısı konularak antitiroid tedavi başlandı ve takiplerinde ötiroid durum sağlandı.

OLGU 2: 41 yaşında kadın hastanın bir yıldır psöriasis tanısı ile siklosporin tedavisi alırken tiroid lojunda ağrı ve hassasiyet nedeni ile yapılan tetkiklerinde subklinik hipertiroidi saptandı.  TSH: 0.015 uIU/ml, sT4: 1.48 ng/dl, sT3: 3.92 pg/ml, Anti-TPO negatif, Anti-TG pozitif, TSH reseptör antikoru: 5 u/L idi. Tiroid USG kronik tiroidit zemininde nodüler guatr olarak raporlandı. Tiroid sintigrafisi nonhomojen aktivite dağılımı izlenen kısmi olarak suprese tiroid bezi ile uyumlu idi. RAI uptake ölçümü 4.saatte: %1, 24.saatte: % 0 bulundu.  Subakut tiroidit tanısı konulan hastaya nonsteroid antiinflamatuar ve betabloker tedavi başlandı. Siklosporin tedavisi Dermatoloji bölümünce kesildikten bir ay sonra yapılan kontrolde hasta ötiroid idi.

Tablo 1. Hastalarımızın laboratuar parametreleri

 

Normal değerler

1.Olgu

2.Olgu

TSH

0.27-4.2  uIU/ml

0,01

0,015

ST3

1.8-4.6  pg/ml

28,56

3,92

ST4

0.9-1.7  ng/dl

7,77

1,48

Anti-Tg

 0 - 115 IU/mL

387,8

143,2

Anti-TPO

 0 - 34 IU/mL

35,2

9,7

TSH Reseptör Antikoru

 0 - 14 u/L

95,02

5

RAI Uptake

4.saat  %15-25

46   

1

24.saat  %25-35

27

0

  

Resim 1.A: Olgu 1’e ait sintigrafi görüntüsünde diffüz artmış aktivite tutulumu. B: Olgu 2’ye ait sintigrafi görüntüsü: non homjen, kısmi suprese izlenen tiroid bezi. 




SONUÇ: Siklosporin, Graves oftalmopatisi tedavisinde de kullanılan bir ajandır. Siklosporin A; Ca, IL-3, IL-4, IL-5 tarafından indüklenen T ve B hücre proliferasyonunu ve sitotoksik T hücre ekzositozunu inhibe etmektedir. Ancak nadiren immün sistemde anormal modulasyon yaparak beklenenin aksine otoimmün kökenli hastalıkların gelişmesine de neden olabilir.  Sunulan olgularda da otoimmün kökenli tiroid patolojileri gelişmiştir. Siklosporin kullanan hastaların özellikle aile öyküsü veya otoimmün kökenli başka bir hastalığı varsa otoimmün tiroid patolojileri bakımından da periyodik olarak tetkik edilmesi önerilir.

177 - Tanı amaçlı uygulanan İyot-131 ile ablate olan ektopik tiroid dokusu: olgu sunumu - 2012

Alper, C.U., F. Sağlam, N. Poyraz, Ş. Doğanay, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P146- 340, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Otopsi çalışmalarında ektopik tiroid dokusu varlığı %10 oranında bildirilmiştir. Asemptomatik kişilerde ektopik tiroid dokusunun önemi bilinmemektedir.Bununla birlikteektopik tiroid dokusunun tiroid kanseri için artmış risk oluşturduğuna dair raporlar literatürde mevcuttur. İyot-131 ektopik tiroid dokusu araştırılmasında kullanılmaktadır. Tarama sintigrafisi düşük doz (2-5 mCi) ile yapılır. Tiroid bezinin gramı başına yaklaşık 6 MBq (160 μCi) verilen İyot-131 ise ablasyon dozudur. Bu bildiride iki kez yapılmış tiroid operasyonu sonrası yapılan kontrolünde dil köküne yakın ektopik tiroid dokusu saptanan, sitolojisinde atipik hücreler görülen ve tanı amaçlı uygulanan İyot-131 ile ablate olan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 14 yıl önce Toksik Diffüz Guatr (TDG) tanısı ile bilateral subtotal tiroidektomi uygulanan 42 yaşındaki kadınhastaya nüks toksik diffüz nodüler guatr tanısı ile tamamlayıcı tiroidektomi uygulanmıştı. Histopatolojik inceleme nodüler hiperplazi ile uyumlu idi.  Hastanın operasyon sonrası altıncı ay kontrolünde yapılan tiroid ultrasonografisinde rezidü tiroid dokusu izlenmiyordu ancak orta hatta, hyoid kemik hizasında, 12X24 mm boyutunda, color doppler ile internal kanlanması artmış, ektopik tiroid dokusu ile uyumlu düzgün sınırlı, hipoekoik doku mevcuttu(Resim 1 ve 2). USG eşliğinde yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisinde (İİAB); yayma preparatlar kolloidden fakir ve hiposellüler idi. Değerlendirilen hücre gruplarında nükleer irileşme, üst üste binme eğilimi, pleomorfizm ve çentik varlığı dikkati çekmekte idi.Tekrarlanan İİAB sonucu “önemi belirlenemeyen atipi” olarak raporlandı. İİAB sırasında hazırlanan yıkama örneklerinden bakılan tiroglobulin seviyesi >300 idi. Hastaya operasyon önerildi ancak hasta üçüncü kez opere olmayı reddetti. Bu nedenle malignite ve uzak metastaz varlığını değerlendirmek amacı ile 3 mCi İyot-131 ile tüm vücut tarama yapıldı ve sadece boyunda star artefakta neden olan aktivite birikimi izlendi. 

 

Resim 1 . Boyun orta hatta, hyoid kemik hizasında, internal kanlanması artmış tiroid dokusu.

    
 
 
 













Resim 2 . Dil kökünde ektopik yerleşimli tiroid dokusunun sintigrafik görünümü


Sitolojik bulgular nedeni ile üç ay sonra yapılan boyun USG’de ise ektopik tiroid dokusu izlenmiyordu. L-Tiroksin tedavisi kesildikten sonra çekilen tiroid sintigrafisinde de ektopik tiroid dokusunu düşündürecek bulguya rastlanmadı. İyot-131 uygulaması sonrası dokunun ablate olduğu kararına varıldı. Hasta halen 150 mcg/gün L-Tiroksin tedavisi altında ve asemptomatikdir. Olgu ektopik tiroid dokusunun nadir görülmesi ve ilginç klinik seyri nedeni ile sunulmuştur. 

176 - Hashimoto tiroiditi zemininde papiller tiroid karsinom odağı içeren malign struma ovari: olgu sunumu - 2012

Filiz, A., D. Tüzün, R. Bedir, A. Yazgan, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P142- 337, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Struma Ovari, over teratomlarının monodermal bir varyantı olup matür teratomların %2’sini oluşturur ve oldukça nadir görülür. Çoğunlukla benign olmakla birlikte %5 olguda malign transformasyon görülebilmektedir. Tüm over teratomları içinde görülme sıklığı %0.1-0.3 aralığında bildirilmiştir. Bu bildiride bir malign struma ovari olgusu sunulmuştur.

OLGU: 60 yaşında kadın hasta karın ağrısı şikayetiyle başvurdu. Özgeçmişinde özellik yoktu. Rutin kan ve idrar testleri normal sınırlar içindeydi. Pelvik ultrasonografide sağ adneksiyal alanda semisolid kitle tespit edildi. Pelvik MR’da  sağ over lojunda 5.8x5.4x4.5 cm düzensiz sınırlı bir kitle mevcuttu. CA19-9 düzeyi 289 U/mL saptandı. Hastanın sağ salpingo-ooferektomi materyali frozen incelemede malign olarak rapor edildi. Bu nedenle hastaya total abdominal histerektomi, sol salpingo-ooferektomi, bilateral pelvik ve paraaortik lenf nodu disseksiyonu, omentektomi ve apendektomi yapıldı.Sağ ovarian kitlenin makroskopik incelemesinde kitle 11x7x5 cm boyutlarında olup dıştan lobule görünümlü, beyaz renkte, ve kistik izlenim vermekte idi. Kitlenin kesit yüzeyi kıl yapıları, diş ve sebum benzeri materyal ile dolu olup bir kenarında 5x4 cm boyutlarında kahverenkli jelatinöz kıvamda bir alan izlendi. Histopatolojik incelemede matür kistik teratoma özgü pilosebase yapılar, kistleri döşeyen çok katlı yassı epitelyum, kıkırdak, solunum yoluna ait epitelyum örnekleri izlendi. Tanımlanan alandan hazırlanan kesitlerde; bir alanda papiller yapılar oluşturan, nükleer çentiklenme ve inkluzyonlar içeren buzlu cam görünümünde nükleusa sahip atipik epitelyum hücrelerinden oluşan tümör izlendi. (Resim 1)

Resim 1. Sol struma ovari içinde tiroid kanseri odağı; Sağ tarafta, Papiller tiroid kanseri, klasik varyant, X40, HE


 

Tümör çevresinde yaygın kistik dejenerasyon bulguları içeren yoğun lenfoplazmositer iltihabi hücre infiltrasyonu, germinal merkezleri belirgin lenfoid foliküller ve folikül epitelyum hücrelerinde yaygın Hurthle hücre farklılaşması gösteren tiroidit bulguları gözlendi. Bu bulgulara dayanarak papiller tiroid karsinom odağı içeren ve hashimoto tiroiditi bulguları gösteren matur kistik teratom tanısı konuldu. Sol over ve histerektomi materyali patolojisi normaldi. Hastanın tiroid muayenesi normaldi. Tiroid fonksiyonlarına bakıldığında TSH düzeyi 5.37(0.34-4.94) ulU/mL olup  Anti-TPO ve  Anti-TG pozitifti. Tiroid USG ve tiroid sintigrafisinde patoloji saptanmadı. Primer tiroid tümörü olasılığı ekarte edildi. Hasta Evre Ia malign struma ovari olarak kabul edildi. Hastada bir yıllık izlemde klinik ve radyolojik olarak nüks ve metastazı düşündürecek bulgu saptanmamıştır.

175 - Tiroidektomiden yirmi yıl sonra vertebra ve akciğer metastazı ile ortaya çıkan bir tiroid folliküler karsinomu vakası - 2012

Alper, C.U., O. Oğuz, E. Özdemir, M. Bavbek, H. Korkmaz, D. Yılmazer, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P137- 333, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ:  Folliküler tiroid karsinomu tanısı konulduğunda olguların %25’inde ekstratiroidal invazyon, %5-10’unda lokal lenf bezlerine metastaz ve %10-20’sinde uzak metastaz görülmektedir. Differansiye tiroid karsinomalı hastalarda 10 yıllık sağ kalım oranı %80-95 iken, uzak metastazı olanlarda 10 yıllık sağ kalım oranı  %40’a düşmektedir. Folliküler tiroid karsinomlu 40 yaşın üzerindeki hastaların %25’inde uzak metastaz görülmektedir. Folliküler karsinom sıklıkla akciğer ve kemiğe metastaz yapar. Bu bildiride yirmi yıl önce subtotal tiroidektomi uygulanmış, merkezimizde folliküler tiroid karsinomunun akciğer ve kemik metastazı saptanan, ilginç olarak tamamlayıcı tiroidektomisinde tümör dokusu izlenmeyen bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 69 yaşında erkek hasta bel ağrısı yakınması ile hastanemiz Beyin Cerrahi bölümüne başvurdu. Hastanın torakal vertebra MR’ında T9 vertebrada  metastatik kitle  ve T10 vertebra düzleminde kesite giren sağ akciğer parankimi içerisinde posteriorda yaklaşık 17 mm çapında nodüler metastatik lezyon  saptandı. 18F-FDG ile PET/BT ile yapılan tüm vücut taramada her iki akciğerde parankimal nodüller ve T9 vertebrada yumuşak dokunun eşlik ettiği kitle ve bu bölgelerde patolojik metabolik aktivite artışı izlendi. Ancak primer malignite ile uyumlu olabilecek patolojik bulgu saptanmadı. Beyin Cerrahi bölümü tarafından T9 vertebradaki kitle rezeke edildi. Patoloji sonucu tiroid folliküler karsinom metastazı ile uyumluydu. Hastanın 20 yıl önce multinodüler guatr tanısı ile yapılmış subtotal tiroidektomi operasyonu öyküsü vardı. Ancak histopatoloji sonucuna ulaşılamadı. Hastaya boyun ultrasonografisi (USG) yapıldı. USG’de tiroid glandı sağ lob lokalizasyonundaki rezidü dokuda 18x17 mm ebatlı, hipoekoik özellikte, çevresinde ve içerisinde kaba kalsifikasyonlar bulunan, heterojen nodül ve suprasternal alanda boyun inferior kesimde orta hatta 37x13 mm'lik, heterojen,  kistik- nekrotik alanlar içeren, internal kanlanma gösteren solid yapıda lezyonlar izlendi. Nodülden yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisinin sonucu folliküler neoplazi şüphesi, suprasternal kitleden yapılan biyopsi sonucu önemi belirlenemeyen folliküler lezyon olarak raporlandı.

 

Resim 1 . 200 mCi RAI sonrası 7. günde yapılan tüm vücut tarama


 

Akciğerdeki lezyondan yapılan transtorasik biyopside de tiroid aspirasyonları ile benzerlik gösteren follikül benzeri atipik grupların izlendiği rapor edildi. Bu bulgularla hastaya tamamlayıcı tiroidektomi ve suprasternal kitle rezeksiyonu uygulandı. Sitolojik bulgulara rağmen, histopatolojik incelemede rezidü tiroid dokusunda ve suprasternal kitlede tümör dokusu saptanmadı. Hastaya ablasyon amacıyla 200 mCi RAI verildi. RAI sonrası 7. günde yapılan tüm vücut taramada boyunda, torakal vertebra ve her iki akciğerde birçok odakta patolojik tutulum izlenmekte idi (Resim 1). Hasta LT4 supresyon tedavisi altında takibe alındı. Hastanın I-131 ile tüm vücut taraması Mayıs 2012’de yapılacaktır.

174 - Toksik adenom ve Riedel tiroiditi birlikteliği: olgu sunumu - 2012

Ali A.T., D. Özdemir, E.P. Ersoy, A. Kılıçarslan, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P131- 329, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Riedel tiroiditi tiroid bezinin oldukça nadir görülen kronik inflamatuar bir hastalığıdır. Normal parankim yoğun fibrotik doku ile yer değiştirmiştir. Hastalık çevre dokuları da etkileyebilir. Çevre dokunun etkilenmesine bağlı olarak havayolu obstrüksiyonu, disfaji, rekürren laringeal sinir paralizisi ve hipoaparatiroidi gelişebilir. Muayenede tiroid yutkunmakla kolay hareket etmeyen kaya sertliğinde bir doku gibidir. Tanıda ince iğne biyopsisi (IIAB) genellikle tanısal değildir. Kesin tanı için histopatolojik inceleme gerekir. Bu bildiride toksik adenom nedeniyle radyoaktif iyot (RAI) tedavisi alan, sonrasında nodülde büyüme olması nedeniyle total tiroidektomi uygulanan ve Riedel tiroiditi tanısı alan bir olgu, hastalığın nadir görülmesi ve toksik adenomla birlikteliği nedeni ile sunulmuştur.

OLGU: 61 yaşında erkek hasta Mayıs 2008’de subklinik hipertiroidi nedeni ile polikliniğimize yönlendirildi. Bası belirtileri tarif etmeyen hastanın tiroid muayenesinde tiroid sol lobunda 3x2 cm boyutunda nodül tespit edildi. Serbest T3: 2.04 pg/ml (1.57-4.71 pg/ml), serbest T4: 1.03 ng/dl (0.85-1.78 ng/dl), TSH: 0.047 μIU/mL, (0.4-4  μIU/mL), tiroglobülin 6.31 mg/dl (1.15-35 mg/dl) olup anti-TPO, anti-TG ve TRAB negatif idi. Tiroid ultrasonografisinde sol lobda süperior ve orta kesimi tama yakın dolduran 15x20x28 mm boyutunda, ince periferik halosu olan, kistik dejenerasyon alanları ve makrokalsifikasyonlar içeren izoekoik nodül tespit edildi. Tc 99m-perteknetat ile yapılan tiroid sintigrafisinde sol lobda aktif nodül içeren ekstranodüler kesimleri suprese tiroid bezi görüntüsü elde edildi. (Resim 1). I-131 ile yapılan up-take 4. saatte %10, 24. Saatte % 25 idi. Nodüle IIAB yapıldı. Sitoloji sonucu benign idi. Hasta için RAI tedavisine karar verildi.

 

Resim 1. Sol tiroid lobunda aktif nodül ve ekstranoduler alanlarda supresyon


 

Resim 2. Parankimde yaygın fibrozis, lenfoid hücreler ile arada sıkışmış atrofik tiroid folikülleri : Riedel tiroiditi (H/E x 50).


 

Mart 2009’da 20 mCi RAI verildikten sonraki 6. ay kontrolünde nodül boyutlarında belirgin artış olması nedeniyle hastaya total tiroidektomi kararı alındı. Tiroidektomi sonrası histopatolojik incelemede stromasında belirgin fibrozisi olan ve arada atrofik nitelikte glandlar bulunan tiroid dokusu izlenmekte idi. Fibrozisin çevre yağ dokusuna da yayılmış olduğu dikkat çekiyordu. Fokal alanlarda orta büyüklükteki venler etrafında kronik iltihabi hücreler ile fibrozis tesbit edilmesiyle olguya Riedel tiroiditi tanısı konuldu (Resim 2).

SONUÇ: Riedel tiroiditi oldukça nadir görülen bir hastalık olup literatürde toksik adenom ve Riedel tiroiditi birlikteliği olan başka bir vakaya rastlanmamıştır.

173 - Differansiye tiroid kanserlerinin birlikteliği - 2012

Dilek, A., D. Özdemir, R. Ersoy, E.P. Ersoy, S. Yalçın, G. Kıyak, A. Yazgan, G. Güler, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P129- 328, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Farklı türde differansiye tiroid kanserlerinin birlikteliği oldukça nadir görülen bir durumdur. Bu bildiride tiroid kanserli hasta grubumuzda iyi differansiye tiroid kanser birlikteliği olan olgular sunulmuştur.

OLGU 1: 58 yaşında kadın hastaya ötiroid multinodüler guatr (ÖMNG) nedeniyle takip edilirken tiroid ince iğne aspirasyon biyopsi (TİİAB) sonucu  hurthle hücre neoplazisi şüphesi olması nedeniyle total tiroidektomi yapıldı. Postoperatif histopatoloji sonucunda 40 mm boyutunda anjioinvaziv hurtle hücreli karsinom ve aynı lobda 3 mm papiller mikrokarsinom birlikteliği saptandı.

OLGU 2: 43 yaş kadın hastaya, ÖNG nedeniyle takip edilirken TİİAB sonucunda folliküler neoplazi saptanması üzerine bilateral total tiroidektomi uygulandı. Histopatolojik olarak sol lobda 40 mm yaygın invaziv hürtle hücreli karsinom ve sağ lobta 5 mm papiller mikrokarsinom odağına rastlandı.

OLGU 3: 37 yaşında kadın hastaya ÖMNG nedeniyle total tiroidektomi uygulandı.  Histopatolojik olarak aynı lobda 16 mm boyutunda yaygın invaziv onkositik varyant folliküler karsinoma ve 3 mm boyutunda papiller mikrokarsinom saptandı.

OLGU 4: 22 yaşında kadın hasta ÖMNG nedeni ile opere edildi. Sağ lobda papiller 3.2 cm boyutunda papiller ca folliküler varyant odağı ile karşı lobda 1.5 cm boyutunda malignite potansiyeli belirlenmeyen iyi differansiye tiroid kanser birlikteliği saptandı.

OLGU 5: 42 yaş kadın hastaya ÖMNG nedeniyle total tiroidektomi uygulandı. Histopatolojik incelemede sağ lobda invaziv folliküler karsinom ve solda papiller mikrokarsinom saptandı.

OLGU 6: 37 yaşında kadın hastaya TİİAB’de hurtle hücreli metaplazi gösteren folliküler lezyon olması üzerine bilateral total tiroidektomi uygulandı.  Histopatolojik incelemede sol lobda 0.7 cm papiller mikrokarsinom ve sağ lobda makrofolliküler varyant minimal invaziv folliküler karsinom odağı saptandı. 

SONUÇ: İyi diferansiye tiroid kanserleri nadiren de olsa aynı hastada birlikte bulunabilir. Bu nedenle postoperatif patoloji sonucunda karsinom saptanan hastalarda total tiroidektomi yapıldığından emin olunmalı ve her iki lob histopatolojik olarak eşlik eden ikinci bir malignite açısından dikkatle taranmalıdır. 

 

Tablo. Farklı türde differansiye tiroid kanseri birlikteliği olan olgularımızın tümörlerinin özellikleri.

Differansiye Tiroid Kanser Birlikteliği

HASTA

 

1

2

3

4

5

6

Yaş (yıl)

 

58

43

37

22

42

37

Cinsiyet

 

Kadın

Kadın

Kadın

Kadın

Kadın

Kadın

Tanı

(preop)

 

ÖMNG

ÖNG

ÖMNG

ÖMNG

ÖMNG

ÖMNG

 

1. TÜMÖR

Tümör tipi

PTK

PTK

PTK

PTK -Folliküler varyant

PTK

PTK

Tümör boyutu(mm)

3

5

3

32

20

7

Kapsül invazyonu

yok

Var

Yok

Var

Yok

Yok

Vasküler invazyon

yok

Yok

Yok

Yok

Yok

Yok

Lenf nodu metastazı

yok

Yok

yok

Yok

Yok

Yok

 

2. TÜMÖR

Tümör tipi

FTK

FTK

HHK

DTK

Malignite potansiyeli belirlenemeyen

FTK

FTK

Tümör boyutu

40

40

16

15

?

18

Kapsül invazyonu

Var

Var

Var

Var

Var

Yok

Vasküler invazyon

Var

Var

Var

Yok

Var

Yok

Lenf nodu metastazı

Yok

Yok

Yok

Yok

Yok

Yok

RAİ dozu

150

150

?

100

Almamış

150

6. ay TVT de tutulum

Yok

Yok

?

Takipte

-

Yok

 

ÖMNG: Ötiroid multinodüler guatr, ÖNG: Ötiroid nodüler guatr, PTK: Papiller tiroid kanseri, FTK: Folliküler tiroid   

 kanseri, HHK: Hurtle hücreli karsinom, DTK: Differansiye tiroid kanseri, RAİ: Radyoaktif iyot, TVT: Tüm vücut tarama.

 

172 - Solunum yetmezliği ve ventriküler taşikardi ile prezente olan tirotoksik hipokalemik periyodik paralizi olgusu - 2012

Alper, C.U., E. D. Önal, B. Polat, S. İzdeş, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P128- 327, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipertirodi ile ilişkili periyodik paralizi akut gelişen bir elektrolit ve kas hastalığıdır. Ağrısız kas güçsüzlüğü ile seyreder. Genellikle açlık veya ağır egzersiz gibi faktörler sonrasında açığa çıkmaktadır. Bu bildiride akut solunum yetmezliği ve ventriküler aritmi ile prezente olan bir hipokalemik tirotoksik periodik paralizi (TPP) olgusu sunulmuştur.

OLGU: 31 yaşında kadın hasta üç saat süren uçak yolculuğu sonrası hem üst hem de alt ekstremitede kuvvetsizlik yakınması ile acil servisimize başvurdu. İlk muayenesi sırasında solunum arresti gelişen hasta entübe edildi. Arteriyal kan gazında metabolik asidoz saptanan hastada pH: 7.09, HCO3: 13 mmol/L idi. Hastada aynı zamanda hiperkapni mevcuttu. Hastanın serum potasyum düzeyi 1.4 meq/L bulundu ve K replasmanına başlandı (Tablo 1).  Yoğun bakıma alınan hastanın takibi sırasında ventriküler taşikardi gelişti. Kardiyoversiyon yapılan hastada yaklaşık bir saat sonra ventriküler fibrilasyonu takiben kardiyak arrest gelişmesi nedeniyle 30 dakika süresince kardiyopulmoner ressusitasyon uygulandı. Sinüs ritmine dönen hasta ventilatöre bağlandı. Yapılan nörolojik muayenede ekstremitelerde reflekslerin yokluğu ile birlikte simetrik flasid paralizi mevcuttu. Fasikülasyonlar, myoklonus ve kas atrofisi saptanmadı. Hipokalemi etiyolojisine yönelik yapılan tiroid fonksiyon testlerinde tirotropin düşük, serbest triiodotironin ve tiroksin düzeyi yüksek olarak bulundu.  Hastaya nazogastrik sonda aracılığı ile Propiltiyourasil 4x150 mg, propranolol 3x20 mg, ve iv metilprednizolon 1x60 mg başlandı. Yoğun bakım ünitesinde takip edilen hasta solunum fonksiyonları düzelmesi üzerine 3. günde ekstübe edildi ve servise nakledildi. Hipertiroidi nedeni toksik diffüz guatr olarak belirlendi. Hastanın takibinde serum K düzeyleri normal sınırlara ulaştı ve ekstremitelerdeki paralizi tablosu tedrici olarak düzeldi.

 

Tablo 1 .Hastamızın tedavi öncesi ve sonrası laboratuar parametreleri

 

Normal değerler

Tedavi öncesi

Tedavi sonrası

TSH (uIU/mL)

0.27-4.2

 0,000

 0,019

ST3 (pg/mL)

1.8-4.6

 3,82

 3,78

ST4 (ng/dL)

0.9-1.7

 4,40

 1,88

Na (mmol/Lt)

 136-145

 143

 144

K (mmol/Lt)

 3,5-5,1

 1,4

 4,1

Kan gazı  (ph)

 

 7,09

 7,428

Kan gazı (HCO3)

 

13

22

 

SONUÇ: TPP hipertiroidili hastalarda insidansı yaklaşık %2 olup en sık neden toksik diffüz guatrdır. Hipertiroidi kadınlarda daha sık görülmesine rağmen TPP erkeklerde daha sık görülmektedir. Patogenezde sorumlu mekanizma; tiroid hormon artışının dokuların beta adrenerjik stimulasyona olan cevabını arttırması nedeniyle potasyumun hücre içine alınması ve kas hücre membranının hiperpolarizasyonuna bağlı paralizi gelişmesidir. Hastaların %80’i 20-39 yaş arasındadır. Olgumuz, klinik tablonun akut solunum ve dolaşım yetmezliği ile prezente olması nedeni ile sunulmuştur. Kas güçsüzlüğü yakınması ile başvuran hastalarda tiroid fonksiyonları mutlaka değerlendirilmelidir.

171 - Aktif sarkoidozlu bir hastada Graves hastalığı ve insidental papiller tiroid kanseri birlikteliği - 2012

Burçak, P., B. Evranos, M. Saçıkara, M. Er, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P122- 324, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Sarkoidoz etiyolojisi bilinmeyen sistemik granülomatöz bir hastalıktır. Genellikle mediastinal lenf nodları ve akciğer parankimi tutulur. Bunlara ek olarak göz, cilt, abdominal organlar, santral sinir sistemi veya eklemler de etkilenebilir. Sarkoidozun bazı otoimmün hastalıklar ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Bu bildiride sarkoidoz ön tanısı ile tetkik edilirken hipertroidi saptanan ve Graves hastalığı ve papiller tiroid karsinomu tanısı konulan bir olgu sunulmuştur.

OLGU:  50 yaşında erkek hasta, bir yıldır olan öksürük, balgam, eklem ağrısı, kilo kaybı, çarpıntı, tremor, aşırı terleme ve sağ gözde ağrı yakınması ile Göğüs hastalıkları polikliniğine başvurdu. Hastanın akciğer tomografisinde mediastinal lenfadenopati saptandı. Laboratuar incelemesinde serum Ca: 12 mg/dL, PTH: 9 pg/mL bulundu. Göz muayenesinde üveit saptanan hastaya sarkoidoz ön tanısı ile bronkoskopi planlandı. İşlem öncesi tetkiklerde hipertiroidi tespit edildi: TSH: 0.005 uIU/mL(0.27- 4.2 uIU/mL) , ST3: 26 pg/mL(1.8- 4.6 pg/mL),  sT4: 7 ng/dL(0.9- 1.7 ng/dL), anti TG:12 IU/ml(0-115 IU/ml), anti TPO: 5 IU/ml(0-34 IU/ml) , TSH Reseptör Antikor düzeyi: 71 U/L(0- 14 U/L) idi. (Tablo 1). Tiroid ultrasonografisinde tiroid glandı parankimi heterojendi ve her iki lob boyutu artmıştı. Color-doppler incelemede tiroid glandının kanlanmasının artmış olduğu izlendi. Tiroid sintigrafisinde diffüz artmış aktivite tutulumu izleniyordu. (Resim) Radyoaktif iyot up-take ölçümü 4.saatte %30, 24.saatte %60 olup artmıştı. Göz muayenesinde Hertel ölçümü sağ/sol: 23/24 mm idi. Hastaya fizik muayene, laboratuar ve görüntüleme tetkikleri sonucu Graves Hastalığı tanısı konuldu. Aktif göz tutulumu olan hasta potasyum iyodür (1 hafta süre ile 1x10 damla) ile operasyona hazırlandı ve ötiroidi sağlanınca bilateral total tiroidektomi uygulandı. Operasyon öncesi ve sonrasında sarkoidoza bağlı hiperkalsemisi olan ve PTH değeri baskılı olan hastaya 1 hafta süre ile günlük 20 mg metilprednizolon ve hidrasyon tedavisi verildi. Operasyon sonrası histopatolojik incelemede tiroidit zemininde bir odakta papiller ca saptandı.

 

Resim. Aktif sarkoidozlu hastada tiroid sintigrafisinin görüntüsü.

 


Tablo 1. 
Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri








 

Sonuçlar

Ca

12 mg/dl (8,5-10,5)

P

4,2 mg/dl (2,5-4,5)

Alb

4,2 gr /dl (3,5-5,2)

Cr

0,44 mg/dl(0,7-1,2)

PTH

9 pg/ml (15-65)

25 (OH )D vit

13,9 mcg/l (<80)

ST3

26 pg/Ml(1,8-4,6)

ST4

7,7 ng/dl(0,9-1,7)

TSH

0,005 uIU/mL(0,5-3,5)

TRAB

71 U /L(0-14)

Anti Tg

12 IU/ml(0-115)

Anti TPO

5 IU/ml (0-34)

 

SONUÇ: Sarkoidoz çevresel ve genetik faktörlerin bir araya gelmesi sonucu tetikleyici bir ajanın varlığında immün cevabın oluşması sonucu ortaya çıkar. Hastalık birçok organ ve sistemi tutabilir. Klasik patolojik tutulum kazeifikasyonsuz granülomlardır. Sarkoidoza hastalığın herhangi bir evresinde otoimmün tiroidit eşlik edebilir ve hipotiroidi veya hipertirodi gelişebilir. Bizim olgumuzda hipertiroidi ve sarkoidoz tanıları eş zamanlı olarak konulmuştur. İlginç olarak, tiroid ultrasonografisinde nodül olmadığı halde oftalmopati nedeniyle hipertiroidinin kalıcı tedavisine yönelik yapılan tiroidektomi sonrası parankim içinde bir odakta insidental olarak tiroid papiller karsinomuna rastlanmıştır.

170 - Gebelikte enoxaparin kullanan bir hastada patolojik kırıklarla seyreden postpartum osteoporoz - 2012

Didem, Ö., A.A. Tam, A. Dirikoç, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P092- 302, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Postpartum osteoporoz (PPO) genellikle vertebrada çökme kırıklarına yol açan ve gebeliğin son trimesterında veya postpartum ilk 6 ayda saptanan nadir bir durumdur. Patogenezinde anneden bebeğe kalsiyum transferi, estrojen seviyelerinde azalma ve paratiroid hormon (PTH) related peptid seviyelerinde artma suçlanmaktadır. Düşük molekül ağırlıklı heparinler (LMWH) unfraksiyone heparine göre daha düşük osteoporoz ve trombositopeni insidansi ve kullanım kolaylığı nedeniyle gebelikte tercih edilmektedir. Bununla birlikte son yıllarda LMWH’ lerin osteoporoz gelişimi açısından güvenilirlikleri sorgulanmaya başlamıştır. Bu bildiride gebeliği süresince enoxaparin kullanan ve doğumdan sonraki 3. ayda ciddi bel ağrısı ve vertebra çökme fraktürleri olan PPO’lu bir hasta sunulmuştur.

OLGU: 34 yaşında bayan hasta 3 ay önce doğumdan sonra başlayan ve son 1 haftadır artan bel ağrısı nedeniyle yapılan tetkiklerde osteoporozu saptanması üzerine kliniğimize yönlendirildi. Hikayesinde 3 yıl önce ilk doğumdan sonra daha hafif şiddette bel ağrıları olduğu ve 6 ayda düzeldiği öğrenildi. 2 yıl önce travma sonrası sağ el bilek kırığı öyküsü vardı. Kronik hastalığı olmayan hasta gebeliği süresince 9 ay enoxaparin 1x0.4 cc kullandığını belirtti. Sigara öyküsü, ailede kırık veya osteoporoz öyküsü yoktu. Hasta halen bebeğini emzirmekteydi. Şiddetli bel ağrısı nedeniyle yürüme güçlüğü çeken hasta tekerlekli sandalyede görüldü. Fizik muayenede lumbal vertebralar üzerinde bastırmakla hassasiyet dışında patolojik bulgu yoktu. Direk grafilerinde lumbal vertebralarda osteoporotik görünüm mevcuttu. Hastanın kemik mineral dansitesinde saptanan T ve Z skorları Tablo 1’de izlenmektedir. Laboratuar tetkiklerinde serum Ca 9.4 mg/dl (8.6-10.2 mg/dl) fosfor 3.4 mg/dl (3.5-4.5 mg/dl) PTH 14.3 pg/ml (15-65 pg/ml) ve 25-hidroksi D vitamin 10 mcg/l (10-80 mcg/L) olarak bulundu.

 

Tablo 1. Lumbal vertebra kemik mineral dansite ölçümleri

 

Kemik mineral dansitesi

g/cm2

 

T skoru

 

Z skoru

L1

0.537

-3.5

-3.5

L2

0.528

-4.5

-4.5

L3

0.616

-4.3

-4.2

L4

0.528

-5.3

-5.3

L1-L4 total

0.552

-4.5

-4.4

  

Resim 1. Lumbal vertebra manyetik rezonans görüntülemede vertebralarda çökme kırıklarına bağlı yükseklik kaybı


Sekonder osteoporoz açısından değerlendirilen hastanın tiroid fonksiyonları, serum prolaktin ve kortizol değerleri normaldi. Lumbal vertebra manyetik rezonans görüntülemede T12, L1, L2 vertebralarda %50 oranında, diğer vertebra korpuslarında hafif derecede yükseklik kaybı saptandı (Resim 1). Bu bulgularla hastaya PPO tanısı konarak 1000 mg/g kalsiyum,  800 Ü/g D vitamini ve 35 mg/hafta risedronat tedavisi başlandı.

SONUÇ: Postpartum osteoporoz oldukça nadir görülen ve gebeliğin son trimestırında veya laktasyon döneminde bel ağrısı ile başvuran bir hastada ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken bir durumdur. Kalsiyumdan fakir beslenme, aile öyküsü ve genetik faktörlerin yanı sıra gebelikte LMWH kullanımı da PPO gelişimi için bir risk faktörü olabilir.

169 - Paratiroid lezyonlarına eşlik eden tiroid patolojileri - 2012

Neslihan, Ç., A. Dirikoç, N. Poyraz, S. Yalçın, G. Kıyak, E.P. Ersoy, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P091- 302, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Hiperparatiroidi (HPT) ve tiroid hastalıkları sık görülen durumlardır ve bu iki hastalık aynı hastada görülebilmektedir. Literatürde primer HPT’de tiroid patolojilerinin görülme sıklığı farklı olgu serilerinde %15-70 aralığında bildirilmiştir. Primer HPT’de eş zamanlı tiroid kanseri %3.1-15 arasında bildirilmiştir. Bu oran, muayene metoduna, cerrahi endikasyonuna ve hasta seçimine bağlı olarak değişmektedir. Bu çalışmada HPT nedeni ile opere edilen hasta gurubumuzdaki tiroid patolojilerini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya operasyon kararı alınan 91 HPT’li hasta dahil edildi. Hastalar tiroid patolojisine yönelik olarak tiroid fonksiyon testleri (sT3, sT4, TSH, Anti-TG, Anti-TPO, TSH reseptör antikoru), boyun ultrasonografileri (USG), tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB), gerekli görüldüğünde tiroid sintigrafisi ve histopatoloji sonuçları ile değerlendirildi. Tüm hastalar boyun eksplarasyonu yapılarak opere edildi.

 BULGULAR: Hastaların 79’u (%86.8) kadın, 12’si (%13.2) erkek, ortalama yaşları ise 51.8±9.1 yıl idi. Hastaların 75’i (%82.4) ötroid, 8’i (%8.8) hipotiroid, 8’i (%8.8) hipertiroid idi. 91 hastanın bir tanesinde tiroide ait patoloji saptanmadı. Hastaların 84’ünde (%92.3) primer HPT, 7’sinde (%7.7) tersiyer HPT mevcut idi. 71 hastada (%78) tiroidde nodül, 40 hastada (%43.9) en az bir tiroid otoantikor pozitifliği mevcut idi. Histopatoloji sonuçlarına göre; 81 hastada (%89) paratiroid adenomu, 10 hastada (%11) paratiroid hiperplazisi saptandı. Paratiroid hiperplazisi saptanan hastaların 5’inde (%50) primer HPT, 5’inde (%50) tersiyer HPT mevcut idi. Tiroide ait histopatoloji sonuçlarında ise; 15 hastada (%16.5) papiller tiroid karsinomu (PTK) saptandı. Tiroid karsinomu saptanan hastaların hiçbirinde damar invazyonu, kapsül dışı invazyon ve lenf nodu metastazı saptanmadı. Kapsül invazyonu 3 (%20) hastada, multisentrisite 4 hastada (%26.7) mevcuttu. Tümör 2 hastada 1 cm ve üzerinde iken 13 hastada mikrokarsinom saptandı.

 

Tablo. Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri

 

Benign

n (%)

Malign

n (%)

Toplam

n

N

76 (83.5)

15 (16.5)

91

Primer HPT

70 (83.3)

14 (16.7)

84

Tersiyer HPT

6 (85.7)

1 (14.3)

7

Ötiroid

60 (80)

15 (20)

75

Hipotiroidi

8 (100)

0 (0)

8

Hipertiroidi

8 (100)

0 (0)

8

Tiroidde nodül varlığı

59 (83.1)

12 (16.9)

71

Otoantikor (+)

33 (82.5)

7 (17.5)

40

Paratiroid hiperplazisi

8 (80)

2 (20)

10

Paratiroid adenomu

68 (84)

13 (16)

81

PA boyut (mm)

13.72±5.46

(2.10-5.46)

13.66±5.78

(5.90-5.78)

P >0.05

  

PTK tespit edilen hastaların 10’u (%66.7) ötiroid multinodüler guatr, 3’ü (%20) kronik tiroidit, 2’si (% 13.3) ötiroid nodüler guatr idi. PTK saptanan hastaların 14’ünde primer (%93.3), 1’inde (%6.7) tersiyer HPT saptandı. PTK saptanan hastaların 13’ünde (%86.7) paratiroid adenomu,  2’sinde (%13.3) paratiroid hiperplazi bulundu. Hastaların tiroid histopatoloji sonuçlarına göre özellikleri Tablo 1’de gösterilmiştir.

SONUÇ: Histopatolojik sonuçlara göre vaka grubumuzda HPT ile tiroid patolojisi birlikteliği %98.9 oranında bulunmuştur. Paratiroidektominin yanı sıra tiroidektomi de yapılan hastalarda tiroid kanseri oranı %16.5 olup dikkat çekicidir. Literatürde bu oran % 15’ler düzeyindedir. Literatürdeki orana benzer şekilde bulduğumuz bu yüksek oran nedeni ile paratiroidektomi uygulanacak tüm hastaların tiroid hastalığı açısından da değerlendirilmesi gerektiğini ve bu durumun uygun cerrahi yaklaşıma ışık tutacağını düşünüyoruz.

168 - Agresif seyirli bir makroprolaktinoma vakasında adenom- atipik adenom ayırıcı tanısı - 2012

Neslihan, Ç., H. Başer, M.F. Özveren, S.Ç. Irkkan, H.T. Doğan, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P073- 289, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Agresif büyüme veya malign özelliğe dönüşme riski olan hipofiz adenomları ‘Atipik Adenom’ olarak adlandırılırlar. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Ki-67 veya MIB-1 indeksinin > %3 olması, pozitif p53 immünoreaktivitesi ve 10 büyük büyütme alanında ≥2 mitoz olması ile karakterlidirler. Gerçek hipofiz karsinomları ise çok nadirdir (<%0.2) ve tanı genellikle serobrospinal veya sistemik metastazı varlığına göre konulmaktadır. Bu bildiride agresif seyirli bir makroprolaktinoma olgusu adenom- atipik adenom ayırıcı tanısı açısından sunulmuştur.

OLGU: 31 yaşında erkek hastabir aydır olan burun tıkanıklığı ve horlamanedeni ile çekilen paranazal sinüs BT’de saptanan kitle lezyonu nedeni ile kliniğimize yönlendirildi. BT’de; sfenoid sinüsde havalanma kaybına neden olan 38 HU dansitesinde yumuşak doku lezyonu mevcuttu. Hipofiz MR’da klivus ve sella düzleminde kemik yapılarda belirgin destrüksiyona yol açan, sellayı invaze ederek suprasellar sisterne ilerleyen, optik kiazmayı belirgin basılandıran, internal karotid arterleri çevreleyen, sfenoid sinüsleri dolduran, sağ nazal kaviteye uzanım gösteren kitle saptandı (Resim 1). Hormonal tetkiklerinde PRL yüksekliği (470 ng/mL) dışında patoloji saptanmadı. Makroprolaktin negatif idi.Hastanın operasyon öncesi ve sonrası laboratuar değerleri Tablo 1’de gösterilmiştir. Hastanın sağ nazal pasaj polipoid dokudan alınan biyopsi sonucu; 10 büyük büyütme alanında 8 mitotik figür, atipik mitotik figürler ve nekroz içeren, Ki-67 indeksi %2-3 ve p53 aktivitesi %1 olan “atipik hipofiz adenomu” olarak raporlandı. Ayrıca seyrek granüllü PRL adenomu ile uyumlu olarak değerlendirildi (Resim 2). Çekilen PET-BT’de; tariflenen kitle lezyonunda 18F-FDG tutulumunun olduğu ve SUV-max’ın 6.4 olduğu saptandı. Yapılan tetkiklerde uzak metastazı düşündürecek bulgu saptanmadı. Hastaya Cabergolin 0.5 mg/haftada 2 gün başlandı ve operasyon kararı verildi. Histopatoloji sonucunda PRL ile diffüz boyanan hipofiz adenomu saptandı. Ki-67 indeksi %1, p53 aktivitesi %10 idi. Postop PRL düzeyi 65 ng/ml’e geriledi. Hipofiz MR’da; sella içerisinde sağda kavernöz sinüse ilerleyen 12x16 mm boyutunda rezidü yumuşak doku izlendi. Preoperatif sfenoid sinüsü dolduran ve nazofarinkse ilerleyen kitle lezyonu ise operasyon sonrası kontrol MR’da saptanmadı (Resim 1). Hastanın medikal tedavisine devam edilmektedir.

 

Tablo 1. Hastamızın operasyon öncesi ve sonrası laboratuar parametreleri

 Parametre

Referans

Preop

Postop (1.Ay)

BH

0 - 5 ng/mL

1

0,03

IGF- I

115-307 ng/mL

150

239

PRL

4.6-21.4 ng/mL

470

65.79

Makro PRL

 

Negatif

-

TSH

0.27-4.2 uIU/mL

2.5

1.21

FSH

1.5-12.4 mIU/mL

1.71

1.87

LH

1.7-8.6  mIU/mL

2.4

1.46

Kortizol

6.2-19.4 ug/dL

17.2

9.5

ACTH

0-46 pg/mL

-

5.6

Total Testosteron

2.84-8 ng/mL

3.6

1.94

 

SONUÇ: Sunulan olgu histopatolojik inceleme sonucunda mitotik figürlerin ≥2 olması, atipik mitotik aktivite ve nekrozun olması, BT’de kitlenin 38 HU dansitesinde olması ve uzak metastaz olmaması nedeni ile öncelikle atipik adenom olarak düşünülmüştür. Lezyonun malign davranış sergileyebileceği akılda tutulmaktadır.

 

Resim 1. Hastamızın operasyon öncesi ve sonrası hipofiz MR görüntüsü

  


Resim 2. A: 
Kitlenin histopatolojik incelemesinde saptanan atipik mitotik figür örneği.

B: PRL ile diffüz boyanma




167 - Büyüme hormonu ve TSH salgılayan hipofiz adenomu olan bir hastada primer medikal tedavinin sonuçları - 2012

Burçak, P., E.D. Önal, A. Dirikoç, D. Tüzün, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P071- 288, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Birlikte büyüme hormonu (BH) ve tiroid stimüle eden hormon (TSH) salgılayan adenomlar hipofiz adenomlarının <%0.5’den az bir kısmını oluşturur. Bu hastalarda hipertroidizm semptomları genellikle akromegaliye ait kliniğe bağlı maskelenmiştir. Bu bildiride klinik ve laboratuar incelemeler sonucu BH ve TSH salgılayan hipofiz adenomu saptanan ve medikal tedavi verilen bir hasta bir yıllık takip sonuçları ile sunulmuştur.

OLGU: 70 yaşında kadın hasta iki yıldır devam eden baş ağrısı, el ve ayaklarda büyüme ve terleme yakınması ile başvurdu. Hipofizin manyetik rezonans görüntülemesinde (MRG) hipofiz bezinin santral ve sol yarısını tutan 13x16 mm boyutlarında,  makroadenom ile uyumlu kitle lezyonu izlendi. Adenom sol kavernöz sinüse ve sol internal karotid artere komşuluk göstermekte idi. (Resim 1) Optik kiyazma basısı nedeni ile yapılan görme alanı muayenesinde bitemporal hemianopsi saptandı. Hastanın ön hipofiz ve hedef hormon düzeyleri çalışıldı. (Tablo 1) Gonadotropin ve serum estradiol düzeyleri menopoz ile uyumlu idi. ACTH, kortizol ve PRL düzeyleri normal sınırlarda saptandı. BH: 17 ng/mL, IGF-1: 607 (64-188) ng/mL, sT3: 5.1 pg/mL (2.3-4.2), T4: 1.8 pg/mL (0.74-1.52) düzeyleri yüksek, TSH: 2 uIU/mL (0.35-5.5) ise normal sınırlarda idi. Tiroid otoantikoları negatif idi. Glukoz supresyon testinde en düşük BH değeri 12 ng/mL bulundu. Tiroid ultrasonografisinde her iki lob boyutu ve kanlanması artmış olarak tespit edildi. Tiroid sintigrafisinde diffüz artmış aktivite tutulumu mevcuttu.

 

Resim 1. Hipofiz MR görüntülemesi: Hipofizin santral ve sol kısmını tutan 13x16 mm lik adenom


 

Tablo 1. Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri

 

Laboratuar Sonucu

Referans

Serbest T3

5.1 pg/mL

2,3-4.2

Serbest T4

1.8 pg/mL

0,74-1,52

TSH

2 uIU/mL

0,35-5,50

GH

17 ng/mL

0-8

IGF1

607 ng/mL

61-186

PRL

9,5 ng/ml

2,8-29

FSH

40mIU/ml

2,5-10,2

LH

15mIU/ml

1,9-12,5

Estradiol

48 pg/ml

0-160

ACTH

15 pg/ml

0-46

Kortizol

12ug/ml

5-20

Alfa subunit

80 IU/L

0-1.6

 

Serbest tiroid hormonları yüksek olmasına rağmen TSH yüksek olan hastada alfa subunit çalışıldı. Alfa subunit sonucu > 80 IU/L (0-1.6) olarak saptandı. Bu bulgularla BH ve TSH salgılayan hipofiz makroadenomu düşünülen hastada dilate kardiyomyopatiye bağlı kardiyak yetmezlik ve ek olarak obstrüktif uyku apne sendromu mevcut idi. Operasyonun yüksek riskli olması nedeni ile medikal tedavi kararı alındı. Oktreotid LAR 30 mg 1x1 IM (28 günde bir) başlanan hastanın bir yıl sonra yapılan tetkiklerinde IGF-1: 286 ng/mL, sT3: 3.8 pg/mL, sT4: 0,96 pg/mL, TSH:1.98 uIU/mL, alfa subunit: 8.6 IU/L idi.

SONUÇ: Sunulan olguda histopatolojik tanı konulamamakla birlikte BH ve IGF-1 yüksekliğine ek olarak sT3 ve sT4 hormon düzeylerinin yüksek, TSH’nın baskılı olmaması, alfa subunit değerinin normalin on katından daha yüksek olması ve primer medikal tedaviye alınan cevap kitlenin BH’ nun yanı sıra TSH salgılayan bir adenom olduğunu desteklemiştir.

166 - Sheahan Sendromlu bir hastada toksik diffüz guatr - 2012

Dilek, A., N. Çuhacı, F. Sağlam, C. Kaya, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P066- 285, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Toksik diffüz guatr başta olmak üzere hipertiroidik durumlara sıklıkla rastlanmaktadır. Birlikte hipofizer yetmezliğin de bulunduğu nadir olgularda hastaların tanı, tedavi ve takibinde güçlükler yaşanabilir. Bu bildiride Sheahan sendromu ve toksik diffüz guatr birlikteliği olan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 22 yaşında kadın hasta adet görememe, çarpıntı, halsizlik ve terleme yakınması ile başvurdu. Yapılan tetkiklerde tirodstimülan hormon (TSH): 0.0001 uIU/mL (0.4-4  μIU/mL), serbest tiroksin (sT4): 2.14 ng/dL (0.85-1.78 ng/dL),  serbest triiyodotironin (sT3): 13.06 pg/mL (1.57-4.71 pg/mL), antitiroidperoksidaz antikor (Anti-TPO): >1000 IU/mL; antitiroglobulin antikor (Anti-Tg): 939 IU/mL ve TSH reseptör antikoru: 6.56 U/L bulundu (Tablo). Yapılan tiroid ultrasonografisinde tiroid glandı diffüz hiperplazik izleniyordu ve parankimi heterojen idi. Radyoaktif iyot (RAI) uptake ölçümü 4. saatte %43, 24. saatte %63 olarak belirlendi. Egzoftalmusu olan hastanın Hertel ölçümü sağ/sol: 21/19 mm idi. Hastaya bu bulgularla Toksik diffüz guatr (Graves hastalığı) tanısı konuldu ve medikal tedavi düzenlendi. Hastanın aynı zamanda amenore yakınması mevcuttu. Sorgulandığında, hastanın yedi ay önce doğum yaptığı, doğum sırasında aşırı kanamasının olduğu ve sonrasında bebeğini emziremediği öğrenildi. Ön hipofiz ve hedef hormonlar çalışıldı. Buna göre hastada hipogonadotropik hipogonadizm, büyüme hormon eksiliği ve prolaktin eksikliği olduğu görüldü. Kortikotrop hücre fonksiyonları korunmuş idi. Hastada toksik diffüz guatr mevcut olduğu için tirotrop hücre fonksiyonları başlangıçta değerlendirilemedi. Hipofiz MR incelemede; hipofiz bezi empty sella ile uyumlu olarak sella tabanında bant şeklinde izleniyordu (Resim). Hastanın takip sürecinde medikal tedavi altında iken serbest tiroid hormon düzeyleri normal seyretmesine rağmen TSH düzeylerindeki supresyonun devam ettiği izlendi. Bu durum tirotrop yetersizlik olarak yorumlandı.

 

Tablo. Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri

Parametreler

Referans Değerler

Sonuçlar

TSH

0.4-4 µIU/mL

0,0001

FT4

0.85-1.78 ng/dL

2,14

FT3

1.57-4.71pg/mL

13,06

Anti-TPO

<5.61IU/mL

>1000

Anti-Tg

0-40 IU/mL

939

TRAB

0-1 IU/L

6,56

RAİ Uptake

4.saat %

43

 

24.saat %

63

Hertel (sağ/sol)

 

21/19

LH

2.4-12.6 u IU/mL

1.66

FSH

2.5-10.2 ng/mL

2.12

Estradiol

11-165 pg/mL

27.6

Progesteron

0.32-1.52 ng/mL

0.33

Prolaktin

2.8-29.9 ng/mL

3.6

Kortizol

4.3-22.4 mcg/dL

12.9

ACTH

0-46 pg/mL

13.06

Büyüme hormonu

0-5 ng/mL

0.109

IGF-1

101-267 ng/mL

97.9

Sodyum

136-145 mmol/L

141

Potasyum

3.5-5.1 mmol/L

4.3

  

Resim . Hipofiz MR inceleme: hipofiz bezi sella tabanında bant şeklinde izleniyor (Empty sella)


 

SONUÇ: Hipofizer yetmezlik ve hipertiroidizm birlikteliği konusunda literatürde az sayıda bildiri bulunmaktadır. Bu birliktelik özellikle kortikotrop hücre fonksiyonlarının bozulduğu durumlarda hayatı tehdit edici boyutlara ulaşabilir. Hipertiroidik hastalarda serbest hormon düzeyleri normal sınırlara dönmesine rağmen yükselmeyen TSH seviyeleri varlığında hipofizer yetmezlik düşünülmelidir. Bu hastalarda tedaviyi takipte öncelikle sT4 düzeylerinin takibi gereklidir.

165 - Akromegali hastalarında tanı ve takip döneminde QTc dispersiyonunun değerlendirilmesi - 2012

Hüsniye, B., N.A. Bayram, B. Polat, B. Evranos, R. Ersoy, E. Bozkurt, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P062- 282, Antalya, 2012

ABSTRACT

AMAÇ: Kadiyak ritm anormallikleri akromegali hastalarında ani ölüm nedeni olabilir. Ventiküler aritmilerin klinik belirteçlerinin belirlenmesi bu hastalardaki riski değerlendirmek açısından faydalıdır. QT dispersiyonu potansiyel proaritmiyi belirlemek için kullanılır. Artmış QT dispersiyonu artmış aritmi riski ile ilişkilidir. Bu çalışmanın amacı; akromegali hastalarının QT dispersiyonlarını hesaplamak ve aritmi riskini öngörmede QT intervallerinin  önemini belirlemektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimizde akromegali tanısı ile takip edittiğimiz 41 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Kontrol grubu hasta grubu ile aynı yaş ve cinsiyet dağılımına sahip, benzer komorbid hastalıkları olan 41 kişiden oluşturuldu. Akromegali hastalarının tanı anındaki (akromegali-önce) ve takip dönemindeki (akromegali-sonra) GH, IGF-1 düzeyleri kaydedildi. Bu parametreler için kontrol grubundan 12 saatlik açlığı takiben venöz kan örneği alındı. Akromegali hastalarının tanı anındaki ve 4,26±2,20 yıllık (minimum=1yıl, maksimum=11yıl) takip süresi sonundaki elektrokardiyografileri (EKG) değerlendirildi. Kontrol grubuna ise bir kez EKG ölçümü yapıldı.  EKG'lerde en uzun QT (QT max), en kısa QT (QT min), QT dispersiyonu (QT max ile QT min mesafesi arasındaki fark) hesaplandı. Her bir QT mesafesi hastanın kalp atım hızına göre Bazett’s formülü (düzeltilmiş QT= QT/√RR )  kullanılarak düzeltildi ve düzeltilmiş QT (QTc)  intervali olarak tanımlandı. QTc dispersiyonu ise en uzun düzeltilmiş QT (QTc max) ve en kısa düzeltilmiş QT (QTc min) mesafesi arasındaki fark olarak tanımlandı.

BULGULAR: Akromegali hastalarının tanı anıdaki QT max, QT dispersiyon, QTc max ve QTc dispersiyon süreleri kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzun idi. QT min ve QTc min süreleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (Tablo1). Akromegali hastalarında takip döneminin sonunda hesaplanan QTc max ve QTc dispersiyon sürelerinin tanı anına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede kısaldığı saptandı. QT max, QT min, QT dispersiyon ve QTc min sürelerinde de kısalma olmakla birlikte bu durum istatistiksel olarak anlamlı değildi (Tablo 2). Akromegali hastalarının takip süresi sonunda hesaplanan QT intervalleri ile kontrol grubunun QT intervalleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (tüm parametreler için p> 0,05). Vakaların yaşları ve VKİ’leri ile QT intervalleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmez iken, hastalık süresi arttıkça QTc dispersiyonunun istatistiksel olarak anlamlı derecede arttığı gözlendi (r=0,440; p=0,009).

 

Tablo 1. Akromegali ve kontrol gruplarının QT intervallerinin karşılaştırılması

 

Akromegali önce  (n=41)

Kontrol  (n=41)

p

QT max (ms)

387,73 ± 25,30

373,73 ± 26,33

0,016

QT min (ms)

317,88 ± 22,55

312,46 ± 23,09

0,286

QT dispersiyon (ms)

70,10 ± 10,51

61,76 ± 12,18

0,001

QTc max (ms)

422,76 ± 20,82

408,27 ± 17,08

0,001

QTc min (ms)

345,59 ± 17,36

339,51 ± 13,34

0,080

QT c dispersiyon (ms)

77,07 ± 12,34

68,02 ± 13,13

0,002

  

Tablo 2. Akromegali hastalarının tanı anındaki ve takip süresi sonundaki QT intervallerinin karşılaştırılması

 

Akromegali önce  (n=35)

Akromegali sonra ( n=35)

p

QT max (ms)

391,42 ± 24,50

383,20 ± 15,22

0,128

QT min (ms)

320,88 ± 20,05

317,42 ± 13,55

0,430

QT dispersiyon (ms)

70,82 ± 9,94

65,77 ± 10,59

0,054

QTc max (ms)

422,85 ± 20,88

410,23 ± 15,33

0,005

QTc min (ms)

344,88 ± 18,28

337,86 ± 13,64

0,051

QT c dispersiyon (ms)

77,85 ± 10,83

71,51 ± 9,83

0,024

  

SONUÇ: Kardiyovasküler olayların akromegali hastalardaki en önemli mortalite nedeni olduğu düşünüldügünde aritmojenik olayların ve aritmojenik substratların erken tanınması oldukça önemlidir. Çalışmamızın bulgularına göre QT intervalleri bu hastalarda aritmi riskini değerlendirmede faydalı parametreler olarak görülmektedir.

164 - Metastatik seyirli maksiller sinüs tümörlü bir olguda PET/BT’de insidental olarak saptanan hipofizer kitlenin ayırıcı tanısı - 2012

Hüsniye, B., F. Sağlam, E. Özdemir, R. Üçler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P058- 278, Antalya, 2012

ABSTRACT

AMAÇ: Hipofiz bezinin metastatik tümörleri oldukça nadirdir ve malign tümörü olan hastaların %1-3,6’ında gözlenir. Hipofize metastaz yapan en sık tümör meme kanseridir. Bunu akciğer kanseri izler. Biz bu bildiride metastatik maksiller sinüs tümörü olan, PET/BT’de insidental olarak hipofizde kitle saptadığımız olgumuzu sunacağız.

OLGU:Nüks maksiller sinüs tümörü olan 45 yaşındaki erkek hasta, 18F-FDG ile yapılan tüm vücut PET/BT’de hipofizde artmış aktivite tutulumu gözlenmesi nedeniyle polikliniğimize yönlendirildi. Hastanın sağ maksiler sinüs tümörü nedeniyle 35 yıl önce opere olduğu, nüks nedeniyle bir yıl önce ikinci operasyonun yapıldığı öğrenildi. Histopatojik tanısı; perinöral ve lenfovasküler invazyon ile seyreden iyi diferansiye skuamöz hücreli karsinom idi. Hastanın bu nedenle 6 kür sisplatin ile kemoterapi, 66 Gy tomoterapi ve eksternal radyoterapi (hipofize maksimum 30 Gy) aldığı belirlendi. Fizik muayenede sağ maksiler bölgede, burunda, sağ göz kapağında doku defekti mevcuttu. PET/ BT’de; hipofizde artmış metabolik aktivite tutulumu (SUV maks: 11.7) (Resim-1), sol akciğerde metastaz ile uyumlu metabolik aktivite artışı olan nodüller (SUV maks: 4.3) izlendi. Hipofizdeki artmış aktivite tutulumuna yönelik çekilen Hipofiz MR’da; hipofiz bez sağ yarısında 5.4x4.3 mm boyutlarında T1A ve T2A incelemede izointens, dinamik kontrastlı çalışmada beze göre geç opaklanan nodüler lezyon saptandı. Klinik ve laboratuar  olarak hipopituitarism bulgusu mevcut değildi (Tablo 1). Hastanın radyoterapiden sonra birici ayda çekilen PET/BT’de hipofiz bezindeki aktivite tutulumuna ait SUV maks değeri 7.1 olarak belirlendi.

 

Resim 1. PET/ BT’de hipofizde artmış metabolik aktivite tutulumu


  

Tablo 1. Olgunun laboratuar verileri

Parametreler

Sonuçlar

Referans değerler

GH  (ng/ml)

0,09

0-5

IGF-1  (ng/ml)

239

94-252

PRL  (ng/ml)

57,6

4,6-21

sT4  (ng/dl)

1,01

0,9-1,7

TSH  (uIU/ml)

1,9

0,27-4,20

FSH  (mIU/ml)

18,4

1,5-12,4

LH  (mIU/ml)

4,6

1,7-8,6

S. testosteron (pg/ml)

7,46

8,69-54,69

T. testosteron (ng/ml)

2,90

2,84-8,0

ACTH  (pg/ml)

52

0-60

Kortizol  (μg/dl)

15,7

6,2-19,4

Na  (mmol/l)

142

136-145

K  (mmol/l)

4,3

3,5-5,1

İdrar osmolaritesi (mosmol/kgsu)

828,05

50-1200

Serum osmolaritesi (mosmol/l)

297

275-295

 

SONUÇ: Hipofiz metastazlarının benign hipofizer lezyonlardan ayırt edilmesi oldukça zordur. Çoğu asemptomatik olmasına rağmen başka bir malign tümörü, diabetes insipitusu, oftalmoplejisi olan hastalardaki hipofiz kitleler yüksek olasılıkla metastazdır. Metastazlar için spesifik radyolojik bulgu olmamakla birlikte; pituiter sap kalınlaşması, posterior hipofizdeki yüksek yoğunluktaki sinyalin kaybı, MR’da T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde izointensite, kavernöz sinüs invazyonu, sella tursikadaki sklerotik değişiklikler metastazı düşündürmektedir. Olgumuzda metastatik sinüs tümörünün olması, PET/BT’deki aktivite tutulumunun SUV max’ının oldukça yüksek olması ve MR’da lezyonun izointens olması nedeniyle lezyon öncelikle metastaz olarak düşünülmüştür. Bununla birlikte hastada herhangi bir ön hipofizer yetmezlik bulgusunun olmayışı, diyabetes insipidus veya oftalmopleji gelişmemiş olması, kontrolde çekilen PET/BT’de kitlenin SUV indeksinde azalma olması lezyonun benign olma ihtimalini de düşündürmektedir. Kesin tanı amaçlı uygulanabilecek tek yöntem olan doku biyopsisi hastanın bozulmuş yüz anatomisi nedeniyle yapılamamıştır.

163 - Isotretinoin kullanan bir hastada diyabetik ketoz tablosu ile ortaya çıkan Tip 1 Diyabetes Mellitus: sonuç mu, tesadüf mü? - 2012

Burçak, P., M. Saçıkara, B. Evranos, C. Kaya, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P041- 265, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Tip 1 Diyabetes Mellitus (DM) gelişiminde sorumlu olan çevresel faktörler arasında viral enfeksiyonlar, aşılar, diyet, erken yaşta inek sütüne maruziyet, D vitamini eksikliği, bazı ilaçlar, maternal yaş, preeklampsi öyküsü, düşük doğum ağırlığı gibi perinatal faktörler yer almaktadır. Isotretinoin (Roacutane®) akne tedavisinde sıklıkla kullanılan etkinliği kanıtlanmış bir ilaçtır. Ancak tedavi altındaki hastalarda karaciğer enzimlerinde yükselme, dislipidemi, insülin rezistansı ve Tip 2 DM gelişimi bildirilmiştir. Bu bildiride akne tedavisi için isotretinoin kullanırken diyabetik ketoasidoz tablosu ile başvuran bir Tip 1 DM olgusu sunulmuştur.

OLGU: 18 yaşındaki erkek hasta 2 haftadır olan çok su içme, sık idrara çıkma ve ağız kuruluğu yakınmaları ile polikliniğimize başvurdu. Laboratuar tetkiklerinde; spot plazma glukozu: 400 mg/dL, idrarda keton (++++), arteriyel kan gazında PH:7.30, HCO3: 15 mmol/L idi. (Tablo). Diyabetik ketoasidoz ön tanısı ile servise kabul edilen hastanın fizik muayenesinde cilt ve mukozaların kuru olması dışında pozitif bulgu yoktu. Özgeçmişinde son yedi aydır akne vulgaris nedeni ile isotretinoin tedavisi almakta olduğu öğrenildi. Hastanın bazal C-peptid düzeyi <0,5 ng/mL idi. Diyabetik ketoasidoz için intravenöz hidrasyon ve insülin infüzyonu tedavisi uygulandı. Hastanın idrar ketonu negatifleşip kan gazında asidoz tablosu düzeldikten sonra günde dört enjeksiyon olacak şekilde yoğun insülin tedavisine geçildi. Hastanın glutamik asit dekarboksilaz antikor düzeyi yüksek titrede pozitif bulundu.  Hasta klinik ve laboratuar bulguları ile Tip 1 DM olarak kabul edildi.

Tablo 1. Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri

 

Laboratuvar sonuçları

Açlık Plazma Glukozu

354 mg/dl

HbA1c

10

C peptid

<0,5 ng/mL

İdrar ketonu

++++

Kan Gazı

PH:7,30  HCO3:15 mmol/L

Anti GAD düzeyi

60 IU/ml (+)

  

SONUÇ: Akne tedavisinde isotretinoin sık kullanılan bir medikal ajandır. İsotretinoin kullanımının Tip 2 DM ve metabolik sendrom ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. İsotretinoine bağlı insülin direncinin sebebi lipid peroksidasyonun artmış olmasına bağlanmıştır. İlacın Tip 1 DM ile ilişkili olabileceği ise literatürde sadece 28 yaşında bir erkek vakada bildirilmiştir.  Tablonun tiyopatogenezi açıklanamamakla birlikte sunduğumuz vakada olduğu gibi Anti GAD pozitifliğinin olması fizyopatolojide immün mekanizmaların sorumlu olabileceğini düşündürmektedir. Bu vaka nedeniyle isotretinoin kullanan hastaların aralıklı olarak kan şekeri ve lipid parametreleri açısından takiplerinin yapılması gerektiği görüşündeyiz.

162 - Menstruel disfonksiyona neden olan nadir bir birliktelik: Kongenital adrenal hiperplazi ve prolaktinoma - 2012

Arpacı, D., R. Üçler, A.A. Tam, Ş. Doğanay, R. Ersoy, B. Çakır.
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P008- 240, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Menarştan sonraki ilk yıllarda menstruel disfonksiyon sık karşılaşılan bir problemdir. Amenore gelişmemişse veya hirsutizm, obezite, galaktore gibi eşlik eden bir semptom yoksa bu problem önemsenmeyebilir. Bu bildiride tek yakınma olarak adet düzensizliği nedeniyle başvuran, yapılan tetkikler sonucu Kongenital adrenal hiperplazi ve prolaktinoma birlikteliği saptanan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 15 yaşında genç kız adet düzensizliği nedeniyle polikliniğimize başvurdu. Hastanın menarş yaşı 12 idi ve son iki senedir adet düzensizliği yakınması mevcuttu. Fizik muayenede boy: 163 cm, kilo: 58kg, beden kitle indeksi:21,8 kg/m2 idi. Hastada hipertansiyon, santral obezite, verjetür, galaktore ve hirsutizm saptanmadı. Ferriman-Gallway skoru:6 idi. Son adetin 3. günü yapılan laboratuar tetkiklerinde; PRL: 86.9 ng/mL ve 114 ng/mL (2,8-29.9 ng/mL) ; E2: 44,0 pg/mL (11-165 pg/mL); FSH: 5.32 uIU/mL (2.5-10.2 uIU/mL); LH: 24.7 uIU/mL (2.4-12.6 uIU/mL); Progesteron: 1.92  ng/mL (0.32-1.52 ng/mL); total testosteron: 152 ng/dL (14-76 ng/dL); serbest testosteron: 4.64 pg/mL (0.02-3.9 pg/mL); 17-OH Progesteron: 44.,0 ng/mL (0.15-1.1 ng/mL), Kortizol: 16.2 mcg/dL (4.3-22.4 mcg/dL); ACTH: 36.1 pg/mL (0.-46 pg/mL); DHEA-S: 356 mcg/dL (35-430 mcg/dL); Büyüme hormonu: 0.21 ng/mL (0-5 ng/mL); TSH: 2.67 uIU/mL (0.27-4.2 uIU/mL); sT4: 1.61 ng/dL (0.9-1.7 ng/dL); sT3: 3.40 pg/mL (1.8-4.6 pg/mL); serum potasyum düzeyi: 4.2 mmol/L idi (Tablo). Pelvik ultrasonografide her iki over normal boyutta bulundu. Polikistikover sendromunu düşündürecek bir görünüm saptanmadı. PRL yüksekliği nedeniyle çekilen hipofiz MR’da hipofiz bez sağ yarısında 5x3 mm boyutunda dinamik kontrastlı çalışmada beze göre geç opaklanma paternine sahip mikroadenomla uyumlu görünüm mevcuttu (Resim 1A).

 

Tablo. Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri

Parametreler

Referans Değerler

Sonuçlar

TSH

0.4-4 µIU/mL

2.67

ST4

0.85-1.78 ng/dL

1.61

ST3

1.57-4.71pg/mL

3.4

17 OH Progesteron

0.15-1.1ng/mL

44

Total Testosteron

14-76 ng/dL

152

Serbest Testosteron

0.02-3.9

4.64

DHEA-S

35-436 mcg/dL

356

LH

2.4-12.6 uIU/mL

24.7

FSH

2.5-10.2 ng/mL

5.32

Estradiol

11-165 pg/mL

44

Progesteron

0.32-1.52 ng/mL

1.92

Prolaktin

2.8-29.9 ng/mL

86.9-114

Kortizol

4.3-22.4 mcg/dL

16.2

ACTH

0-46 pg/mL

36.1

Büyüme hormonu

0-5 ng/mL

0.21

Potasyum

3.5-5.1 mmol/L

4.2

  

Resim . Hipofiz MR inceleme

    
  
                                            
Hastaya geç başlangıçlı konjenital adrenal hiperplazi ve prolaktinoma tanıları ile kabergolin haftada 2 gün 0.25 mg ve deksamatazon 0.25 mg/gün başlandı. Tedavinin üçüncü ayından itibaren hasta düzenli adet görmeye başladı. Tedavinin birinci yılında çekilen hipofiz MR’da adenom izlenmiyordu (Resim 1B). PRL düzeyi 8.44 ng/mL, 17-OH progesteron düzeyi ise 3.91 ng/mL ye geriledi. Vaka kongenital adrenal hiperplazi ve prolaktinoma birlikteliği nadir görüldüğü için sunulmuştur.

161 - Oktreotid sintigrafisi ile tanısı konulan ektopik ACTH salımına bağlı bir Cushing sendromu olgusu - 2012

Önal, E.D., O. Oğuz, B. Polat, Z. Kandemir, N. Karaoğlanoğlu, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, P007- 239, Antalya, 2012

ABSTRACT

GİRİŞ: Cushing sendromu olgularının yaklaşık %12’sinde neden ektopik ACTH salımıdır. ACTH salan tümör odağının genellikle küçük olmasından dolayı bu tümörleri göstermek konvansiyonel görüntüleme yöntemleri ile çoğu kez mümkün olmamaktadır. Nöroendokrin kökenli tümör hücrelerinin yüzeyinde somatostatin reseptörleri bulunmaktadır. Bu nedenle 111-In-octreotid sintigrafisi tanı için kullanılabilecek alternatif bir yöntemdir. Bu bildiride oktreotid sintigrafisi ile tanı konulan ektopik ACTH salımına bağlı bir Cushing sendromu olgusu sunulmuştur.

OLGU: 26 yaşında erkek hasta 5 yıldır olan yüzde yuvarlaklaşma, vücutta mor strialar ve genel durum bozukluğu nedeni ile polikliniğinimize başvurdu. Cushing sendromu düşünülen hastada ilk muayene ve tetkikler sonrası hipertansiyon, aşikar diyabet, hiperlipidemi, ağır depresyon ve osteoporozun hastalığa eşlik ettiği saptandı. Laboratuar tetkiklerinde; K: 2.3 meq/L, sabah 06:00 kortizolü: 33 μg /dL, gece 23:00 kortizolü 39 μg /dL idi. 1 mg. deksametazon sonrası kortizol: 30 μg/dL, 24 saatlik idrarda serbest kortizol: 258 mcg/gün olarak saptandı. Hastanın plazma ACTH düzeyinin 92 (0-66) pg/ml gelmesi üzerine (Tablo 1) çekilen hipofiz MR’ında patoloji saptanmadı. 2 günlük 8 mg dexametazon supresyon testi ile de kortizol düzeylerinde baskılanma olmayan hastaya IPSS yapıldı. CRH sonrası ACTH değerlerinde patolojik bir artış veya lateralizasyon saptanmadı. Hastanın toraks tomografisinde sağ akciğer orta lob medial segmentinde 14 mm nodüler lezyon saptandı. Tüm abdominal tomografi normaldi. 18F-FDG PET ile çekilen tüm vücut tomografide de patolojik tutulum izlenmedi. Ektopik ACTH salgılayan tümör odağı bakımından son olarak 111-In-octreotid sintigrafisi yapılan hastanın sağ AC’deki nodüle uyan bölgede tutulum tespit edildi. (Resim 1). Hasta göğüs cerrahisi bölümünde opere edildi. Histopatoloji klasik tip karsinoid tümör olarak raporlandı. Hastada postoperatif dönemde pnömotoraks, ampiyem, pnömoni ve dekübit ülseri gelişti ve tedavileri yapıldı. Operasyon sonrası hastada klinik ve laboratuar olarak iyileşme sağlanmış olup hasta takibimiz altındadır.

 

Tablo 1. Hastamızın tanıdaki laboratuar parametreleri

 

Normal değerler

   Sonuçlar

Sodyum

 136 - 145 mmol/L

144

Potasyum

   3,5 - 5,1 mmol/L

2,4

06:00 Kortizol

   μg /dL

33

23:00 Kortizol

   μg /dL

39

24 saatlik idrarda serbest kortizol

  0.0 - 60 µgr/gün

258

1 mg Deksametazon sonrası kortizol

    <1,8  μg /dL

31,2

2 gün 8 mg Deksametazon sonrası kortizol

   <1,8  μg /dL

30,6

ACTH

    0 - 60 pg/mL

92

  

Resim 1. 111-In-Octreotid ile tüm vücut sintigrafisinde sağ akciğer orta lob medialinde, işaretli alanda gösterilen nodüler lezyon


 

SONUÇ: ACTH bağımlı Cushing sendromunda tanısal yaklaşımda son basamak ACTH kaynağının tespitidir. ACTH sekrete eden tümörlerin çoğu akciğer kaynaklı olduğu için toraksın öncelikli olarak taranması akılcı bir yaklaşım olacaktır. Tomografi ve MRI ilk tercih edilen yöntemlerdir. Tomografinin tümörü saptamada sensitivitesi %53 iken MR’da bu oran %37’ye düşmektedir. Octreotide sintigrafisinin ACTH salan tümörü göstermedeki senstivitesi %30-53 arasında bildirilmiştir. Bununla birlikte octreotid sintigrafisi, cerrahiye giden yolda biyopsiden önceki son non invaziv basamaktır.

160 - Primer hiperparatiroidili hastalarda sol ventrikül fonksiyonlarının doku doppler, strain ve strain rate ekokardiyografi ile değerlendirilmesi. 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi - 2012

Özdemir, D., G.Y. Kalkan, N.A. Bayram, R. Ersoy, E. Bozkurt, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 34. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, S06- 206, Antalya, 2012

ABSTRACT

Giriş: Primer hiperparatiroidizmde (PHPT) kardiyovasküler nedenli mortalite ve morbiditenin artmış olduğu gösterilmiştir. Biz bu çalışmada PHPT’li hastalarda sol ventrikül (LV) sistolik ve diyastolik fonksiyonlarını geleneksel ekokardiyografi, doku doppler ekokardiyografi ve bölgesel deformasyonu değerlendiren strain (S) ve strain rate (Sr) ekokardiyografi ile değerlendirmeyi amaçladık.

Metod: Çalışmaya PHPT tanısı almış 31 hasta ve 29 sağlıklı kontrol grubu alındı.  Tüm bireylerde konvansiyonel ekokardiyografi ile LV sistol sonu çapı (LVSSÇ), LV diyastol sonu çapı (LVDSÇ), LV kalınlıkları ve ejeksiyon fraksiyonu; pulse doppler ile erken diyastolik myokardial pik hız (E), geç diyastolik myokardial pik hız (A), izovolumetrik kontraksiyon zamanı (İVKZ), izovolumetrik relaksasyon zamanı (İVRZ)  ve ejeksiyon zamanı  (EZ)  belirlendi.  Doku doppler ekokardiyografi ile E’, A’, İVKZ’, İVRZ’, EZ’, pik sistolik mitral annular hız (S’) ölçüldü, E’/A’ oranı ve myokardial performans index  (MPİ’)  hesaplandı.  LV pik sistolik  S  ve  pik sistolik Sr ölçümleri yapıldı.

Bulgular: PHPT grubunda 27 kadın, 4 erkek, kontrol grubunda 23 kadın, 6 erkek vardı (p=0.419). Gruplar arasında yaş, vücut kitle indeksi ve kan basıncı benzerdi. PHPT grubunda konvansiyonel ekokardiyografi ve doppler ile sapta-nan sol atrium çapı ve A (p<0.001 ve p=0.022) daha yüksek, E/A oranı ise daha düşüktü (p=0.002). Diğer parametreler açısından gruplar arasında fark saptanmadı. Doku doppler parametrelerinden A’ iki grupta benzer iken S’, E’ ve E’/A’ PHPT’li hastalarda düşüktü  (sırasıyla p=0.01, p<0.001 ve p<0.001). MPİ’, PHPT grubunda %0.53±0.15, kontrol grubunda 0.44±0.09 bulundu (p=0.013). PHPT’li hastalarda mid ve bazal segmentlerde septum,  lateral ve anterior duvarlarda, ayrıca bazal segmentte inferior duvarda S değerleri daha düşüktü. Ortalama sistolik S PHPT grubunda -20.88±2.30, kontrol grubunda -24.25±2.13 olarak bulundu (p<0.001).  Bazal ve mid  septum,  bazal  ve  mid  lateral  ve bazal  anterior  segmentlerde  Sr  değerleri  PHPT  grubunda daha düşüktü. Ortalama Sr PHPT grubunda -1.38±0.19, kontrol grubunda -1.57±0.25 olarak saptandı (p=0.002).

Sonuç: Bu çalışmada PHPT’li hastalarda konvansiyonel ekokardiyografi ile LV sistolik ve diyastolik fonksiyonları normal iken doku doppler ekokardiyografi ile düşük E’/A’ ve yüksek MPİ’; S ve Sr ekokardiyografi ile düşük S ve Sr saptanmıştır. Bu sonuçlar subklinik seviyede hem sistolik hem de diyastolik kardiyak disfonksiyona işaret etmektedir.  Kardiyak yönden asemptomatik olsalar da  PHPT’li hastaların doku doppler ve S ve Sr ekokardiyografi ile değerlendirilmesi önerilir.

159 - Diyabetik ayak nedeni ile uygulanan hiperbarik oksijen tedavisinin renal fonksiyonlar üzerine etkisi - 2011

H. Başer, E.A. Akgül, D. Arpacı, R. Üçler, A.C. Usluoğulları, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-37, 47. Ulusal Diyabet Kongresi, 11-15 Mayıs 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Seçilmiş diyabetik ayaklı olgularda Hiperbarik oksijen tedavisi (HBOT), etkinliği kanıtlanmış bir tedavi yöntemidir. HBOT ile; plazmada çözünmüş oksijen ve eritrosit deformabilitesi arttırılarak ateroskleroza ve mikrosirkülasyon bozukluğuna bağlı hipoksi ortadan kaldırılır, lökositlerin bozulmuş fagositoz yetenekleri düzelir, fibroblast aktivitesi ve kollajen yapımı artar ve anjiogenez sağlanarak yara iyileşmesi hızlandırılır. Diyabetik ayaklı hastalar mikrovasküler komplikasyonların geliştiği hastalardır. Bu çalışmada diyabetik ayak nedeni ile HBOT uygulanan hastalarda tedavinin renal fonksiyonlar üzerindeki etkisini araştırdık.

Gereç ve Yöntem: Çalışmaya diyabetik ayak nedeni ile HBOT kararı alınan 20 hasta (16 erkek, 4 kadın) alındı. Tüm hastaların HBOT öncesinde ve sonrasında renal fonksiyon testleri (serum üre, serum kreatinin, 24 saatlik idrarda mikroalbumin ve kreatin klirensi) ile değerlendirildi.

Bulgular: Wagner’e göre diyabetik ayak durumu 15 hastada Evre 3, iki hastada Evre 2, üç hastada Evre 1 idi. Hastalara minimum 10, maksimum 60 seans %100 oksijen tedavisi uygulandı. Tedavi öncesi ortalama üre 33,35±11.85 mg/dl, kreatinin: 1.08±0.21 mg/dl,  24 saatlik idrarda mikroalbumin 441,60±995,33 mg/gün, kreatin klirensi 70,81±43,26 ml/dk; tedavi sonrası ortalama üre 36,06±15,02, kreatinin 1,14±0,29, 24 saatlik idrarda mikroalbumin 214,39±363,89 mg/gün, kreatin klirensi 78,99±42,13 ml/dk idi. HBOT ile hastaların idrarda mikroalbumin düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı olmayan azalma (p=0,269), kreatin klirenslerinde istatistiksel olarak anlamlı olmayan artma (p=0,068) izlendi.

Sonuç: Diyabetik nefropati diyabetik hastalardaki son dönem böbrek hastalığının en önemli nedenidir. Mikroalbuminüri diyabetik nefropatideki en erken klinik bulgudur ve progresif renal hastalık için önemli bir risk faktörüdür. Bu çalışmada HBOT ile mikroalbuminüride azalma gözlenmesi diyabetik nefropatinin önlenmesinde ve progresif renal hasara gidişin yavaşlatılmasında HBOT’un alternatif bir tedavi seçeneği olabileceğini düşündürmektedir.

158 - Differansiye Tiroid kanserli hastalarda postoperative radyoaktif I-131 ile gecikmiş ablasyon oranı. - 2011

N.Y. Poyraz, E. Özdemir, B. Uzun, M. Keskin, Ş. Türkölmez, R. Ersoy, B. Çakır.
Ulusal Bildiriler PS-21, 23. Ulusal Nükleer Tıp Kongresi Bildiri Özet Kitabı, 27 Nisan- 01 Mayıs 2011, İzmir

ABSTRACT

Amaç: Diferansiye tiroid kanserli (DTC) hastalarda total tiroidektomi sonrası uygulanan radyoaktif iyot-131 (RAİ) ablasyon tedavisi hastanın prognozunu iyileştiren ve takibini kolaylaştıran güvenli bir tedavi yöntemi olarak yıllardır uygulanmaktadır. Takipte yapılan I-131 tüm vücut taramada (TVT) patolojik radyoaktivite tutulumu saptanmaması ve serum tiroglobulin (Tg) düzeyinin düşmesi ablasyon başarısını belirler. Kliniğimizde 2007 yılından beri DTC'li hastalara RAİ ablasyon tedavisi uygulanmakta ve 6 ay sonra tiroid hormon replasman tedavisi kesilerek Tg düzeyi ve TVT ile takip edilmektedir. Bu çalışmada amaç 6. ayda tam ablasyon saptanmayan ancak ikinci tedaviye gerek kalmadan takipte 12. ayda ablate olan hastaların (gecikmiş ablasyon) oranını tespit etmek ve bu durumu etkileyen faktörleri araştırmaktır.

Yöntem: Nisan 2007-0cak 2011 tarihleri arasında kliniğimizde toplam 657 hastaya RAİ ablasyon tedavisi uygulandı. Tedavi dozu hastanın risk faktörleri ve tümör patolojisi göz önüne alınarak hesaplandı. 5. Günde tedavi sonrası taraması (TST), 6. Ayda Tg düzeyi bakılarak 5 mCi I-131 ile TVT yapıldı ve başarılı ablasyon sağlanan hastalar 12. ay, 24. ay, 36. ay TVT+Tg düzeyi ile takip edildi. 6. ay TVT'de rezidüel dokuya ait düşük düzeyde aktivite tutulumu saptanan ancak Tg düzeyi belirgin olarak azalan diğer hasta grubu ise 12. ayda tiroid hormon replasman tedavisi kesilerek Tg düzeyi ve TVT ile takip edildi.

Bulgular: 49 hastanın takip TVT’leri kliniğimizde yapılmamış olup çalışma dışı bırakılmıştır. 560 hastada 6. ayda başarılı ablasyon saptandı. (%93) 24 hastaya rezidüel doku varlığı ya da metastaz gelişmesi nedeniyle tekrar cerrahi/RAİ tedavi si uygulandı. (% 4) Geri kalan 16 (2 E; 14 K) hastada gecikmiş ablasyon izlendi (% 3). Hastaların ortalama yaşı 41.5 (27-69) olup takip süresi 18-42 ay arasındadır. 6.ayda Tg düzeyi ortalama 0.3 ng/mL (0-0.7) olarak hesaplandı ve tümünde 12. ay TVT olarak değerlendirildi. Hastaların hepsinin patolojisi papiller karsinomdu. (9 hastada mikrokarsinom, 4 hastada klasik varyant, 3 hastada foliküler varyant) 7 hastada kapsül invazyonu, 2 hastada çevre doku invazyonu, 2 hastada ise lenf nodu metastazı vardı.

Sonuç: Kliniğimizde takip edilen DTC'li hastalarda RAİ ile gecikmiş ablasyon oranı hastanın risk faktörlerinden bağımsız olarak yaklaşık olarak % 3 oranında gözlenmiştir. 6. ayda Tg düzeyi belirgin olarak azalan ancak TVT'de düşük düzeyde aktivite tutulumu gözlenen hastalar klinik şüphe yoksa 12. ay TVT ile takip edilebilir.

157 - Tiroid papiller mikrokarsinom hastalarında radyoaktif iyot ablasyon tedavisinin gerekliliği - 2011

B. Uzun, E. Özdemir, N.Y. Poyraz, M. Keskin, Ş. Türkölmez, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-20 23. Ulusal Nükleer Tıp Kongresi Bildiri Özet Kitabı, 27 Nisan- 01 Mayıs 2011, İzmir

ABSTRACT

Amaç: Tiroid papiller kanserlerinin %30'unda tümör çapı ≤1 cm olup; bu tümörler tiroid papiller mikrokarsinomu olarak adlandırılmaktadır. Hastaların klinik sonuçları ve prognozları daha iyi olup; literatürde sınırlı hastalık olan olgularda lobektomi ve istmektominin yeterli olacağına dair yayınlar mevcuttur. Ayrıca lenf nodu tutulumu olmayan, tiroide sınırlı ve tek odakta tümör olan olgularda radyoaktif l-131 (RAİ) ablasyon tedavisine de gerek olmadığı belirtilmektedir. Çalışmamızda tiroid papiller mikrokarsinomlu olgularda RAİ ablasyon tedavisinin ve uzun dönem takibinin gerekliliğinin araştırılması amaçlanmıştır.

Yöntem: Kliniğimizde 2007 Temmuz- 2010 Haziran tarihleri arasında RAİ ablasyon tedavisi verilen 511 hasta değerlendirilmiştir. Hastaların 196'sında (%38) tiroid papiller mikrokarsinomu saptanmıştır (159 kadın,37 erkek, ortalama yaş 49,08±10,59). Hastaların tümüne total/totale yakın tiroidektomi sonrasında RAİ tedavisi uygulanmıştır (75-150 mCi).

Bulgular: Postoperatif histopatolojik incelemede 61 hastada (%31) lokal invazyon ve/veya lenf nodu tutulumu ve vasküler invazyon tespit edilmiştir. Bu hastaların 32'sinde kapsül invazyonu, 14 hastada lenf nodu metastazı, 6 hastada çevre yağ dokusu invazyonu, 4 hastada perinöral invazyon, 3 hastada vasküler invazyon, 2 hastada ise lenfovasküler invazyon bildirilmiştir. 196 hastanın 176'sının (%89) ablasyon sonrası takibi yapılmıştır (takip süresi 8-41 ay, ortalama 22,9±9.8 ay) . Bu hastaların 163'ünde (%92) başarılı ablasyon sağlanmıştır. 13 hastada (%7) ise tek doz tedavi sonrasında takipte rezidü doku veya lenf nodu tutulumu saptanmış olup, bu hastalara tekrar RAİ tedavisi verilmiş veya cerrahi tedavi uygulanmıştır. 13 hastanın 9'unda tanı anında tümör tiroide sınırlı olup, lenf nodu tutulumu ve lokal invazyon saptanmamıştır.

Sonuç: Her ne kadar literatürde sınırlı hastalık olan tiroid papiller mikrokarsinomlu vakalarda RAİ ablasyonu verilmesine gerek olmayabileceği belirtilse de, bulgularımız bu olgularda RAİ ablasyon tedavisinin ve uzun dönem takibinin yapılmasının faydalı olacağı yönündedir.

156 - Obezitenin Vitamin D ve Parathormon düzeylerine etkisi - 2011

H. Başer, D. Tüzün, F. Sağlam, S. Caner, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-274, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada obezite ile Vitamin D ve sekonder hiperparatiroidi arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.

Gereç-Yöntem: Çalışmaya 127 sağlıklı kişi alındı. Çalışma grubu vücut kitle indekslerine (VKİ) göre dört gruba ayrıldı. Buna göre; Grup 1 (n=35) VKİ 18,5-24,9 kg/m², Grup 2 (n=35) VKİ 25-29,9 kg/m², Grup 3 (n=35) VKİ 30-34,9 kg/m², Grup 4 (n=22) VKI 35-40 kg/m² olan bireylerden oluşturuldu. Andropometrik ölçümler yapıldı. Serum kalsiyum (Ca), fosfor (P), parathormon (PTh), Vitamin D düzeyleri ölçüldü.

Bulgular: VKİ ile serum Ca ve Vitamin D düzeyleri arasında negatif doğrusal ilişki saptandı (sırasıyla p=0,040 r= -0,181, p=0,016 r= -0,214). VKİ ile PTH düzeyi arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05). Bel çevresi arttıkça vitamin D düzeyinde anlamlı düşüş gözlenirken (p=0,049), serum Ca düşüşü istatistiksel olarak anlamı değildi (p>0.05). Vücut yağ kitlesi artıkça Vitamin D ve serum Ca düzeylerinde anlamlı düşüş izlendi (sırasıyla p=0,026, p=0,021). Grup 2’nin serum Ca düzeyi (9,40±0,31 mg/dl), grup 3 (9,21±0,28 mg/dl) ve grup 4 (9,05±0,31 mg/dl)’den anlamlı derecede yüksekti (sırasıyla p=0,049, p=0,000). Grup 4’ün vitamin D düzeyi (18,96±9,88 µg/l) grup 2’den (30,06±18,48 µg/l) anlamlı derecede düşüktü(p>0.05). Gruplar arasında PTH düzeyleri açısından anlamlı fark izlenmedi.

Sonuç: Çalışmamız sonucunda obez kişilerde Vitamin D ve serum Ca düzeylerinin anlamlı ölçüde daha düşük olduğunu belirledik.

155 - Tekrarlayan Akut Pankreatit atakları ile seyreden Hipertrigliseridemili bir olguda plazmaferez tedavisi - 2011

B. Polat, E.D. Önal, G.M. Kaya, İ. Dilek, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS- 273, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipertrigliseridemi akut pankreatit vakalarının %1-4’ünden sorumludur. Trigliserid(Tg) düzeyi 1000-2000 mg/dl üzerine çıktığında pankreatit riski artmaktadır. Medikal tedavi ciddi ve tekrarlayan pankreatit atakları ile seyreden hipertrigliseridemi olgularında yetersiz kalmaktadır. Bu bildiride tekrarlayan akut pankreatit atakları olan, medikal tedavi ile kontrol altına alınmayan ve plazmaferez uygulanan bir hipertrigliseridemi vakası sunulmuştur.

OLGU: 45 yaşında kadın hasta polikliniğimize trigliserid yüksekliği nedeni ile başvurdu. Anamnezde hastanın  2005 yılında epigastrik ağrı nedeni ile dış merkezde hospitalize edildiği, akut biliyer pankreatit tanısı konularak kolesistektomi operasyonu yapıldığı öğrenildi. Kolesistektomi sonrasında da yaklaşık her iki-üç ayda bir kez epigastrik ağrı nedeni ile hospitalize edilen ve pankreatit geçirdiği belirtilen hastaya dış merkezde ileri tektiler yapılırken hipertrigliseridemi saptanmış. Hastaya 2006 Mart ayından itibaren  fenofibrat ve gemfibrozil ile dönüşümlü olarak medikal  tedavi verilmiş ancak  TG düzeyi hep 2000 mg/dl’nin üzerinde seyretmiş ve  fibrat tedavisi altında  pankreatit atakları (en son 1 ay önce) tekrarlamış. Kontrol amaçlı merkezimize başvuran ve hospitalize edilen  hastanın yapılan tetkiklerinde karaciğer enzimleri, amilaz, lipaz değerleri, akut faz reaktanları normal idi (Tablo 1). Serum TG düzeyi 9000 mg/dl gelen hastaya tek seans, 4lt hacimde ve albumin eşliğinde plazmaferez yapıldı. Plazmaferez sonrası 1.gün TG 600 mg/dl’e, 3. Gün 400mg/dl’e gerileyen hasta idame fibrat tedavisi ile taburcu edildi (Tablo 1).

Tablo 1. Olgunun Laboratuvar verileri

    
 

 LAZMAFEREZ                         ÖNCESİ

PLAZMAFEREZDEN

3 GÜN SONRA

PLAZMAFEREZDEN 2 AY SONRA

AKŞ (mg/dl)

82

72

76

TG(mg/dl)

9000

439

370

HDL (mg/dl)

19

20,5

25

LDL (mg/dl)

295

6.7

<100

VLDL (mg/dl)

1610

-

-

AST (U/L)

18

28

30

ALT ( IU/L)

19

32

25

GGT (U/L)

11

40

25

AMİLAZ (U/L)

77

32

35

LİPAZ (U/L)

27

25

28

  

SONUÇ: Trigliseridemiye sekonder gelişen akut pankreatit etiyolojisinden bağısız olarak agresif hidrasyon ve ağrı kontrolü prensipleri ile tedavi edilir ve prognozu diğerlerinden farklı değildir. Ciddi veya rekürren akut pankreatit plazmaferez için endikasyondur. Plazmaferez triglserid düzeyini düşürür, aktive enzim, proteaz ve  inflamasyon öncülü molekülleri dolaşımdan uzaklaştırır. Plazmaferezin pankreatit ataklarını önleyici etkisi üzerine yapılmış çalışmalar mevcut olsa hangi aralıklar ile ve ne kadar süre yapılması gerektiğine dair bir konsensus yoktur. Bizim olgumuzda tek seanslık plazmaferez sonrasında hasta son 4 aydır pankreatit atağı geçirmemiş ve idame fibrat tedavisi ile serum TGdüzeyleri normal sınırlara çekilmiştir. Azalan hospitalizasyon ihtiyacının tedavi maliyetini düşüreceği düşünülmüştür.

154 - FDG PET/BT çalışmalarında yanlış pozitif sonuçlara neden olan sürrenal adenom olgularımız - 2011

E. Özdemir, N. Poyraz, D. Tüzün, D. Özdemir, Ş. Türkölmez, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-242, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: 18-F flordeoksiglukoz  PET/BT birçok kanserin tanı, evrelendirme ve takibinde rutin olarak kullanılan metabolik bir görüntüleme yöntemidir. Bir glukoz analoğu olan F-18 FDG ile malign dokudaki metabolik aktivite artışı erken evrede tespit edilebilir. Ancak FDG tutulumu gösteren nonmalign neoplaziler yanlış pozitif sonuçlara neden olabilmektedir. Bu bildiride surrenal bezde FDG tutulumu gözlenen ancak malignite saptanmayan 3  farklı vaka sunulmuştur. 

OLGU 1: Tiroid papiller karsinomu nedeniyle 2 sene önce opere olan ve radyoaktif iyot-131 ablasyon tedavisi alan 23 yaşındaki bayan hastanın takipte  I-131 ile tüm vücut taraması negatif  ikenTg değeri>5 ng/mL  olarak saptandı. Bu nedenle hastaya PET/BT görüntülemesi yapıldı. Boyunda nüks/metastaz ile uyumluolabilecek patolojik odak saptanmadı, ancak bilateral sürrenal lojda yaklaşık 1 cm çaplı,  BT’de düşük dansitesi (<10 HU)  nodüler lezyon ile bu alanlarda simetrik artmış FDG tutulumu izlendi (SUV maks: 10) (Şekil 1). Dinamik MR’da düşük sinyal intensiteli benign karakterli olarak  değerlendirilen nodüler lezyonun takibinde büyüme saptanmadı, laboratuar testleri ile surrenal fonksiyon araştırıldı ve nonfonksiyone surrenal adenom doğrulandı. Bu sırada hastanın Tg düzeyi de 1 in altına düştü.

 

Şekil 1. Bilateral sürrenal lojda yaklaşık 1 cm çaplı,  BT’de düşük dansitesi (<10 HU)  nodüler lezyon ile bu alanlarda simetrik artmış FDG tutulumu (SUV maks: 10)

 


 

OLGU 2: Sağ akciğerde parankimal lezyon ile  sol sürrenal bezde kalınlaşma saptanan 53 yaşındaki bayan hastaya akciğer Ca ve sürrenal metastaz öntanısı  ile PET/BT görüntülemesi yapıldı. Akciğerdeki lezyonda ılımlı FDG tutulumu (SUV maks: 2.8) ile sol sürrenal bezde yaklaşık 12 mm çaplı BT’de düşük dansiteli (<10 HU) lezyonda nonhomojen artmış FDG tutulumu izlendi (SUV maks: 4.7) (şekil 2). Bronkoskopik biyopsi alınarak akciğerdeki lezyonun benign olduğu doğrulandıktan sonra sürrenal bez cerrahi olarak çıkarıldı ve patolojisi adenom ile uyumlu olarak yorumlandı. 

 

Şekil 2. Sol sürrenal bezde yaklaşık 12 mm çaplı BT’de düşük dansiteli (<10 HU) lezyonda nonhomojen artmış FDG tutulumu (SUV maks: 4.7)

 


 

OLGU 3: Bilateral sürrenal bezde multinodüler kitle, paratiroid adenomu ve hipofiz bezinde makroadenom saptanan 38 yaşındaki erkek hastaya multiple endokrin neoplazi öntanısı ile PET/BT görüntülemesi yapıldı. Hipofizde yaklaşık 1 cm çaplı alanda fokal artmış FDG tutulumu (SUV maks: 7), tiroid bezi sağ lobda nonhomojen artmış FDG tutulumu (SUV maks: 3.8) ve bilateral surrenal lojda çapı yaklaşık 40 mm’ye ulaşan lobule kontürlü, BT’de düşük dansiteli (<10 HU)multi nodüler lezyonlarda artmış FDG tutulumu izlendi (SUV maks: 5)(Şekil 3). Bilateral total tiroidektomi-paratiroid adenomektomi operasyonu yapılan ve patolojide sağ lobda iki odakta papillermikrokarsinom saptanan hastaya RAİ ablasyon tedavisi verildi. Bilateral sürrenal lezyonlar cerrahi olarak çıkarıldı ve patolojik olarak surrenal adenom doğrulandı. Hasta MEN 1 tanısı alarak tedavi edildi.

 

Şekil 3. Bilateral surrenal lojda çapı yaklaşık 40 mm’ye ulaşan lobule kontürlü, BT’de düşük dansiteli (<10 HU)multi nodüler lezyonlarda artmış FDG tutulumu (SUV maks: 5)

 


 

TARTIŞMA VE SONUÇ: Sürrenal adenomlar genel populasyonda yaklaşık %6  sıklıkta görülen ve yaşla birlikte görülme sıklığı artan benign neoplazilerdir. Sürrenal adenomlar farklı yoğunlukta FDG tutulumu göstererek PET/BT görüntülemede yanlış pozitif sonuçlara neden olabilir. Özellikle primer malignite varlığında yapılan tüm vücut taramasında metastaz olarak yorumlanarak hastanın evresini ve tedavi protokolünü değiştirebilir. Benign sürrenal adenomların intrastoplazmik lipid içeriği zengindir, oysa malign lezyonlar bu yapıda değildir. BT ve MR lezyonun yağ içeriğini tespit ederek benign lezyonları belirlemede yardımcı olur.  Sürrenal FDG tutulumu olan olguların radyolojik korelasyonu ve fonksiyone adenom açısından klinik değerlendirilmesi  önerilmektedir.

153 - Prolaktinomalı hastalarda insülin direnci ve tedavinin insülin direnci üzerine etkisi - 2011

S.S. İnançlı, A.C. Usluogulları, Y. Ustü, S. Caner, A.A. Tam, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-194, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Hiperprolaktinemi ve insülin direnci arasında pozitif bir ilişki olduğu yapılan bazı çalışmalarda gösterilmiştir. Ayrıca hiperprolaktineminin karbonhidrat ve lipid metabolizması üzerinde yaptığı değişiklikler de tartışılmaktadır. Prolaktinomalı hastalarda Kabergolin tedavisinin VKİ’ni değiştirmeden HOMA indexinde , LDL ve TG seviyelerinde azalmaya neden olduğu gösterilmiştir. Bazı çalışmalarda ise bu tedavinin VKİ’de iyileşmeye neden olduğunu gösterilmiştir. Çalışmamızın amacı prolaktinomalı hastalarda HOMA ile insülin direncini araştırmak ve tedavinin insülin direnci ve karotis intima media kalınlığı(KİMK) üzerindeki etkisini değerlendirmektir. Çalışmamız prolaktinomalı hastalarda karotis intima media kalınlığının incelendiği ilk çalışmadır.  

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya prolaktinoma tanısı konulan ilk kez medikal tedavi başlanması planlanan 22 kadın hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalamaları 30.0±10.2 yıl idi. Tedavide tüm hastalara 0.5 mg/gün, haftada iki kez Kabergolin tedavisi başlandı. Tedavi öncesi ve tedavinin 6. ayında hastaların vücut kitle indeksi (VKİ), prolaktin(PRL), LDL-Kolesterol, yüksek sensitif CRP(s-CRP), HOMA skoru, homosistein ve KİMK değerlendirildi.

BULGULAR: Tedavi öncesi ve sonrası ortalama PRL seviyesi sırasıyla 145.5±66.4 µg/L ve 12.4±7.2µg/L (p<0.001) olarak saptanmış olup bu azalma VKİ’daki azalma ile ilişkili bulunmamıştır (r=-0.057, p=0.808). Tedavi öncesi ve sonrası HOMA skoru sırasıyla 1.25 (0.22-4.5) ve 1.02 (0.24-4.1) (p=0.024) olup PRL seviyesindeki azalma ile ilişkili bulunmamıştır (r=-0.248 ve p=0.279). Homosistein seviyesi sırasıyla 13.8 (7.0-28.0) ve 8.5 (2.3-26.4) (p<0.001) ve KİMK sırasıyla 0.58±0.15 ve 0.52±0.12 (p<0.05) olarak bulunmuştur. KİMK’daki azalma VKİ, HOMA skoru ve PRL değerindeki azalma ile ilişkili bulunmamıştır (r=0.250, p=0.274).

SONUÇ: Prolaktin multifonksiyonel bir hipofiz hormonudur. Prolaktinomalı hastalarda, yüksek prolaktin seviyesinin metabolik değişikliklere neden olduğu bazı çalışmalarda gösterilmiştir. Bir çok çalışmada prolaktin hormonunun kronik yüksekliğinin artmış kilo alımı ile ilşkili olduğu ve insülin direncine neden olduğu gösterilmiştir. Çalışmamızda prolaktinomalı hastalarda HOMA indexinin 6 aylık bir tedavi sonrasında prolaktin seviyesine bağlı olmadan azaldığını tespit ettik. HOMA indeksindeki azalmanın VKİ’indeki azalma ile ilişkili olmadığını gördük. Homosistein seviyesi tedavi ile 6 ay içinde azalırken yine VKİ’inden bağımsızdı. Tedavinin 6. ayında KİMK’ındaki azalma olduğunu tespit ettik. Prolaktinomalı hastalarda tespit edilen insülin direncindeki azalmanın yanında prolaktin seviyesinden ve VKİ’inin azalmasından da bağımsız olarak KİMK azaldığı tespit edildi. KİMK kardiovaskuler hastalıklarda artmaktadır.  Prolaktinomalı hastalarda kabergolin, tedavinin 6.ayında VKİ’nin azalmasından bağımsız olarak HOMA skorunda ve KİMK iyileşme sağlanmaktadır. Proaktinomalı hastalarda görülmesi muhtemel metabolik sorunlar ve kardiyovasküler hasarın kabergolin tedavisi ile gerilediğini gösterdik. Özellikle KİMK’nın bu tedavi ile azaldığını gösteren ilk çalışmadır.

152 - TSH salgılayan hipofiz adenomlarının tanısında Octreotid sintigrafisinin kullanımı - 2011

R. Üçler, N. Çuhacı, E. Özdemir, N. Poyraz, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-193, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: TSH-oma fonksiyonel hipofiz adenomlarının en nadir görülen tipidir ve tüm hipofiz adenomlarının % 1-2’sini oluşturmaktadır. Çoğu TSH-omalı hastada uzun süreli hipertiroidi öyküsü vardır ve sıklıkla Graves tanısı alarak yanlış tedavi görürler. Bu nedenle TSH-oma tanısını koymak doğru tedavi yaklaşımı açısından son derece önemlidir. Bu bildiride Octerotid Sintigrafisi ile tanının desteklendiği iki TSH-oma’lı vaka sunulmuştur.

OLGU 1: 56 yaşında kadın hasta, çarpıntı ve baş ağrısı yakınması ile başvurdu. Muayenesinde kan basıncı 160/100 mmHg, nabız 102/dk idi. sT3:6.8 pg/ml(1.5-4.7 pg/ml), sT4:2.62 ng/dl (0.8-1.7 ng/dl), TSH:4,2 uIU/ml (0.4-4 uIU/ml), Anti-TPO:153.57 IU/ml, Anti-Tg:334.67 IU/ml bulundu. Tiroid USG’de tiroidit zemininde iki adet nodül saptandı. Nodüllerden yapılan biyopsilerin sitolojisi benign idi. Alfa subunit: 4 (<0.9 IU/L), Seks-Hormonu-Bağlayıcı-Globulin (SHBG): 113.6 nmol/lt (14-69 nmol/lt) bulundu. Hipofiz MR’da sella içerisinde 25x28 mm boyutlarında infundibulumu sağa deviye eden, kavernöz sinüslere ve inferiorda sfenoid sinüse uzanan makroadenom saptandı. Görme alanı muayenesi normal idi. Octreotid sintigrafisinde kraniumda hipofize uyan alanda fokal patolojik aktivite birikimi izlendi (Resim 1).

OLGU 2: 76 yaşında kadın hasta, çarpıntı yakınması ile başvurdu. Muayenesinde kan basıncı 190/100 mmHg, Nabız 96/dk idi. sT3:4.06 pg/ml, sT4:1.78 ng/dl, TSH:1.5 uIU/ml olup tiroid otoantikorları negatif idi. USG’de tiroid parankimi heterojen izleniyordu. TRH uyarı testine TSH yanıtı saptanmadı. Alfa subunit normal sınırlarda, SHBG: 72 nmol/lt bulundu.  Hipofiz MR’da sella içerisinde 10x7 ve 5x4 mm boyutlarında iki adet adenom saptandı. Görme alanı muayenesi normal idi. Octreotid sintigrafisinde hipofize uyan alanda fokal patolojik aktivite birikimi izlendi (Resim 2).

Resim 1.Olgu 1 octreotid sintigtafisi görüntüsü


 

Resim 2. Olgu 2  octreotid sintigrafisi görüntüsü


 


 

SONUÇ: Klinik hipertiroidi ile birlikte serbest tiroid hormon yüksekliği ve normal ve/veya yüksek TSH varlığı TSH-omanın biyokimyasal belirteçleridir. Ayrıca; alfa subunit, alfa subunit/TSH molar oranının >1, SHBG’nin artmış olması (% 80 vakada artmıştır), TRH stimulasyon testi ve T3 supresyon testinde -/bozulmuş TSH cevapları TSH-oma tanısını destekleyen labaratuar bulgularıdır. CT ve /veya MR ile tümörün görüntülenmesi ile de tanı doğrulanır, ancak bazen bu görüntüleme yöntemleri ile tümör saptanamayabilir. Bu durumda octreotid sintigrafisi ile hipofiz bezindeki tutulum gösterilebilir. Her iki olguda da klinik, laboratuar ve görüntüleme yöntemleri ile TSH salgılayan hipofiz adenomu tanısı düşünülmüş olup tanı her iki olguda da  octreotid sintigrafisi ile desteklenmiştir.

151 - Hipogonadizmli hastalarda manyetik rezonans görüntüleme ile hipofiz bezinin değerlendirilmesi - 2011

D. Arpacı, N. Çuhacı, D. Özdemir, G.M. Kaya, M. Gümüş, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-189, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

AMAÇ: Hipogonadizm testiküler yetmezlik ve/veya yeterli hipofizer uyarının olmaması sonucu meydana gelmektedir. Bazı hipotalamo-hipofizer anomaliler ya da lezyonlar hipogonadizme katkıda bulunmaktadır. Sellar ya da  parasellar bölgedeki benign ya da malign tümörler hipogonadizme yol açabilir. Bu nedenle hipogonadizmi olan hastalarda hipofizer magnetik görüntüleme (MRG) gerekmektedir. Biz de bu çalışmamızda hipogonadizm tanısı ile izlediğimiz hastaların hipotalamo-hipofizer MRG bulgularının incelenmesini amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya kliniğimizde takip edilen 49 hipogonadizmli hasta alındı. Bu hastaların hipofiz MRG bulguları retrospektif olarak değerlendirildi.

BULGULAR: 42 hastada (%79.4) hipogonadotropik hipogonadizm, 7 hastada (%20.6) hipergonadotropik hipogonadizm mevcuttu. Hipogonadotropik hastaların 34’ü erkek (%80.9), 8’i (%19.1) kadın idi. Hipogonadotropik hipogonadizm olan grupta 25 (%59.5) hastada hipofiz MRG bulguları normal iken, 1 (%2.4) hastada empty sella, 5 (%11.9) hastada parsiyel empty sella, 1 (%2.4) hastada ektopik nörohipofiz, 7 (%16.7) hastada hipofizer mikroadenom, 2 (%4.7) hastada hipofizer makroadenom,  1 (%2.4) hastada da empty sella ve ektopik nörohipofiz birlikteliği vardı. Hipergonadotropik hastaların ise hepsi erkek idi. Bu grubun hipofiz MRG bulguları değerlendirildiğinde 5 (%71.4) hastada normal bulgu, 1 (%14.3) hastada ektopik nörohipofiz ve 1 (%14.3) hastada mikroadenom saptandı. Hastaların hipofiz MRG bulguları tablo 1 de gösterilmiştir.

SONUÇ: Hipogonadotropik hipogonadizmli hastaların yaklaşık olarak yarısında görüntüleme yöntemleri ile hipofiz bezinde herhangi bir patoloji saptanmayabilir. Bu hastalarda klinik ve laboratuar bulguları uyumlu ise hipofiz MRG bulguları normal olsa dahi tanı için gerekli dinamik testler yapılmalı ve tedavi düzenlenmelidir. Hipergonadotropik hipogonadizmli hastalarda ise etiyoloji hipotalamus ve/veya hipofiz bezi kaynaklı olmamasına rağmen patolojik hipofiz MRG sonuçları ile karşılaşılabilir.  Bu nedenle hipergonadotropik hastalarda da hipofiz ve hipotalamusa yönelik görüntülemenin yapılmasının uygun olacağı görüşündeyiz.

 

Tablo 1. Hipogonadizmi olan hastaların Hipofz MRG bulguları  

HİPOFİZ MRG BULGULARI

  

HİPOGONADOTROPİK HİPOGONADİZM

n = 42

HİPERGONADOTROPİK HİPOGONADİZM

n = 7

Normal

% 59,5

% 71,4

Empty Sella

% 2,4

-

Parsiyel Empty Sella

% 11,9

-

Ektopik Nörohipofiz

% 2,4

% 14,3

Mikroadenom

% 16,7

% 14,3

Makroadenom

% 4,7

-

Ektopik Nörohipofiz + Empty Sella

% 2,4

-

 

150 - Sağlıklı bireylerde oral ve intravenöz glukoz tolerans testine büyüme hormonu supresyon cevaplarının karşılaştırılması - 2011

C. Aydın, R. Ersoy, D. Özdemir, N. Çuhacı, D. Arpaci, A.C. Usluoğulları, Y. Üstü, H. Başer, A. Dirikoç, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-159, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

AMAÇ: Oral glukoz tolerans testi (OGTT) ile büyüme hormonu (BH) supresyonu akromegali hastalarında tanı ve tedavide kullanılmaktadır. Fakat, gastrointestinal fizyolojideki farklılıklar OGTT’ye BH supresyonunun değerlendirilmesini etkileyebilir. Bu çalışmada, sağlıklı bireylerde OGTT ve intravenöz glukoz tolerans testi (IVGTT) ile elde edilen BH supresyon değerlerini karşılaştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 18 sağlıklı gönüllü alındı (10 erkek, 8 kadın). Öncelikle tüm gönüllülere 75 gram OGTT yapılarak BH, glukoz ve insülin seviyeleri değerlendirildi. Bazal serum glukoz<100 mg/dl v 120. dakika serum glukoz<140 mg/dl  olanlara en az 3 gün sonra IVGTT uygulandı ve BH, glukoz ve insülin değerleri belirlendi.

BULGULAR: Vakaların ortalama yaşı 29.80±7.11 (18-44) idi. Bazal BH seviyeleri 0.00005 µg/L ile 0.768 µg/L (medyan 0.0145 µg/L) arasında değişen geniş bir aralıkta saptandı. OGTT sırasında en düşük BH seviyesi 0.0376 µg/L (0.00011- 0.387, medyan 0.0016, SD:0.095, SE:0.038) olarak bulundu ve 60. dakikada elde edildi. IVGTT sırasında en düşük BH seviyesi ise 10. dakikada elde edildi ve 0.112 µg/L (0.0005-0.770, medyan 0.0053, SD: 0.242, SE:0.057) idi. IVGTT ile 10. dakikada elde edilen BH seviyesi ile OGTT sırasında 60. dakikada elde edilen BH seviyeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (Z=2.201, p=0.028). IVGTT’de 10. dakikadaki BH seviyesi, OGTT’de 60. dakikadaki BH seviyesinden daha yüksek bulundu.

Şekil 1. Oral glukoz tolerans testi sırasında büyüme hormonu seviyeleri. En düşük büyüme hormonu seviyeleri 60. dakikada elde edilmiştir.

 


Şekil 2.  Intravenöz glukoz tolerans testi sırasında büyüme hormonu seviyeleri. Büyümr hormonu seviyeleri geniş bir aralıkta yer almakta fakat en düşük değerler 10. ve 60. dakikalarda elde edilmiştir.

 


 

SONUÇ: Kişisel farklılıklar gösterebilen gastroenteropankreatik sistem etkisi IVGTT ile aşılabilir. IVGTT ile BH supresyonu akromegalik hastalarda tanı ve tedavide kullanılabilir. IVGTT sırasında elde edilen en düşük BH seviyelerinin daha yüksek olması, akromegalik hastalarda remisyon için önerilen BH seviyelerinin oldukça düşük olduğunu ve remisyon kriterlerinin gözden geçirilmesi gerektiğini düşündürmektedir.

149 - Akut Kızamık enfeksiyonu sonrası Bilateral Fasiyal Paralizi ve Tip 1 Diyabetes Mellitus gelişen bir olgu - 2011

E.D. Önal, B. Polat, G.M. Kaya, O. Deniz, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-148, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Bilateral periferal fasiyal paralizi veya parestezisi nadir görülen bir durumdur bu nedenle de etyolojisinin belirlenmesi gerekmektedir.Akut periferal fasiyal paralizilerinin yaklaşık  %50si idiyopatiktir.Yıllık insidans 100.000’de 13-34 vaka kadardır. Hastaların %5-10’unda diyabetes mellitus (DM) vardır. Herpes simpleks (HSV), Herpes zoster (HZV), sitomegalo virüs (CMV), Ebstein Barr virüs (EBV), adeno virüs, rubella, kabakulak, influenza B ve koksaki virüs etyolojide önemi olduğu belirlenen viral ajanlardır. Burada bilateral periferal fasiyal paralizi ile birlikte olan ve etyoloji araştırmasında akut kızamık infeksiyonu saptanan yeni tanı tip 1 DM vakası sunulmaktadır.

OLGU: Önceden bilinen sistemik bir hastalığı olmayan 28 yaşındaki kadın hasta genel durum bozukluğu,konuşmada güçlük,uykuya eğilim yakınmaları ile başvurdu. Hastanın açlık plasma glukozu 300 mg/dl,idrarda ketonu ++++, arteriyal kan gazında pH:7,143, HCO3:8,4mmol/L olarak saptandı.Hasta yeni tanı DM ve diyabetik ketoasidoz  tanıları ile servise kabul edildi.İnsülin tedavisi öncesinde bakılan bazal C-peptid düzeyi 0,378 ng/dL, glutamik asid dekarboksilaz (anti GAD) antikoru pozitif saptandı ve geliş kliniği de göz önüne alınarak hastaya Tip 1 DM tanısı konularak yoğun insülin tedavisine geçildi. Hastanın konuşmada zorluk ve dudak çevresinde uyuşma  şikayeti yatışının ikinci gününden itibaren belirgin hale geldi.Elektrolit düzeylerinde anormallik olmayan ve ketoasidoz tablosu düzelen  hastanın muayenesinde bilateral nasolabial sulkus silikliği,bilateral göz kapaklarını kapatamama gelişmesi üzerine yapılan EMG’de bilateral fasiyal sinirin orbikularis okuli dalının aksonal,orbicularis oris dalının miks tip dejenerasyonu saptanarak bilateral fasiyal paralizi tanısı doğrulandı. Beyin MR normal sınırlarda saptandı. Viral serolojide Borrelia Burgdorferi, Treponema pallidum, CMV, EBV, Rubella, HSV, VZ, kabakulak IgG antikorları pozitif saptanırken IgM antikorları negatif, ancak  Kızamık IgM (1,44 IU/ml) ve IgG (1.86 IU/ml) antikorları pozitif saptandı.Hastaya akut kızamık infeksiyonu tanısı konuldu.Hastanın taburculuk sonrası takiplerinde fizik muayenesinin ve semptomlarının tamamen normale döndüğü gözlendi.

SONUÇ: Tip 1A diyabetes mellitus ,langerhans adacığının insülin üreten β hücrelerinin otoimmün destrüksiyonu sonucu gelişir.Bu olay genetik olarak eğilimi olan hastalarda bir veya daha fazla çevresel tetikleyici faktörün etkisi ile gerçekleşir. Virüsler hayvan modellerinde direkt β hücrelerini infekte ederek veya bu hücrelere karşı otoimmüniteyi tetikleyerek diyabet oluşmasına neden olabilir. Koksaki B virüs,EBV,Rubella,CMV,kabakulak virüsü bu virüslerden bazılarıdır. Bilateral fasiyal paralizi oldukça nadir görülen bir durum olup etyolojisinde sorumlu tutulan infeksiyon ajanları Tip 1 DM etyolojisindeki ajanlarla benzerlik göstermektedir. Sunulan olguda Tip 1 DM ve fasiyal paralizi için tetiği çeken etkenin akut kızamık enfeksiyonu olduğu sonucuna varılmıştır ve bu birlikteliğin nadir görülmesi nedeniyle vaka paylaşılmıştır.

148 - Analog insülin kullanımına bağlı gelişen allerjik reaksiyon: İki olgunun sunumu - 2011

A. Oguz, S.S. İnançlı, G.M. Kaya, B. Polat, A. Metin, R. Ersoy, B. Çakir
Ulusal Bildiriler PS-147, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: İnsüline bağlı alerjik reaksiyonlar insan insülin preparatlarının kullanılmasından beri oldukça azalmıştır. Yeni rekombinan human insülin preparatları ve insülin analogları, immunojenik reaksiyonlarda ciddi azalmaya neden olmuşsa da tam olarak ortadan kaldırılamamıştır. Biz bu iki vakayı insülin analoglarına bağlı gelişen alerjik reaksiyonların nadir olması ve aynı zamanda bu iki vakanın insan insülini ile tedavi edilebilmesi nedeniyle sunmaktayız.

OLGU 1: 40 yaşında kadın hasta diyabetik ketoasidoz tablosu ile başvurdu. Hastaya parenteral sıvı ve insülin infüzyonu başlandı. Ketoasidoz tablosu düzeldikten sonra hastaya insülin aspart ve insülin aspart protamin içeren insülin tedavisine geçildi. İkinci doz insülinin sc uygulanmasını takiben tüm vücutta yaygın, kaşıntılı, eritemli zeminde papülopüstüler lezyonlar gelişti. Analog insülin tedavisi kesildi. İnsan insülinine geçildi. Lezyonlardan biyopsi alındı. Biyopsi sonucu hastaya insülin aspartın tetiklediği IgE aracılı immediate tip alerjik reaksiyon tanısı koyuldu. Hastaya glukokortikoid ve antihistaminik tedavi başlandı. Tedavi ile cilt lezyonları düzeldi.

OLGU 2: 75 yaşında kadın hasta hiperglisemi, genel durum bozukluğu, hematüri ve her iki alt ekstremitede eritemli zeminde papülopüstüler lezyonlar nedeni ile acil servise başvurdu. On gün önce hastanın kullandığı karışım insan insülininin kesilerek insülin aspart ve insülin detemir ile yoğun insülin tedavisine geçildiği öğrenildi. Analog insülinler stoplandı. İnsan insülini başlandı. Cilt lezyonlarından alınan biyopsi sonucu lökositoklastik vaskülit ile uyumlu idi. Hastaya glukokortikoid ve antihistaminik tedavi başlandı. Ancak akut renal yetmezlik tablosu ile hasta exitus oldu.

Olgu -1


Olgu-2


 

TARTIŞMA VE SONUÇ: İnsüline bağlı alerjik reaksiyonlar enjeksiyon yerinde lokalize veya sistemik alerjik reaksiyon şeklinde görülebilir. Sistemik alerjik reaksiyonlar, IgE aracılı hipersensitivite reaksiyonları, lokal veya sistemik anaflaktik tip reaksiyonlar, IgG aracılı insülin direnci, bu reaksiyonların birlikteliği veya çok nadir olarak serum hastalığı olarak ortaya çıkabilir. İnsülin analogları, immünojenik reaksiyonlarda ciddi azalmaya neden olmuşsa da tam olarak ortadan kaldıramamıştır.

147 - HCV enfeksiyonu nedeni ile interferon alfa tedavisi alan bir hastada ketoasidoz tablosu ile ortaya çıkan Tip 1 Diyabetes Mellitus - 2011

B. Polat, E.D. Önal, G.M. Kaya, A.A. Tam, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-146, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Hepatit C enfeksiyonun standart tedavisinde pegile interferon- ribavirin kombinasyonu  uzun yıllardan beri kullanılmaktadır. Pegile interferon  otoimmün hastalıkları tetikleyerek Tip1 DM gelişimine sebep olabilir. Tip 1 DM pankreas beta hücrelerinin özellikle T hücre aracılı immünite  ile harabiyetine bağlı ortaya çıkar. Bu bildiride hepatit C enfeksiyonu nedeni ile antiviral tedavi almakta iken diyabetik ketoasidoz tablosu ile hospitalize edilen ve Tip1 DM tanısı alan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 44 yaşında erkek hasta acil servise birkaç gündür olan çok su içme, sık idrara çıkma, ağız kuruluğu, halsizlik, yorgunluk şikayetleri ile başvurdu. Hastanın hepatit C enfeksiyonu nedeni ile 40 haftadır pegile  interferon ve ribavirin tedavisi almakta olduğu öğrenildi. Tedavinin 4. haftasında otoimmün tiroidite bağlı hipotiroidi tanısı ile L-tyroxin replasmanı başlanmış. Yapılan tetkiklerde plazma glukoz düzeyi 585 mg/dl, idrar  ketonu  +++  poz, kan gazında pH:7.27, HCO3 düzeyi ise 15 mmol /lt idi.  Diyabetik ketoasidoz tanısı ile tedavi altına alındı. İnsülin tedavisi başlanmadan önce gönderilen cpeptid düzeyi < 0.5 ng/dl olarak geldi. Anti GAD pozitif, anti insülin  ve anti adacık antikorları ise negatif geldi. Hastaya DKA tedavisi sonrasında intensif insülin tedavisi başlandı ve kan şekeri  regüle edildi. HCV Genotip 1 olması nedeni 48 haftalık antiviral tedavi planlanmış olan hasta gelişen DM  komplikasyonu nedeni ile tüm riskler anlatılmasına rağmen tedaviyi 40. haftada kendi isteği ile sonladırdı. Gönderilen serum HCV RNA düzeyi negatif olarak geldi.

Tablo. Hastanın labaratuvar verileri

Plazma glukoz

585 mg/dl

İdrar keton

+++

Kan gazında PH

7.27

Kan gazında HCO3

15 mmol/lt

Serum üre -kreatinin

50mmol/lt/- 1.2 mg/dl

C-peptid

0.5 ng/dl

İnsülin

9uIu/ml

Anti GAD

pozitif

Anti İnsülin antikoru

negatif

Anti Adacık antikoru

negatif

Hemoglobin A1c (%)

6

AST

13 U/lt

ALT

17 U/lt

GGT/ALP

48/160 U/lt

HCV RNA

Negatif

HCV GENOTİPİ

Genotip 1b

TSH

3.5 mıu/ml

Anti TG/Anti TPO

300/>1000 IU/ml

 

SONUÇ: Tip 1 DM  gelişimi için peg inteferon bilinen bir risk faktörüdür. Tip 1 DM patogenezinde beta hücre harabiyetinden daha çok hücresel immünite sorumlu tutulsa da otoantikorlar devam eden harabiyetin birer göstergesi olarak klinikte kullanılırlar. Bizim olgumuzda olduğu gibi tedavi sırasında otoantikorlar pozitifleşebilir. Bu durumda hastaların antiviral tedavi öncesi ve süresince kan şekeri ve otoantikorlar yönünden taramaları yapılmalı ve seropozitif vakalar olası diyabet gelişimi açısından önceden bilgilendirilmelir. 

145 - Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsilerinde Hurthle hücresi içeren nodüllerde malignite oranları ve Elastosonografi bulguları - 2011

D. Tüzün, R. Ersoy, A. Kılıçyazgan, A. Oğuz, G. Kıyak, S. Yalçın, P.E. Ersoy, G. Güler, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-093, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

AMAÇ: Hurthle hücreleri ya da onkositik değişiklikler gösteren hücreler tiroglobulin üreten büyük epitelyal hücreler olup        bol granüler eozinofilik stoplazmalı olarak izlenirler. Bu hücreler tiroidin benign ve malign lezyonlarında izlenmekte ve histopatolojik değerlendirmede zorluklar çıkarabilmektedir. Bu çalışmanın amacı; sitolojik incelemelerinde Hurthle hücresi saptanan ve çeşitli nedenlerle opere olan  hastalarda sitolojik, ultrasonografik ve elastosonografik özellikleri, histopatolojik veriler eşliğinde değerlendirmektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Haziran 2009-Haziran 2010 yılları arasında Ankara Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Polikliniğine başvuran veTİİAB sonucunda Hurthle hücreleri tespit edilen 57 hasta/ 57 nodül  alındı. TSH, sT3, sT4, Tg düzeyleri ve Anti-TPO, Anti-Tg çalışıldı. Hastalara tiroid USG, elastosonografi  ve sonrasında USG eşliğinde tiroid ince iğne aspirasyon biyopsileri yapıldı. Sitopatolog tarafından TİİAB da 14 sitomorfolojik özellik incelendi. Bu değerlendirme sonucunda preoperatif sitolojilerinde Hurthle hücreleri saptanan nodüller; nodül boyutlarının büyük ve/veya bası semptomlarının olması ya da nodül ve/veya nodüllerde büyüme olması nedeniyle ve Hurthle hücreli neoplaziler malignite şüphesi nedeniyle operasyona verildi. Histopatolojik değerlendirme sitopatolojiyi değerlendiren patolog tarafından yapıldı.

BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 46,12 ± 11,69 yıl idi. TİİAB’ da Hurthle hücresi saptanan 57 nodülün sitolojik değerlendirmesinde 49 nodül (%86) Bethesda 1, 8 nodül (%14) Bethesda 3 olarak değerlendirildi. Hurthle hücresi saptanan 57 nodülün patolojik değerlendirmesinde 45 nodül (%78,9) benign, 12 nodül(%21,1) malign idi. Bethesdaya göre gruplar arasında her iki aksta uygulanan elastosonografik skorlama ve strain indeks (SI) ortalaması açısından anlamlı farklılık saptanmadı. Histopatolojik sonuçlara göre gruplar karşılaştırıldığında; transvers aksta belirlenen ES skorlarının malinigniteyi belirleyiciliği longitudinal akstaki skorlamaya göre istatiksel olarak daha anlamlı bulundu (p=0,023 ve p=0,867, sırasıyla). Bununla birlikte  malign olgularda  longitudinal ve transvers  aksta hesaplanan SI ortalamaları benign  olgulara göre anlamlı ölçüde daha yüksekti (p<0.05) ( Tablo 1). Histopatolojik sonuçlara göre benign ve malign olarak ayrılan nodüller sitolojik özelliklerine göre değerlendirildi. Kolloid yokluğu, transgressing blood vessel (TBV) ve nükleer tomurcuklanma varlığı malign nodüllerde benign nodüllere göre belirgin olarak daha fazla idi (p<0.05) ( Tablo 2).

 

Tablo 1. Nodüllerin histopatoloji sonuçlarına göre her iki aksta belirlenmiş elastosonografik skorları, strain indeks ortalamaları ve verilerin karşılaştırılması

 

Benign

(n=45)

Malign

(n=12)

p

Transvers Skor

%

Skor 1

2,2

0

0,023

Skor 2

68,9

58,3

Skor 3

20

0

Skor 4

6,7

41,7

Skor 5

2,2

0

Longitudinal Skor

%

Skor 1

4,4

0

0,867

Skor 2

35,6

50

Skor 3

33,3

25

Skor 4

17,8

16,7

Skor 5

8,9

8,3

Strain index

Transvers

14,33± 2,48

35,25±9,31

0,003

Longitudinal

                      21,24±3,79

                       40,98±9,03

0,027

  

Tablo 2. Nodüllerin histopatolojik sonuçlarına göre sitolojik özelliklerinin karşılaştırmalı verileri

 
 

Benign

(n=45)

Malign

(n=12)

p

Selularite %

Az

57,8

41,7

0,606

Orta

35,16

50

Yüksek

6,7

8,3

Kolloid varlığı %

Yok

15,6

33,3

0,035

Az

28,9

58,3

Orta

44,4

8,3

Bol

11,1

0

Nükleer tomurcuklanma %

Yok

80

50

0,036

Var

20

50

TBV %

Yok

95,6

66,7

0,04

Var

4,4

33,3

  

SONUÇ: Sitolojik değerlendirmede Hurthle hücreleri saptanan lezyonların histopatolojik değerlendirmesinde Hashimoto tiroiditi spektrumun bir ucunda bulunurken; Hurthle hücreli adenom, Hurthle hücreli karsinom, papiller karsinomun onkositik varyantı ve medüller karsinom spektrumun diğer ucunda bulunabilecek tümörlerdir. TİİAB spesmenlerinde Hurthle hücresi saptanan nodüllerin sitolojik değerlendirmesinde kolloid yokluğu, TBV ve nükleer tomurcuklanma varlığı maligniteyi destekler özellikler olarak ön plana çıkmaktadır. Çalışmamızda elastosonografi ile yapılan değerlendirmede malign nodüllerin SI değerlerinin benign gruba göre anlamlı şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. Bu nedenle elastosonografi ile belirlenen SI değerlerinin bu hastalarda maligniteyi öngörmede bir parametre olarak kullanılabileceği görüşündeyiz. Elastosonografi ile SI belirlenmesi gereksiz tekrarlanacak TİİAB işlemlerini ve cerrahi girişimleri de azaltacaktır. Hasta grubumuzda belirlediğimiz %21,1’lik malignite oranını göz önünde tutarak Hurthle hücresi saptanan nodüllerde total/totale yakın tiroidektominin uygun bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.

144 - Kolon karsinomu ve kolon polibi olan hastalarda tiroid patolojilerinin görülme sıklığı - 2011

A. Dirikoç, A. Oğuz, F.E. Akın, S. Tuna, D. Özdemir, C. Aydın, O. Ersoy, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-092, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Bu çalışmanın amacı kolorektal kanser nedeniyle remisyonda takip edilen hastalarda ve kolonda benign nitelikli polip saptanan hastalarda tiroid fonksiyonlarının, tiroid antikor pozitifliğinin, tiroid ultrasonografi (US) bulgularının ve tiroid kanserlerinin sıklığının değerlendirilmesi ve tiroid patolojilerinin varlığı açısından iki grup arasında fark olup olmadığının belirlenmesidir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Ekim 2010-Ocak 2011 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji ve Medikal Onkoloji ünitelerinden kliniğimize yönlendirilmiş olan 57 kolon kanserli ve 50 kolon polipli hasta dahil edildi. Kolon kanserli hastalar daha önce opere olmuş, remisyonda takip edilen, aktif olarak kemoterapi veya radyoterapi almayan hastalardan seçildi. Kolon polipli hasta grubunu ise kolonoskopi sırasında kolon polibi saptanan hastalar oluşturdu. Her iki gruptaki hastalarda TSH, ST3, ST4, anti-TPO ve anti-Tg  ve Tg çalışıldı. Tüm hastalar tiroid US ile değerlendirildi, nodül saptanan hastalarda endikasyon varlığında TİİAB yapıldı. Sitoloji sonuçları benign, tanısal olmayan, şüpheli ve malign olarak sınıflandırıldı.

BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 57’si(%53.27) kolon karsinomu (22 kadın, 35 erkek); 50’si(%46.23) kolon polibi(17 kadın, 33 erkek) grubunda idi. Gruplar arasında yaş, cinsiyet dağılımı, TSH, sT3 ve sT4 düzeyleri açısından fark yoktu(p=0.622, p=0.529, p=0.528, p=0.767, p=0.988). Kolon karsinomlu 30(%52.63) hastada, polip grubunda 28(%56) hastada nodüler/multinodüler guatr; karsinom grubunda 14(%24.56) hastada, polip grubunda  16(%32) hastada tiroidit saptandı ( Tablo-1). Karsinom grubunda 23 hastaya, polip grubunda 14 hastaya TİİAB yapıldı.Her iki grupta TİİAB sonucu malign olan 1’er hastada ve TİİAB sonucu şüpheli gelen 1 kolon kanserli hastada histopatolojik olarak tiroid kanseri varlığı doğrulandı. Tiroid disfonksiyonu veya antikor pozitifliği veya nodül varlığı veya kronik tiroidit varlığı karsinom grubunda 44 hastada (%77.19) polip grubunda da 44 hastada (%88.00) mevcut idi(p= 0.228).

 

Tablo 1. Kolon patolojisine  göre tiroid  ultrasonografi  bulgularının   dağılımı

 

Ultrasonografi         bulguları

 

Kolon

Karsinomu

 (n=57)

 

Kolon polipi (n=50)

  

p

 

 Normal

 

6 (%10.53)

 

4 (%8)

     

0.478

 Minimal heterojen

7 (%12.28)

2 (%4)

 Nodüler Guatr

7 (%12.28)

9 (%18)

Multinodüler Guatr    

23 (%40.35)

19 (%38)

Tiroidit

14 (%24.56)

16 (%32)

 

SONUÇ: Çalışmamızın sonuçlarına göre kolon kanserli ve kolon polipli hastalar arasında tiroid disfonksiyonu, tiroid US bulguları ve tiroid kanseri sıklığı açısından anlamlı fark bulunmamıştır. Bununla birlikte her iki grupta da tiroid ilişkili patolojilerin hastaların 2/3’ünden fazlasında saptanması, bu hastaların laboratuar tetkikleri ve US ile tiroid açısından değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.  

143 - Tekrarlayan tanısal olmayan sitoloji sonuçları nedeni ile tiroidektomi uygulanan hastalarda histopatolojik sonuçlar - 2011

D. Arpacı, N. Çuhacı, F. Sağlam, G. Kıyak, S. Yalçın, S. Akbaba, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-081, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde ve uygun tedavi protokolünün belirlenmesinde önemli bir tanı metodudur. Doğru ve yeterli TİİAB sayesinde cerrahiye verilen vaka sayısında % 50 oranında azalmıştır.TİİAB sitolojik incelemede %70 benign , %4 malign ,%10 şüpheli ve %17 yetersiz materyal (non-diyagnostik ) olarak rapor edilmektedir. Tüm bunlara rağmen tiroid nodüllerinde yapılan biyopsinin 2 ya da 3 kez non diyagnostik olması operasyon açısından endikasyon doğurmaktadır. Kliniğimizde nodüler tiroid hastalığı olan ve tekrarlanan sitoloji sonuçları nondiyagnostik olarak raporlanan hastaların nodüllerinin ultrasonografik ve histopatolojik verilerini değerlendirmeyi amaçladık

GEREÇ VE YÖNTEM: Nodüler tiroid hastalığı olan ;  yapılan  TİİAB sonucu 2-3 kez nondiyagnostik raporlanan ve çeşitli nedenlerle (büyük nodül, ultrasonografik olarak şüpheli nodül, elastosonografik skorun veya strain indeks değerinin yüksek olması, ailede tiroid kanseri öyküsü) opere olan 75 hastanın verileri değerlendirildi. Ayrıca bu hastaların demografik ve  ultrasonografik özellikleri  ve histopatoloji sonuçları malign saptanan olguların tümör özellikleri değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların 53’ü kadın (% 70.7), 22’si erkek (%29.3), ortalama yaş 47.9±10.9 yıl idi. Hastaların 40’ı (% 53.3) ÖMNG, 8’i (%10.7) ÖNG, 17’si (%22.7) TMNG, 6’sı (%8’i) TDMNG, 1’i (%1.3) TDNG,1’i (%1.3) opere nüks  MNG ve 2’si (%2.7) opere nüks NG idi. Ortalama nodül boyutu 15.4±9.8x 17.68±10.66x21.31±12.8 mm saptandı. Hastaların 45’i (%60) ötiroid, 25’i (%33.3) hipertiroid, 5’i (%6.7) hipotiroid idi. 41 (%54.7) hastada nodül sağ lobda, 34 (%45.3) hastada nodül sol lobda  idi. Ultrasonografik olarak 30 nodülde (%40.0) mikrokalsifikasyon, 20 nodülde(%26.7) makrokalsifikasyon mevcuttu. 45 (%60) nodülün sınırları düzensiz idi. 28 nodülde (%37.3) hipoekoik halo izleniyordu. Cidar kanlanması 17 (%22.7) nodülde, cidar makrokalsifikasyonu 1 nodülde (%1.3) mevcut idi. Postop 57 (%76) nodül benign, 18(%24) nodül malign bulundu. 17 (%94.4) nodülde papiller, 1 (%5.6) nodülde folliküler karsinom mevcuttu. Ortalama tümör çapı 0.77±0.63(0.1-2.2) cm idi. Hiçbir hastada lenf nodu metastazı saptanmadı. Vasküler invazyon 1 hastada (%5.6), kapsül invazyonu 5 hastada (%27.8), kapsül dışına yayılım 1 hastada (%5.6) ve multisentrisite 6 hastada (%33.3) saptandı. Nodülleri patoloji sonuçlarına göre benign ve malign olarak ayırt ettiğimizde elde edilen  sonuçlar ise tablo 1 de gösterilmiştir.

 

Tablo 1 .Histopatoloji Sonuçlarına Göre Benign ve Malign Saptanan Nodüllerin Özellikleri

  

BENİGN

n= 57

MALİGN

n= 18

p

Nodül Komponenti

%

Solid

49,1

66,7

 

0,395

Kistik

1,8

0

Miks

49,1

33,3

Ekojenite

%

İzoekoik

63,2

38,9

  

0,070

Hipoekoik

36,8

61,1

Hiperekoik

0

0

Hipoekoik Halo

%

Var

38,6

33,3

 

0,687

Yok

61,4

66,7

Mikrokalsifikasyon

%

Var

42,1

33,3

 

0,508

Yok

57,9

66,7

Makrokalsifikasyon

%

Var

28,1

22,2

 

0,625

Yok

71,9

77,8

Kenar Düzensizliği

%

Var

59,6

61,1

 

0,912

Yok

40,4

38,9

 

SONUÇ: Çalışmamız  sonucunda; tekrarlayan tanısal olmayan sitoloji sonuçları olan nodüllerde malignite oranı %24  olarak bulundu. Bu nedenle tekrarlayan tanısal olamayan sitoloji varlığında tedavi modalitesini belirlerken bu yüksek malignite oranının göz önünde tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.

142 - Piramidal lob ve Tiroglossal kanal kistlerinin sitolojik değerlendirmesi - 2011

A. Oğuz, H. Başer, D. Tüzün, A.C. Usluoğulları, A.A. Tam, R. Ersoy, G. Güler, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-080, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid piramidal lobu ve tiroglossal kanal kistlerinin tiroid kanseri için artmış risk oluşturduğuna dair raporlar mevcuttur. Bu çalışmadaki amacımız piramidal lob ve tiroglossal kanal kistlerini US eşliğinde uyguladığımız ince iğne aspirasyon biyopsilerinin (İİAB) sitolojik sonuçları ile değerlendirmektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Tiroid polikliniğimize başvuran ve US ile boyun orta hattında piramidal lob veya tiroglossal kanal kisti saptanan hastalar çalışmaya alındı. Hastalar tiroid fonksiyon testleri, tiroid otoantikorları, Tc 99m tiroid sintigrafisi ve US eşliğinde uygulanan İİAB sonrası sitoloji sonuçları ile değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların 79’u (97,5%) erkek 2’si (2,5%) kadın, yaş ortalaması 52,0 ± 12,3 (20-82) yıl idi. 26 hastada (32,1%) tiroglossal kanal artığı, 55 hastada (67,9%) piramidal lob saptandı. 74 hasta (91,4%) daha önceden tiroid operasyonu geçirmişti ve hiçbirisinde malignite yoktu. 7 hastada (8,6%) ise geçirilmiş tiroid operasyon öyküsü yoktu. TFT’i incelendiğinde ise hastaların 63 (77,8)’ü hipotiroid, 5 (%6,2)’i hipertiroid ve 13 (%16)’ü ötiroiddi. Tiroglossal kanal ve piramidal lobdan yapılan biyopsilerin tamamı benign olarak değerlendirildi (Tablo 1 ).

Tablo 1. Piramidal lob veya tiroglossal kanala sahip, operasyon öyküsü pozitif veya negatif, hipotiroid, hipertiroid, ötiroid hastaların sayısı, sitopatolojik değerlendirme sonuçları ve yüzdeler

  

Hasta sayısı (n)

 

Yüzde (%)

Tiroglossal kanal

26

32,1

Piramidal lob

55

67,9

Hipotiroidi

63

77,8

Hipertiroidi

5

6,2

Ötiroidi

13

16

Sitopatolojik değerlendirme (TİİAB)

Benign

100

Operasyon öyküsü pozitif

74

91,4

Operasyon öyküsü negatif

7

8,6

 

TARTIŞMA VE SONUÇ: Piramidal lob tiroglossal kanalın embiryolojik artığıdır.  Otopsi ve cerrahi serilerde insidansı %15-75 aralığında değişmektedir. Tiroid operasyonu geçiren hastalarda artan TSH’nın etkisiyle bu dokunun hipertirofiye uğradığı bildirilmiştir. Tiroglossal kanal kistleri ise boyun orta hattında gelişirler. Özellikle ektopik tiroid dokusu bulunduran solid kitlelerde okkült malignite ihtimalinin yüksek olduğu bildirilmiştir. Bizim serimizde hiçbir hastada sitolojik değerlendirme ile maligniteye rastlanmamıştır. Biz özellikle tiroidektomi operasyonu geçirmiş hastalarda boyun orta hattında saptanan kitlelerin piramidal lob veya tiroglossal kanal artığı olabileceğinin akılda bulundurulmasını ve bu kitlelerde malignite insidansının düşük olduğunu düşünmekteyiz.

141 - Sitolojide önemi belirlenemeyen atipi olarak tanımlanan tiroid nodüllerinde malignite oranı - 2011

N. Çuhacı, D. Arpacı, R. Üçler, S. Akbaba, G. Kıyak, S. Yalçın, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-079, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid nodüllerinin sitolojik değerlendirmesinde kullanılan Bethesda sınıflamasında önemi belirlenemeyen atipi (ÖBA) olarak tanımlanan nodüllerin takip ve tedavileri ile ilgili veriler net değildir. Bu durumun nedeni, bu nodüllerin hepsinin histolojik olarak geriye dönük kontrol edilmemesi ve konuyla ilgili literatür bilgilerinin heterojen olmasıdır. Bu nedenle tiroid nodüllerinde doğru tedavi yaklaşımını belirlemeye çalışan klinisyenler için bu sınıflama gri bir zon oluşturmaktadır. Amacımız sitolojide ÖBA olarak raporlanan tiroid nodüllerinin ultrasonografik ve histopatolojik sonuçlarını değerlendirerek bu nodüllerdeki tedavi yaklaşımına katkıda bulunmaktır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2009- Haziran 2011 tarihleri arasında polikliniğimizde tiroid nodülü saptanan ve nodüllerinin en az birinin sitolojisinde ÖBA tanısı alan ve operasyon kararı verilen 92 hasta ve 95 nodül retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların tiroid fonksiyon testleri,nodüllerin ultrasonografik özellikleri, histopatolojik sonuçları değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların 77’si (% 81.1) kadın, 18’i (%18.9) erkek idi. Ortalama yaşları 47.5 ±12.1 yıl idi. 27 (%28.4) nodülde mikrokalsifikasyon, 17 (%17.9) nodülde makrokalsifikasyon, 45 (%47,4) nodülde kenar düzensizliği, 19 (%20) nodülde cidar kanlanmasında artış, 1 (%1.1)  nodülde cidar makrokalsifikasyonu mevcut idi. 57 (%60) nodülde hipoekoik halo varlığı mevcut değildi. 53 (%55.8) nodül izoekoik, 41 (%43.2) nodül hipoekoik, 1 (%1.1) nodül hiperekoik idi. 48 (%50.5) nodül miks, 45 (%47.4) nodül solid, 2 (%2.1) nodül kistik özellikte  idi. Histopatolojik olarak 60 (%63.2) nodül benign, 35 (%36.8) nodül malign bulundu.Malign nodüllerin 31’i (%88.6) papiller tiroid karsinomu (PTC), 2’si (%5.7) iyi differansiye tiroid neoplazmı, 1’i (%2.9) folliküler tiroid Karsinomu (FTK), 1’i (%2.9) hurthle hücreli karsinom idi. Malignite saptanan nodüllerde ortalama tümör çapı 1.2 ± 1.1 cm idi. Hiçbir hastada lenf nodu metastazı saptanmadı. Vasküler invazyon 4 (%11.4), kapsül invazyonu 10 (%28.6), ekstrakapsüler yayılım 7 (%20) nodülde ve multisentrite 11 (%31.4) nodülde saptandı. Nodülleri patoloji sonuçlarına göre benign ve malign olarak ayırt ettiğimizde elde edilen  sonuçlar ise tabloda gösterilmiştir.

                                      Tablo . Histopatoloji Sonuçlarına Göre Benign ve Malign Saptanan Nodüllerin Özellikleri

  

BENİGN

n=44

MALİGN

n=20

p

Nodül Komponenti

%

Solid

48,3

45,7

 

0,909

Kistik

1,7

2,9

Miks

50

51,4

Ekojenite

%

İzoekoik

85,3

51,4

 

0,370

Hipoekoik

41,7

45,7

Hiperekoik

0

2,9

Hipoekoik Halo

%

Var

36,7

45,7

 

0,385

Yok

63,3

54,3

Mikrokalsifikasyon

%

Var

28,3

28,6

 

0,980

Yok

71,7

71,4

Makrokalsifikasyon

%

Var

16,7

20

 

0,683

Yok

83,3

80

Kenar Düzensizliği

%

Var

51,7

40

 

0,272

Yok

48,3

60

 

SONUÇ: ÖBA’de malignensi oranı literatürde opere olan hastalarda % 25 oranında bildirilmiştir, totalde ise % 5-10 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bizim çalışmamızda ise bu oran % 36,8 olarak bulunmuştur. Literatüre göre daha yüksek bir oran saptamamızın nedeninin konuyla ilgili bilgilerin az ve homojen olmamasından kaynaklandığı görüşündeyiz. Bu nedenle bu yüksek malignensi oranının  ÖBA tanısı alan nodüllerde operasyon kararı verirken göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekteyiz. 

140 - Radyoaktif İyot Tedavisinin Helicobakter Pylori eradikasyonu üzerine etkisi - 2011

A.C. Usluoğulları, S. Caner, E. Özdemir, E.D. Önal, O. Ersoy, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-076, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Radyoaktif iyot(RAI) tedavisi differansiye tiroid kanserlerinde(DTK) cerrahi sonrası ablasyon ve hipertiroidide tedavi amacıyla kullanılmaktadır. İyot, tirositlerin hücre zarında bulunan NIS sistemi ile hücre içine taşınır. NIS sisteminin mide mukozasında da bulunduğu gösterilmiştir. H.pylorinin gelişmekte olan ülkelerde bazı yerlerde %90’lara varan görülme sıklığı yanında yüksek morbidite nedeniyle çok çeşitli ilaçlarla yoğun tedaviler verilmektedir. Bunun yanında artık antiboyotiklere sıklıkla direnç gelişmesi ve sık nüks etmesi araştırmacılara yeni  ve daha etkin tedavi  yolları aramaya itmiştir. Bizde bu çalışmada düşük ve yüksek doz RAI tedavisinin Helicobakter pylori(HP) eradikasyonu üzerinde etkisini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 87 hasta alındı. Hastalar GIS’e ait semptomlar ve ilaç kullanımı açısından sorgulandılar. Hastaların hiçbirinde dispeptik yakınma veya son 2 aylık sürede H2 reseptör blokeri, proton pompa inhibitörü, antiasit, antibiyotik kullanım öyküsü yoktu. Gastrik cerrahi geçirenler çalışmaya alınmadı. RAI tedavisi öncesi hastalara üre nefes testi yapıldı.Test RAI tedavisinden 2 ay sonra tekrarlandı.

BULGULAR: 6(%87.4) hastaya DTK, 11(%12.6) hastaya hipertiroidinin kalıcı tedavisi için RAI verilmesi planlanmıştı. Ablasyon amacı ile RAI verilen hastalarda ortalama doz 115±3.3mCi, hipertiroidi tedavisi için ortalama doz 22.7±1.4mCi idi. DTK’li grupta tedavi öncesi 44(%.57) hastada üre nefes testi ile HP pozitif, 32(%43) hastada negatif; hipertiroidi grubunda 4(%36) hastada HP pozitif, 7(%64) hastada negatif idi. RAI tedavisinin 2.ayında DTK’li ve hipertiroidili hasta grubunda ilk testi pozitif bulunan tüm hastaların kontrol testleri de pozitif bulundu(%100) (Tablo 1). Her iki grupta da ilk testi negatif olan tüm hastaların kontrol testleri de negatif idi (Tablo 1).

 

Tablo1. Radyoaktif iyot tedavisi alan hastaların tedavi öncesi ve sonrası üre-nefes test (ÜNT)sonuçları

 

Tedavi Öncesi ÜNT

Tedavi Sonrası      ÜNT

 

 Toplam

Negatif

Pozitif

Negatif

39

0

39

Pozitif

0

48

48

Toplam

39

48

77

  

SONUÇ: H.pylori sıklığıgelişmekte olan ülkelerde gittikçe artış göstermektedir. Tedavilere direnç gelişmesi ve sık nüks olması nedeni ile daha etkin tedavi yolları araştırılmaktadır. Literatürde RAI uygulamasının HP eradikasyonunda etkili olduğu konusunda çalışmalar bulunmaktadır. Biz çalışmamız sonucunda düşük ve yüksek doz RAI tedavisinin HP eradikasyonu üzerine erken dönemde etkili olmadığı sonucuna vardık. 

139 - Makrokalsifikasyon içeren tiroid nodüllerinin sitolojik bulgularının değerlendirilmesi - 2011

D. Arpacı, N. Çuhacı, D. Özdemir, A. Dirikoç, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-074, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

AMAÇ: Tİroid nodüllerinin değerlendirilmesinde  USG’ nin rolü son zamanlarda oldukça önem kazanmaktadır. Tiroid nodülünün ultrasonografik karakteristiği malignite riskini ön görebilmektedir. Özellikle ultrasonografik olarak solid nodül, hipoekojenite, mikrokalsifikasyon, makrokalsifikasyon, sınır düzensizliği, intranodüler vaskülarite,  uzunluğunun genişliğinden büyük olması artmış  malignite riski ile ilişkilendirilmiştir.  Tüm bunlara rağmen tek başına hiçbir bulgu malignite tanısında ya da maligniteyi dışlamada yeterli sensitivite ve spesifiteye sahip değildir. Bu çalışmada, USG’de makrokalsifikasyon saptanan nodüllerin sitolojik bulgularını değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Polikiniğimizde nodüler/multinodüler guatr tanısı ile izlenen ve nodüllerinden en az birinde makrokalsifikasyon saptanan 269 hastanın 907 nodülü prospektif olarak değerlendildi. Kontrol gurubu olarak aynı hasta grubunun makrokalsifikasyon içermeyen nodülleri alındı. Hastaların tiroid fonksiyonları, ultrasonografik özellikleri ve sitoloji sonuçları değerlendirildi. Sitoloji sonuçları da benign, tanısal olmayan, şüpheli ve malign olarak sınıflandırıldı.

BULGULAR: Hastaların 215’i kadın (%79.9) ve 54’ü (%20.1) erkek idi. 420 nodülde makrokalsifikasyon saptandı (Grup1A: 53 nodülde cidarda, Grup1B: 367 nodülde intranodüler). 487 nodülde makrokalsifikasyon yoktu (Grup2). Ortalama nodül boyutları  grup 1A da, grup 1B de ve grup 2 ‘de  sırasıyla 12.94±6.26 mm, 25.50 ± 14.27 mm ve 15.72 ±7.53 mm bulundu (p=<0.001). Cidar veya nodül içi makrokalsifikasyon olan nodüller (Grup 1) ve makrokalsifikasyon bulunmayan nodüllerin (grup 2) ultrasonografik özellikleri karşılaştırıldığında halo varlığı ve  kenar düzensizliği benzer bulundu. Grup 1'in %61.4'ünde, grup 2'nin ise %17.5'inde mikrokalsifikasyon saptandı (p<0.001). Solid nodül oranı grup 1'de %11.7, grup 2'de %49.9 bulundu.(p=<0.001). Makrokalsifikasyonu olan ve olmayan nodüllerin      sitolojik özellikleri tablo 1’de gösterilmiştir. Cidar  makrokalsifikasyonu olan ve makrokalsifikasyonu  olmayan nodüllerin sitolojik özellikleri tablo 2’de, intanodüler makrokalsifikasyonu olan ve  makrokalsifikasyonu  olmayan nodüllerin sitolojik özellikleri tablo 3’de gösterilmiştir.

 

Tablo-1. Makrokalsifikasyonu olan ve   olmayan grubun  karşılaştırılması

SİTOLOJİ %

GRUP 1

n=420

GRUP 2

n=487

p

Benign

75.2

80.3

0.067

Malign

3.6

0.8

0.004

Malignite Şüphesi

5.5

1.8

0.003

Tanısal olmayan

15.7

17

0.590

 

Tablo-2. Cidar makrokalsifikasyonu olan ve olmayan grubun karşılaştırılması

SİTOLOJİ %

GRUP 1A

n=53

GRUP 2

n=487

p

Benign

67.9

80.3

0.036

Malign

1.9

0.8

0.442

Malignite Şüphesi

7.5

1.8

0.010

Tanısal olmayan

22.6

17

0.309

 

Tablo-3. İntranodüler makrokalsifikasyonu olan ve olmayan grubun karşılaştırılması

SİTOLOJİ %

GRUP 1B

n=367

GRUP 2

n=487

p

Benign

76.3

80.3

0.159

Malign

3.8

0.8

0.003

Malignite Şüphesi

5.2

1.8

0.007

Tanısal olmayan

14.7

17

0.359

 

             Grup 1A:Nodül cidarında makrokalsifikasyon saptanan grup

             Grup 1B: Intranodüler makrokalsifikasyon saptanan grup

             Grup  2: Makrokalsifikasyon olmayan grup

 

SONUÇ: Makrokalsifikasyonu olan nodüllerde; özellikle intranodüler kalsifikasyonu olanlarda sitolojik olarak malign ve malignite şüphesi, makrokalsifikasyon olmayan nodüllerden fazla saptandı. Yine cidar kalsifikasyonu olan nodüllerde malignite şüphesi makrokalsifikasyon olmayan nodüllerden  fazla idi. Bu nedenle genel kanının aksine makrokalsifikasyonun malignite ile ilişkili olabileceğini göstermektedir. 

138 - Gestasyonel Tirotoksikozu olan gebelerde Gestasyonel Diyabetes Mellitus sıklığı - 2011

A. Oğuz, R. Ersoy, D. Tüzün, D. Özdemir, F. Balkan, A. Dirikoç, F. Avşar, B. Çakır.
Ulusal Bildiriler PS-073, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Gestasyonel diabetes mellitus (GDM) prevalansı %5-10 olarak bildirmektedir. Gebelikte insülin rezistansı artar ve obezite, hiperürisemi, hipertiroidi’ de GDM görülme sıklığı artar. Hipertiroidide glukoz toleransının bozulduğu daha önceki çalışmalarda gösterilmiştir. Biz bu çalışmada gestasyonel tirotoksikozu (GT) olan gebelerde gestasyonel diyabetes mellitus (GDM) sıklığını araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: 18-42 yaş arasındaki 52 GT’li kadın ve 19-37 yaş arasındaki 100 sağlıklı gebe çalışmaya alındı. Gebeliğinin tespiti ile birlikte, VKİ, ürik asid, açlık plazma glukozu (APG), LDL-kolesterol, HDL-kolesterol ve trigliserid (TG) düzeyleri ve tiroid fonksiyonları değerlendirildi. Gebeliğin 24-28. haftalarında 50 gram glukoz gerek görülen vakalarda 1 hafta içerisinde 100 gram glukoz yüklemesi yapıldı.

BULGULAR: GT ile sağlıklı gebelerin yaş, VKİ, APG, TG ve ürik asit seviyeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken (p>0,05), HbA1C, LDL, HDL seviyeleri GT grubunda anlamlı olarak daha yüksek saptandı (sırasıyla; p=0,000, p=0,000, p=0,034) (Tablo 1). OGTT50gr; GT grubunda 14 gebede(%26,9) pozitifken, sağlıklı 10 gebede (%10,0) pozitif idi (p=0,010). OGTT50gr + OGTT100gr pozitifliği; GT’li gebelerin 5(%9,6)’inde pozitifken, sağlıklı gebelerin 4(%4,0)’ünde pozitif saptandı. GT’li ve sağlıklı gebeler karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,275) (Tablo 2). OGTT50gr pozitif(n=24), OGTT50gr+ OGTT100gr pozitif (n=9) ve negatif olan gebeler istatistiksel olarak karşılaştırıldığında; TSH seviyeleri OGTT50gr pozitif gebelerde anlamlı olarak daha düşük saptanırken (p=0,001), OGTT50gr+ OGTT100gr pozitif gebelerde ise TSH daha düşük olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0,05) (Tablo 3).

TARTIŞMA VE SONUÇ: Hipertiroidide glukoz toleransı bozulmaktadır. Çalışmamızın sonuçlarına göre; GTT’ nin kendiliğinden düzelen geçici bir durum olarak bilinmesine rağmen diğer hipertiroidizm nedenlerinde olduğu gibi karbohidrat metabolizmasını etkileyebileceğinin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekteyiz.

 

Tablo 1. GT’li ve sağlıklı gebelerin TSH, APG, A1C, LDL-kolesterol, HDL-kolesterol, TG ve ürik asit seviyelerinin ortalama değerleri

  

Gestational transient thyrotoxicosis

n=52

 

Kontrol grup

n:100

 

p

TSH

0,056 ± 0,052

1,43 ± 0,59

0,000

APG

80,00 ± 11,93

82,20 ± 6,05

>0,05

HbA1C

5,29 ± 0,44

4,96 ± 0,24

0,000

LDL

110,17 ± 32,01

92,39 ± 25,87

0,000

TG

130,87 ± 49,42

137,03 ± 46,38

>0,05

HDL

61,48 ± 12,73

57,74 ± 8,61

0,034

Ürik asit

3,00 ± 0,73

3,18 ± 0,61

>0,05

  

Tablo 2. GT’ li gebeler ve sağlıklı gebelerdeki OGTT50gr ve OGTT50gr+OGTT100gr pozitifliği oranları ve istatistiksel değişimleri

  

Gestational transient thyrotoxicosis

 

Kontrol grup

 

p

 

OGTT50gr pozitif (n)

 

14

 

10

 

0,010

 

OGTT50gr pozitif (%)

 

26,9

 

10,0

 
 

OGTT50gr+ OGTT100gr Pozitif (n)

 

5

 

4

 

0,275

 

OGTT50gr+ OGTT100gr Pozitif (%)

 

9,6

 

4,0

 
   

Tablo 3. OGTT50gr ve OGTT50gr + OGTT100gr pozitif ve negatif gebelerin VKİ, TSH, APG, HbA1C, LDL-kolesterol, HDL-kolesterol, TG ve ürik asit seviyelerinin ortalama değerleri ve istatistiksel değişimler

  

OGTT50gr

Pozitif  (n=24)

 

OGTT50gr

Negatif  (n=128)

 

p

 

OGTT50gr+OGTT100gr

Pozitif (n=9)

 

OGTT50gr+OGTT100gr

Negatif (n=143)

 

P

 

VKİ

 

24,06 ± 2,71

 

21,13 ± 1,93

 

0,000

 

26,65 ± 4,14

 

21,13 ± 1,93

 

0,000

TSH

0,47 ± 0,58

1,05 ± 0,81

0,001

0,58 ± 0,73

0,98 ± 0,81

>0,05

APG

83,00 ± 13,6

81,15 ± 7,25

>0,05

91,77 ± 14,18

80,79 ± 7,70

>0,05

HbA1C

5,33 ± 0,39

5,03 ± 0,33

0,000

5,72 ± 0,22

5,04 ± 0,32

0,000

LDL

122,97 ± 34,7

93,88 ± 25,79

0,000

138,08 ± 39,07

95,98 ± 26,82

0,000

TG

143,91± 26,91

133,24±50,18

>0,05

140,00 ± 24,03

134,60 ± 48,50

>0,05

HDL

59,89 ± 12,34

58,86 ± 9,94

>0,05

57,40 ± 7,90

59,12 ± 10,47

>0,05

Ürik asit

3,62 ± 0,62

3,03 ± 0,62

0,000

4,18 ± 0,36

3,05 ± 0,61

0,000

 

137 - Gebelikte tiroidde ani büyüme ve bası semptomları ile kendini gösteren Agresif B hücreli Non Hodgkin Lenfoma - 2011

E.D. Önal, B. Polat, H. Korkmaz, B. Yalçın, F. Köybaşıoğlu, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-072, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroidin primer lenfoması oldukça nadir görülen tiroid kanseri türüdür.Tiroid malign tümörlerinin %2’sinden daha az kısmını oluşturur. Tiroid lenfomalarının %60-80’i diffüz büyük B hücreli lenfomadır. Gebelikte ortaya çıkan olan tiroid lenfoması ise çok nadir olarak görülmektedir.

OLGU: 28 yaşında 17 hafta 2 günlük gebe olan hasta,ani gelişen boyunda şişlik,ağrı ve nefes darlığı şikayeti ile başvurdu. Yapılan tiroid USG’sinde tiroid boyutları artmış ,bez ileri derecede hipoekoik ve heterojendi Elastosonografide parankim skoru:2 idi (Resim 1).

Resim 1. ESG Skoru


Parankimin birden fazla alanından yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisinin (TİİAB) sitolojik incelemesi subakut tiroidit ile uyumlu olarak rapor edildi. Hastanın tiroid fonksiyon testlerinde TSH:7,43, sT3:1,54,sT4:0,97, Anti-TPO negatif,  Anti-Tg pozitif saptandı.TG düzeyi normal sınırlarda idi. Hastaya L-tiroksin 50 mcg/gün başlandı. Hastanın ciddi solunum sıkıntısı olması nedeniyle tiroidektomi kararı verildi. Histopatolojik incelemede tiroid dokusu içinde diffüz infiltrasyon gösteren tümoral gelişim saptandı,mitotik aktivite gösteren lenfoid görünümlü hücreler olup CD20 ile yaygın şiddetli sitoplazmik,Bcl-6 ile yaygın şiddetli nükleer boyanma göstermekteydi ve Ki 67 proliferasyon indeksi yaklaşık olarak %80 idi(Resim 2,3). Hasta onkoloji bölümünce değerlendirildi Tanı:Evre 2EB (ekstranodal, tiroid tutulumlu, B semptomlu, CD20(+) Diffüz Büyük B-Hücreli) NonHodgkin Lenfoma olarak kabul edildi. Hasta bebeği tahliye ettirmek istemedi. RCHOP (rituksimab, siklofosfamid, doksorubisin, vinkristin, prednizolon)  kemoterapisi 6-8 kür olarak planlandı.Gebelik devam ettiği için ilk iki kür sadece siklofosfamid + doksorubisin + prednizolon olarak verildi. İlk kür sonrası solunum sıkıntısı kayboldu.Hastanın takibi devam etmektedir.

SONUÇ: Tiroid lenfoması çok nadir görülmektedir. Extranodal lenfomaların sadece yaklaşık %2’si tiroid bezinden gelişir. Etyolojisinde tek bilinen risk faktörü kronik otoimmün tiroidit(Hashimoto tiroiditi)dir. Hashimoto tiroiditinde lenfoma riski tiroiditi olmayanlara göre 60 kat daha yüksektir. Tiroid lenfomalarının %60-80’i diffüz büyük B hücreli lenfomadır. Tiroid lenfomasının efektif tedavisi tümör tipine ve hastalığın yaygınlığına göre değişmekle beraber kemoterapi veya radyoterapi olabilir. Gebelikte saptanan primer tiroid lenfoması ise son derece nadirdir. Gebelikte fetusun KT’den etkilenmesi ile gebenin bizzat kendisinin hastalığın tedavisi için gebelik sonuna beklemesi durumundaki riskleri ayrıntılı olarak hastaya anlatılarak birlikte tedavi kararı verilmelidir.

 

 Resim 2. CD 20 ile boyanma  Resim 3. Kİ 67 ile boyanma

 

136 - Primer Hipotiroidili hastalarda Power Doppler USG ile İnferior Tiroid Arter kan akımı değişikliklerinin değerlendirilmesi - 2011

C. Aydın, M. Gümüş, A. Dirikoç, F. Balkan, A.A. Tam, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-071, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: İnferior tiroid arterden (ITA) yapılan kan akım ölçümlerinin, özellikle hiperfonksiyone tiroid hastalıklarının tanı ve takibinde güvenilir bir parametre olarak kullanılabileceği bildirilmiştir. Hipotiroidide ITA akım ölçümleri ile ilgili az sayıda çalışma bulunmaktadır. Çalışmamızda, Hashimoto tiroiditine bağlı hipotiroidi gelişmiş olgularda tanı sırasında ve L-tiroksin tedavisi sonrasında ITA akımını ve akım değişikliklerini değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: 18 hasta çalışmaya alındı. Hastalara L-tiroksin tedavisi başlanmadan önce ve en az 3 ay süre ile ötiroid durum sağlandıktan sonra power Doppler USG ile İnferior tiroid arterden akım ölçümleri yapıldı (Resim 1). Çalışmada  18  hastadan elde edilen değerler incelendi. Üç hastada kontrol dopler sonografi yapıldığında  TSH değerleri  yüksekti. Düzensiz ilaç kullanım hikayaleri vardı. Bu 3 hasta çalışma dışı kaldı.

BULGULAR: Hastaların 16  sı  kadın (yaş  ortalaması  36,5±13,35) 2  erkek  (yaş ortalaması 28,5±0,7)  idi. Vücut  kitle  indeksleri ortalaması   erkekler için  22,85±3,04, kadınlar  için  27,05±5,99  olarak  saptandı. Başlangıç TSH ve sT4 düzeyleri ile kontrol değerleri arasında anlamlı farklılık saptandı (p=0,002, p=0.008). Power doppler ile belirlenen akım parametrelerine bakıldığında sağ ITA için başlangıca göre PSV (p=0,021), Vmin (p=0,010), Vd (p=0,011), Tamax (p=0,015) değerlerinde anlamlı düşme izlendi. RI ve PI değerleri karşılaştırıldığında anlamlı fark saptanmadı (p=0,076, p=0,050). Sol ITA için, PSV (p=0,019), Vmin (p=0,006), Vd (p=0,007), Tamax (p=0,012) değerlerinde anlamlı düşüş görüldü. RI ve PI değerleri için anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,059, p=0,059).

Resim 1. Sol inferior tiroid arterden kan akım hızının ölçümü


SONUÇ: İnferior tiroid arterden yapılan kan akım ölçümlerinin, özellikle hipertiroidili hastaların tanı ve takibinde güvenilir bir parametre olarak kullanılabileceği bildirilmiştir. Çalışmamız sonucunda hipertiroidili hastalarda olduğu gibi hipotiroidili hastalarda da tedavi öncesi ITA kan akım hızında artış olduğunu ve L-Tiroksin tedavisi sonrası akım hızının yavaşladığını belirledik. Bu durumun hiportiroidili hastalarda artmış TSH düzeylerine bağlı olduğu görüşündeyiz.

135 - Primer Hiperparatiroidili hastalarda Glukoz metabolizmasının değerlendirilmesi - 2011

H. Başer, D. Tüzün, F. Sağlam, A. Dirikoç, C. Aydın, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-070, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada primer Hiperparatiroidili(PHP) hastalarda bozulmuş glukoz toleransı (BGT) ile tanı konulmamış diyabetes mellitus (DM) sıklığını belirlemeyi ve HOMA ile insülin direnci varlığını araştırmayı amaçladık.

Yöntem: Çalışmamıza bilinen glukoz intoleransı olmayan 55 PHP’li hasta alındı. Kontrol grubu benzer VKİ olan, normokalsemik, bilinen glukoz intoleransı olmayan 55 kişiden oluşturuldu. PHP’li hastalara ve kontrol grubuna 75 g glukoz ile oral glukoz tolerans testi (OGTT) uygulandı. İnsülin direnci HOMA-IR ile hesaplandı.

Bulgular: PHP’li grubun ortalama vücut kitle indeksi(VKİ) 29.16±4.92 kg/m², serum Ca düzeyi 10.46±0.81 mg/dl; kontrol grubunun VKİ 29.54±4.38 kg/m², serum Ca düzeyi 9.26±0.39 mg/dl idi(sırasıyla p=0.676, p=0.000). PHP’li grupta 6 hastada (%11.3) BGT saptanırken kontrol grubunda BGT gözlenmedi (p=0.013). PHP’li grupta OGTT’de hiçbir hastada DM saptanmadı. HOMA-IR PHP’li grupta 1.5096±0.8891, kontrol grubunda 1.3621±0.9164 hesaplandı (p=0.458). OGTT 2.saat glukoz değeri PHP’li grupta kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksekti (sırasıyla 99.28± 30.86 mg/dl, 81.05±24.89 mg/dl, p=0.001). OGTT 2.saat insülin düzeyi PHP’li grupta 22.84±17.92 uIU/ml, kontrol grubunda 14.94±14.10 uIU/ml ölçüldü (p=0.02). Her iki grupta da Ca düzeyi ile açlık plazma glukozu, OGTT 2.saat glukoz ve 2.saat insulin düzeyleri arasında pozitif korelasyon gözlendi (sırasıyla p=0.011, r=0.241; p=0.000, r=0.400; p=0.004, r=0.296).

Sonuç: PHP’li hastalarda BGT sıklığı artmıştır. Serum Ca düzeylerindeki artış glukoz metabolizmasını etkilemekte ve glukoz intoleransına neden olmaktadır.

134 - Differansiye tiroid kanserli hastalarda idrar Neopterin düzeyi - 2011

S.S. İnançlı, S. Caner, F. Balkan, A.A. Tam, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-069, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid kanserlerinin yıllık görülme sıklığı her yıl % 2,4 oranında artmaktadır. DTK’leri giderek artan bir kanser türü olduğundan hastaların uzun süreli takipleri gerekmektedir. Tanı anında kolay uygulanabilen ve hastalık hakkında bilgi veren belirteçlere ihtiyaç vardır. Neopterin monosit ve makrofajlardan salgılanan, malign hastalıklarda yükselebilen, hücresel inflamasyonun göstergesi olan bir belirteçtir.  Neopterin, hastalığın evresi, hastalık derecesi ve bakılan çoğu kanser türünde (kolon, meme, servix, over, hematolojik maligniteler) hastalığın prognozunu belirleyen ve sağkalım hakkında bilgi vermektedir. Biz de bu çalışmada differansiye tiroid kanserlerinde (DTK) idrar neopterin seviyesini belirlemeyi ve tiroid kanseri ile ilişkisini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Tiroid ince aspirason biyopsisi ile differensiye  tiroid karsinomu saptanan 69 hasta, benign tiroid hastalığı olan 76 hasta ve 33 sağlıklı birey çalışmaya alındı. Hastaların ve sağlıklı bireylerin neopterin ve kreatinin ölçümleri için operasyon sabahı ilk idrarları alınıp analiz edilene kadar -20 oC bekletildi.

BULGULAR: Tiroid kanseri olan hastalarda neopterin seviyesi 149.3 (15.2-1602.2) µmol/mol kreatinin, benign tiroid patolojisi olan grupta 32.0 (5.2-275.6) µmol/mol kreatinin ve sağlıklı bireylerde 9.2 (2.7-78.7) µmol/mol kreatinin olarak saptandı (p<0.001). Malign grupta preoperatif döneme göre postoperatif dönemdeki tiroglobülin ve idrar neopterin değerindeki değişimler arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı (r=-0.093 ve p=0.742). Bununla beraber, malign gruptaki 15 hastanın pre-op neopterin düzeyi ile pre-op TG değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon bulduk (r=0.246 ve p<0.001). Tiroglobülin değeri yüksek olan hastalarda neopterin seviyeleri de yüksekti (Şekil 1). Malignite saptanan hastalarda histopatolojik özelliklere göre neopterin düzeyleri değerlendirildi. 60 hastanın tümöründe vasküler invazyon varken 9 hastada vasküler invazyon yoktu. Operasyon öncesi  bakılanidrar neopterin düzeyi vasküler invazyonu olan grupta daha yüksek izlenmekle beraber istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (sırasıyla 151,3 (82,8-430,0) µmol/mol kreatinin ve 147,8 (15,2-1602,2) µmol/mol kreatinin, p=0.682). Malign grupta kronik tiroiditi olan 22 (%31.9)  hasta ve kronik tiroiditi olmayan 47 (%68.1) hasta mevcuttu. Her iki grup arasında idrar neopterin seviyeleri açısından fark saptanmadı (sırasıyla 168.6 (21.3-716.8) µmol/mol kreatinin ve 135.3 (15.2-1602.2) µmol/mol kreatinin, p=0.381). Kapsül invazyonu, vasküler invazyon ve lenf invazyonu olan hastalarda idrarda neopterin seviyeleri istatistiksel olarak anlamlı saptanmasa da yüksek tespit edildi.

TARTIŞMA: Neopterin aktive olmuş immün sistemin bir göstergesi olarak birçok malignite de yüksek saptanan ve kötü prognoz göstergesi olduğu düşünülen bir belirteçtir. Çalışmamızda PTK’ li hastaları tümör boyutu açısından gruplara ayırdığımızda, tümör çapıyla neopterin düzeyleri arasında pozitif anlamlı bir ilişki saptadık. Ayrıca papiller karsinom ve papiller mikrokarsinomun birlikte bulunduğu hastalarda, sadece tek odakta veya multisentrik yerleşimli papiller mikrokarsinomu olan hastalara göre,  istatistiksel olarak anlamlı bulmasak da, idrar neopterin seviyesini daha yüksek saptadık. Tümörleri vasküler invazyon, kapsül ve damar invazyonu açısından ayırdığımızda gruplar arasında neopterin değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığını gördük. Sonuç olarak İdrarda neopterin seviyesi differensiye tiroid kanserlerinde de yüksek olup kronik tiroidit birlikteliğinden etkilenmemektedir.

 

Şekil 1Pre-op TG ve Neopterin düzeyleri arasındaki saçılımı gösteren grafik


133 - Propiltiourasil kullanan Graves hastalarında Anti Nötrofil Sitoplazmik Antikor düzeyleri - 2011

H. Başer, F. Balkan, A. Dirikoç, F. Sağlam, R. Ersoy, B. Çakır.
Ulusal Bildiriler PS-068, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Antinötrofil stoplazmik antikor(ANCA) pozitifliği genellikle orta ve büyük damarların vaskülitlerinde saptanır. Bu antikorun iki farklı formu bulunmaktadır. Sitoplazmik ANCA(PR3-ANCA) proteinaz-3; perinükleer ANCA(MPO-ANCA) myeloperoksidaz ve bakterisidal-geçirgenlik artırıcı proteine karşı oluşur. ANCA varlığı daha çok sistemik vaskülitlerde ve ilaçlara bağlı gelişen vaskülitlerde görülmektedir. Graves hastalığında ANCA pozitifliğinin prevalansı ve antitiroid tedavi sonrası antikor gelişimi konusunda yeterli veri bulunmamaktadır. Biz bu çalışmada propiltiourasil (PTU) kullanan Graves hastalarındaki MPO-ANCA ve PR3-ANCA düzeylerini araştırmayı amaçladık.

Gereç-Yöntem: Graves nedeniyle PTU kullanan 52 hasta(9 erkek, 41 kadın) ve sağlıklı 37 kişi(6 erkek, 31 kadın) kontrol grubu olarak alındı. Hasta ve kontrol grubunun ANCA düzeyleri değerlendirildi.

Bulgular: Hasta grubunda ortalama PR3-ANCA düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek idi (p=0.025).MPO-ANCA düzeyleri arasında ise anlamlı farklılık bulunmadı (p>0.05). Hasta grubunda Anti-TPO ve Anti-Tg düzeyleri ile PR3-ANCA arasında pozitif korelasyon gözlendi (sırasıyla p=0.001, r=0.47; p=0.03, r=0.310). Hasta grubunda tedavi süresi uzadıkça PR3-ANCA düzeylerinde artış gözlendi (p=0.024, r=0.314). Anti-Tg pozitif olan hastalardaki PR3-ANCA düzeyi antikor negatif olan hastalardan daha yüksek saptandı (p=0,018). Hasta grubunda 2 vakada hem MPO-ANCA hem de PR3-ANCA, 2 vakada ise sadece MPO-ANCA düzeyleri pozitif saptandı.

Sonuç: PTU, ANCA pozitifliğine neden olabilir ancak her olguda vaskülit gelişmemektedir. Çalışmamızda uzun süreli PTU kullanan hastalarda ANCA düzeylerinin daha yüksek olduğu saptanmıştır.

132 - Primer hiperparatiroidi tanısı ile izlediğimiz hasta grubumuzun klinik ve laboratuar verilerinin değerlendirilmesi - 2011

H. Başer, D. Tüzün, A.C. Usluoğulları, C. Aydın, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-067, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Bu çalışmada primer hiperparatiroidi(PHP) tanısı ile izlediğimiz hasta grubumuzun klinik ve laboratuar verilerini değerlendirmeyi ve PHP’e bağlı gelişen komplikasyonlarını gözden geçirmeyi amaçladık.

Yöntem: Çalışmaya PHP tanısı alan 83 hasta (73 kadın,10 erkek) alındı. Hastaların tanı anındaki serum kalsiyum (Ca), fosfor (P), parathormon (PTH), 25-OH vitamin D3, 24 saatlik idrar tetkikinde Ca ve P atılımı, kemik mineral yoğunluğu (KMY) ve renal ultrasonografileri değerlendirildi.

Bulgular: Hastaların tanı anındaki ortalama yaşı 52.4±9.6 yıl idi. Ortalama serum Ca düzeyi 10.47±0.67 mg/dl, serum P düzeyi 2.85±0.50 mg/dl, PTH düzeyi 254.12±140.72 pg/ml, 25-OH vitamin D3 düzeyi 22.97±16.15 µg/l bulundu. 66 hastada (%79.5) serum Ca <11 mg/dl iken, 16 hastada (%19.3) 11-12 mg/dl aralığında, 1 hastada (%1.2) >12mg/dl idi. 24 saatlik idrarda ortalama Ca atılımı 354.52±177.23 mg/gün, P atılımı 868.42±385.86 mg/gün olarak hesaplandı. 27 hastada (%32.5) hiperkalsiüri, 17 hastada (%20.5) nefrolitiazis geliştiği gözlendi. 16 hastada (%19.3) KMY normal iken, 31 hastada (%37.3) osteopeni, 36 hastada (%43.4) osteoporoz tespit edildi. 38 hastada tabloya D vitamin eksikliği (%45.8) eşlik etmekteydi. Bu sonuçlarla 39(%47) hastaya takip kararı verilirken 44(%53) hastaya operasyon önerildi.

Sonuç: Serimizde de izlendiği gibi son yıllarda PHP genellikle asemptomik evrede saptanmakta ve komplikasyonlara daha az rastlanılmaktadır. PHP’li hastalardaki düşük kemik yoğunluğuna katkıda bulunan faktörlerden biride vitamin D eksikliği olabilir.

131 - Sitolojide önemi belirlenemeyen folliküler lezyon olarak tanımlanan tiroid nodüllerinde malignite oranı - 2011

N. Çuhacı, R. Üçler, D. Arpacı, S. Akbaba, S. Yalçın, G. Kıyak, G. Güler, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-066, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid nodüllerinin sitolojik değerlendirmesinde kullanılan Bethesda sınıflamasındaki “önemi belirlenemeyen folliküler lezyon”(ÖBFL), sitolojik olarak benignite kriterlerini karşılamamakla birlikte, folliküler neoplazi veya malignensi şüphesi için de yeterli hücresel atipi içermemektedir. Bu nedenle bu nodüllerin takip ve tedavileri konusunda fikir birliği bulunmamaktadır. Biz bu çalışmada sitolojik incelemede ÖBFL olarak raporlanan tiroid nodüllerinin ultrasonografik ve histopatolojik sonuçlarını değerlendirmeyi ve malignite oranını belirlemeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2009 - Haziran 2011 tarihleri arasında polikliniğimizde tiroid nodülü saptanan ve nodüllerinden en az birinin sitolojisinde ÖBFL tanısı alan ve çeşitli nedenlerle (büyük nodül, ultrasonografik olarak şüpheli nodül, elastosonografik skorun veya strain indeksinin yüksek olması, ailede tiroid ca öyküsü olması) operasyon kararı verilen 62 hastanın 64 nodülüne ait veriler (tiroid fonksiyon testleri, nodüllerin ultrasonografik özellikleri ve histopatolojik özellikleri) değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların 56’sı (%87.5) kadın, 8’i (%12.5) erkek idi. Ortalama yaşları 46.5 ± 12.6 yıl idi. 33 (%51.6) nodül sağ lobda, 29 (%45.3) nodül sol lobda, 2 (%3.1) nodül istmusta idi. Ultrasonografik incelemede 36 (%56.3) nodül izoekoik, 28 (%43.8) nodül hipoekoik olarak tanımlandı. 37 (%57.8) nodül solid, 26 (%40.6) nodül miks, 1 (%1.6) nodül kistik özellikteydi. 16 (%25) nodülde mikrokalsifikasyon,  9 (%14.1) nodülde makrokalsifikasyon, 11 (%17.2) nodülde cidar kanlanması bulunmaktaydı. 38 (%59.4) nodülün  sınırları düzensiz idi. 44 (% 68,75) nodülde hipoekoik halo mevcut değildi. Operasyon sonrası nodüllerin 44’ü (% 68.7) benign, 20’si (%31.3) malign bulundu. Ortalama tümör çapı 1,4±1,3 cm idi.  Malign nodüllerin 17’si (%85) papiller, 3’ü (%15) folliküler karsinom idi. Vasküler invazyon 3 (%15) nodülde, kapsül invazyonu 3 (%15) nodülde, kapsül dışı invazyon 1 (%5) nodülde, multisentrisite 7 (%35) nodülde, lenf nodu metastazı 1 (%5) olguda saptandı. Nodüllerin patoloji sonuçlarına göre özellikleri ise tablo 1 de gösterilmiştir.

 

Tablo 1. Histopatoloji Sonuçlarına Göre Benign ve Malign Saptanan Nodüllerin Özellikleri

   

BENİGN

n=44

 

MALİGN

n=20

 

p

Nodül Komponenti

%

Solid

68,2

35

 

0,026

Kistik

2,3

0

Miks

29,5

65

Ekojenite

%

İzoekoik

52,3

65

 

0,341

Hipoekoik

47,7

35

Hiperekoik

0

0

Hipoekoik Halo

%

Var

36,4

20

 

0,191

Yok

63,6

80

Mikrokalsifikasyon

%

Var

20,5

35

 

0,213

Yok

79,5

65

Makrokalsifikasyon

%

Var

11,4

20

 

0,357

Yok

88,6

80

Kenar Düzensizliği

%

Var

54,5

70

 

0,243

Yok

45,5

30

 

SONUÇ: ÖBFL’da malignite oranı bazı çalışmalarda % 20, bazı çalışmalarda ise çok daha az, % 0-7 oranında bulunmuştur. Bizim çalışmamızda sitolojide ÖBFL olarak tanımlanan ve opere olan hastalarımızda malignite oranı  % 31.3 olarak bulunmuştur. Bu nedenle takip ve tedavi yaklaşımında klinisyeni zorlayan ÖBFL tanısı alan nodüllerde bu yüksek malignite oranının göz önünde tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.

130 - Orta-Ciddi Graves Orbitopatisinin seyrinde erken total tiroidektominin medical tedavi ile karşılaştırılması - 2011

M.F. Erdoğan, Ö. Demir, R. Ersoy, K. Gül, U. Ünlütürk, Z. A. Üç, T. Mete, S. Ertek, B. Çakır, Y. Aral, S. Güler, G. Erdoğan
Ulusal Bildiriler PS- 034, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Orta-ciddi şiddette aktif orbitopatisi olan Graves hastalarında erken total tiroidektominin medikal tedavi ile karşılaştırıldığında orbitopati seyrinde rolünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Hastalar-Yöntem: Orta-ciddi şiddette aktif orbitopatisi olan Graves hastalarından, Graves orbitopatisi (GO) için lokal önlemler dışında tedavi almamış olanlar çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar antitiroid tedavi ile ötiroid hale getirilerek, tüm hastalara toplam 4.5 gr İV puls metil prednizolon tedavisi verilmiştir. Puls steroid tedavisi sonrası hastalar, iki gruba randomize edilmiştir. Birinci grup, total tiroidektomi için cerrahiye yönlendirilmiştir. İkinci grup, antitiroid tedavi ile izlenmiştir. Tüm hastalar, TSH düzeyi 0.4-1 mlU/L aralığında tutularak 1 yıl süreyle takip edilmiştir.

Bulgular: Cerrahi (n=12) ve Medikal tedavi (n=11) grupları karşılaştırıldığında, başlangıçta her iki grup arasında yaş, cinsiyet, sigara içimi, hipertiroidizm ve orbitopati süreleri, tiroid hacimleri, TSH, sT4, anti-TPO, anti-Tg ve TRAb değerleri açısından fark yoktu. 1 yıl sonunda, tiroid otoantikorlarındaki azalma cerrahi grubunda istatistiksel olarak daha anlamlı iken propitozis, kapak açıklığı ve KAS'daki düzelme her iki grupta benzer şekilde izlendi. Cerrahi kolundaki üç hastaya ek puls metilprednizolon tedavisi, bu hastaların ikisine de görme sorunları ve optik nöropati gelişimi nedeniyle dekompresyon cerrahisi uygulandı.

Sonuç: Tiroid otoantikorları, cerrahi tedavi ile anlamlı olarak düşürülmesine rağmen bu, 12 aylık takip süresinde, GO seyrine olumlu bir biçimde yansımamıştır.

129 - Benign ve malign tiroid nodülü olan hastalarda serum 25-OH vitamin D seviyeleri - 2011

D. Özdemir, H. Başer, F. Balkan, D. Arpacı, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-004, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Yüksek serum vitamin D seviyelerinin, prostat, meme ve kolon kanseri gibi farklı kanserlere karşı koruyucu olduğu bildirilmiştir. Papiller tiroid kanserinde vitamin D reseptör ve 1α-hidroksilaz ekspresyonu gösterilmiştir. Bu çalışmada, benign ve malign tiroid nodülleri olan hastalarda serum  25-OH vitamin D seviyelerini değerlendirmeyi amaçladık. 

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Nisan-Mayıs 2009 ve Nisan-Mayıs 2010 tarihlerinde tiroid ultrasonografide nodül saptanıp ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılan hastalar alındı.

Tiroid nodülü bulunmayan hastalar kontrol grubu olarak alındı. Tüm vakalarda serum 25-OH vitamin D seviyesi mevsime göre değişebileceğinden belirtilen tarihler arasında ölçüm yapıldı. Histopatolojik olarak tiroid papiller kanser saptanan, histopatolojik veya sitolojik olarak benign tiroid nodülleri olan ve tiroid nodülleri olmayan hastaların sonuçları karşılaştırıldı. Kemik metabolizması ile ilgili hastalığı veya tiroid disfonksiyonu olanlar, vitamin D metabolizmasını etkileyebilecek ilaç (vitamin D veya kalsiyum preparatları, antiepileptikler, kortikosteroidler) kullananlar çalışmaya alınmadı.

BULGULAR: Çalışmaya alınan 428 vakadan360’ı (%84.1) kadın, 68’i (%15.9) erkekti ve gruplar arasında cinsiyet dağılımı benzerdi (p=0.079). Papiller tiroid kanseri olan 31 hasta, benign nodülü olan 128 hasta ve nodülü bulunmayan 269 hasta vardı. Malign, benign ve kontrol grubunda ortalama serum 25-OH vitamin D seviyeleri sırasıyla 16.91±10.42, 16.35±9.02 ve 17.19±10.74 mcg/L olarak bulundu (p=0.746). Tüm vakalar değerlendirildiğinde erkeklerde ortalama vitamin D seviyesi kadınlara oranla yüksek olsa da fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. 

SONUÇ: Bu çalışmada serum 25-OH vitamin D seviyelerinin benign nodülü olan, malign nodülü olan ve nodülü olmayan hastalarda benzer olduğu görülmüştür. Daha önceki çalışmalarda ortaya konan vitamin D metabolizması ve reseptörlerinin papiller tiroid kanseri üzerindeki muhtemel etkisi, serum 25-OH vitamin D seviyelerinden bağımsız gibi görünmektedir.

128 - Tiroid ultrasonografi sırasında saptanan şüpheli paratiroid lezyonları ve insidental paratiroid adenoma - 2011

D. Özdemir, D. Arpacı, R. Üçler, N. Çuhacı, R. Ersoy, B. Çakır
Ulusal Bildiriler PS-003, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipofiz, adrenal ve tiroid gibi endokrin bezlerde insidentalomalara sık rastlanmasına karşın, paratiroid insidentaloma henüz iyi tanımlanmamış bir olgudur. Bu çalışmada, tiroid ultrasonografi için refere edilen hastalarda şüpheli paratiroid lezyonlarının ve gerçek paratiroid insidentalomaların prevalansını belirlemeyi amaçladık. Ayrıca bir lezyonun yanlışlıkla şüpheli paratiroid patolojisi olarak değerlendirilmesineyol açabilecek muhtemel etkenleri inceledik.

GEREÇ VE YÖNTEM: Ağustos 2009-Ocak 2010 arasında tiroid US sırasında paratiroid lezyondan şüphelenilen hastalar prospektif olarak değerlendirildi. Paratiroid ultrasonografiiçin refere edilen ve bilinen serum kalsiyum veya paratiroid hormon (PTH) yüksekliği olan hastalar çalışmaya alınmadı. Şüpheli paratiroid lezyonu, hipoekoik, homojen, düzgün sınırlı, genellikle tiroid bezinin inferiorunda olmak üzere tiroid lobların dışında yerleşmiş solid lezyon olarak tanımlandı.

BULGULAR: Çalışma süresince 6528 hastaya tiroid US uygulandı. Şüpheli paratiroid lezyon saptanan 78 (%1.19) hastanın (73 kadın, 5 erkek) yaş ortalaması 45.32±12.59 yıl idi. Gerçek paratiroid adenom varlığı kanıtlanan 6 (%7.69) hastada ortalama serum kalsiyum, fosfor ve PTH seviyeleri sırasıyla 10.57±0.48 mg/dl, 3.03±0.52 mg/dl and 182.91±46.62 pg/ml olarak bulundu. Tiroid ultrasonografi ile yanlış pozitif paratiroid adenom olarak değerlendirilen 72 hastadan 50’sinde (%69.4) antitiroid-peroksidaz antikor, 46’sında (%63.9) antitiroglobulin antikor ve 59’unda (%81.9) bu iki antikordan herhangi biri pozitif saptandı. Ayrıca bu hastaların 46’sında (%63.9) tiroid disfonksiyonu (43 hipotiroidizm, 3 hipertiroidizm) ve 59’unda (%81.9) ultrasonografik olarak kronik tiroidit vardı.

SONUÇ: Tiroid ultrasonografiiçin refere edilen hastaların %0.09’unda paratiroid insidentaloma tespit edildi. Klinik veya ultrasonografik olarak kronik tiroidit varlığıtiroid ultrasonografisırasında hipoekoik bir lezyonun paratiroid patoloji olarak yanlış değerlendirilmesine neden olan esas faktör gibi görünmektedir. Bu lezyonların çoğunluğunu, muhtemelen kronik tiroidit hastalarında sıklıkla karşılaşılan lenfadenopatiler oluşturmaktadır.

127 - Tiroglobulin düzeyi yüksek, I-131 ile Tüm Vücut Taramasında tutulumu olmayan opere Differansiye Tiroid Kanserli hastalarda FDG-PET/BT’nin tanısal değeri - 2011

N. Poyraz, E. Özdemir, C. Aydın, D. Tüzün, Ş. Türkölmez, R. Ersoy, B. Çakır.
Ulusal Bildiriler SS 12, 33. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, 12-16 Ekim 2011, Antalya

ABSTRACT

Amaç: Radyoaktif iyot(RAİ) ile ablasyon tedavisi alan opere DTK hastaların takibinde periyodik olarak plazma tiroglobulin(Tg) düzeyi, boyun USG ve I-131 ile tüm vücut taraması(TVT) yapılmaktadır. TVT’da tutulumu olmayan, Tg yüksek olan hastaların FDG-PET/BT ile değerlendirilmesi önerilmektedir. Bu çalışmada tanımlanan hasta grubunda PET/BT’nin tanısal rolünü değerlendirmeyi amaçladık.

Gereç-Yöntem: 2007-2011 tarihleri arasında RAİ tedavisi alan, takipte TVT’da tutulumu olmayan ancak Tg yüksekliği saptanan DTK’li 39 hastaya (30 kadın, 9 erkek, ort yaş: 41,6yıl) FDG-PET/BT görüntülemesi yapıldı. PET/BT öncesinde L-Tiroksin tedavisi 2 hafta süre ile kesildi.Görüntülemenin yapılacağı gün hastaların TSH ve Tg düzeyleri değerlendirildi.PET/BT görüntülerinde Tg yüksekliğine neden olabilecek patolojik metabolik aktivite artışı gösteren lenf nodu varlığı veya tiroid dokusu varlığı pozitif olarak kabul edildi.

Bulgular: 39 hastanın 17’sinde(%43.5) Tg yüksekliğine neden olabilecek patolojik tutulum saptandı.Bir hastada RAİ tedavisi ile ablate olmamış ektopik tiroid dokusu saptanırken, diğer hastalarda servikal/ mediastinal lenf nodlarında patolojik metabolik aktivite artışı izlendi. Ortalama Tg düzeyi PET/BT pozitif olan olgularda 119.58 ng/mL, negatif olan olgularda 18,8 ng/mL idi (p<0.001). Tg<5 ng/L olan 7 hastanın tamamında PET/BT negatif olarak saptandı. Tg<10ng/ml hastaların 8’de PET/BT negatifti (%72).

Sonuç: TVT’da tutulumu olmayan ancak Tg yüksekliği saptanan DTK’li hastalarda F18-FDG-PET/BT yararlı bir tanısal görüntüleme metodu olup; duyarlılığı Tg düzeyi ile ilişkilidir.

126 - Tirotoksik normokalemik periyodik paralizi: olgu sunumu - 2010

Oğuz, A., F. Balkan, H. Başer, F. Sağlam, F. Ak, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 179, P213, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipertiroidi ile ilişkili hipokalemik periyodik paralizi iyi bilinen akut bir elektrolit hastalığıdır. Bununla birlikte, hipertiroidi ile ilişkili normokalemik periyodik paralizi (TNPP) daha az bilinen bir durumdur. Bu hastalarda plazma potasyumu normaldir ve tiroid fonksiyonları değerlendirilmezse başka hastalıklarla karıştırılabilir ve yanlış tanı konabilir. Bu bildiride non-otoimmün tiroidite bağlı bir TNPP vakası sunulmuştur.

OLGU: 23 yaşında bayan hasta acil polikliniğe alt ekstremitelerde kas güçsüzlüğü nedeniyle başvurdu. Ayrıca son iki ayda başlayan kilo kaybı, iştah artışı ve sıcak intoleransı tarif etmekteydi. Daha önce bilinen herhangi bir hastalığı veya kullandığı bir ilaç yoktu. Fizik muayenede tiroid bezi diffüz olarak  büyük fakat hassas değildi. Nörolojik muayenede alt ekstremitelerde reflekslerin yokluğu ile birlikte simetrik flaks paralizi ve his kaybı saptandı. Fasikülasyonlar, myoklonus ve kas atrofisi görülmedi. Kranial sinirler sağlamdı. ENMG ve kranial MR’da patoloji saptanmadı. Lomber ponksiyon ile alınan beyin-omurilik sıvısı basıncı ve diğer diğer tetkikleri normaldi. Böbrek ve karaciğer fonksiyonları normal bulundu. Serum potasyum değeri 4,6 mmol/l (3,6-5 mmol/l) olarak ölçüldü. Tiroid fonksiyon testlerinde tirotropin düşük, serbest triiodotironin ve tiroksin yüksek olarak bulundu. Antitiroglobulin antikor ve antitiroid peroksidaz antikor negatifti, tiroid ultrasonografide kronik tiroidit ile uyumlu bulgular saptandı.  I-131 uptake değerlerine bakıldığında 4. saatin %2 (%15-25) ve 24. saatin %1 (%25-35) olduğu görüldü. Bu bulgularla hastada non otoimmün tiroidite eşlik eden TNPP tanısı kondu. Tirotoksikoz belirtilerini kontrol altına almak için günde 4 kez 20 mg propranolol tedavisi verildi. Paralizi potasyum desteği olmadan tamamen iyileşti.

Tablo 1. Olgunun serum TSH, FT4, FT3, antiTG, antiTPO, TG, TRab düzeyleri

 

Hastanın değerleri

Normal

değerler

TSH (uUI/mL)

0,04

0,35-5,50

FT4 (ng/dL)

2,8

0,89-1,76

FT3 (pg/mL)

4,6

1,57-4,71

AntiTPO (U/mL)

<10

0-60

AntiTG (U/mL)

<20

<60

Tiroglobulin (ng/dL)

18

0-55

TRab (μ/L)

0,3

0-1

  

SONUÇ: TPP, tirotoksikozun nadir bir komplikasyonudur. Tirotoksikoz kadınlarda daha fazla görülmesine karşın, TPP, erkeklerde daha sıktır. Periyodik paralizi primer veya sekonder tipte olabilir. Paralizi atakları birkaç saatten birkaç güne kadar sürebilen generalize ve lokalize kas güçsüzlüğü ile karakterizedir. Sekonder hipokalemik periodik paralizilerin en sık görülen formu tirotoksik hipokalemik periodik paralizidir. Bu hastalığın kromozom 1q31-32'de lokalize, L-tipi kalsiyum kanal dihidropiridin (DHP) reseptörlerini kodlayan bir genle ilişkili olduğu bildirilmiştir. Ayrıca TPP’de potasyum kanalında KCNE3 mutasyonu saptanmıştır.  TPP atağında temel biyokimyasal bulgu hipokalemidir. Ancak TPP’nin normokalemik ve hiperkalemik formuda gösterilmiştir. Periyodik paralizi normokalemi varlığında da tirotoksikozisin bir semptomu olarak izlenebilir. Kas güçsüzlüğü yakınması ile baş vuran hastalarda serum potasyum düzeyleri normal bulunsa da tiroid fonksiyonları değerlendirilmelidir.

125 - H1N1 İnfluenza enfeksiyonuna eşlik eden tiroid fırtınası - 2010

Oğuz, A., R. Ersoy, R. Güner ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 179, P212, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid fırtınası tirotoksikozun en abartılı bulguları ile karakterize bir klinik sendromdur. Hipertiroidizmin en ciddi ve mortalitesi yüksek bir komplikasyonudur. Tiroid fırtınası cerrahi, travma, myokard infarktüsü, pulmoner tromboembolizm, diabetik  ketoasidoz veya ciddi enfeksiyon gibi sistemik durumlarla presipite olabilir. Pandemik H1N1 enfeksiyonu genellikle mevsimsel influenza enfeksiyonunda olduğu gibi hafif semptomlarla seyretmesine rağmen, altta yatan hastalığı olanlarda akut respiratuvar yetmezliğe de neden olabilir.

OLGU: 56 yaşında bayan hasta hastanemiz acil polikliniğine ateş, nefes darlığı, öksürük, çarpıntı, yaygın kas ağrısı ve halsizlik yakınmaları ile başvurdu. Fizik muayenede hasta endişeli görünümde idi ve ellerinde ince tremor vardı. Nabız 140 atım/dakika ve düzensiz, kan basıncı 140/90 mmHg, vücut ısısı 38.6 ºC, solunum hızı 40/dakika ve oksijen almadan bakılan oksijen saturasyonu %91 idi. Akciğer muayenesinde dinlemekle her iki hemitoraksda raller ve bronşial solunum sesleri duyulmaktaydı. Ön-arka akciğer radyografisinde bilateral yama tarzında pnönomi ile uyumlu infiltrasyonlar saptandı (Resim 1). Kan lökosit sayımı 3.400/μl idi ve %45 polimorfonükleer hücreler, %50 lenfosit ve %5 monosit saptandı. Fizik muayenede tiroid bezi diffüz büyümüş olarak palpe edildi fakat hassas değildi.  Elektrokardiyogram hızlı ventrikül cevaplı atrial fibrilasyon ile uyumlu bulundu. Hastanın tiroid fonksiyonlarında tirotropin düşük, serbest tiroksin ve serbest triiodotironin yüksek idi. [TSH: 0.001 mIU/mL, sT3: 24.4 pg/ml (1.57-4.71), sT4: 9.74 ng/dl (0.89-1.76)]. Hastanın genel durumunda kötüleşme olması üzerine yoğun bakım ünitesine alınması uygun görüldü.  Propiltiourasil, propranolol ve destekleyici tedavi başlandı. Influenza H1N1 virüs enfeksiyonu için nazofaringeal sürüntü örnekleri alınmıştı. PCR ile bakılan sürüntü örneklerinin influenza H1N1 virüsü için pozitif olduğu görüldü. Kan, idrar ve solunum yollarından alınan diğer örneklerde herhangi bir mikroorganizmaya rastlanmadı. Tedaviye 5 günlük oseltamivir tedavisi eklendi. Hastaya H1N1 influenza enfeksiyonuna eşlik eden tiroid fırtınası tanısı kondu. 12 gün sonra hastanın tiroid hormon seviyeleri düştü, vital ve radyolojik bulgular  bulgular normale döndü (Resim 2). H1N1 influenza enfeksiyonunun trirotoksik hastalara potansiyel etkisini vurgulamak amacıyla bu vaka sunulmuştur.

Resim 1. Oseltamivir tedavisinden önce ön-arka akciğer grafisinde bilateral yama tarzında infiltrasyonlar


 

Resim 2. Oseltamivir tedavi sinin 5. gününde ön-arka akciğer grafisi


124 - Diyabetes mellituslu bir hastada tiroid apsesi - 2010

İnançlı, S.S., F. Balkan, İ.Ç. Şişman, A. Yazgan, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 179, P211, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid bezi apsesi çok ender rastlanan bir durum olup, literatürde üçyüzün altında vaka bildirimi olmuştur. Ender olmasının nedenleri tiroid bezinin enfeksiyonlara karşı dirençli olmasını sağlayan bazı koruyucu mekanizmalarının olmasıdır. Bunlar; zengin kan akımı, iyi lenfatik drenaj, yüksek iyot içeriği, tiroid bezini saran koruyucu kapsülün varlığı olarak sayılabilir. Tiroid enfeksiyonları en çok piriform sinüs fistüllerinden kaynaklanmaktadır. Biz bu bildiride tiroid apsesi gelişen Tip 2 Diabetes mellituslu (DM) bir olguyu sunuyoruz.

OLGU: 65 yaşındaki Tip 2 DM’lu erkek hasta; yorgunluk, yüksek kan şekeri ve sağ boyun bölgesinde şişlik şikayeti ile başvurdu. DM için oral antidiabetik tedavisi alan hastanın 2 aydır kan şekeri regülasyonu bozulmuştu. Kan basıncı 110/70 mmHg, nabız sayısı 81 atım/dk ve vücut ısısı 36.8OC olarak ölçüldü. Fizik muayenede tiroid bezi sağ lobunda 1x2cm’lik nodül mevcuttu. Serum TSH, sT3 ve sT4 düzeyleri normal aralıkta idi. Anti Tg ve Anti TPO antikoru negatifti. Tiroid ultrasonografisinde tiroid bezinin sağ lobunda solid komponenti de bulunan kistik yapıda nodül izlendi. İnce iğne aspirasyon biyopsisi sırasında kistik nodülden alınan 2 ml’lik mayi,  bol miktarda polimorfonükleer lökosit içeriyordu. Direk mikroskopik incelemede mikroorganizma görülmedi ve kültürlerde üreme olmadı.  Baryumlu özefagogram normaldi, fistül tespit edilmedi. Tüberküloz DNA PCR testi sonucu negatifti. Yüksek duyarlı CRP, sedimentasyon ve lökosit sayısı normal sınırlardaydı. Tanıdan iki ay sonra hastaya total tiroidektomi uygulandı. Sitopatolojik incelemede sağ tiroid lobundaki nodülün çevresinde apseyi destekleyen kronik inflamatuar reaksiyon ve fibrozis olduğu izlendi. Bununla birlikte apseye neden olacak herhangi bir mikroorganizma tespit edilmedi. Hastaya sebebi bilinmeyen steril tiroid apsesi tanısı konuldu. Bu vakayı ender rastlanan bir durum olduğu için sunmayı uygun bulduk.

SONUÇ: Sunduğumuz olguda hasta diyabetik idi ve kan şekeri regüle değildi. Bu durum hastanın enfeksiyonlara eğilimini artırmış olabilir. Enfeksiyonların tiroid bezine ulaşmasının birkaç yolu vardır. Hematojen, lenfatik, komşu dokulardan direkt yayılım ve boyun yaralanmaları şeklinde oluşabilir. Konjenital piriform sinüs fistülleri tiroid abselerinin en sık görülen nedenidir. Tiroid abseleri tanı konulup tedavi edilemedikleri taktirde septisemi, retrofarengeal abse, trakeal yada ösofageal rüptür ve süpüratif mediastenit görülebilir.  Hastamız 2 ay takip edildi. Antibiyotik terapisi sonrasında nodül boyutunda küçülme saptanmadı. Bu dönem içinde inflamasyon belirteçlerinde yükseklik saptanmadı. Tiroid apselerine cerrahi yaklaşım konusu tartışmalıdır. Bazı otörler tiroidektomi önermezken bazıları cerrahinin tek seçenek olduğunu düşünmektedirler. Hastamızı ender görülen bir vaka olması nedeniyle sunduk.

 

Resim 1. Sitoloji: Kolloidal materyal, histiyositler ve polimorfonüveli lökositler içeren apse formasyonu X400 Giemsa

 


 

Resim 2. Histopatoloji: Rüptüre olmuş kolloidal nodül etrafında kronik inflamasyon ve fibrozis X40 HE

 


123 - Tiroid fonksiyonları akut koroner sendromun yaygınlığı ile ilişkili midir? - 2010

Tüzün, D., N.A. Bayram, Ö.F. Çiçek, R. Ersoy, E. Bozkurt ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 177, P206, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Serum tiroid hormon seviyeleri birçok tiroid dışı sistemik hastalıkta incelenmiştir. Bunlardan biri akut kalp hastalıklarıdır. Biz bu çalışmada tiroid fonksiyonları ile akut koroner sendrom (AKS) yaygınlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Bu amaçla AKS' da tanı anında tiroid hormon profilindeki potansiyel değişiklikleri ve tedavi yaklaşımları ve prognozları farklı olan unstabil anjina/ non-ST segment elevasyonlu akut myokard enfarktüsü (UA/NSTEMI) ve ST segment elevasyonlu akut myokard enfarktüsü (STEMI) gruplarında tiroid fonksiyonlarını değerlendirdik.

Gereç ve Yöntem: Çalışmada AKS tanısı ile koroner yoğun bakım ünitesine alınan 94 hasta değerlendirildi. Bilinen tiroid fonksiyon testi bozukluğu olanlar veya tiroid hastalıklarına yönelik ilaç kullananlar çalışmadan çıkarıldı. Tüm hastalara koroner arter anjiogram yapıldı. Belirgin daralma: arterin iç çapında %50'den fazla daralma olarak tanımlandı. Gruplar belirgin stenotik damar sayısına göre normal, 1-damar, 2-damar ve 3-damar hastalığı olarak alt gruplara ayrıldı. Tüm gruplarda tiroid hormonları değerlendirildi.

Bulgular: UA/NSTEMI grubunda 46 erkek ve 21 kadın olmak üzere toplam 67 hasta vardı ve ortalama yaş 60.3±11.3 yıldı. STEMI grubunda ise 13 erkek, 14 kadın olmak üzere 27 hasta vardı ve ortalama yaş 64.0±13.0 yıldı. Tanı anında bakılan tirotropin, serbest T3 ve serbest T4, UA/NSTEMI ve STEMI gruplarında benzer bulundu (p>0.05). Tiroid fonksiyonları ile koroner anjiografi ile belirlenen koroner arter hastalığı yaygınlığı arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).

Sonuç: Bu çalışmada tiroid fonksiyonlarının UA/NSTEMI ve STEMI hastalarında benzer olduğu gösterilmiştir. Ayrıca, akut dönemde tiroid fonksiyonlarının koroner arter hastalığı yaygınlığı ile ilişkili olmadığı bulunmuştur.

122 - Skuamöz hücreli özefagus karsinomunun tiroid bezine metastazı - 2010

İnançlı, S.S., F. Balkan, A.C. Usluoğulları, F. Sağlam, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 176, P204, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid bezine metastatik yayılım otopsi serilerinde ender bir durum olmamasına rağmen, klinikte nadir karşılaşılan bir durumdur. Tanı konulmuş tiroid kanserlerinin %2’den daha azının metastatik orijinli olduğu bildirilmiştir. Tiroid bezine en çok metastaz yapan kanserler malign melanom, renal hücreli karsinom, meme kanseri, akciğer kanseri ve baş boyun kanserleridir. Gastrointestinal sistemden (GİS) tiroid bezine metastazlar ender olmakla beraber en sık özefagus veya kolondan köken almaktadır. Literatürde bugüne kadar özefagustan tiroide metastazın saptandığı sadece 5 vaka bildirilmiştir. Bu bildiride özefagusun skuamöz hücreli karsinomunun tiroid bezine metastazının bulunduğu bir olguyu sunuyoruz.

OLGU: 57 yaşında erkek hasta boyunun sağ tarafında kitle yakınması ile başvurdu. Eşlik eden ağrı, disfaji, hipotiroidi veya hipertiroidiye ait semptomu yoktu. Hastanın özgeçmişinde boyuna veya göğüse radyasyon alma öyküsü yoktu. Fizik muayenede, sağ tiroid lobunda, hassas olmayan, 2 cm’lik nodül mevcuttu. Hasta klinik olarak ötiroid idi. Anti Tg ve Anti TPO antikoru negatif idi. Tiroglobülin ve kalsitonin seviyeleri normal aralıkta idi. Tiroid ultrsonografisinde sağ lobda hipoekoik nodüller ve sağ servikal bölgede düzgün sınırlı mikrokalsifikasyonlar içeren hipoekoik lenf bezleri mevcuttu (Level III). Tiroid sol lob normal bulundu. Sağ lobdaki nodül ve lenf bezlerinden yapılan ince iğne aspirasyon biyopsi sonucu tiroid bezine ve lenf bezine skuamöz hücreli karsinomun metastazını gösteriyordu.  Yapılan üst GİS endoskopisinde servikal özefagusta vokal kordların distalinde lobüle bir kitle tespit edildi. Multipl sayıda alınan biyopsilerin sitolojik incelemesi ösofagusun skuamöz hücreli karsinomu ile uyumluydu. Hastanın kliniği ve hastalığın evresinden dolayı cerrahi rezeksiyon yapılamadı. Hasta halen kemoradyoterapi almaktadır. Bu bildiride skuamöz hücreli özefagus karsinomunun tiroid bezine metastazı gelişmiş bir olguyu nadir karşılaşıldığı için sunduk. Tiroid nodülü saptanan hastalarda başka bir organa ait malignite varlığında metastazın da akılda tutulması gerektiği görüşündeyiz.

Resim 1. Subkarinal lokalizasyonda özefagusu sağa deplase eden 30 mm lik lezyon


Resim 2. Nodülün B-mod USG ve eş zamanlı elastosonografik görüntüsü (ES ile Skor4)

Resim 3. Proksimal özefagusta Skuamöz hücreli karsinom (H&E, 100x), pleomorfizm gösteren neoplastik hücreler, hiperkromazi ve artmış mitotik aktivite izleniyor(inlet, H&E 630x).

 


 

Resim 4. Yüksek mitotik aktivitenin izlendiği alan(inlet, 1000x). Tiroid ve lenf bezinden hazırlanan preparatlarda sitoplazmik vakuolizasyon varlığı (MGG, 400x).

 


121 - Mediastinal yerleşimli paratiroid adenomu: Olgu Sunumu - 2010

Başer, H., A.A. Tam, S. Caner, B. Uzun, N. Karaoğlanoğlu, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 175, P203, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Ektopik yerleşimli paratiroid adenomlar tüm primer hiperparatiroidi olgularının %1-3’nü oluşturmaktadır. Bu bildiride ön mediastende yerleşmiş paratiroid adenomu bulunan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 33 yaşında erkek hasta eklem ağrısı yakınması ile polikliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde nefrolitiazis öyküsü dikkat çekici idi. Laboratuar incelemesinde, Üre: 21 mg/dl, kreatin: 0,8 mg/dl, Ca: 11.5 mg/dl, P: 2.3 mg/dl, ALP: 569 U/l, PTH: 1812 pg/ml, 24 saatlik idrar tetkikinde Ca: 425 mg/gün, Kreatin Klirensi 85 ml/dk saptandı. Paratiroid ultrasonografisinde adenom ile uyumlu görünüm saptanmadı. Hastanın klinik ve laboratuar olarak primer hiperparatiroidi ile uyumlu olması nedeniyle paratiroid sintigrafisi çekildi. Tc-99m-MIBI ile çekilen paratiroid sintigrafisinde mediastende geç görüntülerde sebat eden aktivite tutulumu ektopik paratiroid adenomu ile uyumlu olarak değerlendirildi (Resim).  Toraks tomografisinde; anterior mediastende 36x15 mm boyutlarında tiroid bezi ile benzer dansitede ektopik tiroid veya paratiroid bezine ait olabilecek düzgün sınırlı solid lezyon saptandı. Hastada anterior mediastinal yerleşimli dev paratiroid adenomu olması nedeniyle median sternotomi ile anterior mediastinal kitle eksizyonu operasyonu uygulandı. Histopatolojik inceleme paratiroid adenomu ile uyumlu idi.

 

Resim. Paratiroid sintigrafisinde mediastinal yerleşimli paratiroid adenomu


SONUÇ: Primer hiperparatiroidi hiperkalseminin en sık nedenidir. Paratiroid adenomu (%80-85 nedendir) tek veya multipl olarak bulunabilir Primer hiperparatiroidi. %15-20 oranında paratiroid hiperplazisine bağlıdır. Paratiroid kanseri ise nadir olarak (%1) görülür. Ektopik yerleşimli paratiroid adenomları genellikle küçük oldukları için görüntüleme yöntemleri ile tespit etmek oldukça zordur. Tc-99m-MIBI sintigrafi mediastinal paratiroid adenomlarını görüntülemede duyarlılığı yüksek (%69-77) bir yöntemdir. Sunulan olguda klinik ve laboratuar bulgularının primer hiperparatiroidi ile uyumlu olması nedeniyle paratiroid sintigrafisi çekildi ve adenomun büyük boyutlarda olması nedeniyle lezyon kolayca görüntülendi.

120 - Çölyak hastalarında otoimmün endokrin bozuklukların değerlendirilmesi - 2010

Oğuz, A., E. Akın, D. Tüzün, A.A. Tam, O. Ersoy, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 170, P189, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Çölyak Hastalığı (ÇH) ince barsakların villöz destrüksiyonu ve kronik inflamasyonuyla karakterize immun aracılı bir hastalıktır. ÇH son zamanlarda bir multiorgan hastalık olarak düşünülmeye başlanmıştır. Bu nedenle diğer otoimmun hastalıklarla bağlantı kurulmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız ÇH olan hasta grubumuzda diğer otoimmün endokrin hastalıkların varlığını araştırmaktır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Eylül 2009- Haziran 2010 tarihleri arasında Gastroenteroloji Kliniği tarafından ÇH tanısı alan hastalar Endokrinoloji Kliniğine yönlendirildi. Bu hasta grubu Tip 1 DM, kronik otoimmün tiroidit, primer hipoparatiroidi ve primer adrenokortikal yetmezlik açısından değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya 6 (%22,2)’ı erkek 21 (%77,8)’i kadın toplam 27 hasta alındı. Yaş ortalaması 35±11,1 (20-61 ) yıl idi. Hastaların ortalama beden kitle indeksi (BMI) 22,61±4,45 kg/m2 (17,9-34,9) idi. 6 hastada (%22,2) kronik otoimmün tiroidit, 2 hastada (%7,4) tip 1 DM mevcuttu. Bu hastaların hepsi kadındı. Tüm hastaların sabah 08:00’da bakılan plazma kortizol seviyeleri normal sınırlardaydı. Bu hastalara kısa ACTH uyarı testi uygulandı. Tüm hastalarda normal yanıt alındı. Hastaların 23’ünde (%85,2) D vitamini eksikliği saptandı. Bu hastaların 17’sinde sekonder hiperparatiroidi mevcuttu. Hiçbir hastada primer hipoparatiroidi saptanmadı. Endokrin patolojilere ek olarak 13 hastada (%48,1) vitamin B12 eksikliği belirlendi. Bu hastaların 3’ünde (%11,1) antipariyetal antikoru (APA) pozitif idi.

 

Tablo. Çölyak hastalarında eşlik eden otoimmün patolojiler ve oranları

 

Hasta sayısı (N)

%

Kronik Otoimmün Tiroidit                  

6

22,2

Tip 1 DM

2

7,4

Primer Hipoparatiroidi

0

0

Adrenal yetmezlik

0

0

Sekonder Hiperparatiroidi

17

62,9

D vitamini eksikliği

23

85,2

Vitamin B12 eksikliği

13

48,1

APA pozitifliği

3

11,1

  

TARTIŞMA VE SONUÇ: ÇH otoimmün bir hastalıktır ve patogenezinde HLA genlerinin önemli rol oynadığı bilinmektedir. Hastalığın özellikle HLADQ2 (%82-100) ve DQ8 ile yakın ilişkisi olduğu gösterilmiştir. ÇH’ğında HLA bağımlılığı, poligenik kalıtım, GIS dışı organ tutulumlarının olması, hedef organda mononükleer hücre infiltrasyonunun olması ve spesifik otoantikorların varlığı patogenezde immunolojik mekanizmaların rolü olduğunu desteklemektedir. Endokrin patolojilerden özellikle Tip 1 DM, otoimmün tiroidit, nadiren Addison hastalığı, ayrıca kronik otoimmün hepatit, primer biliyer siroz, kistik fibrozis ve SLE birlikteliği bildirilmiştir. Bizde ÇH olan hastalarımız arasında tip 1 DM ve kronik otoimmün tiroidit birlikteliği olan vakalar saptadık (oranlar sırasıyla %22,2 ve %7,4). Ayrıca son zamanlarda otoimmün hastalıklarla ilişkili olduğu bildirilen D vitamini eksikliği de hastalarımızın 23’ünde (%85,2) saptandı. ÇH’ nın tanısından itibaren diğer otoimmün patolojiler özellikle de otoimmün endokrin hastalıklar açısından periyodik olarak tetkik edilmesi gerekmektedir.

119 - İnsidental olarak bulunan tiroid kanseri riskine karşı total tiroidektomi - 2010

Tüzün, D., H. Başer, D. Arpacı, B. Korukluoğlu, P.E. Ersoy, G. Güler, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 163, P176, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Total tiroidektomi tiroid kanseri, toksik diffüz guatr ve toksik multinodüler guatr tedavisinde uygulanan temel cerrahi yaklaşımdır. Total tiroidektomi son yıllarda özellikle endemik iyot eksikliği olan bölgelerde ötiroid multinodüler guatrlı hastaların cerrahi tedavisinde de tercih edilmektedir. Biz bu çalışmada preoperatif benign kabul edilmiş tiroid hastalığı olan ve total tiroidektomi uygulanmış hasta grubumuzda insidental tiroid kanseri sıklığını araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2006- Aralık 2009 tarihleri arasında Tiroid hastalıkları polikliniğimizde değerlendirilerek operasyon kararı alınan 580 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hipertiroidinin kalıcı tedavisi için cerrahi önerilen hastalar, ötiroid nodüler guatr ve ötiroid multinodüler guatrlı hastalar çalışmaya dahil edildi. Ötiroid nodüler ve multinodüler guatrlı hastalarda operasyon endikasyonları nodül boyutunun büyük olması, takipte nodül boyutlarında büyüme olması veya bası semptomlarının bulunması idi. Hastaların tiroid ultrasonografileri (USG) ve nodül saptanan olguların ultrasonografi eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsi (İİAB)  sonuçları kayıt edildi. İİAB sonucu malignite, malignite şüphesi, folliküler adenom, folliküler lezyon, hurtle hücreli adenom, hurtle hücreli lezyon veya tanısal olmayan sitoloji olarak raporlanan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastaların tamamına total tiroidektomi uygulandı.

BULGULAR: Hastaların 423’ü kadın, 157’si erkekti. Ortalama yaş 44 ±13 (17-79) yıl idi.  429 hastaya hipertiroidinin kalıcı tedavisi için, 151 hastaya ötiroid nodüler ve multinodüler guatr nedeniyle tiroidektomi uygulanmıştı. Tüm hasta grubu değerlendirildiğinde postoperatif hastaların 64’ de (11%) malignite tespit edildi. 21 hastada mikropapiller karsinom, 33 hastada papiller ca, 6 hastada papiller ca- folliküler variant, 4 hastada folliküler karsinom mevcuttu.

 Tümör tüm hastalarda tek odakta saptandı.

SONUÇ:  Preoperatif malignite şüphesi olmaksızın, hipertiroidi veya ötiroid nodüler- multinodüler guatr nedeniyle total tiroidektomi uygulanan hasta grubumuzda insidental tiroid kanseri sıklığı %11 olarak bulunmuştur. Bu sonuçlarla insidental tiroid kanseri ihtimaline karşı tamamlayıcı tiroidektomi oranını azaltmak için total veya totale yakın tiroidektomi yaklaşımının benzer hastalarda da tercih edilmesini öneriyoruz.

 

Tablo 1. Tiroidektomi endikasyonları ve final patoloji sonuçları

Tiroidektomi Nedenleri

Benign

Malign

Toplam

Büyük nodül veya takipte nodülde progresyon

6

2

8

Bası Semptomları

122

21

143

Hipertiroidi kalıcı tedavisi

388

41

429

Toplam

516

64

580

 

Tablo 2. Tiroid kanser tiplerine göre olguların dağılımı  

Tiroidektomi Nedenleri

MPTK

PTK

PCFV

FTC

Toplam

Büyük nodül veya takipte nodülde progresyon

1

-

-

1

2

Bası Semptomları

7

7

6

1

21

Hipertiroidi kalıcı tedavisi

13

26

-

2

41

Toplam

21

33

6

4

64

  MPTK: mikropapiller karsinom, PTK: papiller ca, PKFVpapiller ca- folliküler variant, FTC: folliküler karsinom

118 - Sitolojik değerlendirmede Hurtle hücreleri bulunan nodüllerde malignite oranı - 2010

Tüzün, D., A. Dirikoç, N. Çuhacı, P.E. Ersoy, B. Korukluoğlu, G. Güler, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 157, P162, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid follikül epitel hücrelerindeki onkositik değişiklikler (Hurthle hücre varlığı) tiroidin benign ve malign lezyonlarında izlenebilir. Bu çalışmadaki amacımız çeşitli nedenlerle operasyon kararı alınan ve tiroid ince iğne aspirasyon biyopsi (TİİAB) incelemesinde hurthle hücresi bulunan nodüllerde malignite sıklığını araştırmak idi.

GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2009- Ocak 2010 tarihleri arasında Tiroid hastalıkları polikliniğimizde değerlendirilerek operasyon kararı alınan 44 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Bu hastalara nodül boyutlarının büyük olması veya takipte nodül boyutlarında büyüme olması veya bası semptomlarının bulunması veya hipertiroidi varlığında kalıcı tedavi amacı ile operasyon önerilmişti. Tüm hastaların preoperatif sitolojik incelemelerinde Hurtle hücre varlığı gösterilmişti. Hastaların tiroid ultrasonografileri (USG) ve ultrasonografi eşliğinde TİİAB sonuçları kayıt edildi. TİİAB sonucu malignite, malignite şüphesi, folliküler adenom, folliküler lezyon veya tanısal olmayan sitoloji olarak raporlanan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastaların tamamına total tiroidektomi uygulandı.

BULGULAR: Hastaların 38’i kadın 6’ erkekti. Ortalama yaş 48±12 (19-70) yıl idi.  Hastaların 33’ü ötiroid multinodüler guatr,  6 ‘sı  ötiroid nodüler guatr, 1’i toksik diffüz multinodüler guatrı (TDMNG), 1’i toksik diffüz nodüler guatr (TDNG),  3’ ü tosik multinodüler guatr (TMNG) idi. Postoperatif hastaların 6’sında tiroid malignitesi tespit edildi (%18,2). Tiroid malignitesi tespit edilen hastaların 4’ünde papiller mikrokarsinoma, 2’sinde folliküler karsinoma saptandı. Histopatolojik olarak benign bulunan vakaların  %38’inde, malign vakaların %87,5’unda en az bir tiroid antikorunda pozitiflik mevcuttu ( p=0,019).   Malign ve benign grupta postoperatif histopatolojik incelemede %25 olguda lenfositik tiroidit varlığı saptandı.

SONUÇ: Tiroidin hem malign hem de benign hastalıklarında görülebilen Hurthle hücre değisiklikleri histopatolojik degerlendirmede zorluklar çıkarabilmektedir. Hashimoto tiroiditi spektrumun bir ucunda bulunurken; Hurthle hücreli adenom, Hurthle hücreli karsinom, papiller karsinomun onkositik varyantı ve meduller karsinom diger uçta yer alır. Bu nedenle Hurthle hücreleri varlığında tiroid antikor pozitifliği bulunsa bile malignite ihtimali akılda tutulmalıdır görüşündeyiz.

Tablo 1. Hastaların demografik verileri

K/E

38 / 6

Ortalama Yaş (yıl)

48 ± 12

Soliter Nodül/ Multipl Nodül

7 / 37

Ötiroid/ Hipertiroid

39 / 5

Benign/ Malign (B / M)

38 / 6 (18.2%)

Tiroid antikor pozitifliği % (B / M)

38.0 / 87.5 (p=0.019)

  

Resim 1. Papiller karsinomada Hurtle hücreleri


117 - Graves orbitopatisinin seyrinde erken total tiroidektominin medikal tedavi ile karşılaştırılması - 2010

Erdoğan, M.F., Ö. Demir, R. Ersoy, K. Gül, U. Ünlütürk, T. Mete, Z. Alphan, B. Çakır, Y. Aral, S. Güler, A. Gürsoy ve G. Erdoğan
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 156, P159, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Orta-ciddi aktif orbitopatisi olan Graves hastalarında erken total tiroidektominin medikal tedavi ile karşılaştırıldığında orbitopati seyrinde rolünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Gereç-Yöntem: Orta-ciddi aktif orbitopatisi olan Graves hastalarından, hipertiroidizmi ve Graves orbitopatisi (GO), son 6 ay içerisinde ortaya çıkanlar, GO için lokal önlemler dışında tedavi almamış olanlar çalışmaya dahil edilmiştir. GO açısından klinik aktivite skorunun (KAS) 3/7 ve üzerinde olması, proptozisin en az bir gözde 21 mm ve üzerinde olması veya iki göz arasında 2 mm ve üzerinde fark olması, diplopi varlığı veya göz kapak açıklığının 9 mm ve üzerinde olması kriterleri aranmıştır. Hastalar antitiroid tedavi ile ötiroid hale getirilerek TSH 0.4-1 mIU/L düzeyinde tutulmuştur. Bu dönemde tüm hastalara toplam 4.5 gr İV pulse metil prednisolon tedavisi verilmiştir. Pulse steroid tedavisi sonrası hastalar, iki gruba randomize edilmiştir. Birinci grup, total tiroidektomi için cerrahiye yönlendirilmiştir. Cerrahi sonrasında levotiroksin tedavisi ile hastaların TSH'sı 0.4-1 mIU/L aralığında tutulmuştur. İkinci grup, antitiroid tedavi ve gereğinde bu tedaviye levotiroksin eklenmesi ile TSH'sı 0.4-1 aralığında tutulacak şekilde izlenmiştir. Hastalar, sigara içimi, aile hikayesi açısından sorgulanmıştır. Takipte TSH, sT4, TSH reseptör antikoru (TRAb), anti-Tg, anti-TPO serum düzeyleri, hertelmetre ölçümü ve KAS kullanılmıştır.

Bulgular: Toplam 24 hastadan cerrahi koluna randomize edilen 13 hastanın yaş ortalaması 44±8.7, medikal tedavi koluna randomize edilen 11 hastanın yaş ortalaması ise 35±12.9 idi. Başlangıçta her iki tedavi kolu arasında yaş, cinsiyet, sigara içimi, orbitopati açısından aile hikayesi, hipertiroidizm ve orbitopati süreleri, tiroid hacimleri, TSH, sT4 ve TRAb düzeyleri açısından fark saptanmamıştır. Altı aylık takip sonucunda her iki tedavi kolunda da propitozis (p<0.05) ve KAS'da (p<0.01) belirgin düzelme saptanırken, kapak açıklığında ve diplopide anlamlı düzelme gerçekleşmemiştir. Cerrahi ve medikal tedavi grupları karşılaştırıldığında TRAb düzeyleri, cerrahi grubunda medikal tedavi grubuna oranla anlamlı şekilde daha fazla azalırken (18.1 vs 0.5, p=0.05); propitozis, kapak açıklığı, KAS, diplopi ve anti-TPO, anti-Tg

düzeyleri açısından fark tespit edilmemiştir. Cerrahi kolundaki üç hastaya ek tedaviler uygulanmıştır: İkisine, cerrahinin üçüncü ayında KAS'da artış olması üzerine ek steroid dozu verilmiş ardından optik nöropati ve görme sorunları nedeniyle dekompresyon cerrahisi yapılmıştır. İkisinde, patolojide papiller tiroid karsinomu saptanması üzerine bir hastaya 100 mCi radyoaktif iyot tedavisi verilmiştir.

Sonuç: Altı aylık takipte TRAb düzeyleri, cerrahi grubunda medikal tedavi grubuna oranla anlamlı şekilde daha fazla azalırken, cerrahi ve medikal tedavi kolları arasında propitozis,kapak açıklığı, KAS ve diplopi açısından anlamlı fark tespit edilmemiştir.

116 - İnsidental saptanan dev kistik adrenal kitlede Feokromositoma: Olgu sunumu - 2010

Oğuz, A., P.E. Ersoy, M.M. Söğütlügil, G. Güler, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 152, P148, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Adrenal kistler genellikle asemptomatik ve benigndir. Histopatolojik olarak, epitelyal, endotelyal, parazitik ve psödokist olarak sınıflandırılırlar. Oldukça nadir olsa da, adrenal kistlerin ayırıcı tanısında klinik olarak çok daha dramatik olan adrenal karsinom ve kistik feokromasitoma da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu bildiride, insidental olarak dev kistik feokromasitoma saptanan bir hasta sunulmuştur.

OLGU: 30 yaşında bayan hasta rutin kontrol sırasında sol tarafta insidental olarak saptanan adrenal kitle nedeniyle kliniğimize başvurdu. Bilinen herhangi bir hastalığı olmayan hastada epizodik hipertansif atak, terleme veya baş ağrısı gibi yakınmalar da yoktu. Vital bulguları normal, kalp hızı 72 atım/dakika ve kan basıncı 110/70 mmHg olarak ölçüldü. Hastanın fizik muayenesi tamamen normal saptandı. Adrenale yönelik yapılan manyetik rezonans görüntülemede sol adrenal lojda septasyonlar içeren 72x59x75 mm. Boyutunda kistik bir lezyon görüldü. Kitlede kontrast madde tutulumu yoktu ve Tip III kist hidatik olarak rapor edilmişti. Buna karşın, hastanın kist hidatik hemaglütinasyon testi negatif olarak geldi ve eozinofil sayımı normal sınırlardaydı. Hastanın serum potasyum değerleri normaldi. İdrar normetanefrin ve VMA değerleri anlamlı olarak artmış bulundu. Olgunun laboratuvar verileri tablo 1 de görülmektedir. Sol adrenalektomi uygulanan hastada intraoperatif veya postoperatif dönemde herhangi bir komplikasyon olmadı. Postoperatif olarak patolojik spesmenin (resim 1) histopatolojik incelenmesi ile kistik feokromasitoma tanısı konuldu. Hastanın ameliyat sonrasında idrar metanefrin ve VMA seviyelerinin normale döndüğü görüldü.

 

Tablo 1. Olgunun Laboratuar verileri ve normal değerler

Kortizol (5-25 mcg/dL)

16,42

24 saatlik idrar serbest kortizolü (15-60 mcg/24 saat)

50

1 mg deksametazon supresyon testi (<1.86 mcg/dl)

1,13

PTH (15-68,3 pg/ml  )

53,5

Kalsitonin (<8,4 pg/ml)

4,17

Plasma aldosteron konsantrasyonu (PAC) (0,2-3,4 pg/ml)

1070

Plasma renin aktivitesi(PRA) (20-240 ng/ml/h)

12

24 saatlik idrarda vanilmandelik asit (VMA) (1,4-6,5 mg/24 saat)

36,7

24 saatlik idrarda Normetanefrin (105-354 mcg/24 saat)

3964,8

24 saatlik idrarda dopamin(190-450 mcg/24 saat)

210

24 saatlik idrarda adrenalin (30-85 mcg/24 saat)

35

24 saatlik idrarda noradrenalin (23-105 mcg/24 saat)

32

24 saatlik idrarda metanefrin (74-298 mcg/24 saat)

37,5

  

Resim 1. Postoperatif patolojik spesmenin makroskopik görüntüsü

"0004"

 

SONUÇ: Adrenal kistler nadir olarak görülür ve çoğu vaka insidental olarak saptanır. Histopatolojik karakterlerine göre kistlerin tipleri ve insidans oranları; %45 endotelyal kist, %39 pseudokist, %9 epitelyal kist, %7 parazitik ekinokokkal kist olarak bildirilmiştir. Kistik adrenal feokromasitoma nadir görülen bir durumdur. Ancak kistik adrenal kitlesi olan vakaların hormonal olarak aktif olup olmadığı mutlaka değerlendirilmelidir. Solid feokromasitomalarda sıklıkla rastlanan klasik prodromal semptomlar kistik feokromasitomalarda görülmeyebilir. Bu vaka, oldukça az görülen fonksiyonel kistik neoplazmların nadir bir örneğidir. İnsidental kistik adrenal kitle ile başvuran hastalarda feokromasitoma akılda bulundurulmalıdır.

115 - Karaciğer enzim yüksekliğinin nadir bir nedeni: Addison Hastalığı - 2010

Çuhacı, N., A.B. Demirezer, D. Özdemir, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 150, P144, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Kronik olarak karaciğer enzim yüksekliğinin nedenleri kronik alkol alımı, non-alkolik steatohepatitis, kronik viral hepatit, otoimmün hepatit, kronik biliyer hastalıklar ve kalıtsal metabolik hastalıklar olarak sayılabilir. Bu güne kadar literatürde Addison hastalığı ile ilişkili karaciğer enzim yüksekliği konusunda az sayıda olgu mevcuttur. Bu vakayı karaciğer enzim yüksekliği etiyolojisi araştırılan hastalarda Addison hastalığını da hatırlatmak amacı ile sunuyoruz.

OLGU: 49 yaşında kadın hasta iki aydır olan halsizlik, yorgunluk, kilo kaybı ve cilt renginde koyulaşma yakınmaları ile başvurdu. Laboratuar tetkiklerinde serum kortizol düzeyi düşük (2.9 mcg/dL), ACTH düzeyi artmış olarak bulundu (>1250 pg/mL). Hastada elektrolit bozukluğu saptanmamıştı. Bununla birlikte AST 120 U/mL (5-34 U/L), ALT 87 U/mL (5-49 U/L) idi. Klinik ve laboratuar bulguları Addison hastalığını işaret ediyordu. Tanı ACTH uyarı testi ile doğrulandı. ACTH uyarısına kortizol yanıtı alınamadı. Hastada 21 Hidroksilaz antikoru ise pozitif olarak bulundu. Hasta transaminaz yüksekliği açısından değerlendirildi. Hastanın muayenesinde ve USG' de hepatomegali, splenomegali ve lenfadenopati saptanmadı.

 Hepatobiliyer USG'de hepatosteatoz izlenmedi. Diğer karaciğer fonksiyon testleri normal sınırlar içerisinde idi. Hepatit açısından tüm viral markerları ve otoimmünite ile ilişkili testleri çalışıldı ve negatif bulundu. Abdominal tomografide patolojik bulgu yoktu. Hastaya Addison hastalığına yönelik glukokortikoid tedavi başlandı. Replasman tedavisinden iki hafta sonra yapılan kontrollerinde transaminaz düzeyleri normal sınırlara gerilemişti.

SONUÇ: Addison hastalığı, kadınlarda daha sık görülen ve bilateral adrenokortikal destruksiyon sonucu gelişen bir hastalıktır. Başlıca klinik özellikleri; halsizlik, iştahsızlık, kilo kaybı, bulantı, kusma ve pigmentasyon artışıdır. Addison hastalığının erken döneminde rutin laboratuvar parametreleri normal bulunabilir. Daha ileri vakalarda hiponatremi, hiperkalemi, hiperkalsemi, hipoglisemi, azotemi, anemi, dehidratasyona bağlı hematokrit yüksekliği, eozinofili, rölatif lenfositoz ile birlikte nötropeni ile karşılaşılabilir. Kronik transaminaz yüksekliğinin en sık nedenleri; alkol veya obesiteye bağlı hepatosteatoz, ilaç kullanımı, viral veya otoimmün karaciğer hastalıkları ve kronik bilier hastalıklardır. Endokrin hastalıklar ise daha nadir nedenlerindendir. Özellikle hipotiroidi, hipertiroidi ve DM iyi tanımlanmış endokrin nedenler arasındadır. Addison hastalığı ile ilişkili  karaciğer enzim yüksekliği konusunda literatürde az sayıda olgu mevcuttur. Kronik karaciğer enzim yüksekliği olan hastalarda ekstrahepatik hastalıklar içinde Addison hastalığı da düşünülmelidir.

114 - Cushing sendromlu hastalarda QT ve P dalga dispersiyonu - 2010

Bayram, N.A., R. Ersoy, D. Tüzün, S.S. İnançlı, E. Bozkurt ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 141, P124, Antalya, 2010

ABSTRACT

Giriş: Cushing Sendromu (CS) saptanan hastalarda atrial fibrilasyonun dolaylı bir göstergesi kabul edilen P dalga dispersiyonu ve ventriküler aritminin dolaylı bir göstergesi kabul edilen düzeltilmiş QT (QTd) dispersiyonu konusunda daha önce yapılmış bir çalışmaya rastlanmamıştır. Biz çalışmamızda CS tanısı alan hasta grubumuzun QTd ve P dalga dispersiyonu verilerini normal populasyon verileri ile karşılaştırmayı amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Çalışmaya klinik, laboratuar ve görüntüleme yöntemleri ile CS tanısı almış 16 hasta ve 16 sağlıklı birey alındı. Tüm hastaların 12 standart EKG derivasyonu, 25 mm/s kağıt hızı ve 1mV/cm ölçüleriyle standardize edilmiş kayıt cihazı kullanarak elde edildi. EKG'ler kardiyoloji uzmanı tarafından değerlendirilmeye alındı. Tüm hastaların maksimum ve minimum QT intervalleri ve ortalama QT intervalleri hesaplandı. Maksimum ve minimum QT intervalleri Bazett formülü ile (QTc=QT/karekök RR) düzeltildi ve düzeltilmiş QT intervali (QTd) hesaplandı. Maksimum ve minimum QTd incervalleri arasındaki fark QTd dispersiyonu olarak tanımlandı. Maksimum ve minimum P dalga süresi arasındaki fark P dalga dispersiyonu olarak hesaplandı.

Bulgular: Kontrol grubu ve CS'lu hastalar arasında yaş ve cinsiyet dağılımı açısından fark yoktu. Maksimum QT intervali (429.9±24.8 vs 408.4±24.7; p=0.02), ortalama QT intervali (389.0±22.0 vs 375.5±11.6; p=0.04) ve QTd dispersiyonu (84.9±17.6 vs 70.9±13.2; p=0.02) CS'lu hastalarda kontrol grubuna göre belirgin olarak uzundu. P dalga dispersiyonu ise her iki grupta birbirine benzerdi (p>0.05).

Sonuç: Çalışmamız sonucunda CS'lu hastalarda QTd intervali ve QTd dispersiyonunun kontrol grubuna göre artmış olduğunu, P dalga dispersiyonunun ise benzer olduğunu saptadık. QT dispersiyonundaki artışın kalbin otonomik innervasyonundaki bir dengesizliği yansıttığı ve artmış ventriküler aritmi riski ile ilişkili olduğu bilinmektedir. CS'lu hastalar yaşamı tehdit edebilecek bu tablo açısından mutlaka değerlendirilmelidir.

113 - Kronik otoimmün tiroidit ve prematür over yetmezliği ilişkisi: kesitsel bir çalışma - 2010

İnançlı, S.S., M. Kurt, H. Başer, F. Sağlam, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 127, P094, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Prematür over yetmezliği beklenen menapoz yaşından önce over fonksiyonlarının yetersizliğini tanımlar ve genel olarak kabul gören yaş sınırı 40’ dır. Otoimmün nedenler Prematür over yetmezliği nedenleri içinde oldukça sık görülen bir grubu oluşturur. Biz bu çalışmada sıklıkla otoimmün zeminde geliştiği bilinen prematür over yetmezliği olan hastalarda sık görülen bir başka otoimmün hastalık olarak kronik tiroidit varlığını araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Tiroid polikliniğimize başvuran hastalar randomize olarak alındı. Menapoza giriş yaşı temel alınarak iki grup oluşturuldu. Grup I, 40 yaşın altında menapoza giren hastalardan, Grup II ise 40 yaşın üzerinde menapoza giren hastalardan oluşuyordu. Hastalar tiroid fonksiyon testleri (fT3, fT4, TSH), tiroid otoantikorları (AntiTPO Ab, Anti Tg Ab) ve tiroid ultrasonografisi verileri ile değerlendirildi. Otoimmün tiroidit tanısı, tiroid otoantikorlarının pozitifliği varlığında ultrasonografik olarak tiroiditin desteklenmesi ile koyuldu.

BULGULAR: Çalışmaya alınan 80 hastanın 46’sı Grup I, 34’ü Grup II’ ye dahil edildi. Grup I’ deki hastaların yaş ortalaması 42.4±7.6 yıl, menapoz yaş ortalaması 34.5±5.1 yıl idi. Grup II’ deki hastaların yaş ortalaması 48.5±5.4 yıl, menapoz yaş ortalaması 46.3±5.5 yıl idi. Gruplar arasında yaş ve menapoz yaşı açısından anlamlı farklılık mevcuttu (p<0.001). Grup I’ deki hastaların %72.7 sinde, Grup II’ deki hastaların %35.3’ de otoimmün tiroidit saptandı. Kronik tiroidit 40 yaşın altında menapoza giren hastalarda 40 yaşın üzerinde menapoza giren hastalara göre istatistiksel olarak da daha fazla bulundu (p=0.002).

 

Tablo 1. Grupların yaş, menapoz yaşı ve tiroid fonksiyon testleri ile karşılaştırmalı verileri

 

I. Grup

II. Grup

p

N (%)

46

34

0.786

Yaş (Yıl)

42.4±7.6

48.5±5.4

0.000

Menapoz Yaşı (Yıl)

34.5±5.1

46.3±5.5

0.000

ST3 (pg/mL)

3.4±0.7

3.4±0.6

0.789

ST4 (ng/dL)

1.3±0.2

1.3±0.3

0.855

TSH (mIu/ml)

2.1±1.7

3.2±4.0

0.082

Anti-TPO Ab

189.3±341.2

147.0±297.6

0.564

Anti- Tg Ab

72.3±171.9

207.4±709.6

0.217

FSH

81.3±35.2

74.5±22.3

0.341

LH

32.4±14.8

26.3±12.4

0.062

Estradiol

31.4±12.4

30.8±11.1

0.848


 

Tablo 2. Gruplarda Kronik Tiroidit varlığına göre dağılım

 

I. GRUP

II. GRUP

TOPLAM

Kronik Tiroidit (+)

32 (%72.7)

12 (%35.3)

44

Kronik Tiroidit (-)

14 (%27.3)

22 (%64.7)

36

TOPLAM

46

34

80

  

Tablo 3. Ultrasonografik bulguların gruplara göre dağılımı

 

I. GRUP

II. GRUP

TOPLAM

Normal

7

7

14

Minimal Heterojen

4

4

8

Nodüler Guatr

3

7

10

Multinodüler Guatr

1

4

5

Kronik Tiroidit

14

6

20

K.Tiroidit + Nodüler Guatr

9

2

11

K.Tiroidit+Multinodüler Guatr

8

4

12

TOPLAM

46

34

80

  

SONUÇ: Çalışmamız sonucunda Otoimmün Tiroiditin 40 yaşın altında menapoza giren hastalarda 40 yaşın üzerinde menapoza giren hastalara göre istatistiksel olarak da daha sık bulunduğu sonucuna vardık. Bununla birlikte çalışmamızı sınırlayan en önemli faktör hasta grubunun Tiroid polikliniğine başvuran hastalardan oluşmasıdır. Prematür over yetmezliği sıklıkla otoimmün nedenlere geliştiği için 40 yaş altında menapoza giren hastaların, başta kronik otoimmün tiroidit olmak üzere diğer otoimmün hastalıklar açısından araştırılmasını öneriyoruz.

112 - Obezite hastalarında tamamlayıcı ve alternatif tedavi yaklaşımları - 2010

Kılıç, Ü., Ö. Geyik, A. Oğuz, F. Balkan, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 129, P098, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞObezitede medikal tedavi seçenekleri sınırlı olup diyet ve yaşam tarzı değişikliği olmadan bu tedavilerle kalıcı ve etkili kilo kaybı sağlanamamaktadır. Bu durum hastaları tıp dışı alternatif tedavi yöntemleri kullanmaya yöneltmektedir. Kanser ve diabetes mellitus başta olmak üzere, çeşitli hastalıklarda tamamlayıcı ve alternatif tedavi yöntemlerinin kullanımı konusunda çalışmalar bulunmakla birlikte obezitede bu yöntemlerin kullanımı konusunda az sayıda veri bulunmaktadır. Biz bu çalışmada obezite hastalarının alternatif tedavi yaklaşımlarına eğilimlerini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ- YÖNTEM- BULGULAR: Çalışmaya 22’si (%21) erkek, 83’ü (%79) kadın, 105 olgu alındı. Kadın hastalarda beden kitle indeksi (BKİ) ortalaması 37.4±7.0 kg/m2, erkek hastalarda 35.5±3.8 kg/m2 idi. Olguların 66’sı (%62.9) tıp dışı ürün veya yöntemleri kullanmış veya halen kullanmaktaydı. Tıp dışı ürün kullananlar ile kullanmayanlar arasında ekonomik durum, cinsiyet ve öğrenim durumuna göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi (sırasıyla, p=0.889, p=0.364 ve p=0.056). Ürün kullanan hastaların BKİ ortalaması 38.02±7.2 kg/m2 iken ürüne yönelmemiş hastaların BKİ 35.4±4.5 kg/m2 idi (p<0.05). Tıp dışı ürün kullanan ve kullanmayan hastaların hastalık süreleri karşılaştırıldığında 15 senenin üzerinde obez olan hastaların bu ürünleri daha fazla kullandığı izlenmekteydi (p<0.05). En sık olarak Herbal Life® (%19.6) ve Lahana suyu (%19.6) tercih edilirken bunu maydanoz suyu, akupunktur, kekik suyu, Form Çay® ve kiraz sapı izlemekte idi. Olguların %30.1’ i bu uygulamalardan geçici fayda gördüğünü, %30.5’ i fayda görmediğini, %39.4’ i ise fayda görüp görmediği konusunda net fikre sahip olmadığını belirtti.

SONUÇ: Sadece ülkemizde değil dünyada da tamamlayıcı ve alternatif tedavi yaklaşımlarının yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Ülkemizde, özellikle ilk tanı anından itibaren obeziteye yönelik eğitimin eksikliği ve / veya yetersizliği hastaları tamamlayıcı ve alternatif tedavi yöntemi arayışlarına yöneltmektedir. Bu yöntemlerin tedaviye katkıda bulunmadığı düşüncesindeyiz.

 

Tablo 1. Olguların demografik özelliklerine ilişkin frekans dağılımları

 

Olgu Sayısı (n)

%

Cinsiyet

  

Erkek

22

21

Kadın

83

79

Meslek Grupları

  

Evhanımı

70

66.7

Memur

13

12.4

Serbest meslek

10

9.5

Emekli

7

6.7

İşçi

4

3.8

Öğrenci

1

1.0

Ailede Obezite Öyküsü

  

Yok

38

36.2

Var

67

63.8

Öğrenim Düzeyi

  

Okuma yazma yok

8

7.6

Okur yazar

5

4.8

İlkokul

42

40.0

Orta okul

10

9.5

Lise

17

16.2

Yüksek öğretim ve üstü

23

21.9

Gelir Düzeyi

  

0-399

2

1.9

400-799

17

16.2

800-1199

36

34.3

1200 ve üstü

50

47.7

   

Tablo 2. Cinsiyete göre yaş, BKİ ve VYO ortalamaları, ürün kullanımı ve gruplar arası farklar

 
 

Kadın (n=83)

Erkek (n=22)

p

Yaş

50.5±12.8

46.9±18.3

0.006

BMI

37.4±7.0

35.5±3.8

0.233

VYO

45.2±4.8

26.2±12.8

0.000

Ürün kullanımı

54/29

12/10

0.364

    

Tablo 3. Olguların uyguladıkları ürün ve yöntemlerin frekans dağılımları

 

BİTKİSEL ÜRÜN ve YÖNTEMLER

N (%)

Akupunktur

 

11 (16.6)

Aloe Vera                       

Aloe Vera

1  (1.5)

Citomax®

 

1 (1.5)

Form Çay®

 

11 (16.6)

Herbal Life®

 

13 (19.6)

Isırgan                           

Urtica diotica

4 (6.0)

Kekik                            

Thymus vulgaris

11 (16.6)

Keten                             

Linum usitatissimum

2 (3.0)

Kiraz (sapı)

 

11 (16.6)

Lahana suyu                  

Brassica oleracea

13 (19.6)

Limon                             

Citrus limon

10 (15.1)

Maydonoz                       

Petroselinum tuberosum

12 (18.1)

Mısır (püskülü)

 

1 (1.5)

Mersin yaprağı

Myrtus communis

1 (1.5)

Nar                                  

Punica granatum

2 (3.0)

Sinameki                         

Senna officinalis

6 (9.0)

Soğan suyu                    

Allium cepa

1 (1.5)

Yeşil çay                         

Salvia officinalis

2 (3.0)

 

111 - Nontravmatik rabdomyolizin nadir bir nedeni: Santral diabetes insipidus - 2010

Tüzün, D., A. Oğuz, S. Caner, A.A. Tam, N. Çuhacı, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 127, P094, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Rabdomyoliz tanıda geç kalındığında akut böbrek yetmezliği ile bazen de ölümle sonuçlanan önemli bir klinik durumdur. Travmatik olmayan rabdomyolizde en sık neden bazı ilaçlar, alkol ve kas kompresyonudur. Şiddetli hiperosmolarite nadiren rabdomyolize neden olabilir. Bu bildiride rabdomyoliz tablosu ile seyreden bir santral diabetes insipidus (DI) olgusu sunulmuştur.

OLGU: 26 yaşında erkek hasta halsizlik, bulantı, kusma, çok su içme, çok sık idrara çıkma, unutkanlık, yürümede zorluk ve uykuya meyil yakınması ile acil polikliniğinden servisimize kabul edildi. Fizik muayenede TA: 110/60 mmHg, N: 72/ dk, genel durumu orta, bilinci açık, koopere ve oryante idi. Nörolojik muayenede kas gücünde belirgin azalma olduğu belirlendi.

 Laboratuar incelemesinde Glu: 166 mg/dL, Na:168 mEq/L, Üre:19 mg/dL, kreatinin: 1,6 mg/dL, K: 2.8 mEq/L, CK: 2916 IU/L,  plazma osmolaritesi: 348 mosmol/L, İdrar dansitesi: 1005 idi. Hastanın takiplerinde CK değerleri progresif artışla 15000 IU/L’ye kadar yükseldi. Rabdomyolizin hipernatremi ve hipokalemiye bağlı gelişen hiperosmolariteye sekonder olabileceği düşünüldü. Hipernatremi tedavisi için hastaya hipotonik mayi infüzyonu başlandı ve aldığı- çıkardığı sıvı takibe alındı. Hastanın şiddetli poliürisinin olması (6 L/gün) ve genel durumunun susuzluk testini tolere edemeyecek olması nedeni ile desmopressin verilerek test yapıldı. Desmopressin öncesi plazma osmolaritesi 348 mosmol/L iken sonrasında 330 mosmol/L’ye geriledi. İdrar osmolaritesi 77 mosmol/L’den 336 mosmol/L’ye yükseldi. Saatlik idrar çıkışında belirgin azalma oldu. Test sonucu hasta Santral DI olarak kabul edildi.

Hipofiz MR normal olarak değerlendirilmekle birlikte 3. ventrikül sağ anterolateral komşuluğunda hipotalamik düzeyde multi kistik komponentli boyutları 14x18x11 mm ölçülen öncelikle düşük gradeli glial lezyonu düşündüren kitle izlendi (Resim). Desmopressin 0.1 mg tb 3x1 tedavisi ile hastanın klinik tablosu düzeldi. Tedavi ile serum Na, K ve CK düzeyi de normale döndü.

 

Resim 1. Hipofiz MR da 3. ventrikül sağ anterolateral komşuluğunda hipotalamik düzeyde glial lezyonu düşündüren kitle

 


 

SONUÇ: Rabdomyoliz hiperosmolaritenin nadir fakat sonuçları açısından oldukça önemli bir komplikasyonudur. Yalnız diabetes insipidusda değil şiddetli hiperosmolariteye neden olan diğer patolojilerde de (diabetik ketoasidoz, hiperosmolar hiperglisemik durum, miksödem koması, hipokalemi, hipofosfatemi) rabdomyoliz gelişebilir. Bu nedenle hiperosmolarite ile seyreden durumlarda serum kas enzimleri sıkı takip edilmelidir.

110 - İlk bulgusu hiponatremi olan bir küçük hücreli akciğer kanseri olgusu - 2010

Tüzün, D., A. Oğuz, N. Cuhacı, A. Şentürk, N. Zengin, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 127, P093, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Küçük hücreli akciğer kanseri (KHAK) nöroendokrin tümör olarak kabul edilmektedir. Akciğer kanserlerinin %15-25'ini oluşturur. KHAK'nin ‘dubling time'i çok yüksektir; bu nedenle çok hızlı büyür. Erken dönemde uzak organ metastazı yaptığı için sistemik bir hastalık olarak kabul edilir. KHAK kemiğe, karaciğere, beyine, sürrenale ve karşı akciğere sıklıkla metastaz yapar. KHAK'inde paraneoplastik sendromlar da sıklıkla görülmektedir. Bu bildiride ilk bulgusu hiponatremi olan ve KHAK tanısını kliniğimizde alan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 44 yaşında kadın hasta bulantı, kusma, halsizlik yakınması ile polikliniğimize başvurdu. Yapılan laboratuar incelemesinde serum Na düzeyinin 116 mEq/L saptanması üzerine hospitalize edildi. Fizik muayenede TA:140/80 mmHg, N: 72/ dk idi. Hastanın öksürük, balgam, kilo kaybı, dispne, göğüs ağrısı yakınması yoktu. Sigara kullanmıyordu.  Hastanın laboratuar incelemesinde serum Glukoz: 101 mg/dL, Üre: 9 mg/dL, kreatinin: 0,6 mg/dL, K: 4,1 mEq/L idi. Plazma osmolaritesi: 226 mosmol/L, idrar osmolaritesi 306 mosmol/L, idrar dansitesi 1013, 24 saatlik idrarda Na düzeyi: 147 mmol/ L bulundu.  Hastaya  %3 NaCl infüzyonu başlandı. Sıvı kısıtlaması yapılırken hastanın aldığı- çıkardığı sıvı takibe alındı. Kranial MR da sol frontal periventriküler beyaz cevher yerleşimli, silik opaklanan ensefalomiyelit ya da demyelinizan hastalık ile uyumlu olabilecek hiperintens sinyal kaydı izlendi. Bu bulgunun hiponatremiye de bağlı olabileceği düşünüldü. Üst abdomen MR da sürrenal bez normal olarak değerlendirildi. Kısa ACTH uyarı testine kortizol ve 17 OH progesteron yanıtı normaldi. Hipofiz MR da patolojik bulgu yoktu. Hipofizer ve hedef hormonlar normal sınırlarda idi. Hastaya insulin tolerans testi uygulandı. Kortizol ve büyüme hormonu yanıtı normaldi. Bu bulgularla hiponatremiye uygunsuz ADH sendromunun neden olabileceği düşünülerek toraks tomografisi çekildi. BT’de sağ akciğer orta lobda en büyüğünün çapı 6 mm ye varan birkaç adet buzlu cam dansitesinde nodüller ile mediastinal ve hiler en büyüğünün kısa çapı 23 mm'ye varan çok sayıda LAP izlendi. Hastaya endobronşiyal LAP biyopsisi uygulandı. Histopatoloji sonucu KHAK metastazı ile uyumlu idi. Abdomen BT normal olarak değerlendirilen hastada kemik iliği metastazı da saptandı. Hasta Onkoloji Kliniğine devredildi.

SONUÇ: ADH’ un ektopik üretimine bağlı gelişen uygunsuz ADH sendromu onkoloji hastalarında kanserin kendisine, kansere bağlı komplikasyonlara veya tedaviye bağlı olarak gelişebilmektedir. Sendromunun erken tanısı ve tedavisi morbiditeyi ve mortaliteyi azaltmak açısından önemlidir. Hiponatreminin olgumuzdaki gibi bazen kanserin ilk bulgusu olabileceği akılda tutulmalıdır.

109 - Cushing sendromunda nadir bir cilt bulgusu: Generalize püstüler psöriazis - 2010

Cuhacı, N., D. Arpacı, R. Üçler, A. Metin, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 125, P089, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Generalize püstüler psöriazis, psöriazisin nadir görülen ve en şiddetli klinik tablosudur. Genellikle erişkinlerde görülmektedir. Aniden ortaya çıkan, hızla tüm vücudu kaplayan, parlak kırmızı zeminde minik, sarı püstül kümeleri ile karekterizedir. Cushing Sendromu, dokuların glukokortikoid aşırılığına maruz kalmasına bağlı semptom ve bulguları içeren bir endokrin hastalıktır. Bu bildiride Cushing Sendromu ve generalize püstüler psöriazisi olan bir vaka sunulmuştur.

OLGU: 35 yaşında bayan hasta, saçlı deri, yüz, boyun, göğüs ve ekstremitelerde yaygın eritamatöz zeminde milimetrik sarı-kahverengi makülopapüler lezyonlar ve steril püstüler erüpsiyonlar nedeni ile başvurdu (Resim 1). Hastanın aynı zamanda fizik muayenesinde pleotorik ve aydede yüz görünümü, saç dökülmesi, hirsutismus ve gövdede belirgin mor renkli striaları mevcuttu. Hastanın biyokimyasal ve hormonal testleri glukokortikoid fazlalığına işaret etmekteydi. Yapılan dinamik testler Cushing Sendromunu doğruladı.  Hipofizer manyetik rezonans görüntülemede 3,2 mm çapında pituiter adenom saptandı. Lateralizasyon amaçlı inferior petrozal sinüs örneklemesi yapılan hastaya laboratuar testleri ve görüntüleme tetkikleri sonucunda Cushing Hastalığı tanısı konuldu. Cilt lezyonlarından alınan punch biyopsisi püstüler psöriazis ile uyumlu saptandı.

Resim 1. Alt ekstremitede yerleşimli, yaygın, eritamatöz zeminde milimetrik sarı-kahverengi makülopapüler lezyonlar ve steril püstüler erüpsiyonlar

 


 

SONUÇ: Cushing Sendromunun klasik cilt lezyonları; pleatorik yüz, akne, purpura, ciltte atrofi, hirsutismus, gövde ve omuzlarda yaygın mor renkli strilar ve bazı olgularda da akantozis nigrikans olarak sayılabilir. Hastalarda dermatofitozis ve pitriazis versikolor gelişme eğilimi vardır. Püstüler psöriazis, eritemli, inflame bir cilt üzerinde milimetrik sarı püstüllerin olduğu kronik, inflamatuar bir hastalıktır. Generalize püstüler psöriazis, genelikle orta-ileri yaşlarda görülür ve sıklıkla da psöriazisin başlangıcından sonraki ilk 2 yıl içinde görülmektedir. Literatürde Cushing Sendromu ve generalize püstüler psöriazis birlikteliği bildirilmemiştir. Bu olgu  bu iki nadir patolojinin birlikteliği nedeni ile sunulmuştur.

108 - Cushing hastalığı olan hastalarda aortik sertlik ile sol ventrikül fonksiyonları arasındaki ilişki - 2010

Bayram, N.A., R. Ersoy, D. Özdemir, S.S. İnançlı, T. Durmaz, T. Keleş, E. Bozkurt ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 113, P064, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Aortik elastik özellikler ve aortik sertlik birçok hastalıkta artmış kardiyovasküler morbidite ve mortalite için önemli belirleyiciler olarak bilinmektedir. Bu çalışmada Cushing hastalığı (CH) olan hastalarda aortik fonksiyonların incelenmesi ve aortik sertlik ile sol ventrikül sistolik ve diyastolik fonksiyonları arasındaki ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem: Çalışmaya yeni tanı konmuş CH olan 15 hasta (14 kadın ve 1 erkek) ve 17 kontrol vaka alındı. Tüm hastalara ekokardiyografi yapıldı ve M-mode ile aortik kökten sistolik ve diyastolik aortik ölçümler yapıldı. Aortik elastik parametreler, aortik gerginlik ve esneklik hesaplandı. 2 boyutlu, M-mode, konvansiyonel dopler ve doku doppler ekokardiyografi ile sol ventrikül fonksiyonları değerlendirildi.

Bulgular: Hasta grubunda aortik gerginlik (7.4±1.9% ve 12.3±2.4%; p<0.001) ve aortik esneklik (3.2±1.1 10-6cm2dyn-l ve 5.6±1.4 10-6cm2dyn-1; p<0.001) kontrol grubuna oranla anlamlı şekilde düşük bulundu. Cushing hastalığı olanlarda mitral E hızı ve E/A oranı belirgin şekilde düşük ve E'nin deselerasyon zamanı belirgin şekilde uzamış idi. Ayrıca, CH olanlarda erken diyastolik myokardiyal pik hız (Em) ve Em/Am oranının daha düşük olduğunu, Tei indeksin ise daha yüksek olduğunu saptadık. CH'da aortik elastik parametreler bozulmuştu ve doku doppler eko ile belirlenen sol ventrikül parametreler ile aortik elastik parametreler arasında anlamlı bir korelasyon vardı.

Sonuç: CH olan hastalar rutin fizik muayene (antropometrik ölçümler ve kan basıncı dahil) ve laboratuar testleri (kan biyokimyası, elektrokaridyogram dahil) yanında oral glukoz tolerans testi, 24 saatlik ambulatuar kan basıncı monitorizasyonu, ekokardiyografi ve karotid arter ultrasonografi ile taranmalıdır. Bu incelemelere ek olarak, bu hastalarda aterosklerozun erken bir göstergesi olan aortik sertliğin de değerlendirilmesini öneriyoruz.

107 - Yeni tanı alan Tip 2 Diyabetes Mellituslu hastalarda gama glutamil transpeptidaz düzeylerinin insülin direnci ile ilişkisi - 2010

Balkan, F., R. Üçler, A.K. Özdemir, N. Çuhacı, A.C. Usluoğulları, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 110, P056, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Bugüne kadar yapılan çalışmalarda elde edilen sonuçlar, γ-glutamiltransferaz (GGT) ile diyabet arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Çalışmamızın amacı kendi hasta grubumuzda GGT’ nin insülin direnci ile ilişkisini ve diyabetin ortaya çıkışını öngörmedeki rolünü araştırmaktı.

GEREÇ VE YÖNTEM: Diyabet polikliniğimize başvuran, ilk kez Tip 2 DM tanısı alan 48 hasta (GRUP I) ve yaş ve cinsiyet açısından hasta grubuna benzer, yapılan muayene ve tetkiklerde herhangi bir patoloji tespit edilmemiş, OGTT ile değerlendirilerek glukoz tolerans bozukluğu saptanmamış 55 sağlıklı gönüllü (GRUP II) kontrol grubu olarak çalışmaya alındı.

BULGULAR: Çalışma grubunun 62’si (%60.2) kadın, 41’i (%39.8) erkek olup ortalama yaş 46.05±6.71 yıl idi. GRUP I’ de bulunan 48 hastanın 30’u (%62.5) kadın, 18’i (%37.5) erkek olup ortalama yaş 48.06±5.83 yıl idi. GRUP II’ de bulunan 55 hastanın 32’si (%58.2) kadın, 23’ü (%41.8) erkek olup ortalama yaş 44.72±4.33 yıl idi. Gruplar arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmedi (p>0.05) (Tablo 1). Hasta ve kontrol grubunun serum Tot Kol, HLD Kol, LDL Kol, AST, ALT ve ALP değerleri karşılaştırıldı. Gruplar arasında bu parametrelerin ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık izlenmedi (Tüm parametreler için: p>0,05) (Tablo2). Hasta ve kontrol grubunun serum Açlık kan glukozu (AKG), eş zamanlı bakılan insülin düzeyi, trigliserid düzeyi, GGT ve HOMA- IR ortalamaları karşılaştırıldı. Grupların AKG, insülin ve trigliserid düzeyleri arasına anlamlı farklılık mevcut idi (sırasıyla p<0.001, p<0.001, p=0.031). Grupların GGT dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık belirlendi (p=0,008). GRUP I’de serum GGT düzeyi ortalaması kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek bulundu. GGT ile HOMA IR arasında pozitif yönde ve istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı ilişki tespit edildi (r:0,349; p<0,01) (Grafik1).

SONUÇ: Çalışmamız sonucunda yeni tanı alan Tip 2 DM’lu hastalarda GGT düzeylerinin sağlıklı kontrollere göre daha yüksek olduğunu ve GGT düzeyleri ile HOMA-IR arasında pozitif yönde anlamlı ilişki olduğunu belirledik.

 

Tablo1. Grupların yaş, cinsiyet ve BMI için karşılaştırmalı verileri

 

GRUP I

(HASTA)

GRUP II

(KONTROL)

p

N

48

55

-

Cinsiyet (K/ E)

30 / 18

32 / 23

0.810

Yaş (yıl)

48.06 ±5.83

44.72 ±6.33

0.670

BMI (kg/ m2)

33.20 ±2.11

25.49 ±1.93

0.000

   

Tablo2. Grupların GGT, HOMA IR ve diğer biyokimyasal parametrelere göre karşılaştırmalı verileri

 

GRUP I

(HASTA)

GRUP II

(KONTROL)

p

Açlık kan glukozu (mg/dL)

260.26 ±63.55

98.83 ±8.51

0.000

Açlık insülini

12.07±4.66 

6.35 ±6.21

0.000

HOMA- IR

5.09 ±2.34

2.07 ±1.25

0.000

HbA1c (%)

9.86 ±2.14

5.88 ±0.78

0.000

Tot kolesterol (mg/dL)

221.44 ±49.82

198.13 ±16.17

0.138

Trigliserit (mg/dL)

268.74 ±93.96

150.35 ±41.46

0.031

HDL Kol (mg/dL)

49.17 ±12.62

51.45 ±11.39

0.245

LDL Kol (mg/dL)

145.76 ±16.35

136.81 ±14.56

0.317

ALT (U/mL)

27.74 ±5.43

25.36 ±6.03

0.554

AST (U/L)

29.42 ±9.38

28.61 ±8.73

0.781

ALP (U/L)

60.88 ±16.49

64.13 ±11.34

0.186

GGT (U/L)

31.86 ±17.16

24.35 ±12.91

0.008

  

Grafik 1. Çalışma grubunda GGT ve HOMA-IR ilişkisi

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

106 - Endokrinoloji kliniğinde gerçekleşen ölümlerin nedenleri - 2010

Özdemir, D., D. Arpacı, R. Üçler, N. Çuhacı, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 108, P051, Antalya, 2010.

ABSTRACT

GİRİŞ: Hastane ölümlerinin periyodik olarak gözden geçirilmesi, popülasyondaki mortalite nedenlerinin değişen paternlerinin belirlenmesi açısından önemlidir. Bir üçüncü basamak sağlık kuruluşu olan Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniğinde 18 yatak bulunmaktadır. Endokrinoloji ile ilişkili acil hastalar ayrıca genel yoğun bakım departmanında da izlenmektedir. Biz bu çalışmada kliniğimizin açıldığı tarihten itibaren 6 yıllık sürede gerçekleşen ölüm olaylarında hastaların demografik özelliklerini, hastaneye yatış nedenlerini ve ölüm nedenlerini değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2004-Aralık 2009 arasında kliniğimize yatırılan ve ölen hastaların verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet, hastaneye yatış nedenleri, yatış süreleri, hastalıkları ve ölüm nedenleri değerlendirildi. Belirtilen sürede kliniğe yatırılan toplam hasta sayısı 5664, ölen hasta sayısı 34 (%0.6) idi.

BULGULAR: Kliniğimizde vefat eden hastaların 20’si kadın (58.8), 14’ü erkek (%41.2) olup yaş ortalaması 70±18.7 (18-96) olarak saptandı. Hastaların yatış nedenleri: 22 (%64.6) hastada  diabetes mellitus (DM) bağlı gelişen hiperglisemik aciller, 4 (%11.8) hastada DM’a bağlı gelişen hipoglisemik aciller, 3 (%8.9) hastada oral alım yetersizliğine bağlı metabolik bozukluklar, 1 (%2.9) hastada diabetik ayak enfeksiyonu, 1 (%2.9) hastada insüline bağlı gelişen lökositoklastik vaskülit ve akut renal yetmezlik, 1 (%2.9) hastada akut adrenokortikal yetmezlik, 1 (%2.9) hastada hipofiz makroadenomu ve 1 (%2.9) hastada hipoparatiroidi nedeniyle gelişen hipokalsemi idi. Hastaların 28 (%82.4)’inde tip 1 veya tip 2 DM vardı. En sık hastaneye başvuru şikayeti mental konfüzyon (%32.4) olarak bulundu. Tanımlayıcı veriler değerlendirildiğinde hastaların %73.5’inin geriatrik yaş grubunda olduğu (>65 yaş) ve %70.6’sında endokrin ilişkili hastalıklara ek olarak başka kronik hastalıkların (hipertansiyon, koroner arter hastalığı, serebrovasküler hastalık, kanser) da bulunduğu dikkati çekti. Hastaların ölümlerine kadar geçen hastanede yatma süresi ortalama 6.2±6.6 (1-25 gün) gün olarak belirlendi. Hastalarda hastaneye başvuruda ölçülen bazı serum laboratuar değerleri Tablo 1’de verilmiştir.

Tablo 1. Kliniğimizde ölen hastaların başvurusırasındakilaboratuar verileri

Değişken (n=34)

Ortalama serum konsantrasyon

Normal değerler

Kan glukozu (mg/dl)

392.5± 296.9

74-106

Beyaz küre (K/μl)

12635.9±5956.0

4000-11000

Sodyum (mmol/l)

136.3±11.4

136-145

Potasyum (mmol/l)

4.4±0.9

3.5-5.1

Kalsiyum (mg/dl)

9.0±1.3

8.5-10.5

Üre (mg/dl)

90.4±62.0

10-50

Kreatinin mg/dl)

1.9±1.1

0.6-1.3

ALT (U/L)

69.5±163.4

20-65

AST (U/L)

68.3±142.8

15-37

C-reaktif protein* (mg/l)

113.30±77.18

0-4.99

Kortizol (μg/dl)**

30.0±9.2

6-23

Tirotropin (μIU/ml) *

1.01±1.11

0.35-4.94

sT3 (pg/ml)*

1.96±0.60

1.71-3.71

sT4 (ng/dl)*

1.16±0.38

0.7-1.48

HbA1c (%)***

10.25±3.65

4.8-6

 

       ALT: Alanin aminotransferaz; AST: Aspartat aminotransferaz; HbA1c: Glikolize hemoglobin

      *21 hastanın verileri   **18 hastanın verileri   *** 14 hastanın verileri

 

SONUÇ: Günümüzde hastalıkların ve ölümlerin %80’den fazlası orta ve ileri yaşlarda saptanan kronik hastalıklardan kaynaklanmaktadır. Kliniğimizde vefat eden hastalarda ilk başvuruda oldukça yüksek kan glukoz değerleri, anormal böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri, yüksek serum C-reaktif protein, serum kortizol ve glikolize hemoglobin değerleri saptanmıştır. Kliniğimizde DM ve DM ilişkili acil durumlar özellikle ileri yaş grubundaki hastalarda ölüm nedenleri içinde ön sırada yer almaktadır.

105 - Erişkin yaştaki Tip 1 Diabetes Mellituslu hastalarda tedavi yaklaşımları ve glisemik kontrolün değerlendirilmesi - 2010

Başer, H., C. Aydın, A. Dirikoç, D. Arpacı, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 107, P049, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Tip 1 diabetes mellituslu (DM) hastaların yarısına yakınında hastalığın 15 yaşından sonra ortaya çıktığı ve çocukluk çağında başlayan vakalarının yaşam sürvisinin arttığı göz önünde tutulursa Tip 1 DM’ lu nüfusun büyük kısmının yetişkin yaşlarda olduğu açıktır. Biz bu çalışmada erişkin yaştaki tip 1 DM’ lu hasta grubumuzda glisemik kontrolü ve tedavi yaklaşımlarını değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Beş yıllık sürede kliniğimize yatırılarak izlenen Tip 1 DM’ lu hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Diabet tanı yaşı, diabet süresi, HbA1c, yatış anında kullandıkları insülin tipleri ve insülin uygulama şekilleri kaydedildi. Bir kezden daha fazla hospitalize edilen hastaların ilk yatış verileri değerlendirmeye alındı.

BULGULAR: 250 Tip 1 DM hastası çalışmaya alındı. Hastaların 123’ü (%49.2) kadın, 127’si (%50.8) erkek idi. Yaş ortalaması 31.9±9.7 yıl, tanı yaşı ortalaması 24.7±10.1 yıl, ve diabet süresi 7.2±8.4 yıl idi. Tip 1 DM tanısı 38 hastada (%15.2) 0-14 yaş aralığında, 137 hastada (%54.8) 15-30 yaş aralığında, 75 hastada (%30) 30 yaş üzerinde konulmuştu. Olguların %22.8’inde HbA1c <7.5, %27’sinde 7.5- 9.5 aralığında ve %49.6 olguda 9.5 ve üzerinde idi. Hastaların 55’i (%27) günde 1-3 arası insülin enjeksiyonu, 90’ı (%60) günde 4 kez insülin enjeksiyonu uyguluyordu. İnsülin pompası 22 hasta (%13) tarafından kullanılıyordu. İnsülin rejimlerine göre HbA1c değerleri karşılaştırıldığında insülin pompası kullanan hastaların HbA1c değerlerinin diğer gruplara göre anlamlı olarak daha düşük olduğu izlendi (p<0.01).

SONUÇ: Erişkin yaş grubunda Tip 1 DM artan sıklıkta görülmektedir. Erişkin yaştaki Tip 1 DM’lu hastaların çok az kısmı iyi glisemik kontrol değerlerine sahiptir. En iyi glisemik kontrolü olan hastaların insülin pompası kullananlar olduğu dikkat çekmektedir.

 

Tablo. Hasta grubunun demografik verileri

K/E

123/ 127

Yaş ortalaması (yıl)

31.9 ± 9.7 (15-64)

DM tanı yaşı ortalaması (yıl)

24.7 ± 10.1

DM süresi (yıl)

7.2 ± 8.4

DM Başlangıç yaş aralığı

 

0-14

38 (15.2)

15-30

137 (54.8)

30-45

69 (27.6)

>45

6 (2.4)

Hemoglobin A1c (%)

 

<7.5

22.8

7.5-7.9

12.8

8-9.4

14.8

>9.5

49.6

İnsülin Tedavisi

 

1-3 Enjeksiyon

55 (27)

>3 Enjeksiyon

90 (60)

İnsülin pompası

22 (13)

 

104 - Diyabetik ayaklı hastalarımızda amputasyon oranları ve demografik veriler - 2010

Oğuz, A., N. Çuhacı, A.C. Usluoğulları, S. Caner, M. Uğurlu, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 106, P047, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Diyabetik ayak, nontravmatik amputasyonların en önemli nedenidir. Bu çalışmadaki amacımız kliniğimizde takip edilen ve diyabetik ayak tanısı almış olan hastalarımızın demografik verilerini, major ve minör amputasyon oranlarını ve diyabetik ayak ile kronik komplikasyonların birlikteliğini değerlendirmekti.

GEREÇ VE YÖNTEM: Haziran 2007- Haziran 2010 tarihleri arasında diyabetik ayak tanısı ile kliniğimizde yatırılarak izlenen hastaların verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, diyabetes mellitus (DM) süresi, beden kitle indeksi (BKİ), sigara kullanımı, hipertansiyon (HT), periferik arter hastalığı (PAH), koroner arter hastalığı (KAH), diyabetik retinopati, nefropati ve nöropati varlığı, osteomyelit varlığı, alt ekstremite arteriyel doppler incelemesi, major ve minör amputasyon oranları, mikroalbüminüri varlığı, renal fonksiyonlar, glisemik veriler ve lipid profili (LDL-kolesterol, HDL-kolesterol, trigliserid ) değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya 13 (%37,1)’ü kadın 22 (%62,9)’si erkek toplam 35 hasta alındı. Yaş ortalaması 64,85  ± 10,01 (43-85 ) yıl idi. Hastalara ait demografik ve laboratuar verileri Tablo 1’ de izlenmektedir. 16 hastaya (%45,7) major amputasyon, 10 hastaya (%28,6) ise minör amputasyon uygulanmıştı (Tablo 2). Amputasyon uygulanan 23 hastanın (%65,71),  10’u kadın (43,47), 13’ü erkek (%56,21) idi. 21 hastada (%91,3)  HT ve KAH mevcuttu. 13 hasta (%56,21) sigara kullanıyordu. 20 hastada (%86,95) alt ekstremite arteriyel dopplerde monofazik akım ve PAH öyküsü ile birlikte retinopati ve nöropati bulunuyordu. 23 hastada (%65,71) osteomyelit, 17 hastada (%73,91) nefropati saptandı. Hastaların 20’sinde (%86,95) HbA1c > 6,5 idi.

TARTIŞMA VE SONUÇ: Diyabetik ayak DM’un mortalite ve morbiditesi  yüksek bir komplikasyonudur. Farklı çalışmalarda amputasyon oranları diyabetik hastalarda %5,2-39,4 arasında bildirilmiştir. Periferik arter hastalığı, diyabetik nöropati ve enfeksiyonlar diyabetik ayak gelişiminde en önemli risk faktörleridir. Çalışmamızda amputasyon uygulanan hastalarımızda HbA1c seviyelerini, mikro-makrovasküler komplikasyon varlığını, hipertansiyon, sigara kullanımı sıklığını amputasyon uygulanmayan hastalara göre daha yüksek oranda saptadık. Kronik komplikasyonlar gelişmiş, kan şekeri kötü regüle, sigara ve hipertansiyon öyküsü olan hastalarda amputasyon riskinin yüksek olduğu, ancak glisemik kontrolün ve kan basıncı regülasyonunun sağlanmasının ve komplikasyonların gelişiminin önlenmesinin amputasyon oranlarını da azaltabileceği görüşündeyiz.

 

Tablo 1. Hastalara ait demografik ve laboratuar verileri

 
 

Minimum

Maksimum

Ortalama

YAŞ

43,00

85,00

64,85 ± 10,01

BKİ

17,10

37,90

26,49 ± 4,75

TG

50,00

713,00

143,31 ± 112,89

LDL

17,70

234,20

92,70 ± 46,82

HDL

14,00

60,90

33,10 ± 12,30

TKOL

61,00

303,00

152,74 ± 47,98

HbA1c

5,72

11,72

9,13 ± 1,70

DM süresi

1,00

30,00

11,97 ± 6,45

Tablo 2. Diyabetik ayak hastalarının amputasyon, hipertansiyon, sigara kullanımı, KAH, PAH, osteomyelit, mikro-makroalbüminüri, monofazik akım ve komplikasyon oranları

 
  

Hasta sayısı

% (yüzde)

Majör amputasyon

+

10

28,6

 (sayı)

-

6

17,1

Minör amputasyon

+

5

14,3

 (sayı)

-

5

14,3

Hipertansiyon

+

33

94,3

 

-

2

5,7

Sigara

+

20

57,1

 

-

15

42,9

KAH

+

29

82,9

 

-

6

17,1

PAH

+

22

62,9

 

-

13

37,1

Doppler USG

+

27

77,1

(Monofazik akım)

-

8

22,9

 

+

31

88,6

Osteomyelit

-

4

11,4

Mikro-makroalbuminüri

+

24

68,5

 

-

11

31,5

Backgraund diyabetik retinopati

+

20

57,1

Proliferatif diyabetik retinopati

-

10

28,6

Diyabetik nefropati

+

24

68,5

 

-

11

31,5

Diyabetik nöropati

+

22

62,9

 

-

13

37,1

 

103 - Tip 1 Diyabetes Mellitus hastalarında tiroid hastalıkları - 2010

Dirikoç, A., M. Kuru, D. Özdemir, C. Aydın, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 104, P042, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Daha önce yapılan pek çok çalışmada Tip 1 Diyabetes Mellitus (DM) ve otoimmün tiroid hastalıklarının birlikteliği gösterilmiştir. Tip 1 DM’ lu hastalarda tiroid fonksiyonlarında bozukluğun %23-25 oranında, tiroid otoantikor pozitifliğinin ise %27-44 oranında görüldüğü bildirilmiştir. Biz bu çalışmada Tip 1 DM’ lu hastaları tiroid fonksiyonları ve oto antikor düzeylerinin yanı sıra tiroid ultrasonografi bulguları ile de değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimizde takip edilen 104 Tip 1 DM’ lu hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların verileri yaş ve cinsiyet dağılımı açısından benzer 58 sağlıklı bireyin verileri ile karşılaştırıldı. Serum TSH, sT3, sT4 düzeyleri ve otoantikor varlığı (Anti TPO, Anti Tg) araştırıldı. Tüm olguların tiroid USG bulguları kayıt edildi.

BULGULAR: Tip 1 DM'lu hastaların 53'ü kadın, 51 'i erkek olup yaş ortalaması 31,08±9,38; kontrol grubunun 27'si kadın, 31 'i erkek olup yaş ortalaması 27,59±7,17 idi. Hasta ve kontrol grubunun TSH ve sT3 düzeyleri benzer bulunurken hasta grubunda ortalama sT4 düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p<0,001). Diabetik hastaların %26,30‘ da, kontrol grubunun %3,74'de en az bir tiroid antikoru pozitif bulundu (p<0,001). Tiroid disfonksiyonu hasta grubunda %28,8 oranında, kontrol grubunda %3,4 oranında bulundu (p<0,001). Tiroid USG‘ de parankim ekojenitesi hastaların %22,1'de homojen, %78,9'da değişik derecelerde heterojen olarak tanımlanmıştı. En sık morfolojik anormallik hafif ve orta derecede diffuz hipoekojeniteydi. Parankim kontrol grubunda %91,4 oranında homojendi. Tiroid nodül varlığı açısından gruplar arasında farklılık izlenmedi (p>0,05).

Tablo 1. Çalışma grubuna ait karşılaştırmalı demografik ve laboratuar veriler

 

HASTA

(N=104)

KONTROL (N=58)

P

K/E

53/51

27/31

0.632

Yaş (yıl)

31.08±9.38

27.59±7.17

0.074

TSH (uIU/mL)

3.06±5.15

1.71±0.98

0.434

sT3 (pg/mL)

3.08±0.94

2.93±0.56

0.427

sT4 (ng/dL)

1.41±0.44

1.00±0.12

<0.001

Anti TPO (-/+)

72/32

54/4

<0.001

Anti Tg (-/+)

67/37

52/6

<0.001

Parankim (N/ Heterojen)

23/81

53/5

<0.001

Tiroid Fonk (N/Bozuk)

74/30

56/2

<0.001

Nodül Varlığı

   
  

SONUÇ: Tip 1 DM’lu hastalar daha yüksek oranda tiroid disfonksiyonu, otoantikor pozitifliği ve ultrasonografik anormalliklere sahiptir. Bu hastalarda tiroid bezinin morfolojik anormallikleri tiroid otoantikor pozitifliği ve tiroid disfonksiyonu ile yakın şekilde ilişkilidir. Tip 1 DM’lu hastalar tiroid fonksiyonları açısından da yakın takip edilmelidir. 

102 - 2009-2010 sezonunda diyabetik hastalarda grip ve pnömokok aşılanma oranları: DİAVAX gözlemsel çalışması birinci faz sonuçları - 2010

Satman, İ., S. Akalın, B. Çakır ve DİAVAX Çalışma Grubu
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 97, P026, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Uzman hekimler tarafından izlenen tip 2 diyabetli hastalarda mevsimsel grip ve pnömokok aşılarının önerilme ve uygulanma oranlarını belirlemek.

Yöntem: Çalışmaya Türkiye genelinde 41 merkezden İç Hastalıkları, Endokrinoloji veya Aile Hekimliği uzmanı 62 doktor katılmış ve Eylül 2009-Ocak 2010 döneminde 3160 (yaş ort. 58.1±11.5, %58 kadın) hastayı çalışmaya dahil etmişlerdir. Hastalarda son beş yıl içinde mevsimsel grip ve pnömoni aşılanma oranları sorgulanmış ve 'Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği (TEMD) Diyabet ve Komplikasyonlarının Tanı, İzlem ve Tedavisi Kılavuzu'nda belirtilen aşılanma önerilerine yönelik eğitimi takiben çalışma süreci sonundaki oranlar ile karşılaştırılmıştır.

Bulgular: Çalışmaya katılan hekimlerin %50'si grip aşısını tüm diyabetlilere, %16.1'i sadece yaşlı, %9.7'si yaşlı ve dekompanse ve %14.5'i grip sonrası komplikasyon riski yüksek diyabet hastalarına önerdiklerini bildirmişlerdir. Çalışmaya alınan 3160 hastanın %63'üne grip aşısı önerilmiş ve 1031 (%32.6) hastaya son beş yıl içinde aşı uygulanmıştır. Aşılananların sayısı 2008 öncesine göre artış göstermiştir (2008 öncesinde 104, 2008'de 280 ve 2009'da 639) 2009-2010 aşı döneminde ise 3160 hastanın %96.8'ine mevsimsel grip aşısı önerilmiş ve 2281 'ine (%72.2) uygulanmıştır (p<0.01).

Hekimlerin %36'sı pnömokok aşışım tüm diyabetlilere, %27'si sadece yaşlı, %23'ü yaşlı ve dekompanse ve %14'ü grip sonrası komplikasyon riski yüksek olan diyabetli hastalarına pnömokok aşısını önerdiklerini bildirmişlerdir. Çalışmaya dahil edilen 3160 hastanın %58.3'üne aşı önerilmiş ve 245 (%7.8) hastaya son beş yıl içinde pnömokok aşısı yapılmıştır. Aşılananların sayısı 2008 öncesine göre farklı bulunmamıştır (2008 öncesinde 87, 2008'de 57 ve 2009'da 100). 2009-2010 aşı döneminde ise 3160 hastanın %82.2'sine pnömokok aşısı önerilmiş ve 1537'sine (%48.6) uygulanmıştır (p<0.01).

Sonuç: Eğitim ile hekim farkındalığının artması, tip 2 diyabet hastalarına mevsimsel grip aşısı uygulama oranını iki kat, pnömokok aşısı uygulama oranını ise altı kat arttırmıştır.

101 - Radyoaktif I-131 ablasyon tedavisi sonrasında yapılan I-131 tüm vücut tarama görüntülerinin değerlendirilmesinde postoperatif tiroid sintigrafisinin katkısı - 2010

Özdemir, E., B. Uzun, N.Y. Poyraz, Ş. Türkölmez, A. Dirikoç, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 22. Ulusal Nükleer Tıp Kongresi, Turk J Nucl Med, 19(Suppl), P 0023, Antalya, 25-29 Nisan 2010

ABSTRACT

Diferansiye tiroid karsinomu (DTK) nedeniyle bilateral total tiroidektomi yapılan ve sonrasında radyoaktif I-131 (RAI) ablasyon tedavisi yapılan hastalarda radyoaktif I131 tedavisi sonrasında yapılan I131 tüm vücut tarama görüntüleri (I131 TST) rezidü tiroid dokusu, bölgesel lenf nodları ve hastalığın uzak metastazı hakkında bilgi vermekte olup tedavi ve takipte yol göstermektedir.

Hastaların büyük çoğunluğunda total tiroidektomi yapılmasına rağmen değişik boyutlarda rezidü tiroid dokusu izlenmekte ve operasyon sonrası tiroid US'de granülasyon dokusu ile rezidü doku ayrımı güçlükle yapılabilmektedir. Postoperatif dönemde I131 ablasyon tedavisi öncesinde yapılan tiroid sintigrafisi rezidü doku miktarını değerlendirmede yardımcı olup; tamamlayıcı tiroidektomi yapılması gereken hastaların ayırt edilmesine katkıda bulunmaktadır. Bu çalışmada postoperatif dönemde Tc99m perteknetat ile yapılan tiroid sintigrafisinin I131 TST görüntülerinin değerlendirilmesindeki katkısını belirlemek amaçlandı.

DTK nedeniyle opere olan ve RAİ ablasyon tedavisi verilen 126 hastanın(98 K;28 E) tedavi sonrası I131 tarama görüntüleri postoperatif tiroid sintigrafileri olmadan ve tiroid sintigrafileri ile deneyimli 2 nükleer tıp uzmanı tarafından değerlendirildi. I131 TST'da boyunda izlenen aktivite tutulumları değerlendirilirken rezidü doku/ lenf nodu ayrımında tiroid sintigrafisi ile birlikte değerlendirmenin katkısı olup olmadığı araştırıldı.

I131 TST görüntülerinde 126 olgunun 15'inde boyunda izlenen aktivite tutulumunun rezidü doku veya lenf noduna ait olduğu ayrımı yapılamadı. Tiroid sintigrafisi ile birlikte değerlendirildiğinde bu hastaların 14'ünde I131 TST görüntülerinde izlenen tutulum ile aynı bölgede tiroid sintigrafide de aktivite tutulumu izlenmesi nedeniyle rezidü tiroid dokusuna ait olduğu düşünüldü. 1 hastada ise rezidü dokunun yanı sıra Tc99m tutulumu göstermeyen bir odağın lenf nodu ile uyumlu olduğu düşünüldü.

Operasyon sonrası dönemde yapılan tiroid sintigrafisi I131 tedavisi öncesinde rezidü doku miktarının belirlenmesine yardımcı olmanın yanı sıra tedavi sonrası tarama görüntülerinin değerlendirilmesinde de rezidü doku/lenf nodu ayrımını kolaylaştırmakta ve tedaviye yön vermektedir.

100 - Tiroid medüller karsinomunda kalsitonin yüksekliğinin değerlendirilmesinde 18F-FDG PET/BT kullanımı: 4 olgu - 2010

Uzun, B., E. Özdemir, N.Y. Poyraz, Ş. Türkölmez, H. Başer, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 22. Ulusal Nükleer Tıp Kongresi, Turk J Nucl Med, 19(Suppl), P 0022, Antalya, 25-29 Nisan 2010

ABSTRACT

Tiroid meduller kanseri (TMK), tüm tiroid kanserlerinin %10'unu oluşturan, parafolliküler veya kalsitonin üreten C hücrelerinden köken alan bir endokrin tümördür. Cerrahi sonrası yüksek serum kalsitonin seviyesi rezidü/rekürren tümör veya metastaz varlığını düşündürür. Tümör dokusunu lokalize etmek için çeşitli görüntüleme modaliteleri kullanılmaktatır (US, BT, MR, I-131 MIBG sintigrafisi ve PET/BT gibi).

Bu bildiride bilateral total tiroidektomi (BTT) sonrasında yüksek serum kalsitonin seviyeleri nedeniyle 18F-FDG PET/BT tetkiki yapılan 4 olgu değerlendirildi. Hastaların serum kalsitonin seviyeleri 38->2000 pg/ml idi (Normal: <5 pg/ml).

Olgu 1: 45 yaşında kadın. BTT ve boyun diseksiyonu sonrasındaki takibinde serum kalsitonin seviyesi: 38 pg/ml. Boyun USG ve boyun BT'sinde bilateral üst servikal bölgede lenf nodları mevcuttu. Lenf nodlarından yapılan ince iğne aspirasyon biyosisinin sitolojik incelemesi benign olarak raporlandı. Hastaya 18F-FDG PET/BT yapıldı. Ancak patolojik tutulum saptanmadı. Hasta serum kalsitonin seviyeleri ile takibe alındı.

Olgu 2: 48 yaşında erkek. BTT ve modifiye radikal boyun diseksiyonu sonrasında serum kalsitonin seviyesi 393 pg/ml olarak saptandı. Hastanın boyun BT, toraks BT ve boyun USG'de patolojik bulgu izlenmedi. Yapılan 18F-FDG PET/BT tetkikinde de patolojik tutulum gözlenmedi.

Olgu 3: 55 yaşında kadın. BTT ve mediastinal lenf nodu diseksiyonu, yapılan hastanın takiplerinde serum kalsitonin seviyesi 259 pg/ml olarak saptandı. Boyun ve toraks BT'si ile In-111 Oktreotid sintigrafisi ve V-DMSA sintigrafileri ile de patolojik bulgu izlenmemiş olan hastaya yapılan 18F-FDG PET/BT tetkikinde inferior juguler lenf nodunda patolojik F18-FDG tutulumu saptandı. Ancak saptanan lenf nodunun lokalizasyonun operasyon için uygun olmaması nedeniyle serum kalsitonin seviyeleri ve 18F-FDG PET/BT ile takip edilmesine karar verildi.

Olgu 4: 55 yaşında kadın. Tiroid papiller karsinomu öntanısı ile BTT ve modifiye boyun diseksiyonu yapılan hastada tiroid papiller karsinomu ve tiroid meduller karsinomu birlikte saptandı. Postoperatif dönemde serum kalsitonin Seviyesinin >2000 pg/ml olması nedeniyle rezidü araştırılan hastanın yapılan 18F-FDG PET/BT tetkikinde mediastende paratrakeal yerleşimli kitle ve bu alanda patolojik F18-FDG tutulumu gözlendi. Tekrar operasyona alınan hastada PET/BT ile saptanmış olan kitle lezyonu çıkartıldı.

Sonuç: Tiroid medüller kanserinde cerrahi sonrası serum kalsitonin seviyesinde artış olan olgularda 18F-FDG PET/BT tetkikinin rezidü, nüks veya metastaz varlığının saptanmasında kullanılabileceği görüşündeyiz.

99 - Differansiye tiroid kanserli olgularda rekombinant insan TSH uygulaması deneyimlerimiz - 2010

Poyraz, N.Y., B. Uzun, E. Özdemir, Ş. Türkölmez, C. Aydın, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 22. Ulusal Nükleer Tıp Kongresi, Turk J Nucl Med, 19(Suppl), P 0021, Antalya, 25-29 Nisan 2010

ABSTRACT

Amaç: Differansiye tiroid kanserli (DTK) hastalarda cerrahi sonrası radyoaktif iyot (RAI) ablasyon tedavisinde, takipte serum tiroglobulin düzeyini belirlemede ve iyot taramada yeterli TSH uyarısı yapılmalıdır. LT4 tedavisinin kesilmesi en sık başvurulan yöntemdir. Ancak hipotiroidi semptomları hastaların fiziksel ve sosyal hayatını etkileyerek yaşam kalitesini de kötüleştirmektedir. Son yıllarda geliştirilen rekombinant insan TSH (rhTSH) hipotiroidi oluşturmadan TSH uyarısı yapmaktadır. Kliniğimizde de bu amaçla seçilmiş hastalarda rh TSH olarak Thyrogen® kit (Thyrotropin alfa-Genzyme) kullanılmaktadır. Biz bu çalışmada DTK'lı hastalarımıza takip ve tedavi sürecinde uyguladığımız rhTSH deneyimlerimizi sunmayı amaçladık.

Yöntem: Kliniğimizde iki yıl içinde 36 hastaya toplam 44 rh TSH uygulaması yapıldı. Hastalarımızın demografik analizi tablo 1 de özetlenmiştir. Hastaların LT4 tedavisi kesilmeden 24 saat ara ile iki doz (0,9 ml) rh TSH uygulaması yapılarak son dozdan 24 saat sonra TSH düzeyi ölçüldü ve tedavi/tarama dozu I-131 verildi. Tarama görüntüleri ise son dozdan 72 saat sonra alındı.

34 hastada daha önce LT4 tedavisinin kesilmesiyle ciddi hipotiroidi semptomları gelişmişti. 2 hastada ise ablasyon tedavisi öncesinde rezidüel dokunun sebat etmesi nedeniyle LT4 tedavisi kesilmesine rağmen yeterli TSH uyarısı sağlanamadığından rh TSH uygulandı.

Bulgular: Sadece bir uygulamada TSH uyarısı yetersiz olup 9,4 mU/L olarak ölçüldü. Bu uygulamada kitin saklama koşullarının uygunsuz olduğu anlaşıldı. Diğer 43 uygulamadaki TSH düzeyleri ortalaması 95,7 mU/L olup en yüksek değer 145mU/L , en düşük değer ise 60 mU/L 'dir. 17 hastada ablasyon tedavisi sonrasında 6. ay kontrol taraması LT4 tedavisi kesilerek yapılmış olup takip taramalarında toplam 19 uygulamada rh TSH kullanıldı. 14 hastanın 6. ay taraması normal olarak değerlendirildi. 6. ay taraması pozitif olarak değerlendirilen 3 hastanın birinde rhTSH'lı takip taraması normaldi, diğer 2 hastada rh TSH'lı takip taraması da pozitif olarak değerlendirildi ve ileri tetkiki yapıldı.

Diğer 17 hastada ise ablasyon tedavisi sonrasında 6. ay kontrol taramasında rh TSH uygulandı. 4 hastada tedavi sonrası taramada rezidüel doku saptanmadı ve bu hastaların takip taramaları da normal olarak değerlendirildi. Tedavi sonrası taramada rezidüel doku saptanan 13 hastanın 12'sinde 6. ay tarama normal olarak değerlendirildi. 1 hastada ise 6. ve 12. ayda rezidüel dokunun sebat etmesi üzerine ileri tetkik yapıldı.Literatürde rh TSH uygulanımı sonrasında nadir olarak yan etkiler bildirilmiş olup bunlar bulantı, kusma, başağrısı ve halsizlik şeklinde belirtilmiştir. Bizim uygulamalarımızın 7'sinde (%16) hafif bulantı ile 4'ünde (%1) başağrısı şikayeti gözlendi.

Sonuç: rh TSH hastayı hipotiroidinin istenmeyen sonuçlarından koruyarak yeterli TSH uyarısı yapmaktadır. Uygulaması kolay ve yan etkileri azdır. Bununla birlikte maliyeti yüksek olduğu için seçilmiş hastalarda güvenle kullanılabileceği düşüncesindeyiz.

98 - Hipertiroidizm tedavisinde fiks doz radyoaktif I-131 uygulaması - 2010

Uzun, B., N.Y. Poyraz, E. Özdemir, Ş. Türkölmez, D. Tüzün, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 22. Ulusal Nükleer Tıp Kongresi, Turk J Nucl Med, 19(Suppl), P 0020, Antalya, 25-29 Nisan 2010

ABSTRACT

Hipertiroidi, tiroid bezinde tiroid hormon üretimi ve sekresyonunun artışına bağlı ortaya çıkan hipermetabolik durumdur. Sıklıkla toksik diffüz guatr (TDG), toksik multinodüler guatr (TMNG) ve toksik nodüller guatr (TNG) hipertiroidi tablosuna neden olur.Hipertiroidi tedavisinde üç temel tedavi yaklaşımı mevcuttur: 1)Antitiroid ilaç tedavisi, 2)Cerrahi, 3)Radyoaktif I-131 tedavisi (RAİ).

Radyoaktif I-131 tedavisinde hipertiroidinin nedenine göre sabit bir doz uygulanabileceği gibi ultrasonografi/tiroid sintigrafisi ile tespit edilen tahmini bez ağırlığı ve I-131 uptake değerleri kullanılarak hesaplanan doza göre de tedavi uygulanabilir. Biz bu çalışmada hipertiroidinin RAI ile tedavisinde kliniğimizin yaklaşımı olan fiks doz uygulamasının etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık.

Amaç: Hipertiroidizm hastalarında fiks doz uygulaması ile başarı oranının değerlendirilmesi.

Yöntem: Hipertiroidi tanısı alan ve Nükleer Tıp-Endokrinoloji-Genel Cerrahi kliniklerinin katıldığı multidisipliner bir konseyde değerlendirilerek RAI tedavisi kararı alınan 123 hasta (82 kadın, 41 erkek, ortalama yaş 60.62±12.67) çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalar tiroid fonksiyon testleri, tiroid ultrasonografisi, tiroid sintigrafisi ve I-131 uptake testleri ile değerlendirildi. Tiroid ultrasonografisinde nodül saptanan hastalara tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi uygalandı. Hastaların 74'ü TMNG, 16'sı TNG, 33'ü ise TDG nedeniyle takip edilmekteydi. RAI tedavisi sonrası ortalama takip süresi 13.21±6.65 ay olarak hesaplandı. Hastalara fiks doz protokolü ile radyoaktif I-131 tedavisi uygulandı. Tedavi seçenekleri TNG ve TMNG için 20-30 mCi, TDG için ise 10-15 mCi olarak planlandı.

Bulgular: 109 hastanın takibinde ötiroidi/hipotiroidi gelişmesi tedavi başarısı olarak değerlendirilirken, 14 hastada ise hipertiroidi tablosunun devam ettiği görüldü. Bu hastaların 7'sinde ikinci doz RAI tedavisi ile hipotiroidi yanıtı alındı. TNG veya TMNG tanısı olan 90 hastanın 84'ünde (%93), TDG tanısı olan 33 hastanın ise 32'sinde (%97) tedavi başarılı oldu. Tedavi başarısı saptanan 76 hastada(%65) klinik tablo hipotiroidi, 40 hastada ise (%35) ötiroidi olarak gözlendi. Hastaların hipotiroidi/ötiroidi olma süresi ortalama 4.04±2.52 ay olarak hesaplandı.

Sonuç: Çalışmamızda, hipertiroidi tedavisinde fiks doz RAI tedavisi ile başarı oranları oldukça yüksek bulunmuştur. RAI tedavisi karan alınan hastalarda hipertiroidi nedenini göz önünde tutarak fiks doz uygulamasının pratik ve etkin olduğu düşüncesindeyiz.

97 - Hipertiroidinin kalıcı tedavisi için tiroidektomi uygulanan hastalarda insidental tiroid kanseri sıklığı - 2010

Tüzün, D., A. Oğuz, D. Özdemir, P.E. Ersoy, B. Korukluoğlu, G. Güler, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 4. Türkiye Titoid Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Özet Kitabı, 57, P42, İstanbul, 10-11 Nisan 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipertiroidizm ve tiroid kanseri birlikteliği nadir bir durum olarak bilinmektedir. Bu çalışmadaki amacımız toksik diffüz guatr (TDG), toksik multinodüler guatr (TMNG), toksik nodüler guatr (TNG), TDG zemininde NG (TDNG), TDG zemininde MNG (TDMNG) nedeniyle kalıcı tedavi amacıyla tiroidektomi uygulanan hastalarda insidental tiroid malignitesi sıklığını araştırmaktır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Ocak 2006- Mart 2010 tarihleri arasında Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi Tiroid Hastalıkları Polikliniğine başvuran ve konseyimizde değerlendirilerek operasyon kararı alınan 429 hasta alındı. Hastaların tiroid ultrasonografileri (USG), ultrasonografi eşliğinde tiroid ince iğne aspirasyon biyopsileri (TİİAB) yapıldı. Nodüllü olgularda preoperatif sitolojileri benign olarak raporlanan ancak; 1) nodül boyutları büyük olan, 2) takipte nodül boyutlarında büyüme izlenen, 3) bası semptomları nedeniyle operasyon kararı alınan hastalar veya 4) TDG tedavisi için cerrahi önerilen hastalar çalışmaya dahil edildi. TİİAB sonucu malign, malignite şüphesi, folliküler adenom, folliküler lezyon, hurtle hücreli adenom ve hurtle hücreli lezyon olarak raporlanan hastalar çalışma dışı bırakıldı.

BULGULAR: Hastaların 302’si kadın 127’ si erkekti. Ortalama yaş46 ±13 (17-77) yıl idi.Hastaların 131’i TMNG (%30.5),  120’si TDG (%27.9), 90’ı TDMNG (%20.9), 25’i TDNG (%5.8),  51’i TNG (%11.8), 6’sı opere- nüks TMNG (%1.4), 4’ü opere- nüks TDMNG (%0.9), 1’i opere- nüks TNG (%0.2), 1’i opere- nuks TDG (%0.2) idi. Postoperatif hastaların 41’inde tiroid malignitesi tespit edildi (%9,6). Tiroid malignitesi tespit edilen hastaların 39’sı papiller (%95.1), 2’si folliküler (%4.9) karsinomdu. Papiller karsinomlu vakaların 13’ü mikropapiller karsinomdu. Malignite saptanan hastaların 19’unda TMNG (%46.3), 8’inde TDMNG (%19.5), 6’sında TDG (%14.6), 5’inde TNG (%12.2), 3’ünde TDNG (%7.3) mevcuttu.

 

Tablo. Hipertiroidi tedavisi için tiroidektomi uygulanan hastalar ve tanılara göre tiroid kanseri sıklığı

 

ETİYOLOJİ-

HİPERTİROİDİ

BENİGN

N

MALİGN

N (%)

TOPLAM

N (%)

TMNG

112

19 (46.3)*

131 (30.5)

TDG

114

6 (19.5)*

120 (27.9)

TDMNG

82

8 (19.5)*

90 (20.9)

TDNG

22

3 (7.3)*

25 (5.8)

TNG

46

5 (12.2)*

51 (11.8)

ON TMNG

6

-

6 (1.4)

ONTDMNG

4

-

4 (0.9)

ONTNG

1

-

1 (0.2)

ONTDG

1

-

1 (0.2)

TOPLAM

388 (90.4)

41 (9.6)

429

 

TMNG: Toksik multinodüler guatr, TDG: Toksik diffüz guatr, TDMNG: Toksik diffüz guatr zemininde MNG, TDNG: Toksik diffüz guatr zemininde NG, TNG: Toksik nodüler guatr, ON: Opere-nüks

* Oranlar malignite saptanan hastaların dağılımını göstermektedir.

  

SONUÇ: Klinik ve laboratuar olarak hipertiroidi saptanan hastalarda tiroid kanseri varlığı farklı çalışmalarda % 0,4 ile %21,5 aralığında değişen oranlarda bildirilmiştir. Bu değişkenliğin nedeni genetik ve çevresel faktörlere, iyot alımındaki farklılığa, operasyon kriterlerindeki farklılığa,  tiroidektominin genişliğine ve cerrahi spesmenlere yapılan inceleme yöntemlerine bağlanmıştır. Çalışmamızda hipertiroid hastalarda insidental tiroid malignitesi oranını %9,6 olarak tespit ettik. Bu sonuca göre özellikle nodül varlığında hipertiroidik hastaların kalıcı tedavisinin planlanmasında cerrahi yaklaşımın öncelikle düşünülmesi gerektiği görüşündeyiz.

96 - Ötiroid nodüler ve ötiroid multinodüler guatrlı hastalarda insidental tiroid kanseri oranı - 2010

Oğuz, A., D. Tüzün, H. Başer, B. Korukluoğlu, P.E. Ersoy, G. Güler, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 4. Türkiye Titoid Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Özet Kitabı, 55, P38, İstanbul, 10-11 Nisan 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Soliter nodüllerin %4,7’inde, multinodüler olgularda ise %4,1 oranında tiroid kanserine rastlandığı bildirilmektedir. Çalışmamızda TİİAB sonrası sitolojik değerlendirmede benign bulunan ancak; 1) nodül boyutları büyük olan, 2) takipte nodül boyutlarında büyüme izlenen, 3) bası semptomları nedeniyle operasyon kararı alınan ötiroid nodüler guatr(ÖNG) ve ötiroid multinodüler guatr(ÖMNG) hastalarındaki malignite oranını araştırmayı amaçladık.

 GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2006-Aralık 2009 yılları arasında Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi  Tiroid Hastalıkları polikliniğine başvuran ve operasyon kararı alınan ötiroid nodüler guatr(ÖNG) ve ötiroid multinodüler guatr(ÖMNG)’li hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. TİİAB sonucu malign olan, tanısal olmayan, malignite şüphesi, foliküler adenom, foliküler lezyon, hurthle hücreli adenom ve hurthle hücreli lezyon olarak raporlanan hastalar ile toksik nodüler guatr veya toksik multinodüler guatr saptanan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların tamamına tiroidektomi uygulandı.

BULGULAR: Çalışmaya 121 kadın(%80,1), 30 erkek(%19,9) olmak üzere yaş ortalaması 43±12 yıl(18-79) olan 151 hasta alındı. Hastaların 25’i ÖNG(%16,6), 126’sı ÖMNG(%83,4) idi. ÖNG’li hastaların histopatolojik verileri;22 benign(%14,6), 3 malign(%2), ÖMNG’li hastaların histopatolojik verileri;106 benign(%70,2), 20 malign(%13,2) olarak sonuçlandı. Tüm hastalar değerlendirildiğinde malignite oranı %15,2 idi. Nodülde büyüme nedeniyle opere olan 8 hastanın 2’sinde(%1,3): 1 hastada mikropapiller karsinom (MPK), 1 hastada minimal invaziv foliküler karsinom(MIFK)); Nodül boyutlarının büyük olması ve/veya bası semptomu olması nedeniyle opere olan 143 hastanın 21’inde(%13,9): 7 hastada mikropapiller karsinom, 7 hastada papiller karsinom ,6 hastada papiller karsinom foliküler varyant(PKFV), 1 hastada minimal invaziv foliküler karsinom saptandı. Tüm hastalarda tümör tek odakta idi (Tablo 1 ve 2)

  

Tablo 1. Nodülde büyüme, NBB ve/veya BS nedeniyle opere edilen hastaların operasyona verilme nedenleri ve histopatolojik sonuçları

 

Operasyon sonrası patoloji

Benign

Malign

Total

Operasyon nedenleri

Nodülde büyüme

N

6

2

8

(%)

4,0

1,3

5,3

NBB ve/veya BS

N

122

21

143

(%)

80,8

13,9

94,7

 

Total

 

N

128

23

151

(%)

84,8

15,2

100,0

   

Tablo 2. Nodülde büyüme, NBB ve/veya BS nedeniyle opere edilen ve operasyon sonrası malignite saptanan hastaların histopatolojik sonuçları

Postop Histopatoloji: MALİGN

MPK

PK

MIFK

PKFV

Total

Operasyon nedenleri

Nodülde büyüme

N

 

1

 
 

-

 

1

-

2

NBB ve/veya BS

N

7

7

1

6

21

Total

 

N

8

7

2

6

23

     MPK: mikropapiller karsinom; MIFK: minimal invaziv foliküler karsinom;  PK: papiller karsinom, PKFV: papiller karsinom foliküler varyant

 

SONUÇ: Benign tiroid hastalıklarının tedavisinde total tiroidektomi tartışmalıdır. Postoperatif hipoparatiroidizm ve rekürren laringeal sinir hasarı riskinden dolayı benign hastalıklarda total tiroidektomiden kaçınılmaktadır. Tiroid nodüllerinin malignite potansiyelini belirlemede TİİAB’nin duyarlılığı %72-100, özgüllüğü %65-98, yalancı negatifliği %1-11, yalancı pozitifliği %0-10 aralığında bildirilmiştir. TİİAB sonucu benign olan dev NG veya MNG olgularında cerrahi kararı genellikle bası bulgularına göre alınmaktadır. Bununla birlikte büyük nodüllerde (>4 cm) TİİAB’de yalancı negatiflik oranı da artmaktadır. Yalancı negatif sonuçlar tiroid kanserli hastalarda uygun cerrahi girişimin gecikmesine neden olmakta veya tamamlayıcı operasyonlara gerek duyulmaktadır. Çalışmamız sonucunda özellikle MNG hastalarında insidental saptanabilecek bir tiroid kanserini erken belirlemek amacı ile total veya totale yakın tiroidektomi öneriyoruz.

95 - Tiroidektomi sonrası L-Tiroksin tedavisi alan ve almayan hastalarda tiroid fonksiyon testleri ve tiroid ultrasonografi bulgularının değerlendirilmesi - 2010

Dirikoç, A., F. Sağlam, F. Can, S. Caner, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 4. Türkiye Titoid Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Özet Kitabı, 47, P19, İstanbul, 10-11 Nisan 2010

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid bezinin kısmen veya tamamen çıkarılması anlamına gelen tiroidektomi, pek çok tiroid hastalığının tedavisi için uygulanmakta olup, genel cerrahi kliniklerinde en sık gerçekleştirilen cerrahi girişimlerden biridir. Günümüzde tiroid kanserinde total tiroidektomi mutlak tercih edilen bir yöntem iken, benign tiroid hastalıklarında rezeksiyon sınırının ne olması gerektiği halen tartışmalıdır. Cerrahi sonrası nüks sık karşılaşılan bir sorundur. Nüks oranı farklı serilerde %17- 67,5 arasında bildirilmiştir. Literatürdeki birçok çalışmada nodüler guatr cerrahisi sonrasında postoperatif L-tiroksin replasman tedavisi önerilmektedir. Ülkemizde yapılan çalışmalarda ise L-tiroksin kullanımı ve yarar yönetimi düşük bulunmuştur. Bununla birlikte postoperatif L-tiroksin verilen hastalarda, verilmeyen hastalara oranla nüksün daha sık olduğunu gösteren yayınlar da bulunmaktadır. Bu çalışmada tiroid kanseri dışında, nodüler ve multinodüler guatr nedeniyle opere olmuş bir hasta grubunda postoperatif geç dönemde tiroid glandını ultrasonografi (USG) ve tiroid fonksiyon testleri ile değerlendirmeyi, L-Tiroksin kullanımına göre tanımlanmış gruplar arasındaki farklılıkları belirlemeyi amaçladık.

GEREÇ ve YÖNTEM: Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tiroid Hastalıkları Polikliniğine başvuran, daha önce tiroid kanseri dışında, nodüler veya multinodüler guatr tanısı ile operasyon öyküsü olan, postoperatif dönemde L-tiroksin tedavisi alan veya hiç almamış 232 hasta çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalar yaş, cinsiyet, operasyondan sonra geçen süre, L-tiroksin kullanımı, tiroid ultrasonografisi ve tiroid fonksiyon testleri (sT3, sT4, TSH, Tg) ile değerlendirildi. Hasta grubu postoperatif dönemde L-tiroksin tedavisi alan (Grup 1) veya hiç almamış (Grup 2) hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldı.

BULGULAR: Hastaların 204’ ü (%87.9) kadın, 28’ i (%12.1) erkek olup yaş ortalaması 47.31±12.38 yıl ve operasyondan sonra geçen süre 110.04± 90.97 ay idi. Grup 1’ deki hastaların 129’ u (%86.2) kadın, 16’ sı (%11.0) erkek olup yaş ortalaması 47.92±12.68 yıl ve operasyondan sonra geçen süre 94.26±85.23 ay idi. Grup 2’ deki hastaların 75’ i (%86.2) kadın, 12’ si (%13.8) erkek olup yaş ortalaması 46.30±11.87 yıl ve operasyondan sonra geçen süre 136.34±94.26 ay idi. Gruplar arasında cinsiyet dağılımı ve yaş ortalaması istatistiksel olarak benzer bulundu (sırasıyla, p=0.532 ve p=0.334). Grup 1’ de Grup 2’ ye göre sT3 düzeyi daha düşük s T4 düzeyi daha yüksek idi (p<0.001). Grupların TSH düzeyleri benzer bulundu (p=0.375). Grup 1’ de beklendiği gibi Tg düzeyi daha düşük idi (p<0.001). Bu grubun artık doku volümü de anlamlı olarak daha düşük olarak bulundu (p<0.001).

 

Tablo 1. Postoperatif dönemde L-Tiroksin tedavisi alan ve almayan hastaların tiroid fonksiyon testleri ve rezidü doku volümlerinin karşılaştırmalı verileri

 
 

GRUP 1

GRUP 2

p

ST3 (pg/mL)

3.30±1.26

3.49±0.76

<0.001

ST4 (ng/dL)

1.43±0.36

1.27±0.32

<0.001

TSH (ulU/mL)

5.99±11.20

5.60±11.20

0.375

Tg (g/dL)

10.92±20.65

47.69±114.87

<0.001

Anti-TPO (IU/mL)

104.58±237.15

42.02±120.57

0.01

Anti-TG (lU/mL)

61.01±151.99

105.42±414.83

0.778

Volüm (mL)

3.43±4.51

9.71±11.41

<0.001

 

USG bulgularına göre Grup 1’ de 19 (%13.1) hastada rezidü doku yoktu. 70 (%48.3) hastada nodüler oluşum izlenmeyen rezidü doku mevcuttu. 34 (%23.4) hastada nüks multinodüler, 22 (%15.2) hastada ise nüks nodüler guatr saptandı. Grup 2’ de 4 (%4.6) hastada rezidü doku yoktu. 17 (%19.5) hastada nodüler oluşum izlenmeyen rezidü doku mevcuttu. 48 (%55.2) hastada nüks multinodüler, 18 (%20.7) hastada ise nüks nodüler guatr saptandı. Nüks multinodüler guatr sıklığı Grup 2’ de anlamlı olarak daha fazla idi (p<0.001). Bu grupta TSH ile artık volümler arasında anlamlı, negatif, doğrusal bir ilişki saptandı (r=-0.731, p<0.001).

 

Tablo 2. L-Tiroksin tedavisi alan ve almayan hastaların USG bulgularına göre dağılımı

 
 

GRUP 1

GRUP 2

Rezidü Yok

19 (%13,1)

4 (%4,6)

Rezidü Var

70 (%48,3)

17 (%19,5)

Nüks Nodüler Guatr

22 (%15,2)

18 (%20,7)

Nüks Multinodüler Guatr

34 (%35,3)

48 (%55,2)

  

SONUÇ: Ülkemiz iyot eksikliğinin olduğu, endemik guatr bölgesidir ve sınırlı cerrahi yöntemler yüksek nüks oranlarıyla birliktedir. L-tiroksin tedavisine, bilateral total tiroidektomi veya totale yakın tiroidektomi yapılan hastalarda cerrahi sonrası başlanmalıdır. Tek taraflı lobektomi veya subtotal tiroidektomi yapılan hastalarda TSH ve Tg düzeylerine göre tedaviye başlamak uygun bir yaklaşım olmakla birlikte bu hastalarda postoperatif L-Tiroksin tedavisinin nüks nodül veya nodüllerin gelişimine

etkisi konusunda geniş serilerde yapılmış prospektif çalışmalara gereksinim vardır.

94 - Kronik otoimmün tiroiditte nodül varlığına göre tiroid fonksiyon testlerinin değerlendirilmesi - 2010

Aydın, C., A.C. Usluogulları, S. Uygunucarlar, A.A. Tam, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 4. Türkiye Titoid Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Özet Kitabı, 47, P17, İstanbul, 10-11 Nisan 2010

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid nodülleri toplumda sık karşılaşılan bir sorundur. Kronik otoimmün tiroiditli (OIT) hastalarda da parankim içinde nodül veya multipl nodüller izlenebilir.

Biz bu çalışmada kronik inflamatuar bir süreçte geliştiği bilinen OIT’ de tanı anında nodül sıklığını araştırmayı, nodül varlığına göre tiroid fonksiyon testlerini değerlendirmeyi ve gruplar arasındaki farklılıkları belirlemeyi amaçladık.

GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Polikliniğine başvuran, klinik, laboratuar ve USG değerlendirmelerine dayanarak kronik OIT tanısı almış 632 olgu dahil edildi.

BULGULAR: Çalışmaya alınan 632 hastanın 551' i kadın (%87.2), 81' i erkek (%12.8) olup tüm hastaların yaş ortalaması 46.5 ±13.7 yıl (15- 94 yıl) idi. Kadın hastaların yaş ortalaması 46.2±0.5 yıl iken erkek hastaların yaş ortalaması 48.6±1.71 yıl idi. Hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi.

 

Tablo 1. Tüm olgulara ait laboratuar verileri ve tiroid volümleri

 
 

Ortalama±SD

Yaş (Yıl)

46.5± 13.7

sT3

3.6±1.2

sT4

1.5± 5.5

TSH(mIu/ml)

4.6± 9.8

AntiTPO(U/ml)

283.9±374.8

AntiTg(U/ml)

286.8±699.9

Tiroglobulin(ng/mL)

34.3± 65.0

Volüm (mL)

18.5± 15.1

   

Olgular öncelikle nodül varlığına göre üç ana gruba ayrıldı: 1) Nodülü olmayan hastalar, 2) Tek nodül saptanan hastalar ve 3) Birden fazla nodülü olan hastalar. Bu sınıflamaya göre 290 (%45.9) hastada nodül saptanmazken 122 (%19.3) hastada tek nodül, 220 (%34.8) hastada ise birden fazla nodül tespit edildi. Grupların TSH, Anti TPO, Anti Tg, Tiroglobulin ve tiroid volüm ortalamalarının karşılaştırmalı verileri Tablo2’de izlenmektedir.

Tanı konulduğu anda 347 olgu ötiroid (%54.9), 18 olgu (%2.8) hipotiroid, 183 olgu (%29) subklinik hipotiroid, 51 olgu (%8.1) hipertiroid, 33 olgu (%5.2) subklinik hipertiroid idi. Tiroid fonksiyon testlerine göre parankim ekojenitesi karşılaştırıldı. Hipotiroid hasta grubundaki hastaların tamamında parankimin heterojen veya ileri derecede heterojen olduğu saptandı ve bu farklılık istatistiksel olarak da anlamlı bulundu (p<0.05).

SONUÇ: Çalışmaya alınan 632 kronik OIT’ li hastanın 342’ sinde (%54.1) ultrasonografi ile en az bir nodül tespit edilmiştir. Yüksek rezolüsyonlu USG ile yapılan randomize çalışmalarda, genel populasyonda, kadınlarda ve yaşla sıklığı artmak üzere %19- 67 aralığında değişen oranlarda nodül varlığı bildirilmiştir. Bizim çalışmamız bir prevalans ya da bir insidans çalışması olmamakla beraber gözlemimiz kronik tiroiditli hastalardaki nodül sıklığının normal populasyondan farklı olmadığıdır. Çalışmamız sonucunda kronik OIT zemininde gelişen nodül veya nodüller varlığında AntiTPO düzeylerinin anlamlı olarak düşük olduğunu, Tg düzeylerinin ise MNG olgularında diğer gruplara göre anlamlı yüksek olduğunu ve tüm hastalar göz önüne alındığında oto antikor pozitifliğinin TSH artışı ile ilişkili olduğunu gözlemledik. OIT zemininde nodül veya nodüllerin varlığında parankim ekojenitesinin ve tiroid fonksiyonlarının korunduğunu saptadık.

 

Tablo 2. Nodül varlığına göre hastalar tiroid fonksiyon testleri ve tiroid volümü

 
 

GRUP 1

HT

 (n=290)

GRUP 2

HT + NG

(n=122)

GRUP 3

HT + MNG (n=220)

p

TSH

(mIu/ml)

6.4±12.6

4.7±9.9

2.2±2.3

0.193*

0.000**

0.000***

AntiTPO

(U/ml)

381.7±394.5

252.9±364±9

172.1±316.5

0.002*

0.000**

0.03***

AntiTg

(U/ml)

330.4±722.8

341.0±819.1

199.3±582.8

0.896*

0.028**

0.064***

Tg

(ng/mL)

21.9±56.6

24.3±38.2

48.7±82.4

0.175*

0.001**

0.001***

Volüm (mL)

14.7±7.5

15.7±10.4

25.1±21.3

0.268*

0.000**

0.000***

 *HT ve HT+NG karşılaştırıldı

 **HT ve HT+MNG karşılaştırıldı

 ***HT+NG ve HT+MNG karşılaştırıldı

  

Tablo 3. Nodül varlığına göre parankim ekojeniteleri

 
 

Parankim

Min heterojen

Heterojen

İleri heterojen

HT

11

158

121

HT+NG

19

69

34

HT+MNG

22

174

24

Toplam

52

401

179

  

93 - Graves orbitopatisinin seyrinde erken total tiroidektominin rolü - 2010

Erdogan, M.F., Ö. Demir, R. Ersoy, K. Gül, Z. Alphan, T. Mete, U. Ünlütürk, C. Anıl, S. Ertek, B. Çakır, Y. Aral, S. Güler, A. Gürsoy ve G. Erdogan
Ulusal Bildiriler 4. Türkiye Titoid Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Özet Kitabı, 33, S03, İstanbul, 10-11 Nisan 2010

ABSTRACT

Amaç: Orta-ciddi şiddette aktif orbitopatisi olan Graves hastalarında erken total tiroidektominin medikal cedavi ile karşılaştırıldığında orbitopati seyrinde rolünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Hastalar-Yöntem: Orta-ciddi şiddette aktiforbitopatisi olan Graves hastalarından, 1) Hipertiroidizmi ve Graves orbitopatisi(GO), son 6 ay içerisinde ortaya çıkanlar, 2) Tıroid hacimleri tiroid USG ile 15 ml ve üzerinde olanlar, 3) GO, için lokal önlemler dışında tedavi almamış olanlar çalışmaya dahil edilmiştir. GO açısından klinik aktivite skorunun (KAS) 3/7 ve üzerinde olması, proptozisin en az bir gözde 21 mm ve üzerinde olması veya iki göz arasında 2 mm ve üzerinde fark olması, diplopi varlığı veya göz kapak açıklığının 9 mm ve üzerinde olması kriterleri aranmıştır. Hastalar antitiroid tedavi ile ötiroid hale getirilerek TSH 0.4-1 mlU/L düzeyinde tutulmuştur. Bu dönemde tüm hastalara toplam 4.5 gr İV pulse metil prednisolon tedavisi verilmiştir. Pulse steroid tedavisi sonrası hastalar, iki gruba randomize edilmiştir. Birinci grup, total tiroidektomi için cerrahiye yönlendirilmiştir. Cerrahi sonrasında levotiroksin tedavisi ile hastaların TSH'sı 0.4-1 mlU/L aralığında tutulmuştur. İkinci grup, antitiroid tedavi ve gereğinde bu tedaviye levotiroksin eklenmesi ile TSH'sı 0.4-1 mlU/L aralığında tutulacak şekilde izlenmiştir. Hastalar, sigara içimi açısından sorgulanmış ve tiroid hacmini belirlemek için tiroid USG yapılmıştır. Takipte TSH, sT4, TSH reseptör antikoru (TRAb), tiroglobulin, anti-Tg, anti-TPO serum düzeyleri, hertelmetre ölçümü ve KAS kullanılmıştır. Bu veriler hasta alımı devam eden çalışmanın ilk verileridir.

Bulgular: Toplam 22 hastadan cerrahi koluna randomize edilen 12 hastanın yaş ortalaması 44±8.7, medikal tedavi koluna randomize edilen 10 hastanın yaş ortalaması ise 35±12.9 idi. Başlangıçta her iki tedavi kolu arasında yaş, cinsiyet, sigara içimi, hipertiroidizm ve orbitopati süreleri, tiroid hacimleri, TSH, sT4 ve TRAb düzeyleri açısından fark saptanmamıştır. Altı aylık takip sonucunda her iki tedavi kolunda da propitozis (p<0.05) ve KAS’ da (p<0.01) saptanırken, kapak açıklığında ve diplopide anlamlı düzelme gerçekleşmemiştir. Cerrahi ve medikal tedavi grupları karşılaştırıldığında TRAb düzeylerinde benzer azalma olmuş; propitozis, kapak açıldığı, KAS ve diplopi açısından fark tespit edilmemiştir. Cerrahi kolundaki üç hastaya ek tedaviler uygulanmıştır. Bir hastada optik nöropati gelişmiş ve hastaya dekompresyon cerrahisi yapılmıştır. Bir hastada ise, patolojide papiller tiroid karsinomu saptanması üzerine hastaya 100 mCi radyoaktif iyot tedavisi verilmiştir. Bir hastada da tedavinin 3. Ayında KAS’ da artıs olması üzerine steroid dozu 12 gr'a tamamlanmıştır.

Sonuç: Altı aylık takipte cerrahi ve medikal tedavi kolları arasında propitozis, kapak açıklığı, KAS ve diplopi açısından anlamlı fark tespit edilmemiştir, hastaların takibi ve yeni hasta alımı devam etmektedir.

92 - Tiroid nodüllerinin Elastosonografik değerlendirilmesinde nodül lokalizasyonunun önemi - 2010

Çakır, B., C. Aydın, B. Korukluoğlu, R. Ersoy, İ.Ç. Şişman, D. Özdemir, D. Tüzün, A. Oğuz ve G. Güler
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 172, P195, Antalya, 2010

ABSTRACT

AMAÇ:  Bu çalışmanın amacı işlemin yapıldığı nodüllerin lokalizasyonuna göre ES skorlarında değişiklik olup olmadığını araştırmak ve maligniteyi öngörmede nodül lokalizasyonunun önemini belirlemektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Tiroid polikliniğimize başvuran, nodül büyüklüğü, bası bulguları, malignite veya malignite şüphesi nedeniyle tiroidektomi kararı alınan 242 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastalardaki 334 tiroid nodülüne real-time ES hem transvers aksda (T) hem de longutudinal aksda (L) uygulandı. Gri skalada nodül lokalizasyonları sağ lob, sol lob, istmus, inferior, orta, superior, anterior, posterior ve bu bölgelerin kombinasyonları olarak tanımlandı.

 ES ile belirlenen skorlamada skor 1-2 benign (Grup 1), skor 3,4,5 malign (Grup 2)  olarak kabul edildi. Tüm nodüllere ince iğne aspirasyon biyopsisi uygulandı. T ve L aksda nodülün lokalizasyonuna göre ES skoru, sitolojik ve histopatolojik bulgular değerlendirildi.

BULGULAR: 334 nodülün 104’ü (%31.14) malign, 230’u (%68.86) nın benign idi.  Transvers aksda Grup 1’de histopatolojik benign nodül sayısı 140 (spesifite: %60.87), malign nodül sayısı 42 (yanlış negatif: %40.78) idi. Bu nodüllerin 10’u (%23.81) lobun tamamını dolduruyordu. 4’ü (%9.52) superior anterior, 4’ü inferioru kaplayan konumda idiler. Bu nodüllerin 24’ü (%57.14)’ü sağ lobda, 15’i (%35.71) sol lobda ve 3’ü (%7.14) istmusta idi. Transvers aksda yanlış negatif saptanan nodüllerin 25’i (%64.10) inferior bölgede yer almaktaydı. T aksda Grup 2’de benign nodül sayısı 90 (yanlış pozitif: %39.13) idi. Bu nodüllerin 15’i (%17.05) inferior anteriorda, 14’ü (%15.91) inferior posteriorda, 9’u (%10.29) inferioru tamamen kaplayan ve 8’i (%9.09) orta posteiorda idi. Nodüllerin %44.7’i sağ lobda, %50’si sol lobda ve 2’si (%2.22) istmusta idi. Toplam olarak 90 nodülün 58’i sı (%65.92)’i inferiorda lokalize idi. T aksda malign nodül sayısı 61 (sensitivite: %59.62) idi. L aksda Grup 1’de benign nodül sayısı 86 (spesifite: %37.3), malign nodül sayısı 27 (yanlış negatif: %25.9) idi. 6’sı (%23.08) lobun tama yakını kaplıyordu. 5 nodül (%19.23) inferior anteriorda idi. Nodüllerin 19’u (%70.37) sağ lobda, 7’si (%25.93) sol lobda, ve 1’i (%3.70) istmusta idi. L aksta belirlenen yanlış pozitif nodüllerin 20’si (%76.93) inferiorda idi. L aksda yanlış pozitif orana neden olan 144 nodülün 24’ü (%17.02) inferior posteriorda, 23’ü (%16.31) inferior anteriorda, 17’si (%12.06) inferioru kaplayan, 14’ü de (%9.93) orta posterior yerleşimli idi. Yine bu 144 nodülden 71’i (%49.31) sağ lobda, 70’i (%48.61) sol lobda ve 3’ü (%2.08) istmusta yerleşik idi.

 

Resim 1. Sağ lob superior anterior yerleşimli, ES skoru:5


 

Resim 2. Sol lob inferior anterior yerleşimli, ES skoru: 4


 

Resim 3. Sağ lob medial yerleşimli, ES skoru: 5


  

SONUÇ: ES skorlamasında yanlış pozitif olarak bulunan nodüllerin çoğunlukla inferior yerleşimli olması olması dikkat çekicidir.

 

91 - Tiroid nodüllerine Elastosonografi uygulamasında nodül büyüklüğü skorlamayı etkiler mi? - 2010

Çakır, B., C. Aydın, B. Korukluoğlu, R. Ersoy, İ.Ç. Şişman, D. Özdemir, D. Tüzün, A. Oğuz ve G. Güler
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 172, P194, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Elastosonografi (ES) benign ve malign tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısında kullanımı yaygınlaşan bir tekniktir. Bununla birlikte nodül boyutunun ES skorları üzerindeki etkisine dair literatürde veri mevcut değildir. Bu çalışmanın amacı işlemin yapıldığı nodülleri en uzun aksına göre gruplandırarak skor farkının ve histopatolojik sonucun malign ve benign nodül ayırımında faydalı olup olmadığını araştırmaktır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Tiroid polikliniğimize başvuran, nodül büyüklüğü, bası bulguları, malignite veya malignite şüphesi nedeniyle tiroidektomi kararı alınan 242 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastalardaki 334 tiroid nodülüne real-time ES ile aynı kişi tarafından uygulandı. ES ile belirlenen skorlara göre; skor 1-2 benign (Grup A), skor 3,4,5 malign (Grup B)  olarak kabul edildi. ES işlemi yapılan nodüllerde nodülün en uzun boyutu temel alınarak 4 grup oluşturuldu. Grup 1: <5 mm, Grup 2: 5-10 mm, Grup 3: 11-40 mm ve Grup 4: >40 mm. Tüm nodüllere fine neddle aspiration biopsy (FNAB) uygulandı. Nodüller sitopatolojik ve histopatolojik olarak değerlendirildi. Transvers(T) ve longutudinal(L) aksda nodül büyüklüğü skor ve histopatoloji açısından ilişki olup olmadığı incelendi.

BULGULAR: 242 hastanın 198’i kadın (81.82%), 44’ü erkek (18.18) olup yaş ortalaması 46.66±12.12 yıl (min:19;max:77) idi. Kadın olguların yaş ortalaması 45.25±12.05 yıl erkeklerin yaş ortalaması 47.65±12.48 yıl olup cinsiyete göre  gruplar arasındaki fark anlamlı değildi (p=0.234). Preoperatif ES ile değerlendirilen 334 nodülün 104’ünün (%31.14) malign, 230’unun (%68.86) benign olduğu histopatolojik olarak gösterildi. 334 nodülün 8’i (%2.40) Grup 1, 84’ü (%25.15) Grup 2, 216’sı (%64.67) Grup 3, 26’sı (%7.78’i) Grup 4’de idi. Grup 1’de T aksta Grup A’da 5 nodül (%2.75) Grup B’de 3 nodül (%1.97);  L aksta Grup A’da 5 nodül (%4.42), Grup B’de 3 nodül (%4.42) saptandı. Grup 2’de (T) aksta Grup A’da 41 nodül (22.53), Grup B’de 43 nodül (%28.29); (L) aksta Grup A’da 24 nodül (%21.24), Grup B’de 60 nodül (%27.15) mevcuttu.  Grup 3’de (T) Grup A’da 112 nodül (61.54), Grup B’de 104 nodül (%68.42); (L) Grup A’da 69 nodül (%61.06), Grup B’de 147 nodül (%66.52) mevcuttu.

Grup 4’de (T) Grup A’da 24 (%13.19), Grup B’de 2(%1.32); (L) Grup A’da 15 (%13.27), Grup B’de 11 nodül (4.98) bulundu. L aksda Grup A nodüllerin %4.42’si Grup 1’de iken, Grup 4’deki nodül oranı %13.27 idi.  L aksda Grup B nodüllerin %1.36’sı Grup 1’de, %4.98’i Grup 4’de idi (p=0.012). T aksta Grup A’daki nodüllerin %2.75’i Grup 1’de, %13.19’u ise Grup 4’de idi. T aksta Grup B nodüllerin  %1.97’i Grup 1’de, %1.32’i Grup 4’de idi (p=0.001).

SONUÇ: Nodül boyutlarına göre histopatolojik dağılım anlamlı bir gruplama değilken (p=0.236) nodül boyutlarına göre skorlama anlamlı bir gruplama olarak görülmüştür (p<0.05).

 Bu durum histopatoloji sonuçları ile nodül boyutları arasında bir ilişki olmadığını; skorlamadaki ilişkinin istatistiksel olarak anlamlı olmasına rağmen patoloji ile uyumlu olmadığını göstermektedir.

   

Grup 1: < 5mm                                                                   


 

Grup 2: 5- 10mm


 

Grup 3: 11-40mm


 

Grup 4: > 40 mm


90 - Folliküler tiroid kanserlerinde Elastosonografi skorlamasının yeri - 2010

Çakır, B., R. Ersoy, C. Aydın, B. Korukluoğlu, İ.Ç. Şişman, D. Özdemir, D. Tüzün, A. Oğuz ve G. Güler
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 160, P168, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Tiroid nodüllerinde elastosonografi (ES) işlemi differansiye tiroid kanserlerinde yeni kullanılmaya başlanan ve sonuçları henüz net olmayan bir tekniktir. Biz bu çalışmada prospektif olarak ES uygulanmış ve histopatolojik olarak folliküler tiroid kanseri tanısı almış 13 nodülün ES skorlarını değerlendirmeyi amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Tiroid polikliniğimize başvuran, nodül büyüklüğü, bası bulguları, malignite veya malignite şüphesi nedeniyle tiroidektomi kararı alınan 242 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastalardaki 334 tiroid nodülüne real-time ES ile aynı kişi tarafından hem transvers aksda hem de longutudinal aksda uygulandı. ES ile belirlenen skor 1-2 benign (Grup I), skor 3,4,5 malign (Grup II) olarak kabul edildi. Tüm nodüllere fine neddle aspiration biopsy (FNAB) uygulandı. Nodüller sitopatolojik ve histopatolojik olarak değerlendirildi. Transvers ve longutudinal aksda skor ve histopatolojik bulgular karşılaştırıldı.

Bulgular: 334 nodülün 104'ü (%31.14) malign, 230'u (%68.86) nın benign olduğu histopatolojik olarak gösterildi. 104 malign nodülün 13'ü follüküler kanser tanısı aldı. Transvers aksda 13 folliküler ca'nın 12'si (%92.31) Grup I içinde idi. Longutidunal aksda 13 folliküler kanserin 7'si (%53.85) Grup I, 6'sı (%46.15) İse Grup II olarak değerlendirilmişti. Transvers aks ile longutudinal aksa göre belirlenen ES skorları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.001).

Sonuç: Folliküler kanserlerin ES işleminde transvers aksda yapılan uygulama ile yalancı negatifliği %92.31, longutudinal aksda yapılan uygulama ile yalancı negatifliği %53.85 olarak tanımlanmıştır. Bu bulgular ES tekniğinin folliküler kanserlerde skorlama yöntemi kullanılarak tanı koymada uygun bir teknik olmadığını göstermektedir.

89 - Differansiye tiroid kanserlerinde elastosonografi ile belirlenen strain indekslerinintanısal değeri - 2010

Çakır, B., B. Korukluoğlu, C. Aydın, D. Tüzün, İ.Ç. Şişman, A. Oğuz, D. Özdemir, G. Güler, G. Güney, A. Kuşdemir, S.Y. Sanisoğlu ve R. Ersoy
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 159, P166, Antalya, 2010

ABSTRACT

AMAÇ: Bu prospektif çalışmada histopatolojik olarak differansiye tiroid kanseri (DTC) olduğu doğrulanmış nodüllerde Elastosonografi (ES) ile strain index (SI) değerlerini belirlemeyi ve bu değerlerin nodüler tiroid hastalıklarının ayırıcı tanısında önemini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: 292 olguda mevcut olan 391 tiroid nodülüne longitudinal aksta (LA) real-time ES yapıldı. Tiroid nodüllerinin ES skorları belirlendi. Ayrıca her nodüle ait SI longitudinal aksta (LA) hesaplandı. Elde edilen veriler histopatolojik sonuçlar ile karşılaştırıldı.

BULGULAR: Histopatoloji sonuçlarına göre, 391 nodülün 125’i (%31.97) malign, 266’sı (%68.03) benign idi. 125 malign nodülün 100’ü papiller tiroid karsinoma (PTC) (70’i klasik papiller karsinoma, 24’ü papiller ca’nın folliküler varyantı, 3’ü solid trabeküler varyant karsinoma,  2’si kolumnar papiller varyant karsinoma,1’i onkositik papiller varyant karsinoma), 15’i folliküler karsinoma, 9’u hurtle hücreli karsinoma,  1 tanesi de medüller karsinoma idi. Medüller karsinoma olgusu çalışma dışı bırakıldı. Histopatolojik tanısı PTC ve varyantları olan 100 nodülün SI’leri 266 benign nodülün verileri ile karşılaştırıldığında %90 sensitivite (Sn) için SI cut-off değeri 5.885  (AUC 77.6±0.03%; p=0.014) idi. ES skoru 4-5 olan, düzensiz sınırlı, Tip 1 kanlanma paterni olan, hipoekojen nodüllerde %90 Sn için SI cut-off değeri 17.020 (Sp: 50%, AUC 72.4±0.08%; p=0.011) olarak bulundu. Klasik PTC olan 70 nodülün verileri benign nodüller ile karşılaştırıldığında %90 Sn için SI cut-off değeri 7.855 idi (AUC 79.2±%0.03; p<0.001). PTC’nin varyantı olduğu belirlenmiş 30 nodül için en uygun SI cut off değeri 14.785 idi (Sn: 73.3%, Sp: 66.2 %, PPV: %19.6, NPV: %95.7).  Bu nodüllerde LA’ da  %90 Sn için SI cut off değeri 4.480 (Sp: 35.7) olarak hesaplandı. Foliküler karsinoma ve hurtle hücreli karsinoma için olgu sayısı yeterli olmadığı için analiz yapılamamıştır.

SONUÇ: Çalışmamız DTC’de ES ile belirlenen skorlama tekniği ve SI’lerine ait cut-off değerlerinin belirlendiği ilk geniş serili klinik çalışmadır. Buna göre PTC’de LA’da %90 Sn için SI cut-off değeri 5.885 olarak belirlenmiştir. ES ile SI indeksi ölçümünün yüksek sensitiviteye sahip yeni bir yöntem olarak PTC ve alt tipleri için kullanılabileceği, Foliküler karsinoma ve hurtle hücreli karsinoma için daha geniş serili çalışmaların gerekli olduğu görüşündeyiz.

     

Tablo 1.  PTK saptanan 100 nodül için B-mod USG özellikleri ile belirlenen SI değerleri, Spesifite, Sensitivite ve doğruluk oranları

 
 

En uygun SI cut-off değeri

90% Sn için SI cut-off değeri

 

SI

Sn (%)

Sp (%)

AUC (%)

p

SI

Sp (%)

ES 4-5

44.854

60.6

61.5

62.8±0.04

0.007

10.253

27.7

Halo Yok

17.053

86.8

71.6

81.0±0.04

<0.001

8.322

52.7

Hipoeko

16.709

76.7

67.8

76.6±0.03

<0.001

5.592

42.3

Tip 1 kanl

16.709

77.5

70.2

78.4±0.03

<0.001

8.074

50.8

Halo+hipo

24.953

81.6

75.0

82.0±0.04

<0.001

7.700

54.7

ES+ hipo

43.983

63.9

62.5

64.5±0.05

0.005

11.361

31.2

ES+halo

57.000

58.5

76.9

71.5±0.06

0.003

19.361

46.1

Tip 1+ hipo

16.709

77.5

70.3

78.6±0.03

<0.001

8.074

51.3

Tip 1+ halo

17.053

89.2

73.4

83.7±0.04

<0.001

10.100

54.7

Tip 1+ ES

45.542

59.6

63.3

62.1±0.05

0.022

10.253

29.6

Halo+Hipo+Tip1

24.953

82.4

77.8

83.6±0.04

<0.001

10.100

57.4

Halo+Hipo+ES

57.000

60.0

75.0

71.0±0.07

0.008

19.361

45.0

Tip 1+Hipo+ES

44.671

62.5

63.0

62.5±0.06

0.030

9.937

25.9

Tip1+Halo+ES

48.475

67.9

70.8

73.5±0.07

0.004

17.386

50.0

HEPSİ

40.969

71.4

66.7

72.4±0.08

0.011

17.020

50.0

  

Tablo 2.  Klasik PTK saptanan 70 nodül için B-mod USG özellikleri ile belirlenen SI değerleri, Spesifite, Sensitivite ve doğruluk oranları

 

En uygun SI cut-off değeri

90% Sn için SI cut-off değeri

 

SI

Sn (%)

Sp (%)

AUC (%)

p

SI

Sp (%)

Halo Yok

17.053

88.4

74.3

82.9±00.4

<0.001

8.322

54.3

Tip 1 kanl

16.709

81.8

71.9

80.6±0.03

<0.001

8.025

51.8

Mikrokal

16.595

81.2

75.4

83.6±0.03

<0.001

5.886

47.0

Tip 1+ halo

31.547

66.7

77.8

80.6±0.10

0.019

3.904

55.6

Mikro+Halo

16.938

88.4

81.7

88.0±0.03

<0.001

8.322

60.0

Tip 1+ Mikro

16.585

81.5

78.5

85.8±0.03

<0.001

8.025

56.5

Halo+Mikro+Tip1

16.595

81.5

78.5

90.3±0.03

<0.001

8.025

56.5

 

Resim 1. Sol lob inferior anterior yerleşimli nodül, SI: 12.95, Histopatoloji: PTK

 
 

88 - Sellüler adenomatöz nodüllere yaklaşımda elastosonografinin tanısal değeri - 2010

Çakır, B., C. Aydın, R. Ersoy, B. Korukluoğlu, İ.Ç. Şişman, D. Özdemir, D. Tüzün, A. Oğuz ve G. Güler
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 157, P161, Antalya, 2010

ABSTRACT

GİRİŞ: Selüler adenomatöz nodüller (SAN) Bethesda klasifikasyonuna göre benign grupta yer almaktadır. Bununla birlikte bu tip nodüllere yaklaşım konusunda tiroidologlar arasında fikir birliği bulunmamaktadır. Bu çalışmada sitopatolojik olarak SAN tanısı alan vakalarda yeni bir yöntem olan elastosonografinin (ES) tanısal değerini belirlemeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Tiroid polikliniğimize başvuran, nodül büyüklüğü, bası bulguları, malignite veya malignite şüphesi nedeniyle tiroidektomi kararı alınan 242 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastalardaki 334 tiroid nodülüne real-time ES ile aynı kişi tarafından hem transvers aksda hem de longutudinal aksda uygulandı. ES ile nodüller 1-5 arasında skorlandı. Tüm nodüllere ince iğne aspirasyon biyopsisi uygulandı. Nodüller sitopatolojik ve histopatolojik olarak değerlendirildi. Sitolojik olarak SAN olarak tanımlanan nodüllerin transvers ve longutudinal aksda ES skorları ve histopatolojik bulguları karşılaştırıldı.

BULGULAR: Toplam 242 olguda mevcut olan 334 tiroid nodülünün 51’inde sitopatolojik olarak SAN tanısı mevcut idi. Bu nodüllerin final patolojilerinde 38 nodül (%74.54) benign, 13 nodül (%25.49) malign olarak raporlandı. Malign nodüller incelendiğinde 3’ü papiller carcinom, 4’ü folliküler carcinom, 5’i papiller kanserin varyantı ve 1’i hurtle hücreli carcinom idi. SAN ile ES yapılan 51 olguda transvers aksda 8’i(%15.69) skor 1, 28’i (%54.90) skor 2, 12’i (%23.53) skor 3, 2’si (%3.92) skor 4 ve 1’i (%1.96) skor 5 olarak değerlendirildi. Longutudinal aksda ise 4’ü (%7.84) skor 1, 22’si (%43.14) skor 2, 13’ü (%25.49)’u skor 3, 10’u (%19.61) skor 4, ve 2’si (%3.92) skor 5 idi. Histopatoloji sonuçları ile ES skorları arasında da anlamlı bir uyum yoktu. Transvers skorlama ile skor 1 olan nodüllerin %75’i, skor 2 olan nodüllerin %64’ü, skor 3 olanların %100’ü, skor 4 olanların %100’ü ve skor 5 olanlarında %50’si benign idi. Longutudinal skorlama ile skor 1 olan nodüllerin %75’i, skor 2 olan nodüllerin %72’si, skor 3 olan nodüllerin %69’u, skor 4 olan nodüllerin %90’ı ve skor 5 olan nodüllerin %50’si benign idi.

 

Resim1. Sitoloji sonucu SAN olan bir nodülün Longitudinal aksta ES ve B-mode görüntüsü (Skor 2)

 


 

Tablo 1Hastaların demografik verileri

 

Tüm Hastalar

SAN (+) Hastalar

N

242

39

Yaş ortalaması (Yıl)

46.66±12.12

44.93±13.17

K/E

198 / 44

31 / 8

Nodül(N)

334

51

Benign / Malign

230 / 104

38 / 13

  

Tablo 2Her iki aksta ES skorlarına göre nodül dağılımları

ES Skoru

1

2

3

4

5

Transvers Aks(N)

%

8

15.69

28

54.90

12

23.53

2

3.92

1

1.96

Longitudinale Aks(N)

%

4

7.84

22

43.14

13

25.49

10

19.61

2

3.92

   

SONUÇ: ES skorlamalarına göre skor 3,4 ve 5 olarak tanımlanan ve malign olması beklenen nodüllerin patoloji sonuçlarına göre yüksek oranda benign bulunmaları ES skorlarının tanısal değeri konusunda ciddi soru işaretleri oluşturmaktadır. TİİAB ile SAN olarak tanımlanan nodüllerin ayırıcı tanısında ES skorlamasının yararlı olmadığı görüşündeyiz

 

87 - Benign ve malign tiroid nodüllerinin ayırımında Elastosonografi ile belirlenen strain indekslerinin tanısal değeri: İlk klinik sonuçlar - 2010

Çakır, B., C. Aydın, B. Korukluoğlu, D. Özdemir, İ.Ç. Şişman, D. Tüzün, A. Oğuz, G. Güler, G. Güney, A. Kuşdemir, S.Y. Sanisoğlu ve R. Ersoy
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 80, S017, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Elastosonografi (ES) işlemi malign ve benign tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısında kullanılan yeni bir tekniktir. Bu güne kadar yapılan çalışmalarda ES'de elde edilen skorlar histopatolojik verilerle karşılaştırılmış ve malign-benign ayrımında skorlarnanın spesifite (Sp) ve sensitivitesi (Sn) belirlenmeye çalışılmıştır. Biz bu çalışmada ES skorlaması ile birlikte tiroid nodüllerinin strain indekslerini (SI)de belirledik. Histopatolojik olarak benign veya malign olduğu doğrulanmış nodüller için ES'nin hem skorlama hem de hesapladığımız SI değerlerine göre tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısındaki rolünü araştırmayı amaçladık.

Gereç ve Yöntem: 292 olguda mevcut olan 391 tiroid nodülüne transvers aks (TA) ve longitudinal aksta (LA) real-time ES yapıldı. Tiroid nodüllerinin ES skorları belirlendi. Her nodüle ait SI'i LA ve TA da 4'er defa ölçüldü ve ortalamaları alındı. Elde edilen veriler histopatolojik final sonuçları ile karşılaştırıldı.

Bulgular: Histopatoloji sonuçlarına göre, 391 nodülün 125'i (%31.97) malign, 266'sı (%68.03) benign idi. Patoloji sonucunda benign olduğu belirlenen 266 nodülden 189'u (%71.05'i) elastosonografik skorlamaya göre benign grupta (Skor 1-2-3), 77 nodül (%28.95) ise malign grupta (Skor 4-5) idi. Patoloji sonucu malign bulunan 125 nodülün 52'si (%41.60) elastosonografik skorlamaya göre benign grupta, 73'ü (%58.40) skorlamaya göre malign grupta idi. Skorlama ile patoloji sonuçlarının anlamlı derecede ilişkili oldukları bulundu (X2=36.513; p<0.001). Bu sonuçlara göre ES skorlaması için sensitivite ve spesifite değerleri sırasıyla 58.4% ve 71.0% olarak bulundu. SI'ne göre yapılan ilk değerlendirmede LA strain oranları için elde edilen ROC analizi değeri (AUC: 75,5%; p<0.001) TA strain indeksi için elde edilen ROC analizi (AUC: 66,0%) değerine göre daha yüksek açıklayıcılığa sahipti. Bu nedenle ROC analizi değerlendirmeleri sadece LA'daki SI'leri için uygulandı. Tüm nodüller için LA'da en uygun SI cut off değeri olarak 16.709 bulundu (Sn: 73.4%, sp: 70.0%) (AUC: 75.4±0.03%; 70.2-80.5%). Bu aksda 90% sensitivite için SI cut off değeri ise 4.516 (Sp: 35.7%) idi.

Sonuç: Çalışmamız benign ve malign tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısında ES ile belirlenen skorlama tekniği ile birlikte SI'lerine ait cut off değerlerinin bulunduğu, kullanıldığı ve karşılaştırıldığı ilk geniş serili klinik çalışmadır. Bulgularımıza göre ES'de SI'lerinin benign ve malign tiroid tanısında ES skorlamasına göre daha prediktif olduğu sonucuna varılmıştır.

86 - Tiroid nodüllerinde Elastosonografi skorlaması hangi aksta yapılmalıdır? - 2010

Çakır, B., C. Aydın, B. Korukluoğlu, R. Ersoy, İ.Ç. Şişman, D. Özdemir, D. Tüzün, A. Oğuz ve G. Güler
Ulusal Bildiriler 32. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Konuşma Özetleri Kitabı, 76, S008, Antalya, 2010

ABSTRACT

Amaç: Elastosonografi (ES), yakın zamanda geliştirilen, ultrasonografiyi (USG) kullanarak, dışarıdan güç uygulaması sonucu meydana gelen biçimsel değişikliğin derecesini ölçerek doku sertliğini değerlendiren dinamik bir tekniktir. Bu güne kadar tiroid üzerinde yapılan çalışmalar genellikle ES' nin maligniteyi öngörmedeki rolünü araştıran çalışmalardır. Tiroid nodüllerine elastosonografi işleminin hangi aksda yapılacağına dair literatürde veri mevcut değildir. Biz bu çalışmada tiroidde ES işleminin yapıldığı transvers ve longitudinal akslardaki skor farkının tiroid nodüllerinde malign ve bening ayırımında faydalı olup olmadığını araştırmayı amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Tiroid polikliniğimize başvuran, nodül büyüklüğü, bası bulguları, malignite veya malignite şüphesi nedeniyle tiroidektomi kararı alınan 242 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastalardaki 334 tiroid nodülüne real-time ES aynı kişi tarafından hem transvers aksda hem de longutudinal aksda uygulandı. ES ile belirlenen skor 1-2 benign (Grup I), skor 3,4,5 malign (Grup II) olarak kabul edildi. Tüm nodüllere ince iğne aspirasyon biyopsisi uygulandı. Nodüller sitopatolojik ve histopatolojik olarak değerlendirildi. Transvers ve longutudinal aksda skor ve histopatolojik bulgular karşılaştırıldı.

Bulgular: 242 hastanın 198'i kadın (81.82%), 44'ü erkek (18.18) olup yaş ortalaması 46.66±12.12 yıl (min: 19; max: 77) idi. Kadın olguların yaş ortalaması 45.25±12.05 yıl erkeklerin yaş ortalaması 47.65±12.48 yıl olup cinsiyete göre gruplar arasındaki fark anlamlı değildi (p=0.234). Preoperatif ES ile değerlendirilen 334 nodülün 104'ünün (%31.14) malign, 230'unun (%68.86) benign olduğu histopatolojik olarak gösterildi. Transvers aksda Grup l'de histopatolojik benign nodül sayısı 140 (spesifite: %60.87), malign nodül sayısı 42 (yanlış negatif: %40.78); transvers aksda Grup 2'de benign nodül 90 (yanlış pozitif: %39.13), malign nodül sayısı 61 (sensitivite: %59.62) idi. Longutudinal aksda Grup I de benign nodül sayısı 86 (Spesifite: %37.39), malign nodül sayısı 27 (yanlış negatif: %25.96); longutudinal aksda Grup 2 de benign nodül sayısı 143 (yanlış pozitif: %62.61), malign nodül sayısı ise 77 (sensitivite: %74.04) olarak bulundu.

Sonuç: Çalışmamız sonucunda sensitivite açısından transvers ile longutudinal aks arası farklılık anlamlı idi (p=0.036). Malign nodüllerin tespiti için longutinal aks daha sensitif bulundu. Spesifite açısından transvers ile longutudinal aks arasında farklılık anlamlı idi (p=0.002). Benign nodüllerin tespiti için transvers ak daha spesifik bulundu.

85 - Kistik tiroid nodüllerine Perkütan etanol enjeksiyonu deneyimimiz - 2010

Çakır, B., R. Üçler, D. Arpacı, F. Balkan, A. Dirikoç ve R. Ersoy
Ulusal Bildiriler 4. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Bildiri ve Özet Kitabı, 49, P22, İstanbul, 10-11 Nisan 2010

ABSTRACT

AMAÇ: Perkütan etanol enjeksiyonu (PEE) seçilmiş tiroid nodüllerine cerrahi dışı tedavide kullanılan ve ultrasonografi (US) eşliğinde uygulanan minimal invaziv bir yöntemdir. Etanol enjeksiyonu küçük damarlarda tromboz ve reaktif fibrozis aracılığı ile sellüler dehidratasyon, protein denatürasyonu, koagülatif nekroz ve hemorajik infarkt oluşturarak irreversibl doku hasarına neden olur.  Bu bildiride kliniğimizde PEE uyguladığımız olgularımız sunulmuştur.

GEREÇ ve YÖNTEM: Ocak 2006- Aralık 2009 tarihleri arasında 8 hastaya kliniğimizde PEE işlemi uygulandı. Tüm hastalara işlem konusunda bilgi verildi ve imzalı onam formu düzenlendi. Benign olduğu doğrulanan kistik nodüllerden kist sıvısı US eşliğinde aspire edildi. Aspire edilen sıvının %20-40’ı kadar miktarda %95 yoğunlukta etanol, yine US eşliğinde kist poşuna enjekte edildi. Yüzde 95 yoğunluktaki etanolün içinde yabancı cisim veya partikül olması ihtimali göz önüne alınarak etanol enjektöre çektikten sonra, enjektör ucuna tek kullanımlık steril bir mikro filtre (MFS 25 Advantec MFS®, Inc. Disposable syringe filter, unit pressure limitation 5.3 kg/cm2 Celluluse asetate Cat no: 25CS020AS, Made in Japan) yerleştirildi. Bu mikrofiltrenin diğer ucuna 21 G iğne takıldı. Etanol bu steril mikrofiltreden geçirilerek kist boşluğuna enjekte edildi (Şekil 1).

 

Şekil 1: 1a. PEE işlemi için kliniğimizde kullandığımız mikro filtre, 1b. %95 konsantrasyonda etanol çekildikten sonra mikro filtre takılmış enjektör.

  


   

BULGULAR: Hastaların 4’ü kadın, 4’ü erkek olup yaş ortalaması 46.5 (28-58) yıl idi. İlk işlemden itibaren her ay US ile nodül boyutları kontrol edildi. PEE uygulanan nodüllerin ortalama başlangıç volümü 13.6 mL (3.8- 36.7 mL) ve ortalama enjekte edilen etanol volümü 6,5 mL (1.5- 15 mL) idi. İlk işlemden sonraki ilk kontrolde 2 hastada %50 den fazla volüm küçülmesi sağlandı. Altı hastaya efektif küçülme sağlanamadığı için ikinci kez PEE işlemi uygulandı.. İkinci işlemde ortalama nodül volümü 10.7 mL (6.5- 32.4 mL), ortalama enjekte edilen etanol miktarı 4,5 mL (3- 15 mL) mL idi. Bu işlem sonrasındaki kontrolde 4 hastada daha başlangıca göre %50 den fazla volüm küçülmesinin gerçekleştiği saptandı. İki hastada 2 PEE işlemi sonrası efektif küçülme sağlanamadı. Bu hastalardan birinde nodülün solid komponenti küçülen kistik alana doğru ekspanse oldu. Diğer hastanın ise hemorajik karakterde içeriği olan kistik nodülü mevcuttu. Bu hastalara tiroidektomi önerildi. Altıncı ayda yapılan kontrolde 6 hastadan 4’ ünde kistik alan tamamen kaybolmuştu. Bu kontrole göre 6 hastanın ortalama nodül volümü 0.36 mL (0.25- 0.54 mL) olarak hesaplandı. Hastaların 1. yılda PEE uygulanan nodüllerine TİİAB tekrarlandı. Altı nodülde de sitolojik bulgular benign idi.

84 - İnterstisyel akciğer hastalığı ve otoimmün Tiroidit birlikteliği - 2009

Tanrıverdi, E., A. Karalezli, C. Aydın, H.C. Hasanoğlu, B. Çakır
Ulusal Bildiriler "31. TUSAD Ulusal Kongresi" Bildiri Kitabı, EP-106, Çeşme, İzmir, 2009

ABSTRACT

GİRİŞ: Otoimmünite belli bir organ veya hücre tipine yönelik immün reaksiyonları içerebileceği gibi; bir çok organda lezyonla karakterli ve otoantikorların multipl oluşuyla ilişkilimultisistem hastalıklarını da içerir. Tiroiditleri de içeren çeşitli otoimmün hastalıklar interstisyel akciğer hastalıklarına eşlik edebilir. 

AMAÇ: Otoimmünitenin multipl organları hedef alabilme karakteri ve interstisyel akciğer hastalığı ile otoimmün tiroid hastalığının birlikte olduğu vaka sunuları araştırmamızın çıkış noktası olmuştur. İnterstisyel akciğer hastalığı ve otoimmün tiroid hastalığı birlikteliğinin sıklığını saptamayı ve bu hastaların klinik takibine, tedavilerine muhtemel katkılarını belirlemeyi hedefledik.

METOD: İAH tanılı 23 hastanın TFT, tiroid otoantikorları, tiroid USG ve tiroid iğne aspirayon biyopsisi sonuçları retrospektif olarak kaydedildi. Aynı şekilde otoimmün tiroidit tanısı alan 19 hastanın akciğer grafisi, HRCT, SFT ve diffüzyon testi kayıtları retrospektif tarandı. 

BULGULAR: İAH olan 23 hastadan 18’i kadın 5’i erkekti. Yaş ortalaması 47.82±15.1 idi. 7’sinin tiroid USG’sinde kronik tiroidit zemininde gelişen multinodüler guatr raporlanmıştı (1 hastada anti TPO-anti TG yüksekti, 1 hastada TSH düşüktü). 6 hastanın USG’sinde kronik tiroidit raporlandı (2 hastanın tiroid otoantikorları yüksekti). 4 hastada MNG ve 1 hastada TSH düşüklüğü ile seyreden subklinik tirotoksikoz mevcuttu. Sadece beş hastanın TFT, otoantikor ve tiroid USG bulguları normaldi. Mevcut bulgularla 13 hastada (%56.5) otoimmün tiroidit (antikor pozitif ve antikor negatif) saptandı. Haşhimato tiroiditi tanılı 19 hastanın tümü kadındı, yaş ortalaması 41.84±12.49 idi ve HRCT ile İAH tanısı alan hasta saptanmadı. 

SONUÇ: Otoimmün hastalıklar sıklıkla bir arada görülebilmektedir. İAH olan hastalarda otoimmün tiroidit birlikteliği mevcut bulgularla sık görülmektedir. Ancak sıklığın bu kadar yüksek oranlarını söyleyebilmek için hasta sayısının yetersiz olduğunu düşünmekteyiz.

83 - Akromegalik hastalarda H. Pylori sıklığı ve endoskopik değerlendirme - 2009

Ersoy, O., R. Ersoy, E. Akın, A.B. Demirezer, Ş. Büyükaşık, E. Selvi, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 26. Ulusal Gastroenteroloji Haftası, Bildiri Kitabı, P324, Ankara, 2009

ABSTRACT

Amaç: Helikobakter Pylori (H.Pylori) mide kanseri nedenlerinden biridir ve akromegali hastalarında malignite görülme sıklığında artma olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı akromegalili hastalarda H.Pylori sıklığını ve bu hastaların endoskopik özelliklerini araştırmaktı.

Materyal ve Metod: Çalışmaya Endokrinoloji Kliniği tarafından akromegali tanısı konulmuş 27 hasta (17 kadın/10 erkek) alındı. Tüm hastaların üst gastrointestinal sitem endoskopisi sedasyon eşliğinde yapıldı. Endoskopi sırasında saptanan patolojik görünümler anatomik olarak özefagus, mide ve duodenum olmak üzere 3 bölgede incelendi. Antrumdan histopatoloji ve üreaz için biyopsiler alındı.

Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 44.6±11.5 idi. Özefagusun endoskopik incelenmesinde 2 hastada hiatal herni ve 2 hastada Grade A özefajit ile uyumlu lineer erozyonlar görüldü. Midenin incelenmesinde ise en sık antral gastrit saptandı (12 hasta, %44). Diğer mideye ait endoskopik bulgular 1 hastada benign karakterde gastrik ülser, 1 hastada atrofik gastrit ve 1 hastada nodüler gastrit tespit edildi. Duodenumun incelenmesinde 1 hastada duodenal ülser, 2 hastada noduler duodenit ve 6 hastada ise duodenit hali tespit edildi. H.Pylori 20 hastada (%71) hastada pozitif olarak saptandı. Hiçbir hastada mide polibi veya kanseri saptanmadı.

Sonuç: Bu çalışmada mide polibi veya kanserine rastlanmamıştır. H.Pylori sıklığı ve endoskopik özellikler normal popülasyonla aynı oranlardadır.

82 - Akromegalik hastalarda kolon polibi sıklığının ve lokalizasyonunun değerlendirilmesi - 2009

Ersoy, O., R. Ersoy, E. Akın, A.B. Demirezer, Ş. Büyükaşık, E. Selvi, B. Çakır
Ulusal Bildiriler 6. Ulusal Gastroenteroloji Haftası, Bildiri Kitabı, P26, Ankara, 2009

ABSTRACT

Amaç: Akromegali hastalarında kolon polibi ve kanser gelişme riski normal popülasyondan daha fazladır. Bu çalışmanın amacı akromegalili hastalarda kolon polibi sıklığını ve lokalizasyonu değerlendirmekti.

Materyal ve Metod: Çalışmaya Endokrinoloji Kliniği tarafından akromegali tanısı konulmuş 27 hasta (17 kadın/10 erkek) alındı. Tüm hastalar polietilen glikol ile kolonoskopi işlemine hazırlandı. Hastaların tamamına kolonoskopi işlemi sırasında sedasyon uygulandı. Kolonoskopi sırasında saptanan poliplerin sayısı, büyüklüğü ve lokalizasyonu kaydedildi. Polipektomiler aynı seansta yapıldı. Polip çapı 0.5 cm'den büyükse elektrokoter ve senaer ile, polip çapı 0.5 cm'den küçük ise biyopsi forsepsi ile polipler çıkarıldı.

Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 44.6±11.5 idi. Barsak temizliğinin iyi olmaması nedeniyle 6 hastada (%22.2) çekuma ulaşılamadı. Çalışmaya katılan 27 hastanın 8'inde (%29.6) 23 adet polip tespit edildi. Poliplerin patolojik değerlendirilmesinde 11 adet tubuler adenom, 9 adet hiperplastik polip, 1 adet serrated adenom ve 2 adet mukozal polip tespit edildi. Polip saptanan 8 hastadan 7 hastanın yaşı 40'ın üzerinde idi.Sol kolonda saptanan polip sayısı 18 idi. Beş mm'den büyük polip sayısı 5 idi. Hiçbir hastada kolon kanseri tespit edilmedi.

Sonuç: Akromegali hastalarında 40 yaşından sonra kolon polip görülme sıklığı artmıştır. Bu nedenle akromegali hastalarına 40 yaşından sonra kolonoskopi yapılması önerilebilir.

81 - Toksik diffüz guatrlı bir olguda cerrahi öncesi ötroidizmi sağlamak amacıyla plazmaferez uygulaması - 2008

Ersoy, R., A. Oğuz, İ. Ç. Şişman, F. Balkan, C. Aydın, K. Gül ve B.Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 40, P030, Antalya , 2008

ABSTRACT

GİRİŞ: Antitiroid ilaçlar yaşamı tehdit eden yan etkilere neden olabilirler. Bu bildiride antitiroid ilaçlar ve lugol uygulaması ile allerjik rekasiyon, granulositopeni ve karaciğer fonksiyon testlerinde yükselme gelişen, tiroidektomi öncesi ötiroidizmi sağlamak amacı ile plazmaferez uygulanan toksik diffüz guatrlı bir olgu sunulmuştur.

OLGU SUNUMU: 23 yaşında kadın hasta çarpıntı, titreme, terleme, vücutta kaşıntı yakınmaları ile başvurdu. Hasta toksik diffüz guatr tanısı ile 300 mg/gün propylthiouracil (PTU)  ve propranolol 40 mg/gün kullanırken allerjik reaksiyon geliştiği için antihistaminik eklenerek tedavi metimazol 20mg/gün ile değiştirilmiş, ancak yakınmalarının devam etmesi üzerine bu tedavi de kesilmişti. Fizik muayenede; nabız 116 /dak, cilt nemli ve tremor mevcuttu. Laboratuar tetkiklerinde; lökosit: 3420 /mm3, nötrofil: 950 /mm3, ALT: 104U/L (20-65), TSH: 0,004 IU/ml (0,4-4), sT3: 24,7 pg/ml (1,57-4,71), sT4>6 ng/dl (0,85-1,78), TSH reseptör antikoru: 17,5U/L (0-10) idi.Tiroid ultrasonografisinde parankim heterojen olup color flow doppler paterni 4 olarak belirlendi. Hastaya tiroidektomi planlandı. Cerrahi öncesi hazırlık için hastaya Lugol solüsyonu başlandı. İlk dozu takiben vücutta yaygın ürtiker ve kaşıntı geliştiği tedavi sonlandırıldı ve plazmaferez planlandı. Hastaya 3 gün içinde 3 seans plazmaferez uygulandı. Plazmaferez için ASTEC 204 model aferez cihazı ve replasman için taze donmuş plazma, kristaloid sıvı kullanıldı. Toplam 7100 ml plazma değişimi yapıldı. İşlem öncesi ve devamındaki tiroid hormon düzeyleri tablo 1 de gösterilmiştir. Üçüncü seanstan sonra tiroid hormonları sT3: 3,38 pg/ml ve sT4:2,54 ng/dl düzeylerine geriledi ve hastaya total tiroidektomi uygulandı.

 

Tablo 1. Plazmaferez seansları öncesinde ve sonrasında tiroid hormon düzeyleri

 
 

başlangıç

1. seans sonrası

2. seans sonrası

3. seans sonrası

TSH(IU/ml)

0.008

0.03

0.034

0.05

sT3(pg/ml)

7.42

5.92

4.13

3.88

sT4(ng/dl)

>6

4.98

2.91

2.54

              

SONUÇ: Antitiroid ilaçların esas olarak Graves Hastalığında remisyonu sağlamak cerrahi veya radyoaktif iyot tedavisi öncesi ötiroidizmi sağlamak için kullanılır. Anttiroid ilaçlar ile gelişen yan etkiler arasında agranülositoz, hepatotoksisite ve hipersensivite rekasiyonları en önemlileridir. Cilt reaksiyonları, artralji, gastrointesitinal yakınmalar minor yan etkiler olarak sınıflandırılır. Minor deri reaksiyonları antihistaminiklerin tedaviye eklenmesi ile ortadan kaybolabilir. Bizim olgumuzda antitroid ilaçlar ile birlikte antihistamik kullanılmasına rağmen hastanın yakınmaları ve deri bulguları kontrol altına alınamamıştı. Lugol tedavisi de allerjik reaksiyona neden olduğundan ötiroidizmi sağlamak için plazmaferez yöntemi seçenek olarak düşünüldü. Plazmaferez Graves hastalığı Hashimoto tiroiditi, levotiroksin  intoksikasyonu   tedavisinde  kullanımına ait  veriler   mevcuttur. Plazmaferez antitiroid ilaçlara intolerans durumunda hipertiroid hastaların cerrahiye hazırlanmasında kullanılabilecek etkili bir yöntemdir.

80 - Tip 1 Diyabetes mellituslu bir olguda atipik yerleşimli nekrobiyozis lipoidika diyabetikorum - 2008

Ersoy, R., F. Balkan, C. Aydın, A. Dirikoç, S. Uğraş, A. Metin ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 40, P029, Antalya , 2008

ABSTRACT

GİRİŞ: Nekrobiyozis Lipoidica Diyabetikorum (NLD)  çoğunlukla Tip 2 Diyabetes  Melituslu (DM)  hastalarda görülen,  patogenezi  bilinmeyen  kronik  granulomatöz  bir dermatittir. Lezyonlar tipik olarak tibial bölgenin ön ve yan yüzlerinde, unilateral veya bilateral olarak yerleşen, soliter veya birkaç adet plak şeklindedir. Bu bildiride klinik ve histopatolojik olarak NLD tanısı alan ve lezyonları daha çok uyluk yerleşimli olan Tip 1 DM’lu bir olgu sunulmuştur.

OLGU SUNUMU: Yedi yıldır Tip 1 DM tanısı olan 37 yaşında erkek hasta kan şekeri regülasyonu amacı ile kliniğimize yatırıldı.Hasta altı yıldır bacaklarında sivilce tarzında oluşumların belirdiğini bunlara yönelik çeşitli topikal ilaçlar kullandığını ifade etmekteydi. Fizik muayenede her iki alt ekstremitede daha çok uyluk bölgesinde yerleşimli yaygın, değişik çaplarda yer yer sarı-beyaz eritemli sınırları belirgin ve düzenli yamasal lezyonlar izleniyordu(figür1).  Dermatoloji bölümü tarafından değerlendirilen hastanın cilt lezyonlarından punch biyopsi alındı. Histopatolojik inceleme NLD ile uyumlu idi(figür2). Lezyonları için topikal kortikosteroid tedavisi başlandı.

 

Figür 1. Alt ekstremite ve uyluk bölgesinde NLD

 


 


 

Necrobiosis Lipoidica

Figure 2.

a: Perivascular lymphocytes infiltration, collagen bundlle necrosis and epithelioid histiocytes arranged in a palisade in the lower dermis (Hematoxylin-eosin stain, original magnification, X 100).

b: Perivascular lymphocytes infiltration and epithelioid histiocytes arranged in a palisade in the lower dermis (Hematoxylin-eosin stain, original magnification, X 200).

c: Collagen bundlle necrosis (Hematoxylin-eosin stain, original magnification, X 400)

d: Epithelioid histiocytes arranged in a palisade, High power microscopic view of the figure b (Hematoxylin-eosin stain, original magnification, X 400).

 


 

SONUÇ: NLD diyabetik hastaların  %1’inden azında görülen ancak diyabet için özgünlüğü yüksek bir cilt bulgusudur. Diyabetik olmayıp bu lezyona sahip bireylerde diyabet gelişim riski yüksektir. Lezyonlar tipik olarak tibial bölgede yerleşim göstermekle birlikte nadir olarak ayak sırtı, ayak bileği, eller, kollar, yüz, saçlı deri ve karın cildi etkilenebilir. Tedavide topikal ve sistemik kortikosteroidler ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Bu olgu NLD tablosunun Tip 1 DM zemininde gelişmesi ve lezyonların atipik yerleşimi nedeniyle sunulmuştur.

79 - Hurthle hücreli neoplazm ve papiller karsinom birlikteliği: Olgu sunumu - 2008

Gül, K., A. Dirikoç, D. Tüzün, A. Erkan, R. Ersoy, S. Uğraş ve B.Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 39, P028, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid karsinomları tüm malign hastalıkların yaklaşık %1’ ini oluşturur. Bunların %94’ü follikül epitelinden kaynaklanan differansiye tümörler olan folliküler veya papiller tiroid karsinomlarıdır.

 Hurthle hücreli neoplazm, foliküler neoplazmın oksifilik varyantı olup kötü prognoza işaret eden bir histopatolojik alt tiptir. Sitolojik değerlendirme ile papiller, medüller, anaplastik karsinoma tanısı konulabilirken, hurthle hücreli adenom/karsinom ve folliküler adenom/karsinom ayrımı için histopatolojik inceleme gerekmektedir. Tiroid bezinde birden fazla malignitenin birlikte oluşu nadir bir durumdur. Bu bildiride farklı loblarda Hurthle hücreli neoplazm ve tiroid mikropapiller karsinom saptanan bir olgu sunulmuştur.

OLGU SUNUMU: Nodüler guatr tanısı ile izlenen 43 yaşında bayan hasta merkezimize kontrol amacıyla başvurdu. Tiroid ultrasonoğrafisinde (USG) sağ lobda 25x28x33 mm boyutlarında, sınırları düzensiz, mikrokalsifikasyon odakları içeren hipoekoik ve solid özellikte nodül tespit edildi. USG eşliğinde tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılan hastanın sitolojik bulguları benign özellikte idi. Bununla birlikte nodülünün ultrasonografik görünümünü malignite açısından şüpheli olarak değerlendirildiği için tiroid hastalıkları konseyimizde operasyon kararı alındı ve hastaya sağ total tiroidektomi uygulandı. Histopatolojik inceleme hurthle hücreli neoplazm olarak raporlandı. Tümör çapı 2,5 cm idi ve tümörün kapsüle invazyonu mevcuttu. Hastaya tamamlayıcı tiroidektomi uygulandı. Postoperatif histopatolojik incelemede sol lobda 2 mm çapında mikropapiller karsinom odağı tespit edildi. Takiben radyoaktif iyotla ablasyon tedavisi uygulandı. L-Tiroksin ile supresyon tedavisi başlandı. Hasta halen asemptomatik olup takibimiz altındadır.

 SONUÇ: Tiroid bezi içinde benzer veya farklı histomorfolojik özellikteki tümörler bezin farklı bölümlerinde bir arada bulunabilirler.  Ancak bu nadir görülen bir durumdur.  Bu olguda tiroid bezinin bir lobunda agresiv seyirli olan hurtle hücreli tümör, diğer lobda ise sessiz bir tümör olan papiller mikrokarsinom aynı tiroid bezi içinde birlikte görülmektedir. Bununla birlikte papiller karsinom ve hurthle hücreli tümörler arasında yakın ilişki olduğu olduğu da bildirilmiştir. Literatürde olgu sunumu şeklinde aynı tümör kitlesi içinde farklı tümörler birarada bildirilmiştir(collision tümör). 54 hurthle hücreli tümörün değerlendirildiği bir çalışmada 22 hastada tiroid bezi içinde non hurthle hücreli tümör tespit edilmiş. Bunuda 17’si papiller ve 5’i folliküler karsinoma olarak raporlanmış.  Okult tiroid karsinomu çapı bir cm altında sessiz seyirli tümörler olarak bilinir ve otopsi serilerinde %2-36 oranında bildirilmiştir. Bununla birlikte papiller karsinomlarda %60-85 oranında multisentrik olabilmektedir. Bunedenle bu vakalarda total tiroidektomi tercih edilmelidir.  Olgu iki farklı neoplazmın farklı loblarda bir arada bulunması nedeniyle sunulmuştur.

78 - Folliküler tiroid karsinomunun kemik metastazına alternatif bir tedavi yöntemi: Arteryel embolizasyon - 2008

Gül, K., S. İnançlı, A. Dirikoç, Z. Ertop, R. Ersoy, U. Sanlıdilek ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 39, P027, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Folliküler tiroid karsinomu tanısı konulduğunda olguların %25’ de ekstratiroidal invazyon, %5-10’ da lokal lenf bezlerine metastaz ve %10-20’ de uzak metastaz görülmektedir. Differansiye tiroid karsinomalı hastalarda 10 yıllık sağ kalım oranı %80-95 iken, uzak metastazı olanlarda 10 yıllık sağ kalım oranı  %40’a düşmektedir. Folliküler tiroid karsinomlu 40 yaşın üzerindeki hastaların %25’inde uzak metastaz görülmektedir.   Folliküler karsinom sıklıkla akciğer ve kemiğe metastaz yapar. Bu bildiride folliküler tiroid karsinomu tanısı konulduğunda kemik metastazı da saptanan ve lezyona arteriyel embolizasyon uygulanan bir olgu sunulmuştur. 

OLGU SUNUMU: Multinodüler guatr tanısı ile subtotal tiroidektomi uygulanan 60 yaşındaki bayan hastanın histopatolojik incelemesinde en büyük çapı 4 cm olan yaygın invaziv ve orta derecede differansiye folliküler karsinom saptanmıştı. Hastaya ilk operasyonu takiben birinci ayda tamamlayıcı tiroidektomi uygulanmıştı. Radyoaktif iyot (RAI) ablasyon tedavisi amacı ile merkezimize başvuran hastanın sol omuz ağrısı yakınması mevcuttu. Manyetik rezonans görüntülemede (MRG)  hastanın sol humerusunda 13x18x60 mm boyutlarında kitle izleniyordu(resim1)Hastaya 150 mCI radyoaktif iyot tedavisi verildi. Altıncı gün taramasında sol humerus başında artmış aktivite tutulumu tespit edildi(resim1). Hastanın tüm vucut kemik sintigrafisinde sol omuz eklem bölgesinde ve humerus şaftı 1/3 proksimal kesiminde patolojik perfüzyon artışı ve osteoblastik aktivite artışı saptandı(resim3). L-Tiroksin tedavisi başlanan hastanın laboratuar tetkikleri: TSH:4,32 µIU/mL,ST3:2,33pg/mL,ST4:2,06 ng/dl, Anti TPO:0,7IU/mL, Anti TG: 0,9IU/mL,Tiroglobülin>300 ng/ml idi.

Hastaya kliniğimizde yatarken üst ekstremite arterleri DSA incelemesi ve kitle embolizasyonu yapıldı. DSA incelemesinde. Humerus proksimalinde ağırlıklı olarak anterior sirkumfleks humeral arterden beslenen ileri derecede damarlı kitle lezyonu tespit edilmiş, ayrıca skapula yerleşimli aynı özellikte ikinci bir kitle lezyonu daha gözlenmişti(resim4). Aynı seansta her iki lezyonun besleyici arterlerine mikrokateter tekniği ile girilerek preoperatif embolizasyon yapıldı ve yapılan kontrol DSA da kitle kanlanmalarının tümü ile kaybolduğu gözlendi(resim5) Embolizasyondan 1 ay sonra yapılan tetkiklerinde TSH: 0.004, ST3: 3.17, ST4:1.56, tiroglobülin: 68.2 olarak geldi.. Girişim sonrası belirgin olarak hastanın ağrı yakınması azaldı

 

Resim1. Sol humerus MRI: 13X18X60 mm kitle lezyonu

                                      

   

Resim 2.150 MCI radyoaktif iyot tedavisi sonrası 6. gün taramasında sol humerus başında artmış aktivite tutulumu.

Resim 3. Tc 99m MDP ile tüm vucut kemik sintiğrafsi. sol omuz eklem bölgesinde ve humerus şaftı 1/3 proksimal kesiminde patolojik perfüzyon artışı ve osteoblastik aktivite artışı

 

      

 

Resim 4. DSA incelemesinde humerus proksimali ve scapulada yerleşen kitle lezyonu.

 


 

Resim 5. Embolizasyondan sonra kitlelerin kanlanması kayboldu.


 

SONUÇ: Kemik metastazlarının tedavisi cerrahi, radioaktif iyot tedavisi, radyoterapi ve embolizasyondur. Kanser hastalarındaki tedavinin esas amaçlarından biri hastanın yaşam kalitesinin artırılmasıdır. Eksternal radyoterapi ve kemoterapi ile kemik metastazlarının alternatif tedavisi sadece sınırlı kür başarısı sağlamaktadır. Embolizasyon yöntemi ağrıya hızlı cevap alınabilen palyatif tedavi yöntemlerindendir. Bu olgumuzda folliküler tiroid karsinomuna bağlı gelişen kemik metastazında odağı besleyen iki artere embolizasyon uygulanmıştır. Embolizasyon işlemi ağrı yakınmasında azalmaya yardımcı olduğu kadar RAI tedavisi ile birlikte tiroglobulin düzeylerinde de azalmaya katkıda bulunmuştur.

77 - Çölyak hastalığının gizlediği bir primer hiperparatiroidi olgusu - 2008

Aydın, C., K. Gül, O. Ersoy, S. İnançlı, S. Yalçın, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 38, P026, Antalya , 2008

ABSTRACT

GİRİŞ: Primer hiperparatiroidi (PHPT) hastalığa spesifik olmayan semptomlarla karşımıza çıkabilir.Bu bildiride laksatif kullanımına bağlı hipokalsemi tablosu ile başvuran, Çölyak hastalığı tanısı sonrası glutensiz diyet ile hiperkalsemi gelişen ve PHPT’ i tanısı alan bir olgu sunulmuştur.

OLGU SUNUMU: Kronik diyare ve kilo kaybı nedeniyle Gastroenteroloji bölümü tarafından tetkik edilen 55 yaşındaki erkek hastaya kolonoskopi öncesi hazırlık amacı ile Fleet’s Phospho-Soda® kullanılmıştı. Hasta laksatif uygulanmasını takiben ellerde uyuşma ve kasılma yakınması ile acil servise başvurdu. Yapılan laboratuar incelemesinde serum kalsiyum düzeyinin 5,7 mg/dl (8,5-10,5) saptanması üzerine hospitalize edilen hastaya kalsiyum replasmanı yapıldı. Üst gastrointestinal sistem endoskopik incelemesinde duodenum mukozası taraksı görünümde idi. Biyopsi sonucu Çölyak hastalığı ile uyumlu bulundu ve hasta glutensiz diyete alındı. Hipokalsemiye yönelik yapılan tetkiklerinde 25-OH Dvit düzeyi 6,4µg/L olarak düşük bulundu. Hipokalsemi tablosunun Çölyak hastalığına bağlı malabsorbsiyon ve D vitamini eksikliğine bağlı gelişebileceği düşünüldü. Glutensiz diyet sonrası defekasyonu normale dönen hastanın yapılan biyokimyasal incelemesinde serum kalsiyumu 12,2mg/dl, magnezyum 1,9mg/dl(1,8-2,4), fosfor 1,3mg/dl(2,5-4,9) olarak saptandı. Hastanın parathormon düzeyi 573pg/ml (11-67) idi. PHPT ön tanısıyla boyunUSG yapıldı. Multinodüler guatr ve sol tiroid lobu inferiorunda paratiroid adenomu ile uyumlu görünüm izlendi. Tiroid İnce İğne Aspirasyon Biyopsi yaymaları benign olarak değerlendirildi 99mTc-sestamibi(MIBI) paratiroid sintigrafisinde USG ile tanımlanan lokalizasyonda artmış aktivite tutulumu izleniyordu. Hastanın 24 saatlik idrarda kalsiyum atılımı 460 mg/gün ve kretinin klirensi 74ml/dk idi. DEXA ile belirgin osteoporozu (L4 T skoru  -2,8)   saptanan hastaya bilateral total tiroidektomi ve sol inferior paratiroidektomi operasyonu uygulandı. Histopatolojik değerlendirme paratiroid adenomu ile uyumlu idi. Tiroidde saptanan nodüllerin histopatolojik incelemesi diffüz kolloidal hiperplazi olarak raporlandı. Takibe alınan hastanın postoperatif 1. ayda bakılan serum kalsiyumu 9,5 mg/dl, PTH 69,3 saptandı.

SONUÇ: PHPT ve Çölyak hastalığı birlikteliği tanısal ve terapötik karışıklıklara neden olabilir. Çölyak hastalığında tanı öncesi intestinal malabsorbsiyon nedeniyle serum kalsiyum ve vitamin D düzeyi düşük veya normal sınırlar içinde olabilir. PTH yüksekliği sekonder hiperparatiroidizme lehine yorumlanabilir. Düşük veya normokalsemik hiperparatirodi tablosunda intestinal absorbsiyon bozuklukları da göz önünde tutulmalıdır.

76 - Multisentrik papiller karsinom, folliküler adenom ve hurthle hücreli adenom birlikteliği: Olgu sunumu - 2008

Gül, K., H. Başer, A. Oğuz, G. Kıyak, R. Ersoy, S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 38, P025, Antalya , 2008

ABSTRACT

GİRİŞ: Sitolojik olarak hurthle hücreli adenom (HHA) hurthle hücreli karsinomdan, folliküler adenom (FA) ise folliküler karsinomdan ayırt edilemez. Hurthle hücreli karsinom folliküler karsinomun bir alt tipidir. Papiller tiroid karsinomu (PTC) ile hurthle hücreli karsinom arasında da yakın ilişki olduğu histopatolojik çalışmalarda gösterilmiştir. Bu bildiride histopatolojik incelemede multisentrik yerleşimli papiller mikrokarsinom (PMC), HHA ve FA birlikteliği saptanan bir olgu sunulmuştur.

OLGU SUNUMU: Elli yedi yaşında bayan hasta boyunda kitle ve nefes darlığı yakınması ile başvurdu. Fizik muayenede sağ lobda 3 cm, sol lobda 5 cm boyutlarında nodül palpe ediliyordu. Hasta ötiroid idi. Tiroid ultrasonografisinde (USG) sağ lobda 12x25x16 mm boyutlarında, hipoekoik halosu olan mikro ve makrokalsifikasyon odakları içeren hipoekoik özellikte nodül mevcuttu. Ayrıca 5x5 mm ve 4x3 mm boyutlarında iki adet hipoekoik nodül izleniyordu. Dominant nodüle USG eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) uygulandı. Sol lobda 36x47x52 mm boyutlarında, hipoekoik halolu mikrokalsifikasyon alanları içeren izo-hipoekoik nodül mevcuttu. Bu nodüle de USG eşliğinde İİAB yapıldı. Sitolojik inceleme benign bulgular olarak raporlandı. Boyun tomografisinde trakeaya bası bulguları mevcuttu. Hasta tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirildi ve bası bulguları nedeniyle total tiroidektomi kararı alındı. Histopatolojik incelemede; sol lobda 1mm çapında PMC(resim1), sağ lobda 17 mm çapında FA(resim2) ve 4 mm çapında HHA odağı(resim3) mevcuttu. Ayrıca sağ lobdaki 4 mm çapındaki nodülde “hyalinize trabeküler adenom” düşünülmüş ancak medüller karsinom ve PTC ayrımı net yapılamamıştı. İmmünohistokimyasal incelemede nodülün PMC olduğu raporlandı(resim4). Hastaya radyoaktif iyot tedavisi uygulandı, LT4 ile süpresyon tedavisine başlandı ve takibe alındı. Retrospektif olarak PTC’li hasta grubumuzu taradığımızda 112 PTC’li hastanın 6‘sında papiller kanserle birlikte HHA, 4 hastada FA bulunduğunu saptadık.

SONUÇ: PTC, FA ve HHA follikül epitel hücrelerinden köken alır. HHA ve FA’ da genellikle hemitiroidektomi önerilmektedir. Sunulan olgu ve tiroid kanserli hasta serimizin verilerine dayanarak HHA ve FA olgularının PTC ile birlikteliği nedeniyle total tiroidektominin daha uygun bir yaklaşım olacağı görüşündeyiz.

Resim1. Sol lobda iyi sınırlı fibröz kapsülle çevrili papiller tiroid kanseri


 

Resim 2. Sağ lobda folliküler adenom. Normal tiroid dokusu ve folliküler adenom arasında kalın kapsül izleniyor(a,b).


 

Resim 3. Sağ lobda  iyi sınırlı fibröz kapsülle çevrili Hurthle hücreli adenoma


 

Resim 4. a: papiller tiroid kanseri sağ lob


75 - Papiller tiroid karsinomuna bağlı diffüz pulmoner metastaz: Olgu sunumu - 2008

Ersoy, R., D. Tüzün, H. Başer, B. Uzun, H. Korkmaz, K.Gül ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 37, P024, Antalya , 2008

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid kanserleri içinde papiller tiroid karsinom görülme oranı %80-88 arasındadır. Bu hasta grubunda 20 yıllık mortalite oranı %5 olarak gösterilmiştir.  Papiller tiroid karsinomlu olgularda uzak metastaz oranı % 10’dan azdır. Radyoaktif iyot (RAI) ile yapılan taramalar metastazları belirlemede yüksek duyarlılığa sahiptir. Bu bildiride papiller tiroid karsinomuna bağlı diffüz pulmoner metastazı olan ve RAI ablasyon tedavisi sonrası lezyonlarda belirgin düzelme izlenen bir olgu sunulmuştur.   

OLGU SUNUMU: 26 yaşında erkek hasta boyunda şişlik yakınması ile tiroid hastalıkları polikliniğimize başvurdu. Fizik muayenede sağ tiroid lobunda yaklaşık 2 ve 3 cm boyutlarında iki adet nodül ve sağ servikal zincirde en büyüğü 3x2 cm olmak üzere sert kıvamda birkaç adet lenfadenopati (LAP) palpe edildi. Laboratuar incelemelerinde: TSH: 2,1 IU/ml, ST3: 3,2 pg/ml, ST4: 1,62 ng/dl, Anti TPO<10 IU/mL, Anti TG<20 IU/mL,  tiroglobülin> 300 ng/ml idi. Tiroid ultrasonografisinde (USG) sağ lobda longitudinal aksta 22mm ve 36mm boyutlarında hipoekoik ve mikrokalsifikasyon içeren iki adet nodül ve sağ servikal zincirde en büyüğü 35 mm olan çok sayıda patolojik LAP tespit edildi.  

Nodüllere ve LAP‘a USG eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisi uygulandı. Sitolojik tanı papiller tiroid karsinomu ile uyumlu idi. Hastaya total tiroidektomi ve modifiye boyun disseksiyonu yapıldı. Histopatolojik tanı: papiller karsinom, lenf nodu metastazı, perinöral tümör invazyonu olarak raporlandı. Hastaya 150 mCI RAİ ile ablasyon tedavisi uygulandı. Altıncı gün yapılan tüm vücut taramasında akciğerde diffüz, boyunda ve sağ akciğer apikal segmentte fokal tutulum saptandı(figür1). Üçüncü ay yapılan kontrolde boyun USG’de sağ supraklaviküler bölgede 18,2x17,7 mm kistik nekrotik alanlar ve mikrokalsifikasyonlar içeren LAP saptandı. Hastaya posterolateral boyun diseksiyonu yapıldı. Altıncı ayda hastaya 200 mCi RAI tedavisi uygulandı. Altıncı gün yapılan taramada akciğerdeki diffüz tutulum düzelmişti ve boyun bölgesinde herhangi bir tutulum saptanmadı. Ancak sağ akciğer apikal segmentte fokal aktivite tutulumu saptandı(figür2). Hastaya PET CT görüntülemesi yapıldı ve toraksta üst mediastende subklavian ven ve arter komşuluğunda 1.5 cm boyutlarında nodüler alan. Hasta 3.üncü kez opere edildikten sonra patoloji sonucu reaktif lenfadenopati olarak geldi. Süpresyon tedavisi ile hasta takibe alındı.

 

Figür 1.150 MCI radyoaktif iyot tedavisi sonrası 6. gün taramada Akciğerde düffüz tutulum mevcut.

 


    

Figür 2. 200 MCI radyoaktif iyot tedavisi sonrası 6. gün taramada akicgerdeki diffüz tutulum düzelmişti. Ancak  sağ akciğer apikal segmentte fokal aktivite tutulumu saptandı.

 


 

SONUÇ: Radyoaktif iyot ablasyon tedavisi papiller veya foliküler karsinomlu hastalara tiroidektomi sonrası önerilmektedir Differansiye tiroid kanserlerinin uzak metastazlarında da RAI tedavisi temel modalitelerden biridir. Bunun yanında cerrahi veya eksternal radyoterapi uygulanabilmektedir. I-131 ile yapılan taramalarda belirlenebilen metastazlar RAI tedavisine daha iyi cevap vermektedirler. Sunulan olguda RAI ablasyon tedavisi sonrası yapılan ilk taramada diffüz pulmoner metastaz tespit edilmiş, altıncı ayda yapılan taramada ise lezyonların tamamen ortadan kalktığı izlenmiştir.

 

74 - Hipertiroidizm nedeni ile tiroidektomi uygulanan hastalarda tiroid kanser sıklığı - 2008

Gül, K., R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, O. K. Belenli, S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 37, P023, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Hipertiroidizmli hastalarda tiroid kanseri insidansı %0,2-21 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir. Bu farklılığın nedeni endemik veya nonendemik bölgede bulunma, iyot alımındaki farklılık, cerrahi endikasyonlardaki farklılık, tiroidektominin kapsamı( total, totale yakın, subtotal gibi), çıkarılan tiroid dokusuna yapılan histopatolojik analiz ve genetik faktörlere bağlıdır. Ayrıca Hipertiroidizmin farklı etyolojilerinde de farklı oranlarda tiroid kanseri bildirilmiştir. Tirotoksik hastalarda cerrahi öncesi tiroid malignitesi tanısı koymak zordur. Tanı sıklıkla intraoperatif veya postoperatif histopatolojik incelemede insidental olarak konmaktadırTiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi(TİİAB) benign ve malign tiroid nodüllerini ayırt etmede kullanılan güvenilir bir metoddur.

Bu çalışmadaki amacımız iyot eksikliği ve aynı zamanda iyot replasmanı yapılan bir  bölge olan Türkiye’de hipertiroidizm nedeniyle opere olan hastalarda tiroid malignansi sıklığını, malignite tipini, insidental tiroid malignansi sıklığını ve preoperatif ultrasonoğrafi(USG) eşliğinde TİİAB’ın malignite tanısındaki önemini  değerlendirmektir.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya  tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilen 181 hasta alındı. Tüm hastaların operasyon öncesi tiroid fonksiyon testleri, Tiroid USG, USG eşliğinde TİİAB ve operasyon sonrası histopatolojik sonuçları ile değerlendirildi. Tüm vakalara 99mTeknesyum ile tiroid sintiğrafisi  ve radyoaktif iyot uptake ölçümleri 131I ile (4. saat ve 24. saat) yapıldı. Hastalar tiroid USG ve sintiğrafi sonuçlarına göre Otonom fonksiyone toksik adenom (AFTA), toksik multinodüler guatr(TMNG ), graves hastalığı(nodüllü ve nodülsüz) olarak gruplandırıldı. Operasyon endikasyonları tablo1.

Tablo 1. Hipertiroid hastaların operasyon endikasyonları

1-FNAB sonucuna göre: Tüm malign ve şüpheli sitolojisi olan hastalar. Sitolojisi  2 defa yetersiz  ancak US  görünümü malignite için şüpheli  hastalar.

2-Antiroid ilaçlarla yan etki gelişenler

3-Radyoaktif iyot tedavisi için rölatif kontrendikasyonu olan hastalar(şiddetli oftalmopati),

4-Bası semptomları ile birlikte olan ve/veya olmayan büyük guatr bezi

5-Graves hastalığında medikal tedavi ile nüks gelişen hastalar

6-Hastanın tercihi

BULGULAR: Çalışmaya 181 hipertiroidili hasta alındı.  Hastaların 139’ukadın(%76,8),   42’si erkekti(%23,20). Ortalama yaş: 45.37±13.25(18-73)yıl idi. Hastaların 73’ü TMNG(%40,33), 32’si AFTA(%17,68), 76’sı Graves hastalığı(GH) (%41,99)  tanısıyla izleniyordu. Graves hastalarının 21’inin nodülü yok(%27,63), 13’ününtek nodülü(%17,11), 42’sinin birden fazla nodülü(%55,26)  mevcuttu. Nodülü olan graves hastalarının oranı %72,37(55/76) idi. Hastaların 325 nodülüne TİİAB yapıldı ve sitopatolojik sonucuna göre operasyon öncesi nodüllerin 5’i malign(%1,5), 21’i şüpheli(%6,46), 8’i yetersiz(%2,46) ve 291’i benign(%89,54) idi.TİİAB sonucuna göre malign sitolojik bulguları olan nodüller ve malignite şüphesi olan nodüller operasyona verildi. Sitolojisi yetersiz olan nodüller ise USG özellikleri  ve nodül boyutlarıda göz önüne alınarak konsey kararı ile operasyona verildi. Yüz seksen bir vakanın postoperatif  histopatolojik incelemesinde 28 vakada  tiroid malignitesi tespit edildi. Buna göre hipertiroid hastalarında malignite oranı: %15.47 idi. Malign hastaların 24’ü kadın(%85.71), 4’ü erkekti(%14.29)Postoperatif histopatolojik  incelemede malignite tespit edilen vakaların  preoperatif sitoloji bulguları karşılaştırldığında: malign sitoloji ile operasyona verilen 5 vakanın postoperatif histopatolojik incelmede 5’inde de  tiroid malignitesi saptanmıştı(%100), şüpheli sitoloji ile operasyona  verilen 21 vakanın postoperatif histopatolojik incelemede  9’unda tiroid malignitesi tespit edilmişti(%42,86),  yetersiz sitoloji ile operasyona verilen 8 vakanın ise 4’ünde tiroid malignitesi tespit edilmişti(%50). Tiroid malignitesi tespit edilen vakaların 9’unu ise TİİAB’ı benign ancak büyük guatr ve/veya bası semptomları nedeniyle opere olan vakalar oluşturuyordu.  Bu dokuz vakada dikkat çekici olan husus histopatolojik olarak malignite TİİAB yapılan ve sitolojisi benign olan nodülde değil, tiroid bezinin geri kalan kısmında herhangi bir alanda  insidental olarak tespit edilmişti. Tiroid malignitesinin biri ise preoperatif USG ve sintiğrafide  tesbit edilen nodülü olmayan  ve nüks  graves hastalığı nedeniyle  opere olan bir vakada  saptanmıştı. Bu sonuçlara göre post operatif malign çıkan 28 vakanın 10’u(%6.8) insidental tiroid malignitesi idi(10/147).  Malignite tespit edilen hastaların hipertiroidizm etyolojilerine göre malignite oranları tablo:2.  Buna göre nodülü/nodülleri olan graves hastalarının malignite oranı ise %23,64(13/55 vaka) bulundu. Soliter nodülü olan graves hastalarının malignite oranı ise %30.77 idi

 

Tablo 2. Hastaların tanılarına göre malignite dağılımı

Histopatoloji

TMNG

AFTA

GHmng

GHng

GH

Benign(153)(%84,53)

62(84,93)

29(%90,62)

33(%78,57)

9(%69,23)

20(%95,24)

Malign(28) (%15,47)

11(%15,07)

3(%9,38)

9(%21,43)

4(%30,77)

1(%4,76)

Toplam=181

73

32

42

13

21

 

    GHmng: graves hastalığı zemininde multinodüler guatr

   GHng: graves hastalığı zemininde soliter nodül

   GH: nodülsüz graves hastalığı

 

Malign hastaların histopatolojik incelmesinde 27 vaka papiller tiroid kanseri(PTC), 1 vaka medüller tiroid kanseri olarak tesbit edildi. Malign hastalarımızdaki nodüllerin fonksiyon durumu, insidental tespit edilen maligniteler ekarte edildiğinde, 6’sında tümör hiperaktif alanda(%33,33), 12’sinde ise hipoaktif alanda (%66,67) tespit edilmişti.  Özellikle TMNG’lı hastalarda aktif ve hipoaktif nodüller bir arada olduğu ve kesin patolojik tanı post operatif dönemde konulduğundan malign nodüllerin fonksiyon durumunu  her zaman net tespit etmek mümkün olmadı

TARTIŞMA: Hipertiroidizm ve tiroid kanseri birlikteliğinin nadir bir olay olduğuna inanılırdı ve hipertiroidizmin tiroid kanseri gelişimine karşı koruyucu olduğu düşünülürdü. Bazı otorler toksik hastalardaki malignite sıklığını %1 den az bildirirken, birçok araştırıcı da %21 gibi yüksek oranlar vermektedir. Bizim çalışmamızda ise hipertiroidili hastalarımızda tiroid kanseri oranını % 15.47 yüksek bir oranda tespit ettik. Çalışmalarda toksik adenomda tiroid karsinser insidansı cok değişkendir ve  %0.3-15 arasında bildirilmiştir. Biz ise AFTA’de malignite oranını %9.38 olarak tesbit ettik. TMNG’de malignite oranları %1.66-%8.2 arasında bildirilmektedir. Biz çalışmamızda TMNG’de malignite oran %15.07 bulduk. Graves hastalarında nodül insidansı %18-31 olarak bildirilmiştir ve bu hastalardaki tiroid nodüllerin kanser riskinin daha yüksek olduğu ve daha agresiv seyrettiği bildirilmiştir. Muhtemel hipotez graves hastalarındaki yüksek anti-TSH reseptor antikorlarının tiroid kanser gelişimini sitümüle ettiği yönündedir. Nodülü olan graves hastalarında ise tiroid malignite oranı %14-22 arasında bildirilirken nodülü olmayan graves hastalarında ise insidans %2-4 oranında bildirilmişti. Biz graves hastalarında malignite oranını  %18.42 olarak tespit ettik, graves zemininde nodül varlığında oran %23.64 iken, eğer nodül tek ise oran %30.77’ye çıkmakta idi, Graves hastalığının nodülsüz grubunda ise malignite oranımız  %4.76 idi. Tüm hipertiroidi tiplerinde(TMNG, AFTA, GH) malignite oranlarmızın bazı çalışmalara göre daha yüksek bulunmasının nedeni iyot eksikliği bölgesinde bulunmamızın, iyot desteği yapılmasının ve  etnik farklılığın yanında hastaların tamamına operasyon öncesi USG eşliğinde TİİAB  yapmamızın, nodülü olan graves hastalarında ve multinodüler guatrlarda cerrahiyi tercih etmemizin, cerrahi yöntem olarak da  total yada totale yakın tiroidektomi yapmamızın önemli bir etken olduğunu düşünüyoruz. Hipertiroid hastalara kalıcı tedavi planlanırken radyoaktif iyot veya cerrahi tedavi seçimi iyi planlanmalıdır. Hiperitoidili hastaların tedavi yaklaşımında hastanın kişisel değerlendirilmesi, yaşadığı yerin iyot durumu ve guatr prevelansıda göz önüne alınmalıdır. Bizim sonuçlarımıza göre hipertiroidili hastalarda özellikle graves zemininde tek ve soğuk nodülü olanlarda cerrahi tedavi ön planda düşünülmelidir.

 

73 - Primer hiperparatiroidide ultrasonografi ve 99MTC-Sestamibi paratiroid sintigrafisinin karşılaştırılması - 2008

Gül, K., E. Özdemir, C. Aydın, S. İnançlı, F. Balkan, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 36, P022, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Primer hiperparatiroidili hastalarda (PHPT) lokalizasyon çalışmaları, tanı amaçlı olmasının yanı sıra cerrahi girişimi kolaylaştırmak ve postoperatif hastanede kalış süresini kısaltmak amacı ile uygulanır. Bazı cerrahlar ise preoperatif paratiroid görüntülemesinin gereksiz görmektedir. Bununla birlikte özellikle ektopik paratiroid glandının varlığında boyun ultrasonoğrafisi(USG) ve 99mTc-sestamibi paratiroid sintigrafisinin (MIBI)’nın kullanılması paratiroidektominin başarı şansını arttırmaktır. Biz bu çalışmada PHPT’li hasta grubumuzda paratiroidektomi öncesi lezyonun lokalizasyonunu belirlemede USG ve MIBI’nin duyarlılığını karşılaştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 33 PHPT’ li hasta dahil edildi. Paratiroid hiperplazisi olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Tüm hastalar parathormon, kalsiyum, fosfor, kreatinin, 24 saatlik idrarda kalsiyum atılımı, 25-OH Vitamin D3 düzeyleri, boyun USG ve MIBI ile değerlendirildi. Postoperatif dönemde parathormon ve kalsiyum düzeylerinin normal sınırlara gerilemesi kür olarak kabul edildi.

BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 27’si kadın 6’sı erkek olup ortalama yaş 51,7 ± 8,13 (35-70) yıl idi. Ortalama kan kalsiyum seviyesi: 12,05±1,91 mg/dl, fosfor: 2,51±0,51 mg/dl, 24saatlik idrarda kalsiyum atılımı: 486,68±230,61 mg/24 saat,  25-OH Vitamin D3:13,95±6,97 µg/L,  PTH: 477,54±54,3 pg/ml idi. Hastaların 32’sinde USG’de paratiroid adenomu ile uyumlu görünüm mevcuttu (duyarlılık %97). MİBİ’de ise 32 hastanın 25’inde paratiroid adenomu ile uyumlu görünüm mevcuttu (duyarlılık %78). Oranlar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,07).  MIBI negatif olan hastaların tiroide nodül varlığının etkisi araştırıldı. MIBI negatif 7 hastanın 3 nün tiroidinde nodülü yok(%42,9) ve 4 nün tiroidinde nodül mevcuttu(%57,1), aradaki fark istatiksel olarak anlamlı değildi(p=0,667). Yalancı negatiflik oranı MIBI de %22, USG de %3 olarak belirlendi. Histopatolojik incelemede hastaların 32’sinde adenom, 1 hastada ise karsinom mevcuttu. Ultrasonografik olarak ölçülen adenom uzun boyutu ortalama: 17,85(6,6-50)ml ve patoloji spesmeninin uzun boyutu ortalama: 19,37(7-50) ml idi.

SONUÇ: Paratiroid patolojilerinin saptanmasında USG’nin duyarlılığı %76-91 arasında bildirilmektedir. Bu oran yüksek rezolüsyonlu USG cihazlarının yaygınlaşması, color ve power doppler yöntemlerinin kullanılması ile artmaktadır. MIBI paratiroid sintigrafisinin duyarlılığı ise çalışmalarda %77-100 arasında bildirilmiştir. Bizim serimizde USG’nin duyarlılığı %97,  MIBI’nin duyarlılığı ise %78 olarak bulunmuştur. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte USG’nin duyarlılığının daha yüksek olduğu söylenebilir. Bizim sonuçlarımızla uyumlu olarak 106 hastanın alındığı bir çalışmada da USG’nin duyarlılığı : %87, MIBI’nin duyarlılığı ise  %58 idi. Buna göre deneyimli ellerde ultrasonografik olarak adenom tespit edildikten sonra sintiğrafinin ek bir katkısı olmamaktadır. Bununla birlikte atipik yerleşimli paratiroid patolojilerinin lokalizasyonunu belirlemede USG yetersiz kalabilir.

 

72 - Tiroid papiller mikrokarsinomalı hasta grubumuzun demografik ve klinik özellikleri - 2008

Gül, K., R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, O. K. Belenli, S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 36, P021, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Mikrokarsinom tanımı tümör boyutu 1 cm ve daha az olan differansiye tiroid kanserleri için kullanılmaktadır. Papiller mikrokasinom(PMK) tiroid kanserleri içinde en yaygın görülen histopatolojik varyanttır ve tüm papiller tiroid kanserlerinin %30 unu oluşturur. Differansiye  tiroid kanserli hastalarda PMK rölatif oranının artmış olması yüksek rezolusyonlu ultrasonoğrafinin ve tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisinin daha sık kullanılmasına ve cerrahi sipesimenlere daha ayrıntılı histopatolojik inceleme yapılmasına bağlıdır. Biz bu çalışmada PMK tanısı ile izlediğimiz hasta grubumuzun demografik ve klinik özelliklerini bildirmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 2006-2008 yılları arasında tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilerek operasyon kararı alınan ve operasyon sonrası histopatolojik değerlendirmede PMK saptanan 74 hasta alındı. Hastalar demografik verilerinin yanı sıra operasyon öncesi tiroid fonksiyon testleri, tiroid sintigrafisi, tiroid ultrasonografisi (USG), USG eşliğinde tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) ve operasyon sonrası histopatolojik sonuçları ile değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 63’ü  kadın(%85), 11’i erkek(%15) idi. Kadın/erkek oranı: 5.73 olup ortalama yaş 45,6 ±11,4  yıl idi. Tiroid fonksiyon testlerine göre ötiroid olan 56 hastanın 14‘ünde nodüler guatr (NG), 42’inde multinodüler guatr (MNG), bir hastada operasyon sonrası nüks MNG mevcuttu. Klinik ve laboratuar olarak hipertiroidisi olan 17 hastanın 9'unda toksik multinodüler guatr, 2'sinde toksik nodüler guatr, 6'sında  toksik diffüz guatr zemininde nodül saptandı. Hastaların operasyona veriliş nedenleri: 1) TİİAB sonucuna göre malign sitolojik bulgu veya malignite şüphesi; 2) TİİAB sonucu tanısal olarak yetersiz bildirilen olgularda ultrasonografik olarak malignite açısından şüpheli görünüm; 3) paratiroid adenomu ve NG/MNG birlikteliği; 4) bası semptomları ve NG/MNG birlikteliği, idi. Papiller mikrokarsinomlu on hastada tümör multisentrik yerleşimli idi(%13.5). Dokuz hastada tümörde kapsül invazyonu vardı(%12.2). Hastaların ikisinde vasküler invazyon mevcuttu(%2.7). Bir hastada paratiroid dokusuna ve çevre dokuya invazyon(%1.4), iki hastada lenfatik invazyon ve lenf düğümü metastazı(%2.7), 2 hastada ekstrakapsüler yayılım(%2.7) saptandı.

SONUÇ: Papiller mikrokarsinom genellikle otopsilerde yada diğer tiroid patolojileri için yapılan cerrahi girişimler sonrasında saptanmaktadır. Bu tümörlerin klinik davranışı ve tedavi planlaması açısından literatürde farklılıklar bulunmaktadır. PMK’ nın biyolojik davranışının papiller karsinomdan farklı olmadığını ve aynı tedavi prensiplerinin kullanılmasını savunan grupların yanında, prognozun daha iyi olduğunu ve operasyon sonrası ek tedaviye gerek olmadığını savunan gruplarda bulunmaktadır. Biz klinik olarak PMK saptanan hastalarımıza total/ totale yakın tiroidektomi sonrası radyoaktif iyot ablasyonu uygulamaktayız.

71 - Primer hiperparatiroidi ve tiroid hastalıkları birlikteliği - 2008

Gül, K., R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, O. K. Belenli, S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 35, P020, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Primer hiperparatiroidizm (PHPT) ile birlikte tiroid hastalığı sıklığı artmıştır. Bu hastaların bir kısmında tiroid patolojisi boyun eksplorasyonu sırasında tespit edilmektedir. Biz bu çalışmada PHPT nedeni ile opere edilen hasta grubumuzda tiroide ait patolojileri araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya cerrahi konseyimizde değerlendirilerek operasyon kararı alınan 32 PHPT’li hasta dahil edildi. Paratiroid hiperplazisi olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastalar tiroid patolojisine yönelik olarak tiroid fonksiyon testleri (sT3, sT4, TSH, anti tiroglobülin antikor, anti tiroidperoksidaz antikor, TSH reseptör antikoru), boyun ultrasonografisi (USG),  tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB),  gerekli görüldüğünde tiroid sintigrafisi ve radyoaktif iyot uptake ölçümleri ile değerlendirildi. Tüm hastalar boyun ekplorasyonu yapılarak opere edildi.

BULGULAR: Çalışmaya alınan hasta grubumuzun 26’sı kadın 6’sı erkek olup ortalama yaş 51,1 ± 8,4 (35-70yıl idi. Operasyon öncesi yapılan USG’ de 21 hastada tiroidde de nodül saptandı. Operasyon öncesi laboratuar olarak ötiroid olan hasta sayısı 17 idi. Bu hastaların 12’sinde multinodüler guatr (MNG), 3’ünde nodüler guatr (NG), 2’sinde operasyon sonrası nüks MNG tespit edildi. Hipertiroidi saptanan hasta sayısı 3 idi. Bu hastalarında 1’inde toksik MNG, 2’sinde toksik diffüz guatr mevcuttu. Hipotiroidisi olan hasta sayısı 7 idi ve bu hastaların 4‘ü kronik tiroidit (nodülsüz), 3’ü tiroidit zemininde MNG idi. Hastaların 7’sinin tiroid antikor titreleri yüksekti. Bu sonuçlara göre preoperatif tiroid patolojisi olan hasta sayısı 27 (%84) olarak belirlendi. Operasyon öncesi 54 nodülün 33’üne TİİAB yapılmıştı ve benign olarak raporlanmıştı. Paratiroidektomi ile birlikte tiroid cerrahisi uygulanan 24 hastanın operasyon sonrası histopatolojik incelemesinde 3 hastada papiller mikrokarsinom (%9), 7 hastada tiroidit (%21,88) ve 15 hastada nodüler hiperplazi (%46,88) saptandı. Bu sonuca göre postoperatif histopatolojik olarak doğrulanmış tiroid hastalığı oranı %75 idi. PostoperatifParatiroid patolojisi açısından 1 hastada paratiroid karsinomu,  31 hastada ise paratiroid adenomu tespit edildi.

SONUÇ: Primer hiperparatiroidizm ile birlikte tiroid hastalığı sıklığı farklı yayınlarda %22-70 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir.  Bizim serimizde Preoperatif değerlendirmelerimize göre hasta grubumuzda PHPT ile birlikte tiroid patolojisi varlığı %84 oranındadır.Postoperatif histopatolojik olarak doğrulanmış tiroid hastalaığı oranı ise %75 idi. Bu ilişki bazı otorler tarafından insidental olarak kabul edilirken bazıları ise artmış kalsiyum seviyesinin veya bazı büyüme faktörlerinin guatrojenik etki yaptığını savunmaktadır. Bu iki patolojinin birlikteliği bu hastaların tedavileri konusunda çelişkilere neden olmaktadır. son yıllarda yaygınlaşan minimal invaziv cerrahi ile tiroid patolojileri değerlendirilemediğinden bu hastaların atlanmasına neden olmaktadır.  Bu nedenle hastaların operasyon öncesi ayrıntılı boyun ultrasonografisi ve luzum halinde USG eşliğinde TİİAB yapılmalı ve hastalar tiroid patolojileride göz önünde bulundurularak minimal invaziv cerrahi ya da boyun ekplorasyonu açısından değerlendirilmelidir.                    

70 - Hurtle hücreli lezyon veya hurtle hücreli neoplazi ile tiroidektomi uygulanan hastalarda malignite oranı - 2008

Gül, K., R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, O. K. Belenli, S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 35, P019, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsi (TİİAB) sonrası sitolojik incelemede Hurthle  hücreleri, hashimoto tiroiditi, nodüler guatr ve iyi differansiye tiroid kanserlerinde görülebilir. Bu çalışmadaki amacımız sitolojik incelemesi hurthle hücreli neoplazm veya hurthle hücreli lezyon olarak raporlanan hastalarımızda malignite sıklığını araştırmaktı.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya ultrasonografi (USG) eşliğinde yapılan TİİAB sitolojik incelemesi hurthle hücreli neoplazm veya hurthle hücreli lezyon olarak tanımlanan ve tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilerek operasyon kararı verilen 41 hasta alındı. Tüm hastalar operasyon öncesi tiroid fonksiyon testleri, tiroid sintigrafisi, USG, TİİAB ve operasyon sonrası histopatolojik sonuçları ile değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 38’i kadın 3’ü erkekti. Ortalama yaş 50,5 ± 12,88 (27-70) yıl idi. Operasyon sonrası histopatolojik incelemede 16 hastada tiroid malignitesi tespit edildi. Buna göre huthle hücreli lezyon/neoplazm’da tiroid kanseri oranı: %39 idi. Tiroid kanserlerinin dağılımına baktığımızda 4 hastadaHurthle hücreli karsinom(%25), 1 hastada folliküler karsinom(%6.3),  11 hastada papiller karsinom saptandı(%68.7). Hastaların altısında tümör multisentrik yerleşimli idi. İki hastada çevre dokuya invazyon mevcuttu. Ortalama tümör çapı 2,06 ±1,95 (0,4-7,5) cm. olarak bulundu. Dört hastada papiller karsinomun yanı sıra hurthle hücreli adenom da tespit edildi. Histopatolojik olarak benign bulunan hastalardan 2’sinde folliküler adenom, 2’sinde hurtle hücreli adenom, 7’sinde hashimoto tiroiditi ve 14’ünde nodüler hiperplazi saptandı.

SONUÇ: Folliküler ve hurthle hücreli kanserleri sitolojik olarak folliküler ve hurthle hücreli adenomdan ayırmak güçtür. Bu nodüller cerrahi sonrasında vasküler ve kapsüler invazyon ile karsinom tanısı alırlar. Çalışmalarda Frozen section’da ayrıca tanıda faydalı olmadığı gösterilmiştir.  Hurthle hücreli adenomlar ve karsinomlar sık karşılaşılan durumlar değildir. Hurthle hücreli karsinom diğer iyi differansiye karsinomlardan daha agresiv seyirlidir, daha sık metastaz yapar ve daha düşük survival oranı ile birliktedir.    Hurthle hücreli lezyon/neoplazide malignite oranı literatürde %23-45 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir. Çalışmamız sonucunda hurtle hücreli lezyon veya neoplazi nedeni ile opere edilen hastalarımızda malignite oranını %39 olarak tespit ettik. Malign vakaların %68.7’si de papiller kanserdi. Biz bu hasta grubunun malign kabul edilip total/ totale yakın tiroidektomiuygulanması görüşündeyiz.

69 - Tiroid malignitesi ile tiroid fonksiyon testleri arasındaki ilişki - 2008

Gül, K., R. Ersoy, A. Dirikoç, A. Oğuz, D. Tüzün, H. Başer ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 34, P017, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid onkogenezinde TSH’ nın rolü net değildir. TSH’ nın yanı sıra tiroid hormonları ve otoantikor pozitifliğinin malignite ile ilişkisi konusunda az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilerek tiroidektomi kararı alınan hasta grubumuzda tiroid fonksiyon testleri ile malignite ilişkisini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 272 hasta dahil edildi. Hipertiroidi ve hipotiroidi saptanan hastalar, L-Tiroksin veya antitiroid tedavi kullananlar, daha önce tiroidektomi uygulanan hastalar çalışmaya alınmadı.  Hastalar operasyon öncesi tiroid fonksiyon testleri (sT3, sT4, TSH), ve tiroid antikorları antitiroid peroksidaz antikoru(0-35 IU/mL), antitiroglobülin antikoru(0-40 IU/mL), (Anti TPO, Anti TG) ve operasyon sonrası histopatolojik sonuçları ile değerlendirildi. Hastalar histopatolojik sonuçlarına göre benign ve malign olarak iki gruba ve TSH(0.4-4 µIU/mL) düzeylerine göre üç gruba ayrıldı; Grup 1: TSH<0,9 µIU/mL; Grup 2: TSH: 0,9-1,49 µIU/mL; Grup 3: TSH≥1,5 µIU/mL olarak belirlendi. sT3 (1.57-4.71 pg/mL), sT4 (0.85-1.78 ng/dL) düzeylerinin ortalaması alındı. Anti TPO: 35 IU/mL, Anti TG: 40 IU/mL’ nin üzerinde olması pozitif olarak değerlendirildi.

BULGULAR: Hastaların 224’ü kadın 48’i erkek olup ortalama yaş 44,4±11,7 (18- 75) yıl idi. Histopatolojik değerlendirme sonucunda 174 hastada benign bulgular, 98 hastada ise malignite tespit edildi. Hastaların TSH düzeyleri ile malignite arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0,001). TSH değerlerine göre belirlenen Grup 1 ve Grup 2 arasındaki fark anlamlı bulunmazken,  Grup 2 ve Grup 3 arasındaki fark anlamlı idi (p<0,001, OR:2,87). Buna göre TSH≥1,5 µIU/mL ise malignite riski artmaktaydı. Serbest T3 düzeylerine göre benign bulguları olan hastaların median sT3 düzeyi 3,55 pg/mL (1,4- 5,24) iken malign hastaların median sT3 düzeyi 3,35 pg/mL (1,8- 4,79) idi. Fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,006, OR:0,61). Anti TPO düzeyleri değerlendirildiğinde benign bulguları olan hastaların %17,7’ sinde, malignite saptanan hastaların %31,1’de pozitiflik mevcuttu. Benign ve malign gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,014, OR:2,10). Anti TG düzeyleri değerlendirildiğinde benign hastaların %19,9’da malign hastaların %32,2’de pozitiflik saptandı. Fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,028 OR:1,92). logistic regresyon analizi TSH ve ST3 etkisi devam ederken, antikorların etkisi ise anlamsız hale geldi.

SONUÇ: Bizim sonuçlarımıza göre TSH düzeyi normal değerler arasında olsa bile yüksekliği tiroid malignitesi için risk faktörüydü. TSH,  tümör hücreleri üzerindeki TSH reseptörleri aracılığıyla tiroid kanserinin büyümesine katkıda bulunur. TSH süpresyonu ise, differansiye tiroid kanserleri üzerinde relapsın önlenmesi ve hastalıksız yaşam süresi için bağımsız bir prediktördür. Bizim sonuçlarımıza göre ST3 düzeyinin normal değerler arasında olsa bile düşüklüğü ve tiroid antikor pozitifliği malignite ile ilişkili bulundu. Otoimmün tiroid hastalığının ve tiroid antikorlarının tiroid kanserlerindeki etkisi konusunda net veriler yoktur. Retrospektif çalışmalarda Anti-TG tümörün varlığı ve rekürrensin göstergesi olarak kullanılmıştır. Kronik lenfositik tiroidit ile papiller karsinom arasında da ilişki gösterilmiştir. A-TPO ile differansiye tiroid karsinomu arasındaki ilişkiyle ilgili fazla veri yoktur. Yapılan bir çalışmada Anti-TPO ve Anti-TG’nin malign çıkan hastalarda daha yüksek olduğu gösterilmiş, ancak bizim sonuçlarımızla da uyumlu olarak regresyon sonrası bu etki kaybolmuştur. Ayrıca bu çalışmada toksik ya da hipotiroid olan hastalarda alınmış. Biz klinik olarak toksik ya da hipertiroid olan ve ilaç alan hastaları almadık. Bizim sonuçlarımıza göre hastalar klinik olarak hipo ya da hipertiroid olmadan da antikor düzeyi yüksekliği, ST3 düşüklüğü ve TSH’nın 1,5’ un üzerinde olması malignite ile ilişkili idi.

68 - Kronik otoimmün tiroiditli hastalarda selenyum kullanımının otoantikor düzeyleri üzerine etkisi - 2008

Gül, K., A. Dirikoç, C. Aydın, D. Tüzün, S. İnançlı, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 34, P017, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Kronik otoimmun tiroidit, otoimmün hastalıklar içinde en sık görülenlerden biridir. Selenyum diyetle alınan esansiyel bir elementtir. Selenyum bağımlı enzimlerin sadece tiroide değil aynı zamanda immün sistem üzerinede etkisi vardır ve anti-oksidatif ve anti-inflamatuvar etkiye sahiptir. Glutatyon peroksidaz enzimi de selenyum bağımlıdır. Selenyum eksiklği, glutatyon peroksidazın etkisini azaltır ve tiroid hücrelerinde hasarın ve fibrozisin başlamasına katkıda bulunur.  Otoimmün tiroiditlerde günlük 200 mg selenyum verilmesinin anti tiroid peroksidaz (Anti TPO) düzeylerini azalttığı bildirilmiştir. Biz bu çalışmada L-Tiroksinin (LT4) tedavisi kullanan kronik otoimmün tiroiditli hasta grubunda selenyum replasmanının tiroid otoantikorları üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya klinik, laboratuar ve ultrasonografik verilere dayanılarak kronik otoimmün tiroidit tanısı almış 39 hasta (36 kadın, 3 erkek) dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, tiroid fonksiyon testleri ve tiroid antikor düzeyleri benzer iki gruba ayrıldı. Grup 1’ deki hastalar (n=25) 100-200 mcg LT4 tedavisi ile izlenirken, Grup 2’ deki hastalara (n=14) 100-200 mcg LT4 tedavisine ek olarak Selenyum (Sodyum selenit) 200 mg verildi.  Dokuz ay sonrasında hastaların tiroid fonksiyon testleri ile birlikte antitiroid peroksidaz antikoru(Anti TPO:0-35 IU/mL), antitiroglobülin antikoru(Anti TG: 0-40 IU/mL) otoantikor düzeyleri değerlendirildi.

BULGULAR: Grup1’deki hastaların başlangıçtaki otoantikor düzeyleri, Anti TPO: 677.49±335.88 IU/mL,  Anti TG:949.43±1200 IU/mL idi. Grup 2’deki hastaların başlangıçtaki otoantikor düzeyleri, Anti TPO:561.06±393.49 IU/mL,   Anti TG:1079.05 ±1336 IU/mL idi. Başlangıç antikor düzeyleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). Dokuz aylık takip dönemi sonrasında Grup 1 de otoantikor düzeyleri; Anti TPO: 564.84±364.71 IU/mL, Anti TG: 824.19±1134.52 IU/mL idi ve başlangıç düzeylerine göre aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p=0.005 ve p=0.003). Grup 2’de tedavi sonrası Anti TPO: 426.74±341.22 IU/mL, Anti TG: 697.67±1007.87 IU/mL idi ve başlangıç düzeylerine göre aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p=0.008 ve p=0.029). Tedavi sonrası tiroid otoantikor düzeyleri karşılaştırıldığında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı saptandı (p>0.05).

SONUÇ: Otoimmün tiroiditte selenyum kullanımının hastalığın seyri üzerindeki etkileri ise tartışmalıdır Bazı çalışmalarda A-TPO düzeyini azalttığı gösterilmişken bazı çalışmalarda da LT4’e ek bir faydasının olmadığı gösterilmiştir. Bizim sonuçlarımıza göre hem LT4 tedavisi alan grupta hem de LT4+selenyum tedavisi alan grupta tiroid antikorları azalmıştı. Ancak selenyum tedavisi alan grupla sadece LT4 tedavisi alan gruplar arasında antikorların azalma miktarları açısından istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmemişti. Çalışmamız sonucunda tiroid otoantikorları üzerine selenyum tedavisinin ek bir katkısının olmadığını gözlemledik.

67 - İnce iğne aspirasyon biyopsisi uygulanan 3379 nodülün Ultrasonografik özellikleri ve sitolojik ve histopatolojik bulgularının korelasyonu - 2008

Gül, K., R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, O. K. Belenli, S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 33, P016, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid nodülleri tiroid alanında görülen yaygın bir klinik problemdir. Genel olarak erişkin popülasyonun % 4-7’si palpabl bir tiroid nodülüne sahipken %19-%67’si ultrasonoğrafi (USG) ile saptanabilen tiroid nodüllerine sahiptir. Palpabl nodüllerinin yaklaşık %5’i malign olarak tanı almaktadır.Tiroid nodüllerinde USG’nin tanısal doğruluğu yüksek rezolüsyonlu USG cihazlarının kullanılması ile artmıştır. Bununla birlikte tiroid nodüllerinde malign lezyonu işaret eden bağımsız bir USG bulgusu yoktur. Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) tiroid nodüllerinin tanı ve takibinde kullanılan en etkili ve en duyarlı tetkiktir. Buçalışmada tiroid USG’de saptanan nodüllerin özelliklerini belirlemeyi, bu özelliklerin sitolojik bulgular ve tiroidektomi uygulanan olgularda patoloji sonuçları ile korelasyonunu araştırmayı amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya tiroid hastalıkları polikliniğimize başvuran 2064 hasta ve bu hastaların USG ile tanımlanan ve TİİAB uygulanan 3379 nodülü alındı. . Ultrasonografik olarak nodülün 1- ekojenitesi: izoekoik, izo-hipoekoik, hipoekoik,   hiperekoik, anekoik olarak  2- ekoyapısı: Solid, mixt , kistik olarak(kistik bölüm 25% den az ise solid , 25-74% ise mixt ve 75-100% ise kistik kabul edildi) 3- mikrokalsifikasyon var veya yok olarak 4- halonun varlığı veya yokluğu, 6- nodülün kenar yapısı düzenli, düzensiz, sınırları parankimden net ayırt edilemeyen olarak sınıflandırıldı. TİİAB, 1 cm üstündeki (suprasantimetrik) tüm nodüllere ve  ≤ 1cm da ise(subsantimetrik) USG’de hipoekoik, solid, mikrokalsifik, kenarı düzensizliği, halo yokluğu  gibi maligniteyi düşündüren bulguların en az birinin mevcudiyetinde yapıldı.  Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi USGeşliğinde 27 Gauge iğne ve 20 ml şırınga kullanılarak free hand tekniği ile yapıldı. Nodüller sitolojik bulgulara göre benign, şüpheli, malign ve yetersiz olarak sınıflandırıldı. Şüpheli sitoloji içine papiller karsinom için şüpheli lezyon, hurthle hücreli lezyon/neoplazm, folliküler lezyon/neoplazm alındı. Sitolojisi yetersiz olan nodüllere ikinci biyopsi yapıldı, tekrar yetersiz gelen nodüller klinik ve USG olarak şüpheli ise cerrahi açıdan değerlendirildi. Sitolojisi malign ve süpheli olan vakalar konsey kararı ile operasyona verildi. Opere edilen hastaların histopatoloji sonuçları malign (papiller karsinom, folliküler karsinom, hurtle hücreli karsinom, anaplastik karsinom, medüller karsinom) ve benign (nodüler hiperplazi, kolloidal guatr, lenfositik tiroidit, hashimoto tiroiditi, folliküler adenoma, hurtle hücreli adenoma) olarak gruplandırıldı.   

BULGULAR: Hastaların 1728’i kadın(83.7%), 336’ sı erkekti(16.3%).Ortalama yaş: 48.3±12.8(15-89) yıldı.

Tiroid USG bulguları: Ekojenitesine göre: nodüllerin 61.2%’si izoekoik, 14.6%’sı hipoekoik, 21.1%’i izo-hipoekoik, 3% anekoik- hiperekoikti. Eko yapısına göre, nodüllerin 90%’ı solid, 2.9%’u kistik, 7%’si mixt eko yapısında idi. Mikrokalsifikasyon nodüllerin 61.8%’inde mevcuttu, 38.2%’sinde yoktu. Halo nodüllerin 73.2%’sinde yok, 26.8%’inde ise vardı. Kenar düzeni açısından nodüllerin 42.6%’sının kenarı düzenli, 11.4% kenarı düzensiz, 45.8% sınırları parankimden net ayırt edilemiyordu. Nodüllerin 20.5%’i subsantimetrik, %79.5’i suprasantimetrikti.Hastaların  20.9%’inin nodüler guatr ve 79.1%’sinin    multinodüler guatr mevcuttu.

Ultrasonoğrafi eşliğinde TİİAB sitolojik sonuçları: 2064 hastanın 3379 nodülüne TİİAB yapıldı. İlk USG eşliğinde TİİAB sitolojik değerlendirmesi; 82.5%’i benign, 6.2%’si şüpheli, 1.9%’u malign, 9.4%’u yetersiz olarak raporlandı. sitolojik değerlendirme için yetersiz bulunan nodüllere ikinci biyopsi uygulandı 9.9%’u tekrar yetersiz geldi.  İki TİİAB’ın final sitlojik sonucu ise 89%’u benign, 6.8%’i şüpheli, 2%’u malign, 3.4% ü yetersizdi. Bu sonuca göre histopatolojik olarak doğrulanmış malignite oranı %6.69(138/2064) idi.  Histopatolojik olarak malign ve benign nodüllerin USG özellikleri karşılaştırıldı. Benign nodüllerin 12.2%’si malign nodüllerin 67.2%’si hipoekoik özellikteydi (p=0.001, OR: 7.326). Benign nodüllerin 61.5%’inde, malign nodüllerin 73.9%’unda mikrokalsifikasyon mevcuttu (p=0.004, OR:1.774). Benign nodüllerin 72.3%’ünde malign nodüllerin 90.3%’ünde halo izlenmiyordu (p<0.001, OR:3.567). Benign nodüllerin 8.6%’sında malign nodüllerin ise 76.9%’unda kenar düzeni bozuk olarak izleniyordu (p<0.001, OR:31.163). Malign tiroid nodüllerinin tespitinde USG bulgularının tanısal değeri tablo 1 gösterilmiştir. Subsantimetrik nodüllerin malignite oranı 3.4% ve subrasantimetrik nodüllerin ki ise 1.6% idi ve aradaki fark anlamlı idi(p=0.002). Bununla birlikte subsantimetrik nodüllerde yetersizlik oranı 14.6% ve suprasantimetrik nodüllerin ki ise 8% idi ve aradaki fark istatiksel olarak anlamlı idi(p<0.001). Eko yapısı açısından ise kistik-mixt nodüllerin yetersizlik oranı solid nodüllerden fazla idi(p=0.01).

 

Tablo 1. Malign tiroid nodüllerinin tespitinde USG bulgularının tanısal değeri.

 
 

Hipoekoik

Mikro

Kenar düzensizliği

Solid

Halo Yokluğu

Sensitivite

66.7%

73.9%

76.1%

98.5%

89.9%

Spesifisite

87.8%

38.6%

91.5%

10.1%

27.7%

PPD

19.2%

5.0%

28.0%

4.3%

5.1%

NPD

98.4%

97.1%

98.9%

99.4%

        98.4%

Accuracy

86.9%

40.1%

90.9%

13.6%

30.3%

 

PPD: pozitif prediktiv değer     NPD: negatif prediktiv değer

 

Tiroid kanseri tanısı için anlamlı olan USG özelliklerinin, birden fazlasının bir arada bulunmasının, tek veya iki USG özelliğinin bir arada bulunması ile karşılaştırmasının sonucu ise tablo 2 de özetlenmiştir.  Buna göre hipoekoik, kenar düzensizliği, mikrokalsifikasyonun bir arada bulunmasının, bu özelliklerden biri veya ikisinin bir arada bulunması ile karşılatırıldığında sensitivity 41.6%, spesificity 98% olarak bulundu.Genel olarak ultasonografik özelliklerin kombinasyonlarında sensitivite azalırken spesifisite artmaktadır. 

 

Tablo 2. US’de anlamı olan bulgularının farklı kombinasyonlarının tiroid nodüllerinin benign-malign ayrımında tanısal değeri.

Usg özelliği                                       

benign(3178)

malign(134)

         p           

Sensitivite%

Spesifisite%

Hipoekoik+kenar düzensizliği     

 

102

   80                             

<0,001

59,7

96,8

Hipoekoik+mikrokalsifikasyon

 

205

   69

<0,001

51,5

93,5

Kenardüzensizliği+

mikrokalsifikasyon

193

   83

<0,001

62,9

93,9

Hipoekoik+kenardüzensizliği+mikrokalsifikasyon

62

  64

<0,001

41,6

98

  

Histopatoloji sonuçları: Çalışmaya alınan 2064 hastadan 464’ü hastanemizde opere edildi Operasyon kararı alınan 464 hastanın son sitolojik sonuçları; 263 benign, 13 yetersiz, 138 şüpheli, 50 malign bulgular olarak belirlendi. Postoperatif histopatolojik değerlendirmede ise 138 hastada malignite saptandı. Şüpheli sitolojide malignite oranı 52.9%, yetersiz sitolojide malignite oranı 61.5%, benign sitoloji ile operasyona verilen hastalarda ise malignite oranı 3.4% idi. Malign sitoloji ile operasyona verilen hastalarda malignite oranı 96%(tablo:3). Bu sonuçlara göre sitoloji malign ve benign olan hastaları postoperatif histopatoloji sonucuna göre TİİAB’nin Sensitivite 96.0%, Spesifisite 96.6%, PPV 84.2%, NPV 99.2%, Accuracy ise 96.5% olarak saptandı.

 

Tablo 3. Preoperatif sitoloji ve postoperatif patoloji sonuçlarının karşılaştırması.

 

                                                         Postoperatif  histopatolojik tanı

sitolojik tanı                              malign                                 benign                               total

Malign                                      48(%96)                              2(%4)                                   50

Şüpheli                                     73(%52.9)                           65(%47.1)                           138

Yetersiz                                    8((%61.5)                            5(%38.5)                             13

Benign                                      9(%3.4)                               254(%96.6)                          263

Total                                        138(%29.7)                          326(%70.3)                          464

 

SONUÇ: Yapılan çalışmalarda malign tiroid nodüllerinin USG olarak karakteristik özellikleri: hipoekojenite, solid yapı, mikrokalsifikasyon varlığı, düzensiz veya lobule kenar, halonun olmaması, nodülün santral vaskülarizasyonu, anteroposterior çapın transvers çapa oranı, uzun boyutun kısa boyuta oranı, çevre dokuya invazyon veya bölgesel lenfadenopati varlığı olarak sayılabilir. Bizim çalışmamızda da kenar düzensizliği, hipoekojenite, mikrokalsifikasyon maligniteyi belirleyen en önemli risk faktörleri idi.The American Association of Clinical Endocrinologists and Associazione  Medici Endocrinologi guidelines 1cm<  tüm nodüllere ve ≤ 1cm  nodüllerin  ise klinik ve USG olarak süpheli ise  USG eşliğinde TİİAB önermektedir. Bizim  çalışmamızda TİİAB sitoloji sonuçlarına göre ≤ 1cm   ve 1cm< nodüllerin malignite  oranları açısından anlamlı fark vardı. Subsantimetrik nodüllerde malignite oranımızın  daha yüksek olmasının nedeni bu nodüllere TİİAB yaparken daha seçici davranmamızdır. Daha önce yapılan  çalışmalarda gösterildi ki nodül büyüklüğü ile malignansi arasında anlamlı ilişki  yoktur. Bu durumda denebilir ki subsantimetrik nodüller daha düşük  malignite riski ile ilişkili değildir ve tek başına nodül büyüklüğü malignansi için prediktör değildir. Yapılam çalışmalarda TİİAB sitolojik sonucuna göre tiroid nodüllerindeki malignite oranı 1% - 10% (ortalama, 3.5)arasında bildirilmiştir. Bizim çalışmamızda TİİAB sitolojik sonucuna göre nodüllerdeki malignite oranı  2% postoperatif histopatolojik olarak doğrulanmış malignite oranımız ise 6.69% (138/2064) idi. Çalışmalarda şüpheli sitoloji oranı 5%-23%(ortalama, 10%). Bizim çalışmamızda süpheli stioloji oranımız 6.8%  idi. Şüpheli sitoloji sonuçlarının malignite oranı ve tedavileri konusunda tartışmalı sonuçlar vardır. Pek çok klinik bu hastalarda kesin tanı için cerrahi eksizyon önerirken bazı otorler ise bu lezyonlardaki malignite oranının düşük olduğunu ve hastaların gereksiz cerrahi geçirebileceğini belirtmektedir.  Bizim çalışmamızda şüpheli sitoloji olarak değerlendirilen grupta  histopatolojik olarak dogrulanmış malignite oranımız 52.9% idi. Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisinde yetersiz sitolojik sonuçlar  2%- 21% arasında değişmektedir. Tiroid nodüllerinde yetersiz sitoloji sonuçlarına klinik yaklaşım konusunda bir belirsizlik vardır. Bizim çalışmamızda da birinci TİİAB sonucu yetersizlik oranımız literatürle uyumlu olarak 9.4% idi.  İki biyopsi sonucu yetersiz olan USG görünümü şüpheli olan toplam 13 vakayı operasyona verdik ve malignite oranını 61.5 %bulduk. Bizim malignite oranımız literatürde bildirilen oranlardan oldukça yüksektir. Bizim malignite oranımızın daha yüksek olasının nedeni yetersiz sitolojideki her hastayı değil, klinik ve USG olarak( hipoekoik, mikrokalsifik, kebarı düzensiz) şüpheli nodüllerde cerrahi tedavi tercih etmemizden kaynaklanıyor olabilir. Buna göre yetersiz sitolojiler benign olmayabilir ve dikkatli değerlendirilmelidir. Bizim önerimiz yetersiz sitoloji klinik ve USG olarak süpheli ise cerrahi yönetim tercih edilmelidir. Diğer vakalar ise 6 aylık aralarla USG ve TİİAB ile sıkı takip edilmelidir. Sonuç olarak tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde USG önemlidir. Nodüllerin USG bulgularına göre malignite riski belirlenebilir. Özellikle kenar düzensizliği, hipoekoik yapı ve mikrokalsifikasyonun birlikteliğinde risk en yüksektir. Ancak malign lezyonu belirleyen bagımsız bir USG bulgusu yoktur. Tirodi ince iğne aspirasyon biyopsisi, özellikle USG eşliğinde yapıldığında,  preoperatif malign ve benign tiroid nodüllerinin ayrımında altın standarttır. Nodül çapı maligniteyi ekarte etmek tek başına belirleyici değildir. Biyopsi yapılırken nodül çapından çok nodülün USG özellikleri önemlidir. Ayrıca bizim görüşümüz süpheli sitolojik sonuçların malign kabul edilip cerrahi tedavi açısından değerlendirilmesidir. Yetersiz sitoloji sonuçlarının ise hastanın klinik durumu ve nodülün USG özelliklerinin birlikte değerlendirilerek bir tedavi yaklaşımının belirlenmesidir.

66 - Radyoaktik iyot ablasyon tedavisinin erken dönemde hematolojik parametrelere etkisi - 2008

Gül, K., B. Uzun, N. Poyraz, H.Başer, A. Oğuz, R. Ersoy ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 31. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 33, P015, Antalya , 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Differansiye tiroid karsinomlarında, lokal rekürrenslerinde ve metastazlarının tedavisinde yüksek doz radyoaktif iyot (RAI), ablasyon amacıyla yaygın olarak kullanılmaktadır. Kümülatif RAI tedavisinin uzun dönemde hematolojik parametrelere etkisi myeloid seriye ait lösemiler ve değişik derecelerde pansitopeni şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, tiroid kanserli hasta grubumuzda, ilk kez uygulanan RAI tedavisinden sonraki erken dönemde (6.ay) hematolojik parametreleri değerlendirmekti.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya tiroid papiller karsinomu tanısı ile Nükleer tıp ünitemizde RAI tedavisi uygulanan 21 hasta alındı. Hastaların operasyon öncesi beyaz küre (WBC), nötrofil (NEU), kırmızı küre (RBC), hemoglobin (HBG), beyaz küre dağılmı (RDW) ve trombosit sayısı (PLT) kayıt edildi. Bu parametreler, hastaların total tiroidektomi sonrası uygulanan RAI tedavisinin 6. ayındaki kontrol değerleri ile karşılaştırıldı.

BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 18’i kadın 3’ü erkekti. Ortalama yaş 43,0 ± 7,5 (30-58) yıldı. Tedavi için uygulanan ortalama RAI dozu 116 (100- 150) mCI idi. İstatistiksel olarak normal dağılım gösteren parametreler (RBC, HBG, PLT) ve normal dağılımı olmayan parametrelerin (WBC, NEU, RDW) tedavi öncesi ve tedavi sonrası sonuçları karşılaştırıldı. Buna göre RBC değerlerinde tedavi öncesi ve sonrasına göre istatistiksel olarak anlamlı bir değişiklik gözlenmedi(p=0,31).  Buna karşılık WBC, NEU, HBG ve PLT değerleri RAI sonrası altıncı ayda istatistiksel olarak anlamlı ölçüde azalmıştı (sırasıyla p= 0.001, 0.004, 0.01 ve 0.03). RDW değerlerinde ise RAI sonrası anlamlı olarak artış izleniyordu (p=0.03). Hastanın aldığı ilk dozla hematolojik parametreler arasında korelasyon tespit edilmedi.

.

Tablo1. RAI tedavi öncesi ve tedavi sonrası hematolojik parametrelerin karşılaştırılması.

 

Hematolojik parametreler

Tedavi öncesi

Tedavi sonrası

p

RBC (4.04-6.13 M/uL)

4.87±0.52 

4.79±0.51

0.31

HBG (12.2-18.1 g/dL)

13.58±1.9

13.07 ±1.86

0.01

PLT (142-424 K/uL)

283.38±67.3

260.67±68.41

0.03

WBC (4.6-10.2 K/uL)

7.19±2.32

5.88±1.99 

0.001

NEU (2-6.9 K/uL)

4.41±1.79

3.62±1.57

0.004

RDW (11.6-20%)

15.27±1.51

16.37±2.83

0.03

  

SONUÇ: Literatürde genellikletotal 500 mCİ üzerinde RAI tedavisi almış hastalarla yapılmış uzun dönemli hematolojik çalışmalar mevcuttur. Çalışmamız sonucunda ilk kez uygulanan RAI tedavisinden sonra erken dönemde hematolojik parametrelerin etkilendiğini gözlemledik. Bu nedenle RAI ablasyon tedavisi uygulanan hastaların hematolojik parametreler açısından da dikkatli takip edilmesi gerektiği düşüncesindeyiz

  

65 - Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde izlenen tiroid kanserli hastalarımızın demografik özellikleri - 2008

Gül, K., B. Çakır, R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, O. Topaloğlu, A. Dirikoç, O. Belenli ve S. Nevzat Uğraş
Ulusal Bildiriler 3. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 32, P34, Trabzon, 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid kanserlerine istatistiksel açıdan bakılırsa sınırlı bir halk sağlığı problemi olarak görülür. Bütün kanser olgularının %1’ni ve ölümlerin ancak %0.4’nü kapsar. Buna karşılık hastalığın klinik önemi  düşük insidansı ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Çünkü toplum içinde  nüfusun %5-25’ de görülen nodüler/ multinodüler guatr olgularının içinden bulunmaları ve tedavileri gerekir. Tiroid nodüllerinde malignite oranı ortalama %5 dir. Ancak diğer çarpıcı bir özellik postmortem incelemelerde tiroid bezi içinde %30’ a kadar çıkabilen rastlantısal kanser bulgularıdır. Biz bu çalışmada tiroid kanseri tanısı ile izlediğimiz hastaların genel özelliklerini  bildirmeyi amaçladık. 

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 2004-2008 yılları arasında tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilerek operasyon kararı alınan ve  postoperatif histopatolojik inceleme sonucu tiroid malignitesi saptanan 116 hasta dahil edildi. Hastaların tiroid fonksiyon testleri (sT3, sT4 TSH, antitiroglobulin antikoru, antitiroid peroksidaz antikoru, tiroglobulin düzeyi, TSH reseptör antikoru) çalışıldı. Tüm hastalara iroid  ultrasonografisi (USG), tiroid ince iğne aspirasyon biyopsileri (TİİAB), tiroid sintigrafisi ve gerekirse radyoaktif iyot uptake ölçümü yapıldı.

Hastaların operasyona veriliş nedenleri  1) TİİAB sonucu malign, malignite şüphesi, folliküler neoplazm, folliküler lezyon, hurtle hücreli neoplazm ve hurtle hücreli lezyon saptanması, 2) paratiroid adenomu ile birlikte multinodüler guatr  varlığı, 3) nodüler veya multinodüler guatr nedeniyle bası semptomları varlığı olarak gruplandırıldı.

BULGULAR: Hastaların 101’i kadın (%87,07), 15’i erkek (%12,93) olup ortalama yaş 44,8± yıl (21-75) idi. Tiroid fonksiyon testlerine göre ötiroid olan 95 hastanın (%81,9),  33’ünde  nodüler guatr (%34,74), 62’sinde multinodüler guatr (%65,26) tespit edildi. Hipertiroidi olan 19 hastanın (%16,38)  10’unda toksik multinodüler guatr, 2’sinde toksik nodüler guatr, 7’sinde ise toksik diffüz guatr zemininde nodül saptandı. Hipertiroidi olan  hastaların 17’si antitiroid tedavi alıyordu. Çalışmaya alınan hastaların 2’sinde  opere nüks multinodüler guatr mevcuttu. Yüz on altı hastada 301 nodül mevcuttu ve bu nodüllerin 195’ ine TİİAB yapılmıştı. Hastaların opere edilme nedenleri; 64 hastada TİİAB sonucuna göre  malignite şüphesi, folliküler lezyon/ neoplazi, hurtle hücreli lezyon/ neoplazi; 26 hastada malign sitolojik bulgular; 21 hastada TİİAB benign olmakla birlikte bası semptomları; 3 hastada paratiroid adenomu ve birlikte ötiroid multinodüler guatr idi. Operasyon sonrası histopatolojik tanılar incelendiğinde  104 hastada papiller tiroid karsinom (PTK) (%89,65) saptandı. Bu hastaların 45’inde  papiller mikrokarsinom (PMK), 20’sinde papiller kanser folliküler varyant olduğu belirlendi.  Hastaların 5’inde folliküler karsinom, 5’inde hurtle hücreli karsinom, 2’sinde  medüller tiroid karsinomu saptandı.  Ortalama tümör boyutu 1,45 (0,1-7,5) cm idi. Otuz hastada kapsül invazyonu vardı. Yirmi bir hastada tümör multisentrikti (17 hastada 2 odakta, 3 hastada 3 odakta, 1 hastada 5 odakta). Yirmi altı hastada tümöre lenfositik tiroidit(%22,41), 6 hastada hurtle hücreli adenom ve 4 hastada folliküler adenom eşlik ediyordu. Postoperatif  malign bulunan nodüllerin ultrasonografik olarak; %64,72’sinin ekojenitesi hipoekoik,  %91,4’ü solid eko yapısında, %70,4’ünde mikrokalsifikasyon mevcuttu. Nodüllerin %78,3’ün de halo yoktu ve %64,3’ünde  nodül sınırları düzensizdi.

SONUÇ: Tüm tiroid karsinomlarının %70-80’ini PTK, %10-20’sini folliküler  karsinom,%5’ini medüller karsinom  oluşturur. Kadınlarda 2-4 kat daha sık görülür. Dünya sağlık örgütüne göre 1 cm ve daha küçük çaptaki  tümör PMK olarak tanımlanmaktadır. Tiroid kanserleri içinde en yaygın görülen histopatolojik varyanttır  ve tüm PTK’ lerin %30’unu oluşturur. Bizim sonuçlarımız da literatürle uyumlu idi. Hastalarımızın %89,65’i PTK idi. PTK olgularının da  %43,27 ‘si PMK olarak saptandı. Differansiye tiroid kanserli (DTK)  hastalarda PMK rölatif oranın artmış olması, yüksek rezolusyonlu USG’nin ve TİİAB’ın daha sık kullanılmasına ve cerrahi spesimenlere daha ayrıntılı histopatoljik inceleme yapılmasına bağlıdır. Bununla birlikte  çapı 4 cm üzerinde olan nodüllerde TİIAB yalancı negatiflik oranı artmıştır. Yalancı negatif sonuçlar tiroid kanserli hastalarda uygun cerrahi girişimin gecikmesine neden olabilmektedir. Bizim serimizde de 21 hasta TİİAB benign olmasına rağmen bası sempromları nedeniyle operasyona verilmiş ve histopatolojik olarak  malignite tespit edilmişti.  Bu nedenle nodül çapı 4 cm ve üzerindeki olgularda TİİAB sonucu benign de olsa hastalar cerrahi açıdan değerlendirilmelidir görüşündeyiz.  Papiller tiroid karsinomu ve lenfositik tiroidit birlikteliği dikkat çeken ve tartışılan bir konu olmuştur. Bu  iki patolojinin birlikte bulunuş sıklığı konusunda %0,3-58 arasında değişen  oldukça farklı oranlar bildirilmiştir. Bizim  hastalarımızda DTK ile tiroidit birlikteliği %22,41 idi.  Hurtle  hücreli karsinom folliküler karsinomun bir varyantıdır ve tüm differansiye tiroid karsinomlarınnın %5’inden azını oluşturur. Klinik ve biyolojik davranışı tam olarak bilinmemektedir. Bizim 114 DTK’lı  hastamızın  5’i hurtle hücreli karsinomdu, oran literatürle uyumlu olarak %4,39 du. Hipertiroidizmde tiroid kanser insidansı farklı çalışmalarda %0,3-%16,6 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir. Primer hiperparatiroidide tiroid karsinom sıklığı %3,1-%15 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir. Bizim çalışmamızda  tiroid kanserli hastaların %16,8’inin hipertiroidisi mevcuttu. Çalışmamız sonucunda tiroid kanseri nedeniyle takip etmekte olduğumuz hastaların demografik verileri açısından literatür ile uyumlu olduğunu gördük. 

64 - Tiroid ince iğne aspirasyon sonrası şüpheli sitoloji bulunan hastalarda operasyon sonrası histopatolojik sonuçlar - 2008

Ersoy, R., B. Çakır, K. Gül, B. Korukluoğlu, P. Eren Ersoy, R. Aydın, C. Aydın, O. Topaloğlu, O. Belenli ve S. Nevzat Uğraş
Ulusal Bildiriler 3. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 26, P22, Trabzon, 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) tiroid nodüllerinin değerlendirilmesi ve cerrahi girişim endikasyonu için uygulanan en önemli tanı yöntemidir. Kanser tanısı ile cerrahiye verilen hasta sayısı TİİAB öncesi %15 iken TİİAB ile birlikte bu oran %50 olmuştur.  TİİAB sonuçlarının yaklaşık olarak %70’i benign, %5’i malign, %10-20’si değerlendirme için yetersiz ve %10’u şüpheli olarak bildirilmektedir. Farklı yayınlarda şüpheli sitoloji oranı %5-29 arasında değişmektedir. Yalancı negatif sonuç  %1-11 (ortalama %5), yalancı pozitif sonuç ise %0-7 (ortalama %5) dir. Bu çalışmada TİİAB sitolojik incelemesi sonucu malignite için şüpheli olarak değerlendirilen hastalarımızdaki operasyon sonrası tiroid  malignitesi oranını tespit etmeyi amaçladık.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya TİİAB sonucunda sitolojik olarak malignite şüphesi tespit edilen ve tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilerek operasyona kararı alınan 139 hasta alındı.  Hastaların tamamına USG ve USG eşliğinde TİİAB yapıldı. Hastaların 123’ü kadın 16’sı erkekti. Ortalama yaş 45,07 yıl (21-75) idi. Hastaların 41’ inde ötiroid nodüler guatr, 70’inde ötiroid multinodüler guatr, 4’ünde toksik nodüler guatr, 11’inde toksik multinodüler guatr, 8’inde toksik diffüz guatr zemininde nodül mevcuttu ve 5 hasta opere nüks multinodüler guatr tanısı ile izleniyordu. TİİAB sitolojik incelemesinde şüpheli sitoloji; papiller karsinom için şüpheli lezyon, hurtle hücreli adenom/ hurtle hücreli neoplazm, folliküler  adenom/ folliküler neoplazm olarak belirlendi. 139 hastanın sitolojik sonuçları: 82  hastada papiller karsinom için şüpheli lezyon, 38 hastada hurtle hücreli adenom/ neoplazi , 19 hastada folliküler adenom/ neoplazi idi.

BULGULAR: Şüpheli sitoloji nedeniyle operasyona alınan 139 hastanın operasyon sonrası patoloji sonuçları değerlendirildiğinde; 70 hastada tiroid malignitesi tespit edilirken, 69 hastanın patoloji sonucu benign olarak raporlandı. Buna göre malignite oranı %50,36 olarak belirlendi. Malign hastaların 62’ sinde papiller tiroid karsinomu (PTK) tespit edildi. Bu hastalarında 25’i papiller mikrokarsinomdu (PMK). Diğer malign hastaların 2’si folliküler karsinom, 6’sı hurtle hücreli karsinom (HHK) idi. Şüpheli sitoloji açısından  alt gruplar değerlendirildiğinde; Papiller karsinom için şüpheli sitolojik bulguları nedeniyle opere olan hastaların operasyon sonrası patoloji sonuçları: 27’si PTK, 18’i PMK, 2’si HHK olarak rapor edildi (malignite oranı: %57,32). Hurtle hücreli lezyon/ neoplazi nedeniyle opere olan hastaların patoloji sonuçları: 4’ü HHK, 1’i folliküler karsinom, 4’ü MPK, 7’si PTK idi (malignite oranı: %42,11). Folliküler lezyon/ neoplazi nedeniyle opere olan hastaların patoloji sonuçları: 3’ü PTK, 3’si MPK, 1’i folliküler karsinom olarak bulundu (malignite oranı: %36,84). Sitoloji şüpheli patoloji sonucu benign olarak kabul edilen 69 hastanın operasyon sonrası histopatolojik tanıları: 41’i nodüler hiperplazi (%59,42), 12’si lenfositik tiroidit(%17,39), 11’i folliküler adenom (15,94), 5’i hurtle hücreli adenom (%7,25) idi.

SONUÇ: Tiroid nodüllerinde şüpheli sitoloji sonuçlarında malignite oranı ve bunların optimal tedavisi ile ilgili tartışmalı sonuçlar vardır.  Sitolojik olarak şüpheli bulunan lezyonların malign sonuçlanma olasılığı %19-81 arasında değişen oranlarda bildirilmiştir. Cappelli  ve arkadaşlarının 2006 yılında yaptığı bir çalışmada 349 şüpheli sitolojinin operasyon sonrası 284'ü (%81) malign olarak bulunmuştur. Papiller kanser  için şüpheli 45 sitoloji sonucunun alındığı bir çalışmada malignite oranı %40 olarak bulunurken 111 hastanın alındığı başka bir çalışmada ise oran %56 olarak bulunmuştur. Biz çalışmamızda şüpheli sitolojilerin tamamı değerlendirildiğinde malignite oranını %50,36 bulurken, papiller kanser için şüpheli sitoloji grubunda ise malignite oranını %57,32 bulduk. Folliküler ve hurtle hücreli kanserleri sitolojik olarak folliküler ve hurtle hücreli adenomdan ayırmak güçtür. Bu nodüller cerrahi sonrasında vasküler ve kapsüler invazyon ile karsinom tanısı alırlar. Folliküler neoplazide malignite oranı çalışmalarda ortalama %20-30 olarak bildirilmektedir. Yapılan bir çalışmada 215 folliküler neoplazili hasta alınmış ve malignite oranı %47,4  olarak bulunmuştur. Ancak  110 hastanın alındığı başka bir çalışmada malignite  oran %6 olarak bulunmuş ve bu sonuca göre de sitolojisi folliküler lezyon olan hastaların cerrahiye verilme konusunda acele edilmemesi ve 6 aylık aralarla USG ve TİİAB yapılmasını önerilmiştir. Biz çalışmamızda folliküler neoplazili hastalarımızda malignite oranını %36,84 olarak saptadık. Hurtle hücreli neoplazide malignite oranı  çalışmalarda ortalama %31 olarak bildirilmiştir. Yapılan bir çalışmada 63 hurtle hücreli neoplazili hasta alınmış ve  malignite oranı %23,8 olarak bulunurken 169 hurtle hücreli neoplazinin alındığı başka bir çalışmada ise tiroid malignitesi oranı %45 olarak bulunmuş. Biz hurtle hücreli neoplazi hastalarımızda malignite oranını %42,11 olarak tespit ettik. Çalışmamızda malignite riski en yüksek olan grup, papiller karsinom için şüpheli sitoloji grubu (malignite oranı: %57,32), daha sonra hurtle hücreli neoplazi grubu (malignite oranı: %42,11), en düşük olan ise folliküler neoplazi grubu (malignite oranı: %36,84) idi. Şüpheli sitoloji sonuçları ile operasyon sonrası histopatolojik olarak saptanan malignite oranları arasındaki fark sitoloji preperatlarının deneyimli sitologlar tarafından değerlendirilmesi gerekliliğini göstermektedir. Bizim sonuçlarımıza göre şüpheli sitolojilerde malignite oranı  yüksektir. Bu nedenle TİİAB sonrası şüpheli sitoloji saptanan olgular malign kabul edilip ameliyat önerilmelidir görüşündeyiz.

63 - Sitolojik olarak şüpheli nodüllerin ultrasonografik özellikleri ve operasyon sonrası histopatolojik tanılara göre malign ve benign nodül özelliklerinin karşılaştırılması - 2008

Gül, K., B. Çakır, R. Ersoy, B. Korukluoğlu, P. Emir Ersoy, R. Aydın, C. Aydın, A. Dirikoç, O. Belenli ve S. N. Uğraş
Ulusal Bildiriler 3. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 25, P21, Trabzon, 2008

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid nodüllerinde ultrasonografinin(USG) tanısal doğruluğu yüksek rezolüsyonlu USG cihazlarının kullanılması ile belirgin olarak artmıştır. Tiroid  nodüllerinin  benign- malign ayrımında ultrasonografik özellikler konusunda çalışmalar mevcuttur. Ultrasonografik bulgular malignite tanısını kesin olarak ekarte ettirmez ancak klinik karara yardımcı olabilir. Şüpheli  sitolojik bulguları olan hastalarla ilgili yapılan çalışmalarda amaç  hastaları gereksiz tiroidektomiden korumaktır. Bu grup hastalar özellikle genç ise , nodül çapı 3 cm' nin üstünde  ve nodül fikse ise malignite riskinin daha fazla olduğu gösterilmiştir. Ancak hasta yaşlı, nodül küçük ve mobil ise veya cerrahi için risk yüksekse 6 aylık aralarla USG ve gerekirse tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB) ile sıkı takibin uygun olacağı belirtilmiştir. Ayrıca bu hasta grubunda malign benign ayrımı için immünohistokimyasal çalışma yapılabilir. Bu çalışmadaki amacımız, TİİAB sonuçlarına göre malignite açısından şüpheli sitolojik bulgular nedeniyle opere edilen nodüllerin, operasyon sonrası histopatolojik tanıları  ve  ultrasonografik özelliklerini karşılaştırmaktır.

GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya tiroid hastalıkları konseyimizde değerlendirilen, TİİAB sonrası şüpheli sitolojik bulgular nedeniyle operasyon kararı alınan 139 hasta alındı. Hastaların tamamına USG ve USG eşliğinde TİİAB yapıldı. Çalışmaya alınan 139 hastanın toplam 227 nodülüne TİİAB uygulanmış, sitolojik olarak 159 nodülde şüpheli sitolojik bulgular tespit edilmiş ve 68 nodül benign olarak rapor edilmişti. Çalışmamızda TİİAB sonrası “malignite için şüpheli” olarak raporlanan 159 nodül değerlendirildi. Operasyon öncesi TİİAB'ı benign sonuçlanan 68 nodül çalışmaya dahil edilmedi.  Malignite şüphesi içine; papiller karsinom için şüpheli lezyon, hurtle hücreli lezyon, hurtle hücreli neoplazm, folliküler  lezyon, folliküler  neoplazm dahil edildi. Nodüller ultrasonografik olarak; ekojenitesi( hipoekoik, izoekoik, izohipoekoik, hiperekoik, anekoik), eko yapısı(solid, kistik, semisolid), halo (var ya da yok), mikrokalsifikasyon (var ya da yok), kenar düzeni (düzenli, düzensiz, sınırları parankimden net ayırt edilemeyen) ve antero-posterior çapın transvers çapa oranı (AP/T), uzun boyutun kısa boyuta oranı ile değerlendirildi.

BULGULAR: Operasyon sonrası 159 nodülün histopatolojik değerlendirme sonucu 85' inde tiroid   malignitesi tespit edilirken,  74 nodül benign olarak raporlanmıştı. Patoloji sonucuna göre malign veya benign çıkan nodüllerin ultrasonografik özellikleri karşılaştırıldı (Tablo. 1). Buna göre malign ve benign çıkan nodüllerin  eko yapısı, nodül boyutu, uzun boyut/kısa boyut oranı açısından aralarında istatiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p>0,05). Ekojenite, mikrokalsifikasyon, kenar düzeni, halo, AP/T oranı açısından ise malign ve benign nodüller arasında istatistikksel olarak anlamlı fark mevcuttu(p<0,05).

SONUÇLAR: Şüpheli sitoloji sonuçlarının malignite oranı ve tedavileri konusunda tartışmalı sonuçlar vardır. Gereksiz cerrahi girişimi önlemek için bu gruptaki hastaların dikkatli değerlendirilmesi gerekmektedir. Bazı çalışmalarda malignite oranının düşük olduğu ve sıkı takip edilerek luzum halinde cerrahiye verilmesi önerilirken, bazı çalışmalarda bu nodüllerin malign kabul edilerek opere edilmesi önerilmektedir. Yapılan çalışmalarda malign tiroid nodüllerinin ultrasonografik olarak karakteristik özellikleri: hipoekojenite, solid yapı, mikrokalsifikasyon varlığı, düzensiz veya lobule kenar, halonun olmaması, nodülün santral vaskülarizasyonu, anteroposterior çapın transvers çapa oranı, uzun boyutun kısa boyuta oranı, çevre dokuya invazyon veya bölgesel lenfadenopati varlığı olarak sayılabilir. Ancak malign lezyonu belirleyen bağımsız bir USG bulgusu yoktur. En az iki tane şüpheli ultrasonografik bulgu olması tiroid bezinin neoplastik lezyonlarını belirlemeye yardımcı olur. Biz çalışmamızda hipoekojenite, mikrokalsifikasyon, düzensiz sınır, halo yokluğu ve AP/T oranı açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit ettik. Özellikle malign sitolojik bulguları olan nodüllerin hipoekoik, kenar düzeni bozulmuş ve AP/T oranı artmış ise malignite oranı artmaktadır. Tiroid ultrasonografisinin malign ve benign tiroid nodüllerini tespit etmede sensitivitesi %74-78, spesifitesi %83-90  olarak bildirilmiştir. Ancak malignite kriterlerini belirlemede ultrasonografik değerlendirmenin belli bir standardizasyonu yoktur. Bizim görüşümüz malignite şüphesi olan nodüllere cerrahi uygulanması yönündedir; ancak hasta yaşlı veya operasyon için riski yüksek ise sitoloji sonucu ve nodülün USG  özellikleri ile birlikte değerlendirilerek tedavi yaklaşımı belirlenebilir.

 

Tablo.1 Patoloji malign veya benign çıkan sitoloji şüpheli nodüllerin ultrasonografik özellikleri

 
 

MALİGN

(sitoloji şüpheli, patoloji malign, n=85)

BENİGN

(sitoloji şüpheli, patoloji benign, n=74)

P

Hipoekojenite (%)

67,1

33,8

< 0,001

Solid yapı (%)

94,1

85,1

NS

Mikrokalsifikasyon (%)

68,2

52,7

< 0.05

Düzensiz sınır (%)

76,5

27

< 0,001

Halo yokluğu (%)

84,7

62,2

< 0,01

AP/T (ortalama oran)

1,2

0,9

< 0,001

Uzunboyut/ kısa boyut

1,3

1,27

NS

Nodül boyutu 1 cm üstü (%)

76,5

86,5

NS

  

62 - Selektif IgA Eksikliği ile ilişkili bir mide kanseri olgusu - 2007

Ersoy O., R. Ersoy, F. Çivi, E. Selvi, S Uğraş ve B.Çakır
Ulusal Bildiriler 24. Ulusal Gastroenteroloji Haftası, Bildiriler, The Turkısh Journal of Gastroenterology, Volum 18, Supplement 1. , 40, PS-47, Nevşehir, 2007

ABSTRACT

ÖZET: Common Variable Immnunodeficiency’li (CVID) hastalarda mide kanseri görülme riskinin yüksek olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte selektif IgA (SIgA) eksikliğinde mide kanseri nadir görülmektedir. Bu bildiride SIgA eksikliği tanısı ile izlenirken mide kanseri tespit edilen bir olgu sunulmuştur. 

 

OLGU: 24 yaşında erkek hasta, kilo kaybı, halsizlik ve nefes darlığı şikayetleri nedeniyle başvurdu. İki senedir SIgA eksikliği nedeniyle izlenen hasta kaşektik görünümdeydi. Fizik muayenede; boy: 156 cm, ağırlık: 32 kg, beden kitle indeksi: 13.15 kg/midi. Karın muayenesinde hepatosplenomegali saptandı. Solunum sistemi muayenesinde; solunum seslerinde azalma, ekspriumda uzama ve yaygın inspratuvar raller mevcuttu. Yardımcı solunum kaslarında retraksiyon izleniyordu. Laboratuvar testlerinde; alkaline fosfataz ve gama glutamil transpeptidaz düzeylerinde artış, hipoalbuminemi, lökositoz ve anemi tespit edildi. Gaitada gizli kan pozitif olarak saptandı. Abdominal USG’ de, karaciğerde en büyüğü sağ lobda 3x3 cm boyutlarında olmak üzere çok sayıda metastaz ile uyumlu kitle tespit edildi. Abdominal tomografi bu bulguları destekledi. Üst gastrointestinal sistem endoskopisinde; kardiyoözefagial bölgeden korpusa uzanım gösteren, 2x10 cm büyüklüğünde, düzensiz, ülserovejetan kitle tespit edildi (Figür 1) ve bu lezyondan çok sayıda biyopsi alındı. Endoskopik doku örneklerinin patolojik incelemesinde yassı epitel hücreli karsinoma tespit edildi (Figür 2).

 

CVID’ li hastalarda malign lenfoma ve mide kanserinin yüksek sıklıkta bulunmaktadır. Bu hastalarda aklorhidrinin mide kanseri gelişiminde rol oynayabileceği bildirilmiştir. Mide kanseri sıklığı SIgA eksikliği olan hastalarda ise nadir görülmektedir. Sekretuvar IgA, gastrointestinal sistemde, bakteriyel ve viral antijenlere karşı savunmada önemli bir rol oynamaktadır. Sekretuvar IgA yokluğu veya azlığının Helikobakter Pylori enfeksiyonu gelişimini kolaylaştıracağı ve mide kanseri gelişiminde rol oynayabileceği düşünülmektedir.

 

Sonuç olarak CVID’li hastalarda olduğu gibi SIgA eksikliği olan hastalarda da endoskopik kontrollerin yapılmasının uygun olacağı görüşündeyiz.

 

61 - Diyabetik ayakta periferfik anjiografi sonrası gelişen nekrozitan fasiitis - 2007

Akgül, E., K. Gül, R. Ersoy, M, Uğurlu, A. Uğurlu, Y. Üstü ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 157, P168, Antalya , 2007

ABSTRACT

Nekrotizan fasiitis (NF) oldukça nadir görülen, subkutan doku boyunca ilerleyen, fasiya ve bazen kas dokusunda nekrozla giden bir yumuşak doku enfeksiyonudur. Diyabet, kronik böbrek yetmezliği, periferik arteriyel hastalıklar NF temelinde sıklıkla yer alan patolojilerdir. Diyabetes mellituslu (DM) hastalarda kontrast maddeye bağlı akut böbrek yetmezliği (ABY) gelişme riski yüksektir. Bu bildiride diyabetik ayak nedeniyle hiperbarik oksijen tedavisi (HBOT) uygulanırken, periferik arteriyel anjiografi sonrasında ABY gelişen ve iyileşmekte olan ayak yarası NF’e ilerleyen bir olgu sunulmuştur.

 OLGU: 58 yaşında, 35 yıldır Tip1 DM tanısıyla izlenen erkek hasta, sol topukta yara ve kötü kokulu akıntı yakınması ile başvurdu. Kırkiki paket yılı sigara kullanım öyküsü olan hastanın muayenesinde, sol arteria dorsalis pedis ve tibiyalis posterior nabızları alınamadı. Yara yumuşak dokuda sınırlı, 1cm genişliğinde, 1,5cm derinliğinde ve Wagner’e göre grade 3 idi (Resim1). Doppler ultrasonografide tibiyalis posteriorda akım izlenmemişti. Yara kültüründe E.Coli, sonrasında klebsiella pneumonia üredi. Hastaya 10 hafta süreyle kültüre uygun antibiyoterapi, haftada 6 gün, günde 1 seans HBOT ve kollajenaz-basitracinle günlük pansumanlar uygulandı. Sol bacakta kramp tarzında ağrıları nedeni ile hastaya kardiyovasküler cerrahi konsültasyonu sonrası anjiografi önerildi. Anjiografi öncesi; ESR: 51 mm/h, CRP: 48 mg/dL, üre:31mg/dL, Cr:1,1mg/dL, Na:134mmol/L, K:5mmol/L, 24 saatlik idrarda mikroalbumin: 192 mg/gün olarak tespit edildi. Uygulanan 65 seans HBOT sonrası yara kapanmak üzereydi (Resim2). Hastaya Sağ femoral arterden iobitridol kullanılarak periferik anjiografi yapıldı. Anjiografinin yapıldığı gün hastada anüri gelişti; üre:127 mg/dL, Cr:6 mg/dL, Na:132 mmol/L, K:5.9 mmol/L idi. Takiben sol krus ½ distalinde kızarıklık, şişlik, ağrı ve nekroz başladı (Resim3,4). Hızla ilerleyen tablo NF olarak değerlendirildi. Hasta ABY tanısıyla 3 kez diyalize alındı. NF’e yönelik uygulanan medikal tedavi ve debridmanlara rağmen nekroz ilerledi. Hastaya anjiografi sonrası 18. günde dizaltı amputasyon uygulandı.

SONUÇ: Mikro ve makrovasküler komplikasyonların gelişmiş olduğu Tip 1 DM’ lu bu olguda, 6 aydır  yara bakımı ve antibiyotik tedaviye rağmen sebat etmekte olan yara, HBOT' un eklenmesi ile 2,5 aylık sürede  gerilemiş ve kapanmaya yüz tutmuştu. Anjiografinin hemen ardından gelişen NF için akut periferik emboliye gelişen bağlı iskemi ihtimali düşünüldü. Ancak arteriyel girişim karşı taraf femoral arterinden yapıldığından, bu ihtimalden uzaklaşıldı ve ABY ile NF’in aynı nedene dayalı olarak ortaya çıkma olasılığı değerlendirildi. Kontrast maddelerin, yüksek viskoziteleri nedeniyle eritrositlerde dehidratasyona, morfolojik değişikliklere, agregasyona ve mikrosirkulasyon bozukluğuna neden olduğu bilinmektedir. İobitridol noniyonik oluşu nedeniyle bu açıdan daha güvenilir görünmekle birlikte viskozite artışı ve eritrosit hücre duvarı rijiditesinden kaynaklanan endotel hasarı nedeniyle terminal vasküler yatakta hasara yol açarak cilt, myokard, böbrek gibi farklı organlarda iskemi oluşturabilme potansiyeline sahiptir. Sunulan olguda, kronik iskemik duruma rağmen, medikal tedavi ve HBOT ile kontrol altına alınmış bir enfeksiyon odağı mevcuttu. Kontrast maddenin, diyabetik nefropati ve periferik arter hastalığı zemininde, böbrek ve ekstremitede mikrosirkülasyonu bozarak, aynı anda ABY ve nekrotizan fasiitise yol açtığını düşünüyoruz.

Resim 1. Sol topukta diyabetik yara (Tedavi öncesi)

 


 

Resim2. Medikal tedavi ve HBOT ile iyileşmekte olan yara

 


 

Resim 3. Anjiografi sonrası sol krus distalinde gelişen NF

  

60 - Tiroid polikliniğine ilk kez başvuran ve Hashimoto tiroiditi tanısı alan hastalarda semptom dağılımının tiroid fonksiyon testlseri ile ilişkisi - 2007

Ersoy, R., V. Abbaspur, K. Gül, P. Er, Yusuf Üstü, A. Uğurlu, Z. Tutulmaz ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 104, P061, Antalya , 2007

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid hastalıkları endokrinoloji polikliniklerine en sık başvuru nedenidir. Tiroid hormonlarındaki değişiklikler geniş bir yelpazede klinik belirtilere yol açmaktadır. Çalışmamızda, endokrinoloji polikliniğine ilk kez başvurmuş ve Hashimoto Tiroiditi (HT) tanısı almış hastalarda semptom dağılımını değerlendirmeyi ve bu semptomların tiroid fonksiyonları ile ilişkisini araştırmayı amaçladık.

YÖNTEM: Haziran 2006- Aralık 2006 arasında, tiroid polikliniğimize çeşitli yakınmalar nedeniyle ilk kez başvuran, yapılan muayene, laboratuar ve görüntüleme tetkikleri sonrası, ilk kez Hashimoto Tiroiditi tanısı konulan 125 hasta çalışmaya dahil edildi.

Semptomatolojiyi etkileyeceğinden dolayı, bilinen sistemik hastalığı olan hastalar, tiroid fonksiyonları ve semptomları etkileyebilecek diğer ilaç kullanımı olan hastalar, boyun bölgesine daha önce operasyon uygulanmış veya radyoterapi görmüş hastalar ve hamileler çalışma dışı bırakıldı.

Muayene ve laboratuar tetkiklerine ek olarak, tüm hastalara aynı hekim tarafından 43 sorudan oluşan “Tiroid Semptom Anketi” yüz yüze görüşme yöntemi kullanılarak uygulandı.

BULGULAR: Hasta grubunun tiroid fonksiyon testlerine göre dağılımı Tablo 1’ de izlenmektedir.

·        Tüm hasta grubu değerlendirildiğinde polikliniğe başvurma nedeni olan en belirgin semptomlar; halsizlik (%70.4), çabuk yorulma (%67.2), boyunda sıkılma ve boğulma hissi (%64.8) ve sinirlilikti (%64.8).

·        Hasta grubunun semptom frekansları tiroid fonksiyon testlerine göre değerlendirildiğinde kilo kaybı, kilo alma ve tremor dışındaki tüm semptomların dağılımı ötiroid, hipotiroid, subklinik hipotiroid, hipertiroid ve subklinik hipertiroidli hastalarda benzerdi (p>0.05).

·        Kilo kaybı, hipertiroid ve subklinik hipertiroidli hastalarda, diğer gruplara göre daha sık izleniyordu. Gruplar arasındaki farklılık istatistiksel olarak da anlamlı bulundu (p<0.001).

·        Benzer şekilde tremor, hipertiroid ve subklinik hipertiroidli hastalarda, diğer gruplara göre daha sıktı. Gruplar arasındaki farklılık istatistiksel olarak da anlamlı bulundu (p=0.031).

·        Kilo alma ve vücutta şişlik yakınması ise hipotiroid ve subklinik hipotiroidli hastalarda, diğer gruplara göre daha sıktı. Gruplar arasındaki farklılık istatistiksel olarak da anlamlı bulundu (p=0.006).

·        Hasta grubunun semptom frekansları ultrasonografik tanılara göre değerlendirildiğinde ise ses kısıklığı ve gıcık hissi dışındaki tüm semptomların dağılımı tiroidit, tiroidit+NG ve tiroidit+MNG hastalarda benzerdi (p>0.05). Ses kısıklığı ve gıcık hissi ise NG ve MNG’ lı hastalarda anlamlı olarak daha sıktı (p<0.05).

 

Tablo 1. Tiroid fonksiyonlarına göre hasta grubunun verileri

 
 

Ötiroid

Sk.Hipotiroid

Hipotiroid

Hipertiroid

Sk.Hipertiroid

N (%)

57

19

15

16

18

ST3 (pg/mL)

3.72 ± 0.70

3.65 ± 0.90

3.05 ± 0.97

10.31 ± 7.83

3.55 ± 0.75

ST4 (ng/dL)

1.37 ± 0.24

1.27 ± 0.16

1.02 ± 0.38

3.41 ± 1.35

1.47 ± 0.33

TSH (mIu/ml)

3.60 ± 9.56

7.08 ± 3.83

24.79 ± 14.29

0.03 ± 0.11

0.15 ± 0.14

Anti-TPO Ab

225.4 ± 321.6

495.5 ± 399.6

546.7 ± 458.5

455.0 ± 344.8

210.7 ± 303.4

Anti- Tg Ab

184.6 ± 344.9

107.8 ± 101.0

361.4 ± 750.0

98.9 ± 88.9

292.2 ± 715.9

  

SONUÇ: Çalışmamızda, subklinik veya klinik, hipotiroidi veya hipertiroidili hastalarda, bu güne kadar bilinen semptomatolojiden farklı bir özellik saptamadık. Bununla birlikte tiroid fonksiyon testlerine göre ötiroid olan ve tiroid otoantikor değerleri dışında laboratuar parametrelerinde patolojik bulgu saptanmayan hasta grubunun %50’ den fazlasında mevcut olan; halsizlik, çabuk yorulma, boyunda sıkıntı- boğulma hissi, kilo alma ve vücutta şişlik, kaslarda ağrı, unutkanlık, sinirlilik yakınmalarının, hastalığın tiroid fonksiyonlarının henüz etkilenmediği döneminde ortaya çıkabileceğini gördük. Ülkemizde Hashimoto Tiroiditinin sıklığını göz önünde tutarak, tiroid hastalıkları açısından tarama tetkiklerini genişleterek, tiroid polikliniğine baş vuran hastalarda AntiTPO ve AntiTg antikor ölçümlerinin TSH’ nın yanı sıra rutin olarak yapılması gerektiği düşüncesindeyiz.

 

59 - Diyabetik ayak olgularında hiperbarik oksijen tedavisi sonuçlarımız - 2007

Akgül, E., K. Gül, M. Uğurlu, R. Ersoy, P. Er, Z. Tutulmaz ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 157, P167, Antalya , 2007

ABSTRACT

AMAÇ: Seçilmiş diyabetik ayaklı olgularda Hiperbarik oksijen tedavisi (HBOT), etkinliği kanıtlanmış bir tedavi yöntemidir, ancak ülkemizde yaygın olarak kullanılmamaktadır. Bu tedavi yönteminin bilinçli uygulanması hem tıbbi, hem de sosyoekonomik yönden önem taşır. Uygulama hastanın kapalı bir basınç odası içine alınarak maske yoluyla %100 oksijen soluması ile yapılır. HBOT yoluyla; plazmada çözünmüş oksijen ve eritrosit deformabilitesi arttırılarak, ateroskleroza ve mikrosirkülasyon bozukluğuna bağlı hipoksi ortadan kaldırılır, lökositlerin bozulmuş fagositoz yetenekleri düzelir, fibroblast aktivitesi ve kollajen yapımı artar ve anjiogenez sağlanarak yara iyileşmesi hızlandırılır. HBOT, diyabetik ayak gibi problem yaralar, kronik osteomiyelit, radyonekroz gibi patolojilerde medikal ve cerrahi tedaviyle beraber uygulanması gereken bir ek tedavi yöntemidir. Biz bu çalışmada uzun süreli medikal ve/veya cerrahi tedaviye rağmen iyileşmemiş, Wagner sınıflamasına göre Grade 2-4 arasındaki diyabetik ayak olgularında hiperbarik oksijen tedavisinin (HBOT) etkinliği değerlendirmeyi amaçladık.     

GEREÇ VE YÖNTEM: Diyabetik ayak polikliniğimizde izlenen ve HBOT uygulanan 28 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Olguların 16’sı kliniğimizde yatırılarak, 12’si poliklinik kontrolleriyle izlenmişti. Ortalama diyabet süresi 15.4±8.4 yıl, HbA1c: %9.7±1.8, CRP:74.6±26.8 mg/dl idi. Hastalar diyabetik ayak yaraları nedeniyle ortalama 225±87 gün medikal ve/veya cerrahi tedavi ile izlenmişlerdi. HBOT öncesi, olguların 7’sine minör amputasyon, 4’üne debridman, 1’ine flep uygulaması, 1’ine aortofemoral by-pass yapılmıştı. Wagner’e göre; 8 olgu grade 2, 15 olgu grade 3, 5 olgu grade 4 olarak sınıflandırıldı. Hastalara, mevcut tedavilerine ek olarak ortalama 40±25 seans HBOT uygulandı ve ortalama 210±95 gün izlendiler.

BULGULAR: İyileşme durumuna göre; HBOT sonrası tam şifayla sonuçlanan hasta sayısı 13 (%48); yaranın düzeldiği, kronik osteomyelitli ve/veya nöropatik ülserli hasta sayısı ise 11 (%29) idi. Tam iyileşme ile sonlanan hastaların 11’nde (%85) diyabetik ayak süresi  6-8 hafta arasında idi. Bu hastaların 5’i Wagner 3; 3’ü Wagner 2; 3’ü ise Wagner 4 idi. HBOT sonrası 14 hastada amputasyona gerek görülmedi (%50). Minör amputasyon 11 hastaya (%40), majör amputasyon 3 hastaya (%11) uygulandı.

SONUÇ: Diyabetik ayak tedavisinde HBOT uygulamasının majör amputasyon oranını azlattığı ve iyileşmeyi hızlandırdığı bilinmektedir. Klinik olarak diyabetik ayağın iyileşmesinde belirleyici unsurlar periferik dolaşımın durumu, gangren ve/veya osteomiyelit varlığıdır. Hastanın yarası değerlendirilirken pratikte nabızların palpasyonu, ayağın sıcaklığı ve gangren olup olmadığının gözlenmesi, osteomiyelit araştırılması açısından da direkt grafiler ve sedimantasyon, CRP değerlerine bakılması prognoz konusunda oldukça iyi fikir verir. Ancak bunlardan daha da pratik olabilecek olan yaklaşım, hastanın -doğru uygulandığı takdirde- medikal ve cerrahi tedavilere yanıtının gözlenmesidir. Bu aynı zamanda HBOT desteği alınması gerekip gerekmediği konusunda fikir verecektir. Çalışmamıza bu nedenle sadece uzun süreli medikal ve/veya cerrahi tedaviye rağmen iyileşmeyen diyabetik ayaklı olgular dahil edilmiştir, bunun haricinde HBOT almaksızın iyileşme olasılığı olanlarla karşılaştırma yapılmamıştır. Böylece HBOT ek tedavi olarak uygulandığında, ortalama 7,5 aydır iyileşmeyen diyabetik ayakların  %48’inde tam iyileşme sağlamıştır (Resim 1,2). Kronik osteomiyelit ve/veya nöropatik ülserli hastalarda akıntının kesilmesi ve yaranın kapanması; tekrarlama olasılığının yüksek olması ve takip süresinin 1 yıldan az olması nedeniyle tam şifa olarak değerlendirilmemiştir. Bu gruptaki hastaların, toplamın %29’unu oluşturdukları hesaba katılırsa, uzun dönem takipte tam iyileşme oranının %48’i de aşabileceği görülmektedir. İyileşen hastaların %85'inin yara öykülerinin ortalama 8 haftadan az olduğu görülmektedir. Buna dayanarak  HBOT’un 6-8 hafta içinde tedaviye cevap alınamayan olgularda yara komplike hale gelmeden erken dönemde tedaviye eklenmesinin daha etkili olacağını düşünüyoruz. HBOT desteğinin ortalama 40±25 seansta etkin olduğu da dikkate alınacak olursa, daha uzun dönem takip gerektirecek olan hastalarda elde edilen sonuçla ekonomik açıdan da katkı sağlanmış olduğu görülmektedir. Bu şekilde erken demarkasyon sağlanması yoluyla cerrahi müdahale kolaylaştırılmış, enfeksiyon mücadelesi desteklenmiş ve doku kaybı en aza indirilmiş olacaktır.

Resim 1 ve 2. 61 yaşında bayan hasta, 5 yıl önce Tip 2 DM tanısı almış. İki haftadır poliklinik takibinde pansuman ve antibiyotik tedavisi alırken yarasının kötüleşmesi ve kompartman sendromu tehdidinin ortaya çıkması nedeniyle tedavisine HBOT eklendi. İlk başvuruda dorsalis pedis ve tibialis posterior nabızları palpe edilemiyordu. Dopplerde sağ dorsalis pedis arterinde monofazik akım tespit edildi. Ayak filmi normaldi. CRP 161 mg/dl, sedimantasyon 72 mm/h idi. Resim 3’ de 26 seans HBOT, medikal tedavi ve yara bakımı sonrası yaranın görünümü izleniyor.

  



   

Resim 3 ve 4. 65 yaşında erkek, 15 yıldır tip 2 DM hastası. Beş aydır ayak yarası nedeniyle çeşitli tedaviler uygulanmıştı. Merkezimize başvurduğunda plantar absesi mevcuttu, dorsalis pedis ve ve tibialis posterior nabızları palpe edilemiyordu. Periferik arter dopplerinde de bu arterlerde monofazik akım tespit edildi. Yara kültüründe MRSA üredi. CRP: 102 mg/dl, sedimantasyon 96mm/h idi. Direk ayak grafisinde 5. metatars başında osteomiyelit görünümü tespit edildi. 30 seans HBOT sonrası başparmak, 5. parmak ve 5. metatarsa ray amputasyon uygulandı. HBOT tedavisi 50 seansa tamamlandı.

  



  

58 - Olgu sunumu: Pioglitazona bağlı gelişen bir vaskulit tablosu - 2007

Ersoy, R., K. Gül, O. Topaloğlu, , A. Dirikoç, C. Aydın, Y. Üstü, Z. Tutulmaz, A. Metin ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 150, P153, Antalya , 2007

ABSTRACT

Lökositoklastik vaskülit, küçük çaplı damarların tutulduğu bir tablo olup en sık görülen kutane vaskülit formudur. Primer bir hastalık olarak ortaya çıkabildiği gibi bazı ilaçlar, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyonlar vaskülit gelişiminden sorumlu olabilir. Palpe edilebilen purpura ve hemorajik veziküllerden oluşan döküntü hastalığın en tipik görünümünü oluşturur. Bu bildiride pioglitazon kullanımına bağlı gelişen bir lökositoklastik vaskülit olgusu sunulmuştur.

OLGU: On bir senedir Tip 2 DM tanısı olan hasta, kan şekeri regülasyonu amacıyla kliniğimize yatırıldı. Sabah 50 Ü, akşam 32 Ü olmak üzere 70/30 NPH/Regüler insülin karışımı ve Metformin 850 mg 3x1 tb kullanmaktaydı. Ancak şişkinlik, bulantı, zaman zaman kusma ve meteorizm yakınmaları nedeniyle metformin tedavisi sonlandırıldı. Hastada yoğun insülin tedavisine geçildi. İnsülin ihtiyacının günlük ortalama 80 Ü olması nedeniyle insülin direncini kırmak amacıyla tedaviye pioglitazon 15 mg 2x1 eklendi. Pioglitazonun ikinci dozunu takiben önce bacaklarda daha sonra kollarda ve gövdede simetrik yerleşimli, hemorajik zeminli bül ve veziküller gelişti (Resim1,2). Pioglitazon tedavisi kesildi. Metilprednizolon 16 mg/ gün ve topikal tedavi başlandı. ESR: 77 mm/h, CRP: 39.9 mg/mL, ANA (-), Anti dsDNA (-), PANCA (+), cANCA(-) idi. Lezyonlardan alınan punch biyopsi, “lökositoklastik vaskülit” ile uyumlu idi (Resim3). Hastanın bilinen sistemik bağ doku hastalığı öyküsü, pioglitazon dışında yeni ilaç kullanım öyküsü yoktu. Kan kültürleri, B ve C hepatiti, ve VDRL için serolojik testleri negatifti. Pioglitazonun kesilmesinin ardından yeni lezyon oluşmadı ve mevcut lezyonlar iyileşme eğilimine girdi.

 

Resim 1 ve 2. Kollarda hemorajik zeminde gelişen büllöz lezyonlar

  


 
 

Resim 3. Subkutan dokuda küçük kan damarları ve perivasküler lökosit infiltrasyonu (siyah oklar) (Cilt biyopsisi, HE)

 


     

SONUÇ: Vaskülitlerin patogenezi hala tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla birlikte immünolojik veya inflamatuar mekanizmaların vaskülit gelişiminde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Antinötrofil stoplazmik antikor (ANCA) pozitifliği genellikle orta ve büyük damarların vaskülitlerinde saptanır. Bu antikorun indirek immunofloresan yöntemiyle belirlenen c-ANCA ve p-ANCA olmak üzere iki farklı formu bulunmaktadır. P-ANCA varlığı daha çok sistemik vaskülitlerde ve ilaçlara bağlı gelişen vaskülitlerde görülmektedir. İlaçlara bağlı gelişen vaskülitte özellikle beta laktam antibiyotikler, nonsteroid antiinflamatuar ilaçlar, hidralazin, granulosit stimüle edici faktör, cefaclor, minocycline, allopürinol, D-penisilamin, fenitoin, isotretionin ve metotrexate suçlanmıştır. Literatürde pioglitazon kullanımına bağlı geliştiği bildirilen vaskülit olgusuna ise rastlanmamıştır. Olgumuzu vaskülit tablosunun pioglitazona bağlı gelişmesi ve p-ANCA pozitifliği ile birlikteliği nedeniyle sunmayı uygun bulduk. Glitazon grubu ilaçların oldukça nadir görülen bir yan etkisi olarak hipersensitivite vasküliti akılda tutulmalıdır.  

57 - Akut viral hepatit B enfeksiyonuna sahip bir olguda, diyabetik ketoasidoz tablosu ile ortaya çıkan nonotoimmün tip 1 diyabetes mellitus - 2007

Gül, K., R. Ersoy, O. Topaloğlu, A. Dirikoç, C. Aydın P. Er, Y. Üstü ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 149, P152, Antalya , 2007

ABSTRACT

Tip 1 Diyabetes Mellitus (DM)  etiyopatogenezinden sorumlu bir çok faktör tanımlanmıştır. Tip 1 DM etiyolojik olarak, immün aracılı ve idiyopatik olarak sınıflandırılmaktadır. Tip 1 DM’ lu hastaların %90’ dan fazlası immün aracılı Tip 1 DM (Tip 1A) grubunda yer almaktadır. İdiyopatik Tip 1 DM (Tip 1B) nadir görülür, etiyoloji bilinmemektedir, kalıtımsaldır, β-hücre otoimmünitesine işaret eden immünolojik bulgu yoktur ve HLA ile ilişkili değildir. Hastalık ketoasidoz atakları ile seyreder. Non otoimmün Tip 1 DM olarak da adlandırılan bu patolojinin gelişiminde viral etkenlerin önemli rol oynadığı gösterilmiştir. Beta hücre harabiyeti yapan virüsler arasında Coxsackie B, Rubella virüsü, Retrovirüs, Reovirüs Tip 1, 3, Sitomegalovirüs ve kabakulak etkeni virüsler sayılabilir. Bu bildiride akut hepatit B virüs (HBV) enfeksiyonu sırasında diyabetik ketoasidoz tablosu (DKA) gelişen ve Tip 1 DM tanısı alan bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 35 yaşında erkek hasta kilo kaybı, halsizlik yorgunluk, poliüri, polidipsi şikayeti ile acil servise başvurdu. Hastanın 2 ay önce diş tedavisi gördüğü öğrenildi. Yapılan tetkiklerinde kan şekeri: 455 mg/dl, idrarda keton: (++++) saptanan hasta ileri tetkik ve tedavi amacıyla hospitalize edildi. Hastanın ilk değerlendirilmesindeki laboratuar parametreleri tabloda izlenmektedir. Kan gazı incelemesinde pH: 7,21  PaCO2: 33 mmHg, HCO3: 14,4 mmol/L,  PaO2: 91 mmHg ve baz eksi: -11,3 olarak saptandı. Hasta Tip 1 DM, DKA, Akut HBV enfeksiyonu tanıları ile takip ve tedavi altına alındı. DKA yönelik tedavi sonrası yoğun insülin tedavisine geçildi ve kan şekeri regüle edildi. Göz konsültasyonunda retinopati bulgusu yoktu. 24 saatlik idrarda mikroalbumin: 13 mg/gün olarak geldi.

 

Tablo. Tanı anında hastaya ait laboratuar verileri

 

Kan glukozu

455 mg/dL

C peptid

2.95 ng/dL

Hb A1c

%14.7

İdrarda keton

++++

AST

345 U/L (5-37)

ALT

675 U/L(20-65)

ALP

156 U/L(50-156)

GGT

261 U/L(5-65)

LDH

215 U/L(100-190)

Total biluribin

0,37mg/dL(0-1)

Üre

25 mg/dl (10-50)

Cre

1mg/dl (0,6-1,3)

Na

134 mmol/L(136-145)

K

4 mmol/L(3,5-5,1)

HBsAg

5060 IU/ml

Anti HBc IgM

(-)

Anti Hbe

(+)

Delta Ab

(-)

Anti HCV

(-)

HBV DNA

3,8X108

Anti sm Ab

(-)

LKM-1

(-)

ANA

(-)

Anti insülin Ab

3,4 U/ml (0-10)

Anti GAD Ab

0,1 u/ml (0-1)

Anti adacık Ab

(-)

 

    SONUÇ: Viral etkenlerin Tip1 DM gelişiminde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Viral etken;

 

    1)      β hücrelerini direkt harap ederek,

    2)      β hücrelerine karşı immun reaksiyonu başlatarak,

    3)      β hücrelerinde var olan immun reaksiyonu hızlandırarak, Tip 1 DM gelişimine neden olmaktadır.

 

    Sunulan olguda akut HBV enfeksiyonu ile Tip 1 DM’ un insidental olarak mı birlikte bulunduğu, ya da Tip 1 DM ve DKA tablosunu ortaya çıkaran nedenin, HBV enfeksiyonunun  β hücre harabiyetine mi bağlı olduğu açıklanamamıştır. Literatürde Hepatit C virus enfeksiyonu ile birlikte görülen iki Tip 1 DM vakası bildirilmiştir. Ancak HBV enfeksiyonuna bağlı geliştiği bildirilen Tip 1 DM olgusuna rastlanmamıştır.

 

56 - Hipergonadotropik hipogonodizm ve üretral darlığı ile birlikte izlenen Wolfram sendromu olgusu - 2007

Gül, K., R. Ersoy, O. Topaloğlu, , C. Aydın , P. Er, Y. Üstü ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 149, P151, Antalya , 2007

ABSTRACT

Wolfram sendromu (WS)  nadir görülen, otozomal ressesif geçiş gösteren, nörodejeneratif bir hastalıktır. DIDMOAD sendromu olarak da isimlendirilir. Diyabetes  insipidus, juvenil başlangıçlı Tip 1 diyabetes mellitus (DM), optik atrofi ve sensorinöral sağırlık ile birlikte seyreder. Hastalığın diğer komponentleri arasında gonadol atrofi, menstürel bozukluk, nörolojik ve psikiyatrik bozukluklar, üriner sistem anormallikleri sayılabilir. WS nadiren primer gonadal atrofi ile birlikte görülmektedir. Bu bildiride primer gonadal yetmezlik ve üretra darlığının klinik tabloya eklendiği WS' lu bir olgu sunulmuştur.

OLGU: 25 yaşında, 15 senedir Tip1 DM tanısı olan erkek hasta, sık hipoglisemi ve hiperglisemi atakları, idrar yaparken zorlanma, idrarını tam boşaltamama, sık üriner sistem enfeksiyonu geçirme yakınmaları ile başvurdu. Doğuştan itibaren görmede azalma mevcuttu. Oniki yaşında optik atrofi tanısı alan hastanın, DM tanısı sonrası göz bulguları ilerlemişti. Hasta görmek için teleskopik gözlük ve  büyüteç kullanıyordu. Üriner sistemle ilgili yakınmalarına ek olarak, hasta, ereksiyon ve ejekülasyon tarif etmiyordu. Muayenede testisler küçük ve yumuşak kıvamda palpe edildi. Hastaya ait hormonal parametreler tabloda sunulmuştur.

Laboratuar değerlendirmeleri sonucu hastada Diyabetes İnsipidus saptanmadı. Hipofiz MR incelemesi normaldi. Skrotal ultrasonografide sağ testis: 27x14x23 ml, sol testis: 29x14x20 ml. olarak saptandı. Karyotip analizi 46 XY idi. Üriner sistem USG ve penil renkli dopler USG normal olarak değerlendirildi. ENMG’ de patolojij bulgu saptanmadı. Yapılan odyometrik inceleme normal olarak değerlendirildi. Ürodinamik testler sonucu hastada üretra darlığı saptandı ve internal üretrotomi ve üretra dilatasyonu uygulandı. Hastanın sosyokültürel seviyesi göz önüne alınarak insülin pompası takıldı. Hasta gözlüklerinin de yardımıyla insülin pompasına uyum sağladı ve kan şekeri regülasyonu sağlandı. Serum FSH ve LH konsantrasyonları artmış ve serum testosteron konsantrasyonu düşük olan hastaya Hipergonodotropik hipogonadizm tanısı koyuldu ve testosteron replasman tedavisi (Sustanon amp. 250 mg  3 haftada bir intramüsküler) başlandı. Psikiyatri bölümü tarafından da değerlendirilen hastaya “obsessif özellikte depresif bozukluk” tanısı ile tedavi başlandı.  

 

Tablo. Hastaya ait hormonal parametreler

 
 

Değer

Normal Aralık

birim

FSH

34,5

(0,7-11,1)

mIU/ml,

LH

13

(0,8-7,8)

mIU/ml,

PROLAKTİN

12,9

(2,5-17)

ng/ml,

TSH

1,69

(0,4-4)

µIU/ml

T.TESTOSTERON

340

(181-758)

ng/dl

S.TESTOSTERON

5,32

(8,9-42,5)

pg/ml

DHEA-S

129

(80-520)

µ/dl,

KORTİZOL

25

(4-20)

µ/dl,

   

SONUÇ: Ürodinamik anormallikler WS’ da morbiditenin major nedenlerinden biri olup hastaların yaklaşık üçte ikisinde görülmektedir. En  sık görülen patolojiler diyabetes insipidus zemininde gelişen üriner sistem dilatasyonu ve mesane disfonksiyonudur. WS’ da diyabetes insipidus olmaksızın ürolojik anormalliklerin görülme oranı oldukça düşüktür. Bizim olgumuzda hastada diyabetes insipidus yoktu ve üretrada darlık mevcuttu. Ek olarak nedeni belirlenemeyen primer gonadal yetmezlik tabloya eklenmişti. WS’ lu bu olgu hastalığın nadir görülmesi, daha nadir olarak üretra darlığı ve primer gonadal yetmezlikle seyretmesi nedeniyle sunulmuştur.

 

55 - Tedaviye dirençli, ağır hipopotasemi ile seyreden bir Gıtelman sendromu olgusu - 2007

Gül, K., R. Ersoy, O. Topaloğlu, A. Dirikoç, C. Aydın, A. Uğurlu, P. Er ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 124, P102, Antalya , 2007

ABSTRACT

 

Gitelman sendromu (GS), böbrek distal tübüllerinde tiyazid duyarlı Na-CI co-trasporter defekti nedeni ile ortaya çıkan hiperreninemik hiperaldosterolizm, hipokloremik metabolik alkaloz, hipopotasemi, hipomagnezemi, ve hipokalsiüri ile karakterize bir sendromdur. İlk kez 1966 yılında tanımlanmıştır. Genetik defekt 16. kromozomun kısa kolu üzerindeki SLC12A3 geni üzerinde tanımlanmış çok sayıda farklı mutasyona bağlı olabilir. Hastalık otozomal ressesif geçiş göstermektedir. Biyokimyasal bulguları tiyazid diüretik kullanımındaki bulgulara benzer. Hastaların kan basıncı normal veya düşüktür. Bu bildiride tedaviye dirençli hipopotasemi ile seyreden bir GS olgusu sunulmuştur.

OLGU: 29 yaşında erkek hasta, kilo alamama, çabuk yorulma, kollarda uyuşukluk  ve güçsüzlük yakınması ile başvurdu. Bilinen hastalığı ve ilaç kullanım öyküsü olmayan hasta, yapılan tetkiklerinde potasyum düzeyinin 1,5 mmol/L tespit edilmesi üzerine hospitalize edildi.

Hastanın laboratuar bulguları Tablo 1’ de izlenmektedir. Ek olarak arteriyel kan gazı tetkikinde: pH: 7,52; PCO2: 32,9mmHg, PO2:84,9mmHg, HCO3: 26,9 mmol/L olarak saptandı. Hastanın ambulatuar kan basıncı takipleri ve elektrokardiyografi bulguları normaldi. Sürrenal MR incelemesinde patoloji saptanmadı. Klinik ve laboratuar değerlendirmeler sonucu hastaya GS tanısı konuldu ve normal tuzlu, potasyumdan zengin diyet verildi. Potasyum sitrat (4.34 gr), potasyum karbonat (4 gr) ve magnezyum sitrat (1.8 gr) başlandı. Potasyum replasmanına rağmen hastanın potasyum düzeyleri:1,5-2,1 mmol/L arasında seyretti.  

Hastanın aile taraması yapıldı. Anne baba ve kardeşlerde klinik ve laboratuar olarak GS’ nu destekleyen bulguya rastlanmadı.

                                                              

Tablo 1. Olgunun laboratuar verileri

 
 

Sonuç

Normal Değerler

K

1,5

(3,5-5,1 mmol/L)

Mg

1,7

(1,8-2,4 mg/dl)

Ca

9,5

(8,5-10,5 mg/dl)

Cl

87

(98-107 mmol/L)

P

3,3

(2,5-4,9 mg/dl)

Üre

48

(10-50 mg/dl)

Cre

1,5

(0,6-1,3 mg/dl)

PTH

42

(11-67 pg/ml)

25OH Vit D3

35

(10-60 µg//L)

24saatlikidrardaCa atılımı

1.1

(0.5-37 mg/dl)

24saatlik idrarda K atılımı

75

(12-62 mmol/L)

Aldosteron(yatarak)

285

(20-240 pg/ml)

Aldosteron(ayakta)

450

(20-240 pg/ml)

Renin(yatarak)

138

(0,2-3,4 ng/ml/sn)

Renin(ayakta)

167

(0,2-3,4 ng/ml/sn)

   

SONUÇLAR: GS sıklıkla Bartter sendromu ile karışır. Hipopotasemik, normotansif ve metabolik alkalozlu bir hastada saptanan hiperreninemi, GS veya Bartter sendromunu düşündürür. Bartter sendromunda hipomagnezemi görülmez, üriner kalsiyum atılımı normal veya artmıştır. Hastalarda hipokalsiüri ve hipomagnezemi varlığı GS lehinedir. Bartter sendromunda tanı sıklıkla neonatal dönemde konur. Hastalarda büyüme geriliği ve nefroklasinozis gelişir. GS’ da ise tanı adolesan veya erişkin dönemde tespit edilen hipopotasemi ile konur ve genellikle benign seyirlidir. En belirgin semptom kas güçsüzlüğü ve nadiren tetanidir. GS prevelansı tam olarak bilinmemektedir. Olgu, nadir görülmesi, tedaviye dirençli ciddi hipopotasemi olmasına rağmen, kardiyovasküler ve gastrointestin

54 - Cushing hastlarında doku doppler ekokardiografi ile sol ventrikül fonksiyonlarının değerlendirilmesi - 2007

Bayram, N.A., R. Ersoy, C. Aydın, K. Gül, T. Keleş, O. Topaloğlu, T. Durmaz, E. Bozkurt ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 123, P100, Antalya , 2007

ABSTRACT

AMAÇ: Cushing hastalığı (CH) hipofizer kortikotrop hücrelerin adenomu veya hiperplazisi nedeniyle ACTH’ nın hipersekresyonu sonucu gelişir ve endojen hiperkortizoleminin en sık nedenidir. Endojen ve eksojen hiperkortizolemi; obezite, hipertansiyon, bozulmuş glukoz toleransı veya diyabetes mellitus, hiperlipidemi ve hiperkoagülabilite zemininde kardiyovasküler hastalıklara bağlı mortaliteyi artırır. Bugüne kadar CH’ da sol ventrikülün anatomik yapısını ve fonksiyonlarını değerlendiren ekokardiyografi çalışmaları mevcuttur. Doku doppler ekokardiyografi (DDE), seçilmiş miyokard segmentlerinde, miyokardın kontraksiyon ve relaksasyon hızını kantitatif olarak belirleyen bir metoddur. Bu çalışmanın amacı aktif CH’ da kardiyak fonksiyonları doku doppler görüntüleme ile değerlendirmek ve bulguları konvansiyonel ekokardiyografi bulguları ile karşılaştırmaktır.

GEREÇ ve YÖNTEM: Onbir yeni tanı almış, CH olan hasta (Tablo 1); ve yaş, cinsiyet, BKİ ve eşlik eden hastalıklar açısından benzer özellikte 15 kontrol çalışmaya alındı. Hasta ve kontrol olgularına aynı kardiyoloji uzmanı tarafından, aynı cihazla, ekokardiyografi ve DDE yapıldı.

 

No

Cins

Yaş

Adenom

(mm)

IPSS

Lokalizasyon

Plazma

ACTH

Serum Kortizol 08.00

Serum Kortizol 24.00

İdrar Kortizolü

Tedavi

1

K

51

8x4

+

R

51.0

27.4

18.6

976

TS

2

K

32

6x5

+

L

20.2

31.8

12.0

1271

TS

3

K

28

7x4

+

R

74.0

14.9

16.8

245

TS

4

K

52

6x4

+

R

63.0

22.9

18.6

387

TS

5

K

36

5x3

+

L

49.0

26.7

17.9

436

TS

6

K

47

9x4

+

L

60.0

50.0

18.0

306

TS

7

K

24

8x7

+

L

45.0

18.6

17.2

210

TS

8

K

44

5x3

+

L

20.0

21.4

15.1

368

TS

9

K

45

7x4

+

R

57.0

41.0

20.9

316

TS

10

K

56

6x5

+

L

65.0

28.5

18.4

418

TS

11

K

47

6x4

+

L

42.0

50.0

27.6

634

TS

  

K: Kadın, IPSS: Inferior petrosal sinus sampling, R: Sağ, L:Sol, TS: Transsphenoidal cerrahi, Normal hormon aralıkları: plazma ACTH: 0-46 pg/mL, 08.00 serum Kortizol: 8-25 μg/dL, 24.00 serum Kortizol: 4-12.5μg/dL, serbest idrar kortizolü: 35-135 nmol/24h

 

BULGULAR: Konvansiyonel ekokardiyografi bulgularına göre; Sol ventrikül interventriküler septum kalınlığı (IVSd) (10.9 ±1.4 mm vs 9.4 ±1.0 mm; p=0.006) ve sol ventrikül posterior duvar kalınlığı (PWd) (10.4 ±1.2 mm vs 9.2 ±1.3 mm; p=0.02) CH’ da kontrol grubuna gore artmış olarak bulundu. Doku doppler görüntülemede, CH’ da kontrol grubuna göre; Lateral duvardan ölçülen erken diyastolik miyokardiyal  akım hızı (Eml), Septal ölçülen erken diyastolik miyokardiyal  akım hızı (Ems), Eml/Aml (Lateral duvardan alınan geç diyastolik miyokardiyal akım hızı) oranı (0.91 ±0.14 vs 1.21 ±0.38; p=0.01), ve Ems/Ams (Septal ölçülen geç diyastolik miyokardiyal akım hızı) oranı (0.88 ±0.14 vs 1.13 ±0.36; p=0.02) anlamlı olarak düşük; (Lateralden ölçülen myokardiyal erken kontraksiyon zamanı) PCTml/ (Lateralden ölçülen myokardiyal kontraksiyon zamanı) CTml oranı ve (Septal ölçülen myokardiyal erken kontraksiyon zamanı) PCTms/ (Septal ölçülen myokardiyal kontraksiyon zamanı) CTms oranı anlamlı olarak yüksek, CTms ise uzamış olarak bulundu (Tablo 2).

SONUÇ: Sunulan çalışma, aktif Cushing hastalarında sol ventrikül fonksiyonlarının DDE ile değerlendirildiği ilk çalışma olması nedeniyle önem taşımaktadır. Çalışmamızda, sol ventrikül sistolik fonksiyonun değerlendirilmesinde kullanılan Sm velositesi her iki grupta benzer bulunmakla birlikte lateral ve septal duvar PCTm/CTm oranı Cushing hastalarında belirgin olarak düşük saptanmıştır. Son zamanlarda sol ventrikül doluşunda olan değişiklerinden etkilenmediği ve LV kontraksiyonunun değerlendirilmesinde Sm velositesine göre daha sensitive olduğu için, doku Doppler ekokardiyografik ölçümlerden isovolumetric acceleration (IVA) parametresi yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Çalışmamızda IVA Cushing hastalarında kontrol grubuna göre belirgin düşük olup, IVA ile Sm velositesi arasında pozitif korelasyon saptanmıştır (Şekil 1). Sonuç olarak Cushing hastalarında doku doppler ekokardiyografi yöntemi ile IVA ölçümü sol ventrikül kontraksiyonunun değerlendirilmesinde önemli bir parametre olup Cushing hastalarının takibinde kardiyovasküler riski değerlendirmede konvansiyonel ekokardiyografi parametrelerine ilave olarak kullanılması önerilir.

 

Tablo 1. Hasta ve kontrol grubunun doku doppler ekokardiyografi bulguları

 
 

Hasta (n=11)

Kontrol (n=15)

P

Sml, cm/s

8.8 ±1.5

10.1 ±1.9

0.06

IVAl, m/s2

3.3 ±0.4

3.7 ±0.4

0.006

Eml, cm/s

9.1 ±2.1

11.3 ±2.4

0.02

A’ml, cm/s

10.0 ±1.7

9.9 ±2.7

NS

Eml/Aml

0.91 ±0.14

1.21 ±0.38

0.01

PCTml, ms

85.1 ±8..5

80.7 ±9.2

NS

CTml, msec

264.5 ±24.6

283.9 ±21.9

0.051

PCTml/CTml

0.33 ±0.04

0.29 ±0.04

0.02

IVRTml, ms

88.3 ±12.3

82.7 ±10.3

NS

Sms, cm/s

7.9 ±1.4

8.7 ±1.5

NS

IVAs, m/s2

3.1 ±0.4

3.5 ±0.5

0.03

Ems, cm/s

8.2 ±1.2

10.3 ±2.4

0.01

A’ms, cm/s

9.4 ±0.8

8.8 ±1.9

NS

Ems/Ams

0.88 ±0.14

1.1 ±0.36

0.02

PCTms, msec

85.9 ±10.1

78.7 ±8.2

NS

CTms, msec

263.0 ±23.2

282.6 ±24.2

0.049

PCTms/CTms

0.33 ±0.04

0.28 ±0.03

0.003

IVRTms, msec

89.9 ±13.9

82.9 ±13.3

NS

  

         Aml: late diastolic myocardial peak velocity lateral annulus, Ams: late diastolic myocardial peak velocity septal annulus, CTml: myocardial contraction time lateral annulus, CTms: myocardial contraction time septal annulus, Eml: early diastolic myocardial peak velocity lateral annulus, Ems: early diastolic myocardial peak velocity septal annulus, IVAl: isovolumic acceleration time lateral annulus, IVAs: isovolumic acceleration time septal annulus, PCTml: myocardial precontraction time lateral annulus, PCTms: myocardial precontraction time septal annulus, Sml: peak systolic myocardial velocity at lateral annulus, Sms: peak systolic myocardial velocity at septal annulus, ms: millisecond, NS: nonsignificant

  

Şekil 1. Septal ve lateral anulustan ölçülen pik sistolik myokard hızı ile IVA arasında pozitif korelasyon

  

                                                                        

  

53 - Tiroid nodüllerinden ultrasonografi eşliğinde yapılan aspirasyon biyopsilerinde 21 gauge iğne ile 27 gauge iğnenin patolojik tanı yeterliliği açısından karşılaştırlması - 2007

Gümüş, M., O. Topaloğlu, A. İpek, R. Ersoy, A. Kurt, S. N, Uğraş, O.K. Belenli ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 106, P066, Antalya , 2007

ABSTRACT

AMAÇ: Tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi (TİİAB), 1930 yılından bu güne, tiroid nodüllerinin ayırıcı tanısında kullanılan, morbiditesi düşük bir yöntemdir. Malign lezyonların erken tanısında yüksek özgünlük ve duyarlılığa sahiptir. İlk uygulamalarda kalın iğneler kullanılmış olup, giderek iğne kalınlıkları azalmıştır. Günümüzde 21G veya 27 G iğneler kullanılmaktadır. İğne kalınlığı azaldıkça morbidite oranı düşmekte hasta konforu artmakta ve anestezi gereksinimi tama yakın ortadan kalkmaktadır. Ancak ince iğnelerle yapılan uygulamalarda yeterli hücresel materyal elde edilemeyeceği öne sürülmüştür. TİİAB’nin özgünlük ve duyarlılığı, iğne faktörü dışında, biyopsi alınacak bölgenin seçimi, preparatların hazırlanışı ve inceleyen patolog  da dahil olmak üzere çeşitli faktörlere bağlıdır. Biz bu çalışmada iğne kalınlığı dışındaki faktörlerin değişkenliğini en aza indirgeyerek, tiroid nodüllerinden ultrasonografi (US) eşliğinde yapılan TİİAB’lerinde 27 G iğne ile 21 G iğnenin patolojik tanı yeterliliğini karşılaştırmayı amaçladık.

YÖNTEM: Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları, Tiroid Polikliniğine başvuran ve yapılan tiroid ultrasonografisi sonucunda nodül tespit edilen hastalardan nodül boyutları 10-30 mm arasında olan ve Color Doppler US incelemede nodüllerinde belirgin vaskülarite saptanmayan 50 hasta çalışmaya alındı. Nodüllere aynı kişi tarafından önce 27 G, daha sonra ise 21 G iğne ile holder yardımıyla eşit vakum uygulanarak aspirasyon işlemi uygulandı. Aspirasyon materyalleri aynı kişi tarafından lamlara yayıldı ve havada kurutularak fiske edildi. Preperatlar deneyimli iki patolog tarafından hangi iğne ile alındığı bilinmeden ve birbirlerinin bulgularından habersiz olarak değerlendirildi. Patologlar Papanicolaou  sınıflamasını kullanarak preperatları diagnostik açıdan yeterli ve yetersiz olarak sınıflandırdılar. Bu sınıflamaya göre yeterlilik kriteri olarak bir lamda 5 ten fazla tirosit grubu bulunması ya da hücre az olmasına rağmen bol kolloid veya malign hücre tespit edilmesi esas alındı. Bunun dışında kalan veya ezilme artefaktı nedeniyle net değerlendirilemeyen preperatlar yetersiz olarak kabul edildi.

BULGULAR: Çalışmaya 26-71 yaş aralığında 11 erkek 39 kadın hasta alındı. Bu hastalarda boyutları 10 ila 30 mm arasında olan 50 nodüle işlem uygulandı. Nodüllerin sonografik incelemesinde; 12 nodül hipoekoik, 15 nodül izoekoik, 8 nodül hiperekoik ve 15 nodül heterojen olarak değerlendirildi. Sitolojik incelemede;

 
  •   Birinci patolog 27 G iğne ile alınan 50 biyopsiden 40’nı (%80), 21 G iğne ile alınan 50 biyopsiden ise 39’nu (%78) patolojik tanı koyulabilir yeterlilikte buldu.
  •   İkinci patolog 27 G iğne ile alınan 50 biyopsiden 41’ni (%82), 21 G iğne ile alınan 50 biyopsiden ise 42’ni (%84) tanı koyulabilir yeterlilikte buldu.
  •   İstatistiksel değerlendirmede, 21 G iğne ile alınan biyopsiler ile 27 G iğne ile alınan biyopsiler arasında patolojik tanı yeterliliği açısından patologların bulguları farklı bulunmadı (Bağımlı değişkenli ki-kare testi, p>0,05).
  •   Patologlardan herhangi birinin yeterli kabul ettiği preperatlar değerlendirmeye alınarak 21 G ve 27 G için iki grup oluşturuldu. 21 G iğne ile alınan biyopsilerden 42 si iki patologdan biri tarafından yeterli bulundu. Bunlardan 32 sinde 5 ten fazla hücre grubu, 10 unda ise hücre az olmasına rağmen bol kolloid tespit edilmişti. Benzer şekilde 27 G iğne ile alınan biyopsilerden 42 si iki patologdan biri tarafından yeterli bulundu. Bunlardan 28 inde 5 ten fazla hücre grubu, 14 ünde ise hücre az olmasına rağmen bol kolloid tespit edilmiştir. Bu grupların karşılaştırılmasında da istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (Bağımlı değişkenli ki-kare testi, p>0,05).
  •   Her iki iğne ile alınan biyopsiler birlikte değerlendirildiğinde 4 olguya ait preparatlar (%8) her iki patolog tarafından da yetersiz olarak raporlanmıştı.
 

SONUÇ: US eşliğinde yapılan TİİAB’de standart olarak kullanılan 21 G iğneler ile 27 G iğneler arasında sitolojik tanı yeterliliği açısından anlamlı fark bulunmamıştır. Bununla birlikte, hasta açısından daha az travmatik olan ve elde edilen aspirasyon materyalinin daha az lama yayılması nedeniyle patologlar tarafından da önerilen 27G iğnelerin kullanımının TİİAB için daha uygun olduğu düşüncesindeyiz.

52 - Tirotoksikoz ve lökositoklastik vaskulit: olgu sunumu - 2007

Ersoy, R., K. Gül, A. Dirikoç, O. Topaloğlu, C. Aydın, M. Kuru, A. Metin ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 102, P057, Antalya , 2007

ABSTRACT

Vaskülit kan damarlarında immünolojik veya inflamatuar mekanizmalara bağlı gelişen hasar sonucunda ortaya çıkan bir hastalık grubudur. Lökositoklastik vaskülit veya hipersensitivite vasküliti, küçük çaplı damarların tutulduğu bir tablo olup en sık görülen vaskülit formudur. İlaçlar (beta laktam antibiyotikler, nonsteroid antiinflamatuar ilaçlar, hidralazin, granulosit stimüle edici faktör, cefaclor, minocycline, allopürinol, D-penisilamin, fenitoin, isotretionin ve metotrexate), sistemik bağ doku hastalıkları (romatoid artrit, SLE), enfeksiyonlar (üst solunum yolu enfeksiyonları, AIDS, hepatit A, hepatit B, Hepatit C), bazı kronik hastalıklar (kronik aktif hepatit), otoimmün hastalıklar ve maligniteler etkenler arasında sayılabilir (1). Bu bildiride, biri Graves hastalığının ilk belirtisi olarak ortaya çıkan, diğeri propiltiyourasil (PTU) kullanımına bağlı gelişen iki lökositoklastik vaskülit olgusu sunulmuştur.

OLGU 1. 40 yaşında bayan hasta, on gündür, önce bacaklarda sonra kollarda ve gövdede gelişen polimorfik, makulopapüler tarzda başlayan, günler içinde üzeri krutlu ülsere lezyonlara dönüşen döküntü yakınması ile Dermatoloji bölümüne başvurdu (Resim1). Yapılan tetkiklerde ESR: 26  mm/h, CRP: 3 mg/mL, ANA (-), Anti dsDNA (-), p-ANCA (+) (antiMPO +), c-ANCA (-) saptandı. Biyokimyasal parametreler ve tam kan sayımı parametreleri normal sınırlarda olan hastanın yapılan tiroid fonksiyon testlerinde hipertiroidi saptanması üzerine hasta bölümümüze danışıldı. Yapılan tetkiklerde sT3: 12.5 pg/mL (1.57- 4.71), sT4: 4.92 ng/dL (0.85- 1.78), TSH: 0.004 uIU/mL (0.4- 4), Tiroglobulin: 117 ng/mL (0-55), AntiTPO Ab: >1000 IU/mL (0-35), AntiTG Ab: 108 IU/mL (0-40) olarak saptandı. Tiroid ultrasonografisi (USG) diffüz hiperplazik tiroid glandı ile uyumlu, tiroid parankimi ise heterojen olarak izlenmekteydi. Tiroid sintigrafisinde diffüz artmış aktivite tutulumu mevcuttu. Radyoaktif iyot (RAI) uptake ölçümleri 4. saatte: % 45.4; 24. saatte: %54.3 olarak saptandı. Hastanın bilinen hastalık öyküsü, son bir ay içinde akut enfeksiyon geçirme veya ilaç kullanım öyküsü  yoktu. Kültürleri (idrar, kan, boğaz kültürü), B ve C hepatiti, HIV ve VDRL için serolojik testleri ve diğer otoimmün hastalıklara yönelik otoantikor düzeyleri negatifti. Hastaya PTU 3x100 mg ve propranolol 3x20 mg başlandı. Dermatoloji bölümü tarafından yapılan punch biyopsi sonucu lökositoklastik vaskülit ile uyumlu olarak sonuçlandı. Hastaya verilen antitiroid tedavinin ardından yeni lezyon gelişmemesi ve mevcut lezyonların gerilemesi nedeniyle lezyonların Graves hastalığının otoimmün zemininde gelişen vaskülit tablosu olduğu sonucuna varıldı. Hasta halen antitiroid tedavi altında olup, altı aylık takip sürecinde lezyonlar tekrarlamamıştır.

OLGU 2. 44 yaşında bayan hasta, çarpıntı, terleme ve tremor yakınmaları ile polikliniğimize başvurdu. Yapılan tetkiklerinde Graves Hastalığı saptanarak hastaya antitiroid tedavi olarak PTU 3x100 mg başlandı. Tedavinin ikinci haftasında vücutta yaygın ağrılar, bacaklarda yoğun olmak üzere hemorajik zeminde büllöz lezyonlar (Resim 2), pretibial bölge ve göz kapaklarında ödem, idrar renginde koyulaşma gelişen hastanın antitiroid tedavisi kesildi. Metilprednizolon 16 mg/ gün başlandı. Tetkiklerde hematüri ile beraber; ESR: 74 mm/h, CRP: 36 mg/mL, ANA (-), Anti dsDNA (-), p-ANCA (+)  (anti MPO 2+), c-ANCA (-)  (anti-Proteinaz 3), C3: 99.1  (88- 201 mg/dL), Protein elektroforezi: Poliklonal Gammaglobulinemi %24.3 (8.4- 18.3) ile uyumlu bulundu.  Bacaktaki lezyonlardan alınan punch biyopsi, ilaçlara bağlı gelişen “lökositoklastik vaskülit” ile uyumlu idi. Hastanın bilinen sistemik hastalık öyküsü ve PTU dışında ilaç kullanımı yoktu. Alınan kültürler (idrar, kan, boğaz kültürü), B ve C hepatiti, HIV ve VDRL için serolojik testleri negatifti. PTU’ in kesilmesinin hemen ardından ciltteki lezyonlar iyileşme eğilimine girdi, hematüri ve ödem klinik olarak düzeldi. Tedavinin kesilmesinden bir hafta sonra ESR ve CRP değerlerinde de belirgin olarak düşme izlendi.

SONUÇ: Vaskülitlerin patogenezi hala tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla birlikte immünolojik veya inflamatuar mekanizmaların vaskülit gelişiminde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Olgular, vaskülit tablosunun tirotoksikoz zemininde farklı etiyolojilerle gelişmesi, iki olguda da p-ANCA pozitifliği ile ilişkili olması ve nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur.

  

Resim 1. Bacaklarda polimorfik, makulopapüler, üzeri krutlu ülsere lezyonlar (Olgu 1)

 


 

Resim 2. Bacaklarda hemorajik zeminde büllöz lezyonlar (Olgu 2)

  


 

51 - Nadir görülen ve tiroid kanserini taklit eden bir patoloji: Riedel tiroiditi - 2007

Ersoy, R., K. Gül, O. Topaloğlu, C. Aydın, A. Dirikoç,B. Korukluoğlu, S. N. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 101, P056, Antalya , 2007

ABSTRACT

Riedel Tiroiditi, kronik tiroiditlerin oldukça nadir görülen bir varyantı olup tiroid parankiminin yerini yoğun fibrozisin almasıyla karakterize bir hastalıktır. Tipik olarak tiroid glandı diffüz olarak büyümüş, ağrılı ve sert olup, klinik özellikler özellikle anaplastik tip tiroid kanserini düşündürebilir. Hızla büyüyen, sert ve fikse tiroid kitlesi disfaji, disfoni ve dispne gibi semptomlara da neden olmaktadır. Bu bildiride polikliniğimize boyunda kitle nedeniyle başvuran, tetkikleri sonrası Tiroid ca ön tanısı ile opere olan ve operasyon sonrası Riedel Tiroiditi tanısı alan bir olgu, hastalığın nadir görülmesi ve henüz tek odakta iken tespit edilmesi nedeniyle sunulmuştur.
Olgu: 38 yaşında kadın hasta boyunda sertlik, ve şişlik yakınması ile polikliniğimize başvurdu. Fizik muayenede tiroid glandı diffüz olarak büyümüş ve sertleşmiş olarak değerlendirildi. Laboratuar tetkiklerinde: sT3: 3.1pg/mL (2.57-4.43), sT4: 1.5ng/dL (0.85-1.78), TSH: 0.9 μU/mL(0.4-4.20), Tiroglobulin: 78.8 ng/mL (0-55), AntiTPOAb: <10 IU/mL, Anti Tg Ab: 84.5 IU/mL (0-40) idi. Ultrasonografide tiroid glandı diffüz hiperplazik olarak izleniyordu ve parankim heterojen görünümde idi. Sağ tiroid lobu orta polde lateral yerleşimli, düzensiz sınırlı 13x11x10mm hipoekoik alan mevcuttu (Resim1). Tiroid sintigrafisinde radyoaktif madde tutulumu heterojen olup, sağ lobda lateral yerleşimli hipoaktif çentiklenme izlendi Tanımlanan hipoekoik alandan ultrasonografi eşliğinde yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisi ( İİAB) sonucu “malignite açısından şüpheli” sitoloji olarak yorumlandı. Hastaya total tiroidektomi uygulandı. Operasyon sonrası histopatolojik değerlendirmede tarif edilen düzensiz sınırlı, 1,5 cm çaplı alanda; kapsüle uzanım gösteren belirgin fibrozis, destrükte olmuş folliküler yapılar ve bu yapılar komşuluğunda lenfosit ve plazmositler izlenmekteydi. Diğer alanlarda da seyrek germinal merkez aktivasyonu gösteren lenfoid infiltrasyon mevcuttu (Resim2). Patolojik bulgular Riedel Tiroiditi ile uyumlu idi.

  

Resim 1. Sağ lobda düzensiz sınırlı hipoekoik alan        

  


  

Resim 2. Fibrozis (sarı ok), destrükte olmuş folliküler yapılar (siyah ok), Lenfositik infiltrasyon (mavi ok), (HE,orijinal büyütme x100)

  


                                  

Sonuç: Riedel Tiroiditinin tiroid glandını diffüz olarak etkilediği, kapsüle yayılım gösterdiği, yoğun fibrozisin tiroid glandı komşuluğundaki kasları ve etraf dokuları etkilediği bilinmektedir. Genellikle 30-60 yaş arasında ve kadınlarda erkeklere göre üç kat sıklıkla görülür. Tek lobu veya tüm tiroid glandını etkileyebilir. Etiyolojisi tam olarak bilinmeyen bir hastalıktır. Patogenezinde inflamatuar hücrelerden salınan fibrojenik sitokinlerin rolü olabileceği bildirilmiştir. Tiroid glandının tutulumuna göre hasta ötiroid veya hipotiroiddir. Bazı olgularda görülen otoantikor pozitifliğinin bezin harabiyetine sekonder olarak ortaya çıktığı bildirilmiştir. Sunulan olguda hastanın kliniği öncelikle subakut tiroidit veya tiroid kanserini düşündürmekte idi. Ultrasonografik görünüm ve İİAB sonucu maligniteyi desteklemekle birlikte operasyon sonrası tanı Riedel Tiroiditi ile uyumlu idi. Hızlı ilerleyen bir patoloji olmasına rağmen, sunulan olguda hastalık oldukça erken dönemde saptanmıştır. Hasta halen L-Tiroksin tedavisi almakta olup asemptomatiktir. Operasyon sonrası 6 aylık dönem içinde nüks saptanmamıştır. 

50 - Toksik diffüz guatrlı bir hastada radyoaktif iyot tedavisi sonrası izole eritroid seride azalma ile karakterize, geri dönüşümlü kemik iliği supresyon tablosu - 2007

Ersoy, R., K. Gül, A. Dirikoç, C. Aydın, A. Uğurlu, Pervin Er ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 101, P055, Antalya , 2007

ABSTRACT

Radyoaktif iyot-131(RAI-131), β partikülleri ile tiroid follikül hücrelerinde harabiyete neden olmaktadır. Bu tedavi yöntemi toksik diffüz guatr, toksik adenom ve tiroid kanserlerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Tiroid kanserlerinde yüksek doz RAI-131 kullanımının kemik iliğinde üç seriyi de etkileyebileceği farklı çalışmalarda bildirilmiştir. Bu tedavi yönteminin düşük dozlarda kullanıldığı durumlarda ise kemik iliği üzerine etkileri konusunda yeterli veri bulunmamaktadır.

Olgu: 44 yaşında bayan hasta çarpıntı, tremor ve kilo kaybı yakınmaları ile polikliniğimize başvurdu. Yapılan tetkikler sonrasında TDG saptanan hastaya Metimazol 5mg 2x2 ve Propranolol 3x20 mg başlandı. Bir yıllık takip sonrası idame doza geçildi. Hastanın semptomlarının tekrar başlaması nedeniyle RAI-131 tedavisi planlandı. Tedavi öncesi antitiroid tedavi kesilerek yapılan ölçümlerde RAİ uptake 4.saatte: %21.6 (%15-25), 24. saatte: %51 (%25-35), RBC: 4.83, Hbg: 13.4, Hct: %39.7, MCV: 81.7, WBC: 5.19, PLT: 350 idi. Hastaya 10 mCi RAİ-131 verildi. Tedavinin dördüncü haftası yapılan kan sayımında Hbg: 7.22, Hct: %22, MCV: 78, sT3:2.04 pg/mL(1.57-4.71), sT4:0.91 ng/dL (0.85-1.78), TSH:5.18 uIU/mL (0.4-4) idi. Tam kan sayımı kontrollerinde de bulgular benzerdi. Hasta RAİ-131 tedavisinden sonraki sürede akut kan kaybı, sarılık, antitiroid tedavi dışında ilaç kullanımı veya akut bir enfeksiyon tarif etmiyordu. Otoimmün ve diğer hemolitik anemi yapan nedenlere yönelik tetkikler normaldi. Hastaya kemik iliği aspirasyon biyopsisi yapıldı. Yaymalarda eritroid seriye ait hücrelerde belirgin azalma izlendi. Hastaya L-Tiroksin 25 mcg başlandı. İki hafta sonra hastanın kan sayımı kontrolü: RBC: 4.36, Hbg: 12.4, Hct: %36.7, MCV: 78.7, WBC: 5.19, PLT: 348 olarak bulundu.

 
 

RAI Tedavisi Öncesi

Tedavinin 4. Haftası

Tedavinin 6. Haftası

RBC (4.04-6.13 M/uL)

4.83

3.03

4.36

Hbg (12.2-18.1 g/dL)

13.4

7.22

12.4

Hct (37.7-53.7 %)

39.7

22.0

36.7

MCV (80.0-97.0 fL)

81.7

78.0

78.7

WBC (4.60-10.2 K/uL)

5.19

6.28

5.57

PLT (142-424 K/uL)

350

335

348

  

Tartışma: RAI-131 ile tedavi TDG için uygun ve kalıcı bir tedavi yöntemidir. En sık görülen etki tedaviden sonra hastaların büyük çoğunluğunda (%80) kalıcı hipotiroidi gelişmesidir. Tedaviden sonra erken dönemde, genellikle iki hafta içinde radyasyon tiroiditine bağlı olarak ağrı, şişlik ve tirotoksik tablonun alevlenmesi görülebilir. Nadir görülen bir yan etki de allerjik reaksiyon olabilir. RAI-131 tedavisinin uzun dönemde tiroid kanseri ve lösemi riskinde artışa neden olduğu ise kanıtlanamamıştır.

Tiroid kanserlerinde yüksek doz RAI-131 kullanımının kemik iliğinde üç seriyi de etkileyebileceği olgu serilerinde bildirilmiştir. Tiroid kanserli 24 olgunun değerlendirildiği bir çalışmada granulositer seride %78, trombositlerde %69 oranında tedavinin erken döneminde azalma izlenmiş, 4 hastada orta derecede pansitopeni saptanmış, 1 hastada ise kemoterapiyi gerektirecek düzeyde prelösemik tablo gelişmiştir. Otuz beş hastanın değerlendirildiği bir başka seride 12 hastada her üç serinin azalarak etkilendiği, 14 hastada ise farklı ikili seri kombinasyonlarının farklı şiddette etkilendiği, ayrıca trombositer serinin RAI-131 tedavisine daha  duyarlı olduğu bunu granulositer seri ve eritroid serinin takip ettiği bildirilmiştir. Granulositer seri, RAI-131 tedavisinden kontrolsüz artış (prelösemi, lösemi tablosu) olarak da etkilenmektedir. Literatürde, yüksek dozda RAI-131 tedavisi ile gelişen ve izole eritroid seride azalma gösteren bir olguya rastlanmamıştır.

Düşük dozlarda RAI-131 tedavisinin ise erken ve geç dönemde kemik iliği üzerindeki etkileri konusunda yeterli veri bulunmamaktadır.  

Sonuç: Bu bildiride toksik diffüz guatrlı (TDG) bir hasta, radyoaktif iyot tedavisi sonrası gelişen ve eritroid seride azalma ile karakterize, reversible kemik iliği supresyonu tablosu nedeniyle sunulmuştur. RAI-131 tedavisi düşük dozlarda kullanıldığı durumlarda da kemik iliği fonksiyonlarını etkileyebilir. Bu hastalar kemik iliği supresyonu açısından erken ve geç dönemde yakından takip edilmelidir.

49 - Tiroid hormon direnci PPAR-γ agonistleri ile kırılabilir mi? - 2007

Ersoy, R., K. Gül, E. Tepeli, A. Dirikoç, C. Aydın, A. Uğurlu, H.M. Müslümanoğlu ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 100, P053, Antalya , 2007

ABSTRACT

Tiroid Hormon Rezistansı (THR), tiroid hormonuna hedef doku cevabında azalma ile karakterize bir sendromdur. Bu olgularda defektin hücresel düzeyde muhtemelen reseptörde olduğu bildirilmiştir. Bugüne kadar Tiroid reseptörü (TR) β izoformunda, 300 den fazla ailede 122 farklı mutasyon saptanmıştır. Hastalık otozomal dominant geçiş gösterir. THR olgularında %75 oranında ailesel geçiş görülürken gerçek sporadik olguların sıklığı %21.3 olarak bildirilmiştir. Bu olgularda nükleer reseptör co-activator veya co-repressor gen bozukluklarının dirence neden olabileceği öne sürülmüştür. Henüz tiroid hormon reseptöründeki mutasyon defektini düzeltecek bir tedavi metodu bulunmamaktadır. Genel THR olan hastaların çoğunda parsiyel doku rezistansı vardır. Bu durum endojen olarak artan tiroid hormonları ile kompanse edilir ve hastalar klinik olarak ötiroiddir. Bu olgulara herhangi bir tedavi gerekmez. THR’lı bazı olgularda ise periferik dokular tiroid hormonuna hipofizden daha dirençli olabilir. Bu durumda hormonun suprafizyolojik dozlarının kullanılması gerekebilmektedir. Bu bildiride, Tip 2 DM ve THR tanıları ile izlenen ve diyabet için uygulanan PPAR- γ agonisti tedavisi sonrası laboratuar olarak THR’ nın düzeldiği bir olgu sunulmuş ve THR üzerine PPAR- γ agonistlerinin etkisi tartışılmıştır.

Olgu: 49 yaşında, 15 senedir Tip 2 DM öyküsü olan bayan hasta, çok su içme ve sık idrara çıkma yakınmaları ile başvurdu. Fizik muayenede; KB: 130/80 mmHg, Nabız: 86/dk, BMI: 25.8 kg/m2 idi. Sistem muayeneleri normaldi. AKŞ: 282 mg/dl, sT3: 11.79 pg/mL(2.57-4.43), sT4: 3.53 ng/dL(0.85-1.78), TSH: 7.04 μU/mL(0.4-4.2), Anti-TPOAb ve AntiTgAb negatif idi. Ultrasonografide tiroid glandı diffüz hiperplazik olarak izlendi. İyot uptake oranları 4. saatte %25.6(%15-25), 24. saatte %30.5(%25-50); TRH uyarı testinde TSH değerleri 0, 20 ve 60 dk’da; 6.70, 12.89 ve 8.18 μU/mL; Seks hormonu bağlayan globulin: 1.90 mg/L(1.80-9.00) ve Alfa-subunit: 0.28 ImU/mL(0.05-0.90 ImU/mL) idi. Hipofiz MR normaldi. TR-β geninde 10 ekzon mutasyon açısından dizi analizi yöntemiyle tarandı. Mutasyon ve/veya delesyon saptanmadı (Tablo 1). Olgu, sporadik gelişen THR olarak kabul edildi. Kan şekeri regülasyonunun sağlanması amacıyla tedaviye Rosiglitazon 4 mg/gün eklendi. Yedinci günde yapılan kontrolde, serbest tiroid hormon düzeyleri ve TSH normal sınırlara gerilemişti (sT3:2.6pg/mL, sT4:1.5ng/dL, TSH:1.51μU/mL). Tekrarlanan testlerde TSH, sT3, sT4 değerlerinin normal sınırlarda olduğu doğrulandı.

 

Tablo1. TR β Geni Amplifikasyonunda Kullanılan Primer Diziler ve Annealing Sıcaklıkları

 

EKZON

Primer İleri (F)

Primer Geri (R)

Annealing Sıcaklığı

THRB-1

5’-CCAAGGAAGGCGCACATCCTCG-3’

5’-GGTTCTTGCGACGCTCCGTCAC-3’

63°C

THRB-2

5’-GATAGCTCTGAAACCAGACCCT-3’

5’-AGTCTGCAAATAGTCAAGCTGA-3’

56°C

THRB-3

5’-ATAGCCCACCTATGCTTCGGTG-3’

5’-ACGGTTGCTAAAACTCGCAAGT-3’

58°C

THRB-4

5’-TTGACAATGCCAACAGCTCGTC-3’

5’-ACAGTTGGAGAAAACATGGGAC-3’

57°C

THRB-5

5’-TTGTTACCTCTTCCTGGCAAGC-3’

5’-TGGAGCTGGGCTAAGCTCTGTG-3’

59°C

THRB-6

5’-TATGTGGAGCTAGAGGCCTAGA-3’

5’-CCCAGTCGATCTCCTTGAACCA-3’

57°C

THRB-7

5’-TTGGGAGCATCTGTGTGCCTTG-3’

5’-ACTGATCTGTGCAAGGAAGCCT-3’

59°C

THRB-8

5’-ACTGGAAACTGTACAGGATATC-3’

5’-ACCCAGTATTCCTGGAAACTG-3’

55°C

THRB-9

5’-ACTGTATGTTGTTCCTGACTGG-3’

5’-TAACGAGTCTAGGCGTACTCAC-3’

55°C

THRB-10

5’-AATTGGACAAAGCAAGCCTTCC-3’

5’-CATCCATGTCTATGCCAAGGAC-3’

56°C

 

TR β geni ekzonik bölgeleri dizi analizi yöntemiyle incelenmiş ve incelenen bu bölgelerde mutasyon / delesyon aptanmamıştır

 

Tartışma: Tiroid hormon reseptörleri nükleer reseptör süper ailesindendir. Dört tip nükleer reseptör alt grubu tanımlanmıştır. TR’leri, Tip 2 nükleer reseptörler alt grubunda Retinoik asit reseptörleri, D vitamini reseptörleri ve Peroksizom Proliferatörlerini Aktive Eden Reseptörler (PPAR) ile birlikte yer alır. Tip 2 reseptörler DNA’ya Retinoid X reseptörü (RXR) ile heterodimer oluşturarak bağlanırlar. Ardından ligandın bağlanması ile gen transkripsiyonunu aktive ederler. Nükleer reseptörlerin tümü yapısal olarak benzerlik gösterse de Tip 2 RXR heterodimer grubunda bu benzerlik daha belirgindir. Bu güne kadar TR β ile ilişkili mutasyon ve delesyonlar bildirilmiştir. Mutasyonlar ligand bağlanmasındaki affiniteyi etkileyebilir, dimerizasyonu değiştirebilir veya her iki etkiyi bir arada gösterebilirler. TR β gen mutasyonu olmayan olgular da bildirilmiştir. Bu olgularda nükleer reseptör co-activator veya co-repressor gen bozukluklarının dirence neden olabileceği öne sürülmüştür. Bizim olgumuzda TR β geninde bugüne kadar tanımlanmış mutasyonlar açısından 10 ekzon araştırılmış ancak mutasyon veya delesyon saptanmamıştır. Bu nedenle hastanın laboratuar ve klinik verileri de göz önünde tutularak THR’ nın sporadik geliştiği sonucuna varılmıştır. PPAR-γ agonisti ile düzeldiği raslantısal olarak izlenen bu THR tablosu için iki hipotez öne sürüyoruz: 

 

HİPOTEZ 1: PPAR-γ agonisti sadece PPAR-γ için değil reseptörlerdeki benzerlikten dolayı RXR için de bir liganddır. Ortamda bulunması heterodimer yapı üzerinden tiroid hormonu etkisini  artırmaktadır.

HİPOTEZ 2: Hastamızda problem RXR de veya RXR üzerinden etkili co-activatör/ co-repressor proteinlerde idi. Bu nedenle Tiroid Response Element (TRE) de PPAR-γ reseptörü ile TR heterodimer yapı oluşturdu. PPAR-γ agonisti bir ligand olarak PPAR-γ reseptörüne bağlandı. Bu pozitif etkili bir dimerizasyonu aktive etti ve tiroid hormonunun etkisi çok büyük oranda arttı ve serbest hormon düzeyleri düştü.

Tip 2 nükleer reseptörler üzerine PPAR-γ agonistlerinin etkileri konusunda in vivo ve invitro çalışmalara gereksinim olduğu düşüncesindeyiz.

 

48 - Tiroid papiller ca ve kronik lenfosit tiroidit birlikteliği - 2007

Ersoy, R., K. Gül, B. Korukluoğlu, C. Aydın, A. Dirikoç, O. Topaloğlu, O.K. Belenli, N. S. Uğraş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 99, P052, Antalya , 2007

ABSTRACT

Amaç: 1955' de Dailey ve ark tarafından ilk kez tanımlandığından bu güne papiller tiroid ca ve kronik lenfositik tiroidit  birlikteliği dikkat çeken ve tartışılan bir konu olmuştur. Tiroidin papiller kanseri ve kronik lenfositik tiroiditin birlikte bulunuş sıklığı değişik serilerde % 0.3-58 aralığında bildirilmiştir. Bu geniş aralık araştırılan toplumlardaki etnik ve coğrafik özelliklere, cinsiyete ve histopatolojik yorumların farklılığı gibi faktörlere bağlanmıştır. Biz bu çalışmada tiroid papiller kanserli hasta grubumuzda kronik lenfositik tiroidit sıklığını araştırmayı ve bu gruptaki hastalarda tümör özelliklerini belirlemeyi amaçladık.

Yöntem: Kasım 2004- Haziran 2007 tarihleri arasında Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bölümü, Tiroid polikliniğine başvurmuş, yapılan laboratuar tetkikleri, görüntüleme metodları (tiroid ultrasonografisi, sintigrafi) ve ultrasonografi eşliğinde yapılan tiroid ince iğne aspirasyon biyopsi (TİİAB) sonrasında Tiroid hastalıkları konseyinde değerlendirilerek opere edilmiş ve PTK tanısı almış 58 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi.

Bulgular: PTK tanısı almış 58 hastanın histopatolojik değerlendirmesinde PTK ile lenfositik tiroidit birlikteliği 16 olguda (%27.6) saptandı. Hasta grubunun demografik verileri ve operasyon öncesi laboratuar verileri Tablo 1’ de izlenmektedir.

Olguların 15’i kadın, 1’i erkek olup yaş ortalaması 42.4±13,5 yıl idi. Ortalama Anti TPO Ab: 209.0±325.9 IU/mL (normal değer: <10 IU/mL),  Anti Tg Ab: 442.4±860.0 IU/mL (normal değer: <30 IU/mL) idi. Beş hasta lenfositik tiroidit tanısı ile L-Tiroksin tedavisi altında idi. Bu hastalarda ortalama TSH düzeyi 3.36±0.73 uIU/mL (normal değer aralığı: 0.4- 4.0 uIU/mL) idi. On bir hastaya ise lenfositik tiroidit tanısı ilk kez koyuldu. Yeni tanı alan hastalar ötiroid idi (TSH: 3.93±0.89 uIU/mL).

Üç hastada ultrasonografi eşliğinde uygulanan TİİAB sonrası yapılan sitolojik inceleme PTK ile uyumlu iken, 7 hastada şüpheli sitoloji mevcuttu. Beş olgunun sitolojik incelemesi “benign” olarak değerlendirilmekle birlikte nodüllerin ultrasonografik şüpheli görünümleri (nodül sınırlarının düzensizliği, hipoekoik görünüm, punktat tarzda mikrokalsifikasyon alanları, intranodüler vaskülarizasyon) nedeniyle bu hastalara operasyon önerilmişti. Bir hastanın sitolojik incelemesi “Hurtle hücre metaplazisi” olarak raporlanmıştı.

Operasyon sonrası histopatolojik değerlendirmede, tümörün 15 hastada tek odakta, 1 hastada iki farklı odakta yerleşik olduğu belirlendi.  Bu 17 tümörün 15’i PTK, 2’si PTK- folliküler varyant olarak değerlendirildi. Tümör boyutları, 11 lezyonda 0-1 cm arasında, 6 lezyonda 1 cm.den büyük idi.

 

Tablo 1. Demografik ve klinik veriler

 

PTC/ PTC+Lenfositik Tiroidit

58/16 (%26.7)

Erkek/ Kadın

1/15

Yaş ortalaması (Yıl)

42.4±13,5

Anti TPO Ab (IU/mL)

209.0±325.9

Anti Tg Ab (IU/mL)

442.4±860.0

TİİAB

         Malign sitoloji

         Benign sitoloji

         Şüpheli sitoloji

         Hurtle hücre metaplazisi

 

3

5

7

1

Histopatoloji

          Papiller ca

          Papiller ca+Folliküler varyant

 

15

2

Tek odak/ Multifokal yerleşim

15/1

Tümör boyutları (17 odak için)

0-1   cm

> 1  cm

 

11

6

  

Sonuç: Tiroid papiller ca’ lı hasta grubumuzda %27.6 oranında kronik lenfositik tiroidit saptanmıştır. Lenfositik tiroiditli hastalarda papiller ca görülme sıklığının genel populasyona göre daha fazla olduğu değişik serilerde bildirilmiştir. Bununla birlikte papiller tiroid ca ve lenfositik tiroidit arasındaki etiyolojik ilişki halen tartışmalıdır. Tiroiditin neoplasm tarafından indüklenip indüklenmediği veya tiroiditin ca gelişimini predispoze etme ihtimali hala açıklığa kavuşmamıştır. Bazı yayınlarda tiroidit zemininde ca gelişiminin anlamlı olarak yüksek olduğu bildirilmektedir, ancak genel inanış lenfositik tiroiditin premalign bir lezyon olmadığı yönündedir. Ayrıca histopatolojik olarak nonspesifik lenfositik infiltrasyon genellikle neoplasmla yanyanadır. Bu bulgu bir başka hipotezin ortaya atılmasına neden olmuş ve neoplazik  hücreler tarafından salınan antijenik özellikteki maddelerin lenfositik infiltrasyona ve tiroidite neden olduğu düşünülmüştür. Bununla birlikte varılan sonuç lenfositik tiroiditli hastalarda papiller ca görülme sıklığının genel populasyona göre daha fazla olduğudur.

  

47 - Sağlıklı erişkinlerde tiroid stimülan hormonun diurnal değişimi ile tiroid kan akımı arasındaki ilişki - 2007

Ersoy, R., K. Gül, M. Gümüş, A. İpek, O. Topaloğlu, C. Aydın, A. Dirikoç ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi,, Program ve Özet Kitabı, 99, P051, Antalya , 2007

ABSTRACT

Amaç: Tiroid stimülan hormon (TSH) gün içinde pulsatil değişiklikler göstermektedir. Sağlıklı bireylerde sabah saatlerinde TSH konsantrasyonları en düşük seviyesindedir, akşam saatlerinde yükselmeye başlar ve gece yarısı TSH konsantrasyonlarında pik izlenir. Gece boyunca TSH konsantrasyonları düşme eğilimine girer. Color ve power doppler ultrasonografi ile tiroid glandı kan akımı kalitatif ve kantitatif olarak değerlendirilmektedir. Literatürde, sağlıklı erişkinlerde TSH’ nın diurnal salınımı ile tiroid glandı kan akımını kantitatif olarak gösteren doppler parametreleri arasındaki ilişkiyi araştıran bir çalışmaya rastlanmamıştır.  Biz bu çalışmada sağlıklı erişkinlerde gün içinde üç farklı zamanda (08.00, 16.00, 24.00), inferior tiroid arter (ITA) kan akımı parametreleri ile tiroid volümü, tiroid hormonları ve TSH arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.

Yöntem: Çalışmaya yaş ortalaması 32.2±7.4 yıl(24-54), 15 kadın, 15 erkek olmak üzere otuz sağlıklı erişkin alındı. Tiroid hastalığı öyküsü olan; L-Thyroxine, antitiroid ilaç, bromokriptin, somatostatine, oral kontraseptif, lityum, interferon, sulfonamid, glukokortikoid kullanan; Cushing hastalığı, ciddi tiroid dışı hastalığı, major depresyonu olan; gebe olan kadınlar; boyun bölgesinden operasyon geçiren, radyoterapi gören, radyoaktif iyot uygulananlar çalışmaya dahil edilmedi.

Gönüllülerden sabah ilk idrarın dışarı atılmasını takiben 24 saatlik idrarlarını biriktirmeleri istendi. Çalışma grubunun saat 08.00, 16.00 ve 24.00’de sT3, sT4 ve TSH ölçümü yapıldı. İdrar örneklerinden günlük iyot atılımı hesaplandı (Tablo 1).Aynı saatlerde gri skala ultrasonografi ile tiroid boyutları ölçüldü ve tiroid volümleri hesaplandı. Doppler ultrasonografi ile ITA’ den pik sistolik hız (PSV) ve resistans indeks (RI) ölçümleri yapıldı (Resim 1).

Bulgular: Saat 08.00, 16.00 and 24.00’ deki tiroid fonksiyon testleri, tiroid volümü, pik sistolik hız ve resistance index değerleri Tablo 2’de izlenmektedir. Saat 24.00’de yapılan ölçümlerde TSH ve ortalama tiroid volümleri, 08.00 ve 16.00’daki değerlere göre anlamlı olarak daha büyüktü (p<0.001). PSV’ nin gün içi değişimi değerlendirildiğinde ortalama akım hızı saat 24.00’de 08.00 ve 16.00’da ölçülen değerlere göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.01 ve p<0.05). Ortalama RI değerleri 24.00’da 08.00 ve 16.00 değerlerine göre daha düşüktü ve ortalama değerler arasındaki fark istatistiksel olarak da anlamlı bulundu (p<0.001 ve p<0.05).

Sonuç: Çalışmamız TSH konsantrasyonunun diurnal değişikliklerine göre tiroid kan akımı değişikliklerinin kantitatif Doppler parametreleri ile gösterildiği ilk çalışmadır. Biz bu çalışmada sağlıklı erişkinlerde gün içinde üç farklı zamanda ki bu zamanlar TSH düzeyinin en düşük olduğu, yükselmeye başladığı ve gün içi en yüksek olduğu zamanlardı, ITA kan akımı parametreleri ile tiroid volümü, tiroid hormonları ve TSH arasındaki ilişkiyi araştırdık. TSH’ nın pik yaptığı gece saatlerinde PSV’nin arttığını ve RI’ in azaldığını yani tiroid kanlanmasının arttığını gözlemledik. Yine gece saatlerinde tiroid volümünün gün içine gore arttığını gözlemledik. Çalışmamız tiroid glandına ait patolojilerde kan akımı paterninin sağlıklı bireylerde olduğu gibi diurnal olarak değişip değişmeyeceği teorisinin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu nedenle TSH bağımlı tiroid patolojilerinde, TSH reseptörünü etkileyen otoimmün hastalıklarda veya TSH’ dan bağımsız olarak geliştiği düşünülen tiroid nodüllerinde tiroid kanlanmasının power Doppler ile diurnal olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

 

Tablo 1. Çalışma grubunun cinsiyete gore tanımlayıcı ve laboratuar verileri

 
 

Male

N=15

Female

N=15

P

Yaş (yıl)

33 ±8.5

31.3 ±6.0

>0.05

BMI (kg/m2)

25.5 ±3.0

23.8 ±4.4

>0.05

İdrar iyotu (mg/dL)

16.36 ±3.01

15.04 ±2.74

>0.05

sT3

3.24 ±0.26

3.05 ±0.85

>0.05

sT4

0.81 ±0.07

0.79 ±0.05

>0.05

TSH

1.18 ±0.64

1.32 ±0.69

>0.05

Anti TPO (U/mL)

<10

<10

-

Anti Tg (U/mL)

<30

<30

-

 

       Normal değerler: sT4, 0.61- 1.12 ng/dL; sT3, 1.57- 4,71 pg/mL; TSH, 0.4- 4.0 uIU/mL; anti-Tg <30 U/mL; anti-TPO <10 U/mL ve idrar iyotu 10- 20 mg/dL, idi.

 

Tablo 2. Saat 08.00, 16.00 and 24.00’ de tiroid fonksiyon testleri, tiroid volümü, pik sistolik hız ve resistance index

 

08.00

16.00

24.00

FT3 (pg/mL)

3.11 ±0.59

3.00 ±0.43

3.33 ±0.63

FT4 (ng/dL)

0.77 ±0.09

0.83 ±0.08

0.86 ±0.09

TSH (uIU/mL)

1.29 ±0.55

1.88 ±1.08

3.09 ±1.52

Thyroid volume (mL)

10.46 ±3.71

10.43 ±3.75

12.02 ±5.03

PSV (cm/s)

24.90 ±8.51

25.88 ±9.82

27.75 ±9.54

RI

0.57 ±0.07

0.56 ±0.05

0.53 ±0.07

  

Resim 1. Sol inferior tiroid arterden kan akım hızının ölçümü

  

46 - Xanthoma disseminatum, hipotalamik kitle, diyabetes insipidus ve hipopituitarizm: Bir non-langerhans hücreli histiyositozis olgusu - 2007

Ersoy, R., K. Gül, H. Üstün, İ. Solaroğlu, A. Dirikoç, O. Topaloğlu, V. Abbaspur ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 81, P016, Antalya , 2007

ABSTRACT

Xantoma disseminatum (XD), nadir görülen, mukokutanöz xantomlarla karakterize, normolipemik, benign, granulomatöz bir hastalık olup non- Langerhans hücreli histiyositozların (NLCH) bir alt tipidir. İlk kez Montgomery ve Osterberg tarafından 1938 yılında tanımlanmıştır. Yayılımı ve prognozu açısından hastalığın üç klinik formu bulunmaktadır: 1) Deride sınırlıdır, yıllar içinde kendiliğinden iyileşir; 2) Persistant form: inatçı ve tedaviye dirençli mukokutanöz lezyonlarla karakterizedir; 3) Progresif form: başta santral sinir sistemi olmak üzere organ tutulumları ile karakterizedir. Proliferatif granulomatöz hastalıklar içinde NLCH’lar, Langerhans hücreli histiyositozlara göre daha nadir hipopituitarizme yol açmaktadır. Bu bildiride sistemik tutulumlu ve progresif seyirli bir XD olgusu, hipotalamik kitle, diyabetes insipidus (Dİ) ve hipopituitarizm ile birlikteliği nedeniyle sunulmuştur.

OLGU: 16 yaşında bayan hasta, adet görememe, kilo alma, çok su içme, sık idrara çıkma, boyun, göz çevresi, koltuk altı ve genital bölgede daha belirgin olan cilt lezyonları nedeni ile başvurdu (Resim1). Cilt lezyonları yaklaşık 1.5 sene önce başlamış, giderek sayı ve boyutları artmıştı. İlk kez 13 yaşında adet gören hastanın iki yıl siklusları düzenli iken son bir senedir adet kanaması olmamıştı.

Fizik muayenede; TA: 120/80 mmHg, N: 75/dk, beden kitle indeksi: 34.7 kg/m2 idi. Saçlı deri doğal olarak izlenirken, hastanın göz çevresinde daha yoğun olmak üzere tüm yüz, boyun, axiller, ingulinal ve genital bölgede sarı- kahverengi, papüler tarzda çok sayıda lezyon izleniyordu. Diğer sistem muayeneleri doğaldı.

Laboratuar testlerinde; kan sayımı ve biyokimyasal parametreler normal sınırlar içindeydi. Bazal hormon testleri ve dinamik testler sonrasında hastada sekonder hipotiroidi, hipogondotropik hipogonadizm, büyüme hormonu eksikliği ve santral Dİ saptandı (Tablo 1). Kraniyal ve orbita MR’ da patoloji izlenmedi. Hipofiz MR’ da hipotalamohipofizer traktusta 15x8 mm kitle izleniyordu (Resim2). Hastanın görme alanı muayenesi normaldi. Cilt lezyonlarından alınan biyopside; epidermisin hemen altından başlayarak papiller dermisi ve kollogeni infiltre eden, subcutan yağ dokuya dek ulaşan, vakuole stoplazmalı histiyositlerden oluşan lezyon izlenmekteydi. Lezyon içinde “Touton” tipi multinüleer dev hücreler ve mononükleer tarzda iltihabi hücreler mevcuttu. Yapılan immunohistokimyasal çalışmada S100(-), CD68(+) saptandı. Bu özelliklerle lezyon NLCH ile uyumlu idi. Lezyonların sayı, lokalizasyon, morfolojik ve histopatolojik özelliklerine göre ayırıcı tanısı yapıldı ve XD tanısı koyuldu. Toraks tomografisinde patoloji izlenmedi. Tüm abdomen tomografide sol böbrek izlenemedi. Sol renal agenesis tanısı dinamik böbrek sintigrafisi ile doğrulandı.

Hastaya hipotiroidi, hipogonadizm ve Dİ’a yönelik olarak replasman tedavisine başlandı. Hipotalamik kitle ve cilt lezyonları için hastaya Prednol tb. 60 mg/gün başlandı, onuncu günden itibaren azaltılarak 4 mg/gün idame doza geçildi. Tedavinin 6.ayında yapılan kontrollerde özellikle yüzdeki lezyonlarda azalma ve lezyon boyutlarında küçülme izleniyordu. Hipofiz MR’da kitle boyutlarında değişiklik saptanmadı.

SONUÇ: Hipopituitarizm, granulomatöz hastalıkların yaklaşık %1’de görülen nadir bir durumdur. Hipotalamik kitle, Dİ ve hipopituitarizmin XD ile birlikte görüldüğü bu olgu ender görülen cilt bulguları ve klinik tablosu nedeniyle sunulmuştur.

 

Resim1. Axiller bölgede sarı- kahverengi, papüler xantomlar

  


   

Resim 2. Hipotalamohipofizer traktusta 15x8 mm boyutlarında kitle lezyonu

  


   

Tablo 1. Tanı koyulduğunda hastanın klinik ve laboratuar verileri

 
 

A.U.

Yaş

16

Boy/ Kilo

167 cm/ 97kg

BKI

34.7 kg/m2

Pubik kıllanma (Tanner)

Evre II

Meme gelişimi (Tanner)

Evre II

IGF-1 (131- 278 ng/mL)

67 ng/ml

Bazal Hormon Değerleri

Hipofiz

GH  (0-10 ng/mL)

<0.05

TSH (0.4-4.0 uIU/mL )

0.216

LH (1.1-14.7 mIU/mL )

<0.10

FSH (2.8-11.3 mIU/mL)

<0.10

PRL (19.5-25 ng/mL)

18.2

ACTH  (0-46 pg/mL)

3.0

Tiroid

 

ST3 (1.57-4.71 pg/mL)

2.85

ST4 (0.85-1.78 ng/dL)

0.70

Adrenal

Kortizol  (8-25 μg/dL)

<1.0

Gonad

Progesteron (0-1.13 ng/mL)

<0.20

17-OH Progesteron (0.15-1.1 ng/mL)

0.019

Östrodiol (27-246 pg/mL)

31.8

Dinamik Testler

İnsülin Tolerans

Testi 0.1 U/kg ıv

GH cevabı

Yanıt yok

Kortizol cevabı

Yanıt yok

TRH-TSH Testi

Yanıt yok

LH-RH Testi

Yanıt yok

Susuzluk Testi

Santral DI

Diğer Tetkikler

Göz dibi ve görme alanı

Normal

Nörolojik muayene

Normal

Ekokardiyografi

Normal

    
 

45 - Otoimmün poliglandüler sendrom: üç olgunun sunumu - 2007

Gül, K., R. Ersoy, C. Aydın, A. Dirikoç, O. Topaloğlu, Yusuf Üstü, Z. Tutulmaz ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 81, P015, Antalya , 2007

ABSTRACT

Otoimmün poliglandüler sendromlar (OPS), en az iki endokrin ve/veya endokrin dışı organın otoimmün nedenli yetmezliği ile karakterizedir. Tip 1; kronik mukokutanöz kandidiazis, adrenal yetmezlik, hipoparatiroidi, Tip 2; adrenal yetmezlik, otoimmun tiroid hastalığı ve/veya tip 1 otoimmün diabetes mellitus (DM)’dan oluşur. Tip 3 ise otoimmün tiroid hastalığı ile birlikte adrenal yetmezlik ve/veya hipoparatiroidizm olmadan, diğer otoimmün hastalıkları içerir. Diğer komponentler kronik atrofik gastrit, vitiligo, otoimmün kaynaklı primer gonadal yetersizlik, kronik otoimmun hepatit, alopesi ve Çölyak hastalığı olabilir. Bu bildiride kliniğimizde takip edilen üç OPS olgusu sunulmuştur.

OLGU 1: 25 yaşında kadın hasta, yaklaşık bir yıldır cilt renginde koyulaşma yakınmasıyla başvurduğu Dermatoloji polikliniğinden TSH yüksekliği (7,36µIU/ml) için polikliniğimize yönlendirildi. Fizik muayenede TA:80/60 mmHg, diz, dirsek, el ve ağız mukozası hiperpigmente görünümde idi. Laboratuar tetkikleri; Kortizol:2,88 µ/dl, ACTH:142 (0-46) pg/ml, Na:133 (136-145) mmol/L, K:5,8 (3,5-5,1) mmol/L, Ca:10,5 (8,5-10,5) mg/dl , DHEA-S:30,7 (35-430) ug/dl, ST3:1,15 (2,5-3,9) pg/ml , ST4:0,96 (0,85-1,78) ng/dl, Anti TPO Ab:377 (0-35) IU/ml, Anti TG Ab:79,2 (2,2-4,9) IU/ml olarak saptandı. Anti-insülin Ab, anti-adacık Ab ve anti-GAD Ab negatif olarak saptandı. ACTH uyarı testine kortizol yanıtı alınamadı. Tiroid ultrasonografisi (USG) kronik tiroidit ile uyumlu idi. Üst gastrointestinal sistem (GİS) endoskopisinde  pangastrit saptandı. Sürrenal MR normal olarak değerlendirildi. Hasta Tip 2 OPS olarak değerlendirildi ve hidrokortizon, fludrokortizon, L- tiroksin tedavisi başlanarak takibe alındı.

OLGU 2: Yaklaşık bir senedir cilt renginde koyulaşma ve kilo kaybı yakınması olan 32 yaşındaki erkek hasta, halsizlik, bulantı ve kusma ile acil servise başvurdu. İlk muayenesinde üst solunum yolu enfeksiyonu da saptanan hastanın  laboratuar tetkiklerinde Na: 108mmol/L ;  K: 6,8 mmol/L; Beyaz küre: 17000 , üre: 92 mg/dl, cre: 1,7 mg/dl, Kortizol: 1 µ/dl; TSH: 10µIU/ml;  ACTH: 1640 pg/ml; LH: 9,3 (0,8-7,6) mIU/ml, FSH: 3,9 (0,7-11,1) mIU/ml,  Serbest testosteron: 6,4 (8,9-42,5) pg/ml, Anti TPO Ab: 1000 IU/ml; Anti TG Ab: 545 IU/ml; Ca: 9,8 mg/dl; VitB12: 221 (193-987) pg/ml idi. Anti-insülin Ab, anti-adacık Ab, anti-GAD Ab, anti endomisyum Ab, anti gliadin Ab negatif bulundu. Anti pariyetal Ab: 125,76 (0-10) U/ml idi. Hastanın tiroid ultrasonografisi kronik tiroiditle uyumlu idi. Üst GİS endoskopisinde pangastrit saptandı. Sürrenal MR normal olarak değerlendirildi. Üst solunum yolu enfeksiyonu ve adrenal yetmezlik için tedavi başlandı. Hasta Tip 2 OPS olarak değerlendirildi ve hidrokortizon, fludrokortizon, L- tiroksin tedavisi başlandı. Hipergonadotropik  hipogonadizm  ve pernisyöz anemi  açısından  takibe alındı.

OLGU 3: 30 yaşında, 12 yıldır tip 1 DM tanısı ile izlenen kadın hasta, kilo kaybı, sık hipoglisemi atakları ve ishal yakınmasıyla başvurdu. Laboratuar tetkiklerinde; Na:142 mmol/L, K:2,1 mmol/L, T.protein:3,8 (6,4-8,2) g/dl, Albumin:2,6 (3,4-5) g/dl, Mg:1,2 (1,8-2,4) mg/dl, P:1,1 (2,5-4,9) mg/dl,  TSH: 29µIU/ml, Anti TPO Ab >1000 IU/ml, Anti TG Ab: 465 IU/ml, Hb: 8,33 g/dl, 25 OH Vit D3: 5 (10-60) µg/L, PTH: 133 (11-67) pg/ml,  INR: 2,8 , plazma kortizol: 15µ/dl, anti gliadin Ab: 110,53 (0-12) U/ml idi. Kemik mineral yoğunluğu osteoporoz lehine bulundu. Tiroid USG kronik tiroidit ile uyumlu idi. Üst GIS endoskopisindeki Çölyak hastalığını destekleyen görünüm, duodenal biyopsi sonucu ile doğrulandı. Hasta Tip 3 OPS olarak değerlendirildi. Glutensiz diyete alındı. L- tiroksin  tedavisi başlandı. Metabolik tablo düzeltildikten sonra  hastaya insülin pompası takılarak kan şekeri regülasyonu sağlandı. 

SONUÇ: OPS’ lar nadir görülür ve hayatı tehdit edebilen sonuçlara yol açabilir. Otoimmun tiroid hastalığı veya Tip 1 DM tanısı olan hastalarda nonspesifik semptomlarda bile adrenal yetmezlik her zaman düşünülmelidir.OPS da hastalıkların klinik olarak ortaya çıkışından önce, aylar ya da yıllarca  süren bir asemptomatik latent periyot vardır. OPS’ lerin gelişimini takip etme açısından otoantikorlar yararlı belirleyicilerdir. Ancak antikorların negatifliği hastalıkları ekarte ettirmez.

Bir otoimmün endokrin patoloji geliştikten sonra, OPS’ nin diğer komponentleri açısından hastalara periyodik olarak tarama yapılması erken tanı ve tedavi açısından önemlidir.

 

44 - Akromegali hastalarında doku doppler ekokardiografi ile sol ventrikül fonksiyonlarının değerlendirilmesi - 2007

Ersoy, R.,N A. Bayram, İ. Solaroğlu, K. Gül, T. Durmaz, T. Keleş, Engin Bozkurt ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 80, P014, Antalya , 2007

ABSTRACT

Amaç: Akromegalik hastaların %20’de myokardiyal hipertrofi ve fibrozise bağlı kardiyak hastalık gelişmektedir. Büyüme hormonu (BH) fazlalığı kardiyovasküler hastalığa bağlı mortalitede 2-3 kat artışla ilişkili bulunmuştur (10). BH’nun, insulin like growth factor-1 (IGF-1) aracılığı ile direkt myokard üzerinde hücre proliferasyonunu uyaran etkisi; akromegalik hastalarda normal populasyona oranla daha sık gözlenen hipertansiyon, glukoz intoleransı ve diyabetes mellitus varlığı, ve artmış fibrinojen düzeyleri kardiyovasküler hastalık riskini artırmaktadır. Bugüne kadar akromegalik hastalarda sol ventrikülün anatomik yapısını ve fonksiyonlarını değerlendiren ekokardiyografi çalışmaları mevcuttur. Doku doppler ekokardiyografi (DDE), seçilmiş miyokard segmentlerinde, miyokardın kontraksiyon ve relaksasyon hızını kantitatif olarak belirleyen bir metoddur. Bu çalışmanın amacı aktif akromegalik hastalarda kardiyak fonksiyonları doku doppler görüntüleme ile değerlendirmek ve bulguları konvansiyonel ekokardiyografi bulguları ile karşılaştırmaktır.

Gereç ve Yöntem: Yirmiüç akromegali hastası ile yaş, cinsiyet, BKİ ve eşlik eden hastalıklar açısından benzer özellikte 17 kontrol çalışmaya alındı. Akromegali tanısı  tipik klinik görünüm, artmış BH ve IGF-1 düzeyleri ve oral glukoz tolerans testinde BH supresyonunun sağlanamaması ile konulmuştu. Hipofizin manyetik rezonans görüntülemesinde tüm hastalarda makroadenom mevcuttu. Sol ventrikül fonksiyonlarını değerlendirmek için, hasta ve kontrol olgularına aynı kardiyoloji uzmanı tarafından, aynı cihazla, konvansiyonel standart iki boyutlu ekokardiyografi ve DDE yapıldı.

Bulgular: Hasta ve kontrol grubu yaş, cinsiyet ve beden kitle indeksi açısından benzerdi. Hasta grubunda ortalama BH düzeyi 7.4±9.6 ng/mL, IGF-1 düzeyi 651.3±460.7 ng/mL idi. Akromegali hastalarının konvansiyonel ekokardiyografi parametreleri kontrol grubuyla karşılaştırıldığında; sol ventrikül interventriküler septum ve posterior duvar kalınlığı artmış olup (p<0.001), ejeksiyon fraksiyonunda gruplar arasında fark saptanmadı. Deselerasyon zamanı (DZ), prekontraksiyon zamanı (PZ), izovolumik relaksasyon zamanı (IVRZ) uzamış (p<0.05); kontraksiyon zamanı (KZ) benzer; erken transmitral akım hızı (E) kısalmış (p<0.05); geç transmitral akım hızı (A) benzer bulundu. DDG’de; akromegali hastalarında sol ventrikül lateral ve septal duvar isovolümik akselerasyon dalgası (IVA), erken miyokardiyal hız (Em), Em/Am oranı düşük (p<0.05); miyokardiyal prekontraksiyon zamanı (PKZm) uzun (p<0.05); miyokardiyal sistolik dalga (Sm), geç miyokardiyal hız (Am) ve miyokardiyal kontraksiyon zamanı (KZm) kontrol grubu ile benzer bulundu. Lateral duvar miyokardiyal relaksasyon zamanı (RZm) benzerken, septal duvar RZm belirgin ölçüde uzundu (p<0.001).

 

Tablo 1. Hasta ve kontrol grubunun konvansiyonel ekokardiyografik paremetreleri

 
 

HASTA

Kontrol

P

İVS (mm)

11.0 ± 1.3

9.2 ± 1.2

<0.001

PD (mm)

10.4 ±1.2

8.8 ± 1.5

0.001

LVDSÇ (mm)

49.1 ± 4.2

47.9 ± 2.6

0.26

LVSSÇ (mm)

29.7 ± 6.9

29.2 ± 2.7

0.74

EF (%)

66.6 ± 4.5

68.2 ± 3.2

0.18

DZ (ms)

210.3 ± 28.8

194.5 ± 15.3

0.03

E (m/sn)

0.76 ± 0.17

0.90 ± 0.19

0.02

A (m/sn)

0.82 ± 0.23

0.68 ± 0.20

0.06

E/A oranı

0.99 ± 0.30

1.35 ± 0.39

0.004

PKZ (msn)

87.9 ± 9.2

78.1 ± 6.2

<0.001

KZ (msn)

279.7 ± 19.2

290.5 ± 21.6

0.11

PKZ/KZ oranı

0.31 ± 0.04

0.27 ± 0.04

<0.001

IVRZ (ms)

100.3 ± 14.8

84.2 ± 11.1

<0.001

 

              İVS: interventriküler septum, PD: posteriyor duvar, SVDSÇ: sol ventrikül diyastol sonu çapı, SVSSÇ: sol ventrikül sistol sonu çapı, EF: ejeksiyon fraksiyonu, E: erken transmitral akım hızı, A: geç transmitral akım hızı, DZ: deselerasyon zamanı, PKZ: prekontraksiyon zamanı, KZ: kontraksiyon zamanı, IVRZ: izovolumetrik relaksasyon zamanı

      

Tablo 2. Hasta ve kontrol grubunun doku doppler ekokardiyografik paremetreleri

 
 

HASTA

Kontrol

P

IVAlat (m/s²)

3.4 ± 0.8

4.1 ± 0.5

0.004

Smlat (cm/sn)

9.7 ± 1.6

10.4 ± 2.1

0.26

Emlat (cm/sn)

10.0 ± 2.6

12.5 ± 2.4

0.003

Amlat (cm/sn)

9.8 ± 1.8

9.4 ± 2.9

0.56

Emlat/Amlat oranı

1.0 ± 0.4

1.4 ± 0.4

0.003

PKZmlat(msn)

84.8 ± 8.9

79.3 ± 7.3

0.04

KZm lat(msn)

281.4 ± 18.8

292.8 ± 18.1

0.06

PKZ/KZm lat oranı

0.30 ± 0.03

0.27 ± 0.03

0.001

RZm lat(msn)

90.1 ± 20.5

81.9 ± 8.1

0.09

IVAsep (m/s²)

3.2 ± 0.8

3.9 ± 0.6

0.004

Smsep (cm/sn)

9.0 ± 1.6

8.8 ± 1.8

0.68

Emsep (cm/sn)

8.3 ± 2.3

11.2 ± 1.8

<0.001

Amsep (cm/sn)

8.8 ± 1.9

8.7 ± 2.4

0.87

Emlat/Amsep oranı

1.00 ± 0.37

1.3 ± 0.38

0.02

PKZmsep (msn)

83.6 ± 6.8

77.6 ± 5.6

0.004

KZmsep (msn)

278.9 ± 21.0

290.2 ± 18.6

0.08

PKZ/KZmsep oranı

0.30 ± 0.03

0.27 ± 0.02

<0.001

RZmsep (msn)

95.2 ± 14.0

81.4 ± 8.1

<0.001

 

             IVA: izovolumik akselerasyon dalgası, Sm: miyokardiyal sistolik dalga, Em:erken miyokardiyal hız, Am: geç miyokardiyal hız, PKZ: miyokardiyal prekontraksiyon zamanı, KZm: miyokardiyal kontraksiyon zamanı, RZm: miyokardiyal relaksasyon zamanı

 

Sonuç: Bu bildiride, akromegalide DDE bulgularının yanı sıra, LV kontraksiyonunun değerlendirilmesinde duyarlılığı yüksek olan IVA parametresinin akromegalik hastalardaki ilk verileri sunulmuştur. DDE nin, akromegalik hastalarda, kardiyomyopatiye ait klinik bulgular gelişmeden, diyastolik ve sistolik disfonksiyonu belirlemede kullanılması önerilir.

 

43 - Akromagali ve Prostat hiperplazisi: Prostat volüm ölçümü takipte gerekli midir? - 2007

Ersoy, R., M. Gümüş, İ. Solaroğlu, K. Gül, O. Topaloğlu,A. Dirikoç ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 79, P012, Antalya , 2007

ABSTRACT

Amaç: Akromegali kemik doku ve yumuşak dokularda büyümeyle karakterize progresif seyirli bir hastalıktır. Büyüme hormonu (BH) ve insülin benzeri büyüme faktörü- 1 (IGF-1)’ in etkisiyle iskelet anomalileri; kalp, tiroid, karaciğer başta olmak üzere, iç organlarda büyüme ile birlikte morbidite ve mortaliteye neden olan fonksiyon bozuklukları ortaya çıkmaktadır.

İnsanlarda prostat 40 yaşından itibaren büyümeye başlar. Prostat hiperplazisinin patogenezinde hormonal etkilerin ve bazı büyüme faktörlerinin etkisi olduğu kabul edilmektedir. Prolaktin, epidermal büyüme faktörü, fibroblast büyüme faktörü, transforming büyüme faktörü α ve β gibi çeşitli büyüme faktörlerinin prostat üzerine olan etkileri in vivo ve in vitro gösterilmiştir.  BH’ nun prostat üzerine direk etkisi konusunda az sayıda çalışma mevcuttur. Bu kesitsel çalışmada akromegalik hastalarda, diğer hormonal etkilerden bağımsız olarak, hastalığın prostat volümü üzerine etkisini araştırmayı amaçladık.

Yöntem: Çalışmaya 40 yaş ve altında (21-40), bilinen prostat hastalığı olmayan, yeni tanı almış 9 akromegalik hasta, ve yaş, beden kitle indeksi (BKİ) benzer 18 sağlıklı birey dahil edildi. Akromegali tanısı  tipik klinik görünüm, artmış BH ve IGF-1 düzeyleri ve oral glukoz tolerans testinde BH supresyonunun sağlanamaması ile konulmuştu. Hipofizin manyetik resonans görüntülemesinde tüm hastalarda makroadenom mevcuttu. Prostatın ultrasonografik incelemesi mesanenin tam olarak doluşunu takiben aynı cihazla ve aynı radyolog tarafından, suprapubik olarak yapıldı. Prostat boyutları anteroposterior, transvers ve craniocaudal olarak ölçüldü. Prostat volümü standart elipsoid formül kullanılarak hesaplandı.

Bulgular: Hasta ve kontrol grubuna ait yaş, BKİ, serum BH, serum prostata spesifik antijen (PSA) ve prostat volümlerine ait karşılaştırmalı veriler Tablo 1’de izlenmektedir. Hasta ve kontrol grubu arasında yaş, BKİ ve serum total PSA düzeyleri arasında anlamlı fark izlenmemiştir (p>0.005). Bununla birlikte prostat volüm ortalamaları akromegalik hasta grubunda kontrol grubuna göre artmış olup gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak da anlamlı bulunmuştur (p<0.01).

 

Tablo 1. Hasta ve kontrol grubuna ait karşılaştırmalı veriler

 

Hasta (n=9)

Kontrol (n=18)

p

Yaş

34.11 ± 6.23

32.66 ± 5.63

0.613

BKİ (kg/m2)

27.57 ± 3.74

27.02 ± 4.01

0.766

Serum BH (ng/mL)

12.14 ± 10.94

0.70 ± 0.77

0.018

Serum PSA (ng/mL)

1.87 ± 0.43

1.45 ± 0.71

0.665

Prostat Vol. (mL)

25.86 ± 5.67

21.52 ±2.35

0.005

  

Sonuç: Akromegalide BH ve IGF-1’ in hipersekresyonu iç organlarda büyümeye neden olur. Sunduğumuz bu kesitsel çalışmada prostat volümleri akromegalik hastalarda sağlıklı bireylere göre anlamlı ölçüde artmış olarak bulunmuştur. Akromegalik hastalar, uygulanan cerrahi girişim, radyoterapi ve/veya kitle etkisi nedeniyle sıklıkla düşük testosteron düzeylerine sahip ve replasman tedavisi uygulanan hastalardır. Androjen replasman tedavisinin etkileri, ve akromegalide artan malignite insidansını da göz önünde tutarak, erkek hastaların, kontrollerde prostat hiperplazisi açısından da takip edilmeleri gerektiği düşüncesindeyiz. Prostata ait morfolojik özellikleri (mikro/makrokalsifik alanlar, intraprostatik nodüller, lokal inflamasyon alanları) daha ayrıntılı değerlendirdiği için, takiplerde transrektal ultrasonografinin tercih edilmesi önerilir.

42 - Sağlıklı erişkinlerde sigara kullanımının tükürük kortizolü üzerine etkisi - 2007

Ersoy, R., K. Gül, O. Topaloğlu, C. Aydın,Y. Üstü, Z. Tutulmaz ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 79, P011, Antalya , 2007

ABSTRACT

Amaç: Serumda serbest kortizol tayini, metodolojik ve ekonomik nedenlerden dolayı rutin laboratuar incelemeleri içinde bulunmamaktadır. Bu nedenle adrenal fonksiyonlarının değerlendirilmesinde total serum kortizolü kullanılmaktadır. Bu tekniğin en önemli dezavantajı indirek bir yöntem olması ve kortizol değerlerinin bağlayıcı proteinlerden etkilenmesidir. Oral kontraseptif kullanımı ve gebelik, kortizol bağlayıcı protein düzeylerini artırırken, karaciğer, böbrek hastalıkları veya katabolik durumlar azaltmaktadır. Bu nedenle serbest kortizol düzeyinin güvenilir bir göstergesi olması nedeniyle idrar veya tükürük kortizolünün, klinik araştırmalarda, adrenal uyarı testlerinde, Cushing sendromu için tarama testlerinde ve diurnal ritmi araştırmada kullanımı önerilmektedir. Bilindiği gibi sigara kullanımı hipotalamus- hipofiz- adrenal aksını uyarmaktadır. Biz bu çalışmada sigara kullanımının tükürükteki kortizol düzeyi üzerine olan etkisini araştırmayı amaçladık.

Yöntem: Çalışmaya 30 sağlıklı birey (16 erkek, 14 kadın, yaş ortalaması 32.6±7.3 yıl, ortalama beden kitle indeksi (BKİ) 24.8±3.7 kg/m2) alındı. Çalışma grubunu oluşturan 30 gönüllünün 15’nde, ortalama 8.5 paket yılı sigara kullanımı mevcuttu.  Grup II hiç sigara kullanmamış kişilerden oluşturuldu. Son üç ay içinde kontraseptif kullanımı olan bireyler çalışmaya alınmadı. Sabah 08.00 ve gece 23.00 saatlerinde kan ve tükürük örnekleri alındı. Serum ve tükürükte kortizol çalışıldı.

 Bulgular: Sigara kullanımına göre ayrılan grupların karşılaştırmalı verileri Tablo 1’de izlenmektedir. Çalışma grubunda; 08.00’de ölçülen ortalama serum kortizol düzeyi 9.09±2.35ug/dL, ortalama tükürük kortizolü 6.24±1.82 ng/mL olup değerler birbiri ile korele idi (r=0.395, p=0.031). 23.00’de ölçülen ortalama serum kortizol düzeyi 3.65±1.40 ug/dL, ortalama tükürük kortizol düzeyi 2.17±1.35 ng/mL olup parametreler arasında korelasyon saptandı (r=0.262, p=0.048). Sigara içen grup (Grup I) ve içmeyen grupların (Grup 2) yaş ve BKİ ortalamaları arasında farklılık yoktu (p>0.05). Sigara içen grupta 08.00’de ölçülen serum ve tükürük kortizol değerleri sigara içmeyen gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (serum ve tükürük için; p=0.047 ve p=0.035). Benzer şekilde 23.00’de ölçülen serum ve tükürük kortizol değerleri sigara içmeyen gruba göre anlamlı olarak yüksekti (serum ve tükürük için; p<0.001 ve p=0.04).

 

Tablo 1. Sigara kullanımına göre grupların karşılaştırmalı verileri

 
 

GRUP I

GRUP II

p

Yaş (yıl)

33.13±6.35

32.06±8.47

>0.05

Cinsiyet (Erkek/Kadın)

8/7

8/7

>0.05

BKİ (kg/m2)

23.94±3.8

25.72±3.59

>0.05

Serum total kortizol 08.00

9.94±2.10

8.25±2.35

0.047

Serum total kortizol 23.00

4.56±0.86

2.74±1.24

<0.001

Tükürük kortizolü 08.00

6.94±1.52

5.55±1.88

0.035

Tükürük kortizolü 23.00

3.81±1.50

2.93±1.32

0.040

 

                  *Laboratuarımızın normal değerleri: Serum kortizol düzeyi için; 08.00: 8-25 μg/dL, 23.00: 4-12.5μg/dL Tükürük kortizol düzeyi; 08.00:1.2-14.7 ng/mL, 23.00:0.6-7.3 ng/mL


Sonuç: Tükürükteki kortizol düzeyinin tükürük miktarı, içeriği ve akım hızından etkilenmediği bilinmektedir. Çalışmamız sonucunda sigaranın tükürük içeriği ve miktarına etkisinden çok, diurnal ritmi etkilemeden, hipotalamus- hipofiz- adrenal aksını uyararak kortizol düzeylerini artırdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle tükürük kortizolü sonuçlarının hastaların sigara kullanımı göz önünde tutularak değerlendirilmesini önermekteyiz. 

41 - Postmenopozal Türk kadınlarında osteoporotik kırık gelişiminde kollojen Ia1 ve Vitamin D resptör gen polimorfizminlerinin rolü - 2007

Ersoy, R., B. Çakır, M. Uğurlu, O. Topaloğlu, A. Uğurlu, M. Kuru, K. Kılıçarslan, B. Bektaşer, S. Baykal ve M. Gümüş
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 134, P121, Antalya , 2007

ABSTRACT

AMAÇ: Osteoporoz düşük kemik kitlesi ve kemik dokusunun mikromimari yapısının bozulması sonucu kemik kırılganlığında artış ve kırıklara yatkınlık ile karakterize, yaygın bir iskelet sistemi hastalığıdır. Osteoporoz gelişiminde bazı genetik faktörlerin rolü olduğu bildirilmiştir. Çalışmamızda, postmenopozal Türk kadınlarında Kollojen Iα1 (COLIA1) ve Vitamin D reseptör (VDR) genlerine ait polimorfizmlerin kemik mineral yoğunluğu (KMY) ve osteoporotik kırık gelişimi üzerine etkisini araştırmayı amaçladık.

GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya, postmenopozal dönemde; 1) osteoporozu olan, kalça ve/veya vertebral kırık gelişmiş 30 hasta; 2) osteoporozu olan, kırık gelişmemiş 30 hasta, 3) bu hastalarla benzer yaşta, osteoporoz ve kırık saptanmayan 30 hasta olmak üzere toplam 90 olgu alındı. COLIA1 polimorfizmi, SS, Ss ve ss; VDR BsmI polimorfizmi, BB, Bb, ve bb olarak tanımlandı. Çalışma grubunun genotipik dağılımı ile BMD ve fraktür varlığı arasındaki ilişki istatistiksel olarak değerlendirildi.

BULGULAR: BMI ve yaş ortalamaları karşılaştırıldığında, gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığı saptandı (p=0.713 ve p=0.191, sırasıyla). BMD ortalamaları karşılaştırıldığında osteoporozu olan Grup 1 ve Grup 2 arasında anlamlı fark yoktu (Lomber bölgede; 0.559±0.173 vs 0.608±0.078, p=0.584, femurda; 0.565±0.135 vs 0.613±0.095, p=0.282). Grup 1 ve Grup 3, Grup 2 ve Grup 3’ de lomber ve femurdan alınan ölçümler karşılaştırıldığında ise her iki bölge için fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Gruplara gore COLIA1 Sp1 allel dağılımı değerlendirildiğinde SS, Ss, ss allellerinin sıklığı açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılığın olmadığı görüldü (p=0.092). VDR BsmI allel dağılımı değerlendirildiğinde, BB, Bb, bb allellerinin sıklığı üç grupta da benzerdi (p=0.563). COLIA1 Sp1 ve VDR BsmI allel dağılımının kırık varlığı ile ilişkisinin değerlendirilmesinde Grup 2+Grup 3 verileri Grup 1 ile karşılaştırıldı. Buna göre COLIA1 ve VDR gen polimorfizmlerinin sıklığı açısından gruplar arasında farklılık olmadığı izlendi (COLIA1 için, p=0.352; VDR için, p=0.946). COLIA1 Sp1 ve VDR BsmI allel dağılımının osteoporoz varlığı ile allel dağılımının ilişkisini değerlendirmek için Grup1+Grup2 verileri Grup 3 ile karşılaştırıldı. Her iki gene ait allel dağılımları için gruplar arasında anlamlı fark saptanmadı  (COLIA1 için, p=0.436; VDR için, p=0.635). 

 SONUÇ: Osteoporoz ve fraktür gelişiminde COLIA1 ve VDR polimofizmlerinin rolü ile ilgili çalışmalarda bir fikir birliğine varılamamıştır. COLIA1 ve VDR polimorfizmlerinin araştırıldığı çok sayıdaki çalışmaların farklı sonuçları, örnek genişliğine, çalışmaların dizaynına, verilerin analizindeki farklılıklara bağlandığı gibi toplumun sahip olduğu diğer genetik özellikler ve çevresel faktörlerle açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmamız sonucunda postmenopozal Türk kadınlarında COLIA1 ve VDR BsmI gen polimorfizmleri, KMY ve kırık riski ile ilişkili bulunmamıştır. Çalışmamız, kontrol grubu benzer yaş grubundaki olgulardan seçildiğinden ve fraktür ve osteoporoz riskini belirlemede çalışma grubundan alt kontrol grupları oluşturulduğu için diğer çalışmalardan farklılık göstermektedir. Toplumumuzda, osteoporoza bağlı kırık gelişimindeki genetik risk faktörlerini belirlemede, geniş gruplarda yapılacak çalışmalara ihtiyaç olduğu düşüncesindeyiz

 

Table 1. Grupların demografik verileri ile COLIA1 ve VDRBsmI genotiplerinin gruplara gore dağılımı

 
 

Group I

Group II

Group III

p

N

30

30

30

 

Age (year)

64.1±6.4

62.3±5.9

61.1±7.1

0.191

BMI (kg/m2)

28.9±5.85

27.9±5.6

27.8±5.9

0.713

Femoral neck BMD (gr/cm2)

0.565±0.135

0.613±0.095

0.814±0.130

<0.001

Lumbar spine BMD (gr/cm2)

0.559±0.173

0.608±0.078

0.861±0.272

<0.001

COLIA1 genotypes

SS

Ss

ss

 

20 (66.7%)

9 (30.0%)

1 (3.3%)

 

13 (43.3%)

16 (53.3%)

1 (3.3%)

 

18 (60.0%)

8 (26.7%)

4 (13.3%)

 

0.092

 

VDR genotypes

BB

Bb

bb

 

4 (13.3%)

10 (33.3%)

16 (53.3%)

 

6 (20.0%)

7 (23.3%)

17 (56.7%)

 

2 (6.7%)

11 (36.7%)

17 (56.7%)

0.563

     

Tablo 2. COLIA1 ve VDRBsmI genotiplerinin kırık varlığına göre gruplara göre dağılımı

 
 

Group I

Group I + II

p

COLIA1 genotypes

SS

Ss

ss

 

20 (66.7%)

9 (30.0%)

1 (3.3%)

 

31 (51.7%)

24 (40.0%)

5 (8.3%)

  

0.352

 

VDR genotypes

BB

Bb

bb

 

4 (13.3%)

10 (33.3%)

16 (53.3%)

 

8 (13.3%)

18 (30.0%)

34 (56.7%)

  

0.946

   

Tablo 3. COLIA1 ve VDRBsmI genotiplerinin osteoporoz varlığına göre gruplara göre dağılımı

 
 

Group I + II

Group III

p

COLIA1 genotypes

SS

Ss

ss

 

33 (55.0%)

25 (41.7%)

2 (3.3)

 

18 (60.0%)

8 (26.7%)

4 (13.3%)

  

0.436

VDR genotypes

BB

Bb

bb

 

10 (16.6%)

17 (28.3%)

33 (55.5%)

 

2 (6.7%)

11 (36.7%)

17 (56.7%)

  

0.635

    

40 - Klinik ve ultrasonografik ikilem: Tiroid muayenesinde hissettiğimiz ve ultrasonografi ile gördüğümüz aynı mı? - 2007

Ersoy, R., B. Çakır, O. Topaloğlu, M. Gümüş, İ.Ç. Şişman, K. Gül, C. Aydın, A. Dirikoç ve B. Korukluoğlu
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 98, P050, Antalya , 2007

ABSTRACT

AMAÇ: Klinik muayene tiroid patolojilerinin saptanmasında kullanılan primer tanısal testtir. Ülkemizin de içinde bulunduğu endemik guatr bölgelerinde iyot yetersizliğinin derecesini göstermede tarama amaçlı kullanılabilirliği önerilmesine rağmen orta ve hafif iyot eksikliği bulunan bölgelerde tiroid büyüklüğünün değerlendirilmesinde ve tiroid nodüllerinin saptanmasında palpasyonun duyarlılığı düşük olarak bildirilmektedir.

Klinik muayene sonrası hastaların değerlendirilmesinde temel görüntüleme yöntemi olarak tiroid ultrasonografisinden yararlanılır. AACM/AME rehberine göre tiroid muayenesi normal olarak değerlendirilen, tiroid fonksiyonları normal sınırlarda olan, ses kısıklığı, nefes darlığı, yutma güçlüğü gibi semptomlar tanımlamayan, tiroid kanseri açısından düşük risk grubunda olan hastaların rutin olarak ultrasonografi ile değerlendirilmesi önerilmemektedir. Tiroid nodüllerinin saptanmasında duyarlılığı düşük bir yöntem olarak bilinen palpasyonun ultrasonografi karşısındaki bu üstünlüğü tartışılmalıdır. Çünkü non palpabl nodüllerin palpabl nodüllere göre benzer oranda malignite riski taşıdığı da bildirilmiştir. Biz bu prospektif çalışmada tiroid polikliniğimize başvuran hastalarda tiroid muayene bulguları ile ultrasonografi bulgularını karşılaştırmayı ve genel pratikte muayene ile ultrasonografinin sınırlarını belirlemeyi amaçladık.

YÖNTEM: Ocak 2006- Aralık 2006 tarihleri arasında, merkezimizin tiroid polikliniğine başvuran, ilk muayene ve yapılan tiroid fonksiyon testleri sonrası tiroid ultrasonografisi istenen 6835 hasta değerlendirilmeye alındı. Palpasyon bulgularını etkileyeceği düşünülerek boyun bölgesine daha önce operasyon uygulanmış veya radyoterapi görmüş hastalar, hamileler, tiroid fonksiyonlarını etkileyen ilaç kullanımı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Daha önce bilinen tiroid hastalığı öyküsü olmayan boyunda şişlik, ağrı, gıcık hissi, çarpıntı, terleme, ses kısıklığı, tremor, sinirlilik, halsizlik, kilo alma veya kilo kaybı gibi semptomlarla başvuran ve/veya tiroid fonksiyon testlerinde bozukluk saptanan 1157 hasta çalışmaya alındı. Hastaların muayenesi deneyimli iki klinisyen tarafından (R.E ve B.Ç), birbirlerinin bulgularından habersiz olarak, aynı gün içinde yapıldı. Tiroid ultrasonografisi, deneyimli iki uzman tarafından (O.T ve M.G), yine birbirlerinin bulgularından habersiz olarak, aynı gün içinde, aynı cihaz ile yapıldı. Klinik tanılar, hastaların tiroid fonksiyon testleri ve tiroid ultrasonografi verileri ışığında başka bir klinisyen (K.G) tarafından belirlendi. Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 11.5 programı kullanıldı.

BULGULAR: Çalışmaya alınan 1157 hastanın 987’i kadın (%85.3), 170’i erkek (%14.7) olup yaş ortalaması 41.16 ±14.13 yıl (16- 80 yıl) idi. Tiroid muayenesini yapan klinisyenler (P1, P2) tiroid glandını öncelikle boyutlarına göre WHO kriterleri göz önüne alarak sınıflandırdı. Bu sınıflamaya göre gözlemcilerin bulguları ve karşılaştırmalı verileri Tablo 1’ de izlenmektedir. Bu değerlendirmeye göre palpasyonu yapan gözlemcilerin bulguları arasında anlamlı farklılık olmadığı saptandı (p= 0.461). Gözlemciler arası uyum değerlendirildiğinde kappa değeri k= 0.82 (%82) olarak saptandı ve bu uyum istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p< 0.001).

1)       Tiroid büyüklüğünün değerlendirilmesinde palpasyon ve ultrasonografi bulguları %86- 92.5 oranında koreledir,

2)       Tiroid muayenesinde nodül saptanmamışsa bu sonuç %76.7- 77.4 oranında doğrudur. Nodül yokluğunu saptamada palpasyonun duyarlılığı %87.3- 89’dur (Tablo 2),

3)       Tiroid nodüllerinin saptanmasında ultrasonografiye göre palpasyonun duyarlılığı %56.1- 56.7’dir (Tablo 2),

4)       Palpasyonda tek nodül saptanmışsa % 44.3- 50.4 oranında ultrasonografide eşlik eden bir yada birden fazla nodül mevcuttur (Tablo 2),

5)       Bu konuda yapılan diğer çalışmalardan farklı olarak ultrasonografide nodül olmadığı halde, palpasyonda bir ya da daha fazla nodül saptandığında, bu olguların %87.4- 91.2’nde laboratuar testleri ile de doğrulanmış tiroidit tanısı mevcuttur. Palpasyon bulguları parankim hastalıkları konusunda klinisyeni yanıltabilmektedir.

6)       Tablo 3’ de nodül varlığını saptamada palpasyon ve ultrasonografiyi yapan gözlemciler arasındaki uyum oranları izlenmektedir. Buna göre tiroid nodüllerini saptamada uyum oranı %30- 38’dir.

SONUÇ: Palpasyon yapan klinisyenin deneyimine rağmen, ultrasonografinin yüksek duyarlılığının her zaman tercih edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Normal olarak değerlendirilse bile her tiroid muayenesi mutlaka tiroid ultrasonografisi ile tamamlanmalıdır.

 

Tablo 1. WHO klasifikasyonuna göre birinci (P1) ve ikinci klinisyenin (P2) karşılaştırmalı muayene bulguları

  

P 1

P 2

 

Grade 0

Grade 1A

Grade 1B

Grade 2

Grade 3

TOTAL

Grade 0

245

28

0

0

0

273

Grade 1A

25

435

28

0

0

488

Grade 1B

0

27

244

19

1

291

Grade 2

0

0

16

74

1

91

Grade 3

0

0

0

1

13

14

TOTAL

270

490

288

94

15

1157

 

Gözlemciler arası uyum: k= 0.82 (%82) (p>0.001)

Tablo 2. Muayene (P1, P2) ve ultrasonografiyi yapan (U1, U2) gözlemcilerin nodül saptamadığı, tek nodül saptadığı ve birden fazla nodül saptadığı olgu sayıları

 
 

Nodül yok

Tek nodül

Multinodüler

U1 (n=725)

U2 (n=720)

U1 (n=163)

U2 (n=168)

U1 (n=269)

U2 (n=269)

Nodül yok

P1 (n=820)

633

629

113

117

74

74

P2 (n=833)

645

641

114

118

74

74

Tek nodül

P1 (n=242)

74

73

46

47

122

122

P2 (n=185)

60

59

43

44

82

82

Multinodüler

P1 (n=95)

18

18

4

4

73

73

P2 (n=139)

20

20

6

6

113

113

    

Tablo 3. Muayene (P1, P2) ve ultrasonografiyi yapan (U1, U2) gözlemciler arasında tiroid nodüllerini saptamadaki uyum

 
 

k

p

P1- U1

0.31

<0.001

P1- U2

0.30

<.0.001

P2- U1

0.38

<0.001

P2- U2

0.38

<0.001

 

                                     kdeğeri, <0.20=kötü; 0.21-0.40=vasat; 0.41-0.60=orta; 0.61-0.80=iyi; 0.81-1.00=çok iyi. 

 

39 - Bilinen tiroid nodülünde ani büyüme ile kendini gösteren ve ince iğne aspirasyon biyopsisi ile tanı konulan diffüz B-hücreli lenfoma olgusu - 2007

Çakır, B., R. Ersoy, K. Gül, B. Yalçın, B. Korukluoğlu, H. Üstün, C. Ekinci ve F. İçli
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 102, P058, Antalya , 2007

ABSTRACT

GİRİŞ: Tiroid lenfoması ekstranodal lenfomaların %2’den azını, tiroid malignitelerinin de %5’den azını teşkil eder. Tiroid lenfomasının sitomorfolojik olarak anaplastik karsinomadan ayırımı güçtür. İmmunohistokimyasal yöntemlerle %80’lere ulaşan oranda tiroid lenfoması tanısı konulabilir.

OLGU: Nodüler guatr tanısı ile izlenen 52 yaşında erkek hasta, nodülünün aniden büyümesi, aynı tarafta servikal lenfadenopatilerin ortaya çıkması, disfaji ve dispne yakınmalarıyla başvurdu. Tiroid ultrasonografisinde sol tiroid lobunda 38.4x31.6x45.5 mm boyutlarında, makro ve mikrokalsifik alanlar içeren dev nodül ve sol ön-servikal zincirde 23.4x15.6x32 mm boyutlarında malign görünümlü lenfadenopati izlendi. Tiroid sintigrafisinde sol lobda tanımlanan nodül hipoaktifti. Hasta labotatuar sonuçlarına göre ötiroid olup, tiroglobulin ve kalsitonin değerleri normaldi. Ultrasonografi eşliğinde, nodül ve lenfadenopatiden yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisinde (İİAB), sitomorfolojik görünüm anaplastik karsinomayla uyumlu bulundu. İmmunohistokimyasal boyamada CD 20 tutulumu gösteren diffüz büyük B hücreli lenfoma hücreleri görüldü (Resim 1). Hastanın solunum sıkıntısının bulunması ve tiroid nodülünün çok sert kıvamlı olması nedeni ile bası semptomunu gidermek amaçlı operasyon planlandı. Hastaya total tiroidektomi ve servikal boyun diseksiyonu uygulandı. Histopatolojik incelemede etraf tiroid dokusunda normal tirositler tespit edilirken, nodülde tiroid dokusu içinde yaygın infiltrasyon gösteren, CD20 ve BcL ile kuvvetli pozitif, CD45 RO ile negatif boyanan atipik lenfoid hücreler görüldü. Lenf nodunda immunohistokimyasal boyama özelikleri aynı olan ve diffüz infiltrasyon gösteren atipik lenfoid hücreler izlendi. Bu bulgular ile hastaya, Revised European- American Classification of Lymphoid Neoplasms (REAL)‘e göre “diffuse large B-cell lymphoma (DLBCL)” tanısı konuldu ve Evre IEB olarak değerlendirildi. Hastaya rituximab, doxorubucin, cyclophosphamide, vinciristine, prednisone (Rituximab-CHOP) ile 6 kür kemoterapi uygulandı. Hasta halen asemptomatik olup 150 mcg L-Tiroksin tedavisi ile ötiroiddir. Sekiz aylık takip sürecinde rekürrens veya metastaz saptanmamıştır.

 

Resim 1. TİİAB, sitoloji, immünohistokimyasal boyama, CD20 tutulumu gösteren büyük B hücreli lenfoma hücreleri

  


 

SONUÇ: Tiroid lenfoması tüm tiroid tümörleri içinde yaklaşık %5 oranında görülmektedir. Daha önceden benign olduğu bilinen nodüllerin ani büyümelerinde tiroid lenfoması hatırlanmalıdır. Ses kısıklığı, yutma güçlüğü ve ateş gibi klinik belirtiler gözlenebilir ve hastalar genellikle ötiroiddir. Ancak tiroid lenfoması tanısı koymak oldukça güçtür. Ultrasonografik incelemede multipl, sınırları belirgin hipoekoik alanlar izlenebilir. Sitolojik değerlendirme ise temel tanısal yöntemdir. İnceleme alanına serpilmiş izole malign hücreler, monoklonal hücre infiltrasyonu veya mitotik aktivite artışını gösteren yapılar lenfomayı düşündürebilir. Tanının “şüpheli” olduğu durumlarda immunohistokimyasal boyamaların yapılması sunulan olguda da görüldüğü gibi %80’e yakın oranda tanı koydurucudur. Tiroidektomi, radyoterapi ve kemoterapi lenfoma tedavisinin temel basamaklarını oluşturmaktadır. Düşük ve orta dereceli lenfomalarda tedavi ile %80 üzerinde tam remisyon sağlanabilmektedir. Olgu, primer tiroid lenfomasının nadir görülmesi ve tanının İİAB’nin immünohistokimyasal incelemesi ile koyulması nedeniyle sunulmuştur. 

38 - Akromegali hastalarında ortalama platelet volümü üzerine uzun etkili somatostatin analoglarının etkisi - 2007

Ersoy, R., K. Gül, İ. Solaroglu, A. Dirikoc, C. Aydın, Ç. Soydal ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 30. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 64, Sözel sunum No: 1, Antalya , 2007

ABSTRACT

Giriş: Ortalama trombosit volümü (OTV), trombosit boyutlarının bir göstergesi olup, trombosit fonksiyon ve aktivitesinin indirek bir belirtecidir. Büyük trombositlerin normal boyutta olanlara göre daha aktif olduğu ve özellikle mikrovasküler alanlarda mikroagregasyonlara neden olduğu bildirilmiştir. Bu durum özellikle kardiyovasküler hastalık gelişimi için bir risk faktörüdür. Akromegalide kardiyovasküler nedenlere bağlı morbidite ve mortalite artmıştır. Bu çalışmada akromegali hastalarında OTV' nü değerlendirmeyi ve uzun etkili somatostatin analoglarının OTV üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık.

Yöntem: Çalışmaya alınan 25 akromegalik hastanın(16 kadın, 9 erkek, yaş ort. 43.8±13.5 yıl) verileri retrospektif olarak tarandı. Hasta grubunun tanı konulduğundaki verileri, cinsiyet, yaş ortalaması, beden kitle indeksi ve co-morbid hastalıklar açısından benzer 30 kişilik kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Altı ay ve daha uzun süredir, uzun etkili somatostatin analog tedavisi alan 18 hastanın trombosit sayısı, OTV' leri ve fibrinojen düzeyleri tedavinin 6. ayındaki kontrol değerleri ile karşılaştırıldı.

Bulgular: Trombosit fonksiyonlarının bir belirteci olarak OTV' leri karşılaştırıldığında akromegalik hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı farklılık saptanmamıştır (8.90±1.48 vs 8.81±1.26, p>0.05). Bununla birlikte uzun etkili somatostatin analogları ile tedavinin 6. ayında yapılan kontrollerde, OTV' de izlenen küçülme oranı (8.93±1.25 vs 8,49±1.21 , p<0.05) ve fibrinojen düzeylerindeki azalma (346.8±35.4 vs 284.3±21.8, p<0.05) istatistiksel olarak da anlamlı bulunmuştur.

Sonuç: Bu çalışmada, akromegalide, uzun etkili somatostatin analoglarının OTV üzerine olan etkileri konusunda ilk veriler sunulmuştur. Uzun etkili somatostatin analogları ile tedavi, dolaylı antiagregan etki ile akromegali hastalarında, kardiyovasküler morbidite ve mortaliteyi azaltıcı bir etken olabilir.

37 - Olgu sunumu: Tiroid Hemiagenezis ve Hashimoto tiroiditi - 2006

Dirikoç, A., R.Ü. Ersoy, C. Aydın, O. Topaloğlu, T. Üstü, V. Abbaspur ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 88, P 0050, Antalya, 2006

ABSTRACT

Amaç: Tiroid hemiagenezisi bir tiroid lobu veya lob ile isthmus'un gelişiminin yetersizliği ile oluşan nadir bir embriyolojik anomalidir. Kadınlarda daha sık görülmekte ve genellikle sol lob agenetik olmaktadır. Etyopatogenezinde genetik mutasyonların etkili olduğu iddia edilmektedir. Mevcut olan lobda sıklıkla kompanzatris hipertrofi gelişmiştir. Hipertiroidi veya hipotiroidi gibi fonksiyonel, benign veya malign tiroid nodülleri gibi anatomik patolojiler tabloya eşlik edebilir. Nadiren farklı kongenital anomalilerle birlikteliği gösterilmiştir. Gerçek sıklığı tam olarak bilinmemekle birlikte rutin tiroid ultrasonografisi ile prevalansın %0,05 ile %0,2 arasında olduğu bildirilmiştir. Genellikle diğer tiroid hastalıklarının araştırılması sırasında rastlantısal olarak saptanmaktadır.Bu bildiride tiroid polikliniğimize Hashimoto tiroiditi'ne bağlı hipotiroidi nedeniyle başvuran ve tetkikleri sırasında tiroid hemiagenezisi saptanan bir olgu sunulmuştur.

Olgu: 53 yaşında bayan hasta hipotiroidi şikayet ve semptomları ile polikliniğimize başvurdu. Yapılan tetkiklerinde TSH:15,9 μlU/mL(0,4-4 μlU/mL), sT3:2,5pg/ml(1,57-4,71 pg/ml), sT4:1,2 ng/dl(0,85-1,78ng/dl), Anti TPO: 478 lU/ml(0-35 lU/ml), Anti Tg: 206 lU/ml(0-40 lU/ml), Tiroglobulin:<0,20 ng/ ml(0-55ng/ml) saptandı.Tiroid ultrasonografisi'nde sağ lob 34x11x10 mm boyutlarında , parankim ileri derecede heterojen olup sağ lobda yoğun fibröz bantlar izlenmekte idi ve istmus 3,5 mm olarak ölçüldü. Ancak sol lob lokalizasyonunda tiroid dokusu izlenemedi(Figür 1). Tec99m ile yapılan tiroid sintigrafinde tiroid sol lobda tutulum izlenmez iken sağ lob heterojen yapıda olarak görüntülendi. Hastanın bilinen ek hastalığı, geçirilmiş bir tiroid operasyon anamnezi ya da tiroid hastalığına ait aile öyküsü mevcut değildi. Eşlik edebilecek kardiak anomali olasılığına karşın yapılan ekokardiografi normal bulundu.Sağ lob parankiminden ultrasonografi eşliğinde yapılan ince iğne aspirasyon biyopsi sonucu Hashimoto tiroiditi ile uyumlu bulundu(figür 2). Hastaya 150 mcg/gün L-Tiroxin başlanıldı ve 2. ay kontrol değerlerinde TSH: 1,3 μlU/mL olarak bulundu.

Sonuç: Tiroid hemiagenezisi ile ilgili literatürde 270'e yakın vaka sunulmuştur; Ancak tiroid hemiagenezisi vakalarında mevcut tiroid lobunda hashimoto tiroiditi birlikteliği oldukça nadir bir patoloji olduğu için bu olguyu sunmayı uygun bulduk.

36 - Olgu sunumu: Ötiroid graves hastalığında graves oftalmopatisi - 2006

Topaloğlu, O., R.Ü Ersoy, T. Kılıç, A. Dirikoç, C. Aydın, A. Uğurlu ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 88, P 0049, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ

Graves oftalmopatisi (GO) ,Graves Hastalığı’nın (GH) tipik bir bulgusudur. GO, Graves Hastalığı olanların  %25-50 sinde görülür(1). Tiroid hastalığı ve  GO arasındaki  patogenetik ilişki  tam olarak açıklanamamakla  birlikte  orbital değişiklikler  otoimmün orijinli olarak  görülmektedir(2). Fazla  miktarda  iyot alımı kronik lenfositik  tiroidit patogenezinde rol oynayan bir durumdur(3). Ancak  uzun süre ve fazla miktarda iyot alımına bağlı  ötiroid GO ise oldukça nadir  görülür. Bu bildiride  uzun süre  fazla miktarda  iyot içeriği  yüksek  Norveç Uskumrusu tüketimine bağlı  geliştiğini düşündüğümüz  GO olan  bir Ötiroid Graves Hastalığı (ÖGH)  olgusu sunulmuştur

 

OLGU

Bilinen bir tiroid hastalığı olmayan , Norveç Uskumrusu’nun antiaging  faydaları olduğuna inandığı için  uzun süredir  haftada  ortalama 5 kg  kadar  bu balıktan  tüketen  54 yaşındaki erkek hasta  önce sağ gözde  ardından  sol gözde büyüme ,sulanma ,batma hissi,ışık ve rüzgara karşı hassasiyet  yakınmaları ile hastanemize başvurdu. Hastanın  muayenesinde  klinik skorlamaya  göre  ciddi  oftalmopati  mevcuttu. Klinik aktivite  skoru  13 olarak  hesaplandı.Tetkiklerinde  TSH  1,59 uIU/ml(0,4-4 uIU/ml), sT3 3.8 pg/ml(1.57-4.71 pg/ml), sT4 1.6  ng/dl(0.85-1.78 ng/dl), AntiTPO  >1000 IU/ml(0-35 IU/ml), AntiTg Ab <20 IU/ml(0-40 IU/ml), Tiroglobulin  73.1 ng/ml (0-55 ng/ml), TSH-R Ab 20.35 IU/L(0-9 IU/L), idrarda  iyot atılımı  > 30μg/dl(10-20 μg/dl) olarak saptandı. Ultrasonografide  tiroid  parenkimi  heterojen  olarak değerlendirildi. Tiroid sintigrafisinde  diffüz  aktivite dağılımı  mevcuttu. Orbitanın Manyetik  Rezonans Görüntülemesi proptozis, bilateral  superior,medial,lateral  ve inferior rectus  kaslarında kalınlaşma, sağ superior rectus kasında  inflamasyon  ve bilateral retroorbital yağ dokusunda  artış tespit edildi. Oftalmopatiye yönelik  yüksek doz  IV pulse steroid, Spiranolakton ve topikal tedavi  uygulandı. Tedavinin başlangıcından  itibaren  bir aylık süre içinde  göz bulgularında  belirgin  gerileme  sağlandı. Hasta halen ötiroid olup  periyodik olarak  tiroid fonksiyonları ve göz bulguları  ile  izlenmektedir.

 

TARTIŞMA

GH olan bireylerin yaklaşık  % 25-50 sinde  klinik olarak oftalmopati bulguları  görülür. Graves oftalmopatili hastaların %80-90’ı hipertiroid  diğerleri  ötiroid  durumda olabilmektedir(4). GH ile GO arasındaki  bağlantı tam olarak açıklanamamakla birlikte  orbital değişikliklerin otoimmün  mekanizmalarla geliştiği  kabul edilmektedir(5). Genetik olarak duyarlı hayvanlarda yapılan çalışmalarda potasyum iyodür verilmesi  ile tiroid otoantikorlarında  anlamlı artış ve tiroide  lenfositik infiltrasyon saptanmıştır(3). Fazla miktarda iyot  alınması durumunda  iyot tiroid peroksidaz ile oksitlenir ve aşırı miktarda  hipoiyodik  asit gibi  ara maddeler ile oksijen radikalleri oluşur.Bu maddelerde  tiroid hücre membranındaki lipit ve proteinleri  oksitleyerek  membranda  hasar  ve sonuç olarak otoimmün  olaylarda  tetiklenmeye neden olurlar(6). Sunduğumuz hasta  uzun süre  iyot içeriği fazla  miktarda balık tüketmişti. Ve ardından  Ötiroid  Graves  Hastalığı  tablosu  oluşmuştu.  Bu durum  hastada  fazla iyot alımı  nedeni ile  otoimmün bir tiroidit geliştiği ve bu zeminin otoimmün  mekanizmalarla  oftalmopatiye neden  olduğu  şekline yorumlandı.

 

SONUÇ

Yüksek doz iyoda maruz kalındığında  tiroid kökenli  proteinlerde  immün davranış değişiklikleri  oluşabilmektedir. Graves Oftalmopatili hastaların bir kısmında başlangıçta  tiroid  hastalığı saptanmaz. ÖGH olarak  adlandırılan  bu durumda birkaç yıl içinde  tiroid antikor yüksekliği ve tiroid disfonksiyonu görülebilir. Bu bildiride  sunulan olgu ile  ÖGH ve GO birlikteliği ve iyodun fizyopatolojiye  etkisine dikkat çekilmiştir.

 

KAYNAKLAR

1. Goh SY, Ho SC, Seah LL, Fong KS, Khoo DHC.Thyroid autoantibody profiles ib ophthalmic  dominant and thyroid dominant Graves’ disease differ and suggest ophthalmopathy is multiantigenic disease.Clinical Endocrinology 2004;60:600-607

2. Wersinga WM,Prummel MF.Pathogenesis of Graves’ Ophthalmopathy-current understanding.J Clin Endocrinol Metab 2001;86:501-503

3. Bagchi N, Brown TR, Urdaniva E, et al.Induction of autoimmune Thyroiditis  in chickens by dietary iodine.Science  1985;230:325-327

 

4. Perros P, Kendall-Taylor P.Antibodies to orbital tissue in thyroid associated  ophthalmopathy .Acta Endocrinol 1992;126:137-142

5. Doniach D,Florin-Christensen A.Autoimmunity in pathogenesis of endocrine exophthalmos.Clin Endocrinol Metab 1975;4:341-350

6. Many MC et al.Two step development of  a Hashimoto like thyroiditis in genetically autoimmune prone non obese diabetic mice.Effect of iodine-induced cell necrosis.J Endocrinol 1995;147:311-320

35 - Diyabetes Mellituslu hastalarda tamamlayıcı ve alternatif tedavi arayışları - 2006

Ersoy, R., Ü. Kılıç, O. Topaloğlu, C. Aydın, A. Dirikoç, Y. Üstü ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 84, P 0039, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ

Tamamlayıcı ve alternatif tedavi (TAT) olarak isimlendirilen klasik tıp öğretisi dışındaki yöntemleri, hastalar  doktor tarafından önerilmese de sık olarak kullanmaktadır. Bu yöntemler özellikle kanserli hastalar tarafından tercih edilmektedir. Geçtiğimiz 10 yıl içinde bütün dünyada geleneksel tıp kullanımına olan ilgide bir artış olmuştur(1). ABD’de kanserli hastaların %8-10’u konvansiyonel tedavileri tamamen reddedip sadece alternatif tedavi alırken cerrahi, radyoterapi ve kemoterapiye ilave olarak tamamlayıcı tedaviye başvurma oranının %85 olduğu gösterilmiştir. Antihiperglisemik aktiviteleri olan bitkiler DM hastaları ve profesyonel sağlık çalışanları tarafından alternatif bir yaklaşım olarak artan bir şekilde kullanılmaktadır(2).  Bu çalışmada  toplumda sık olarak görülen Diyabetes Mellitus(DM) hastalarında alternatif tedavi yaklaşımlarını ve hastaların bu konudaki eğilimlerini değerlendirmeyi amaçladık.

 

GEREÇ VE YÖNTEM

Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Diyabet Polikliniğine başvuran American Diabetes Association (ADA) 2003 kriterlerine göre DM tanısı almış ve rastlantısal örnekleme yöntemi ile belirlenen yaşları 18 ile 91 arasında değişen toplam 744 hasta çalışmaya dahil edildi.  Bu hastaların rutin muayene ve tetkiklerine ilave olarak her hastaya  aynı hekim tarafından 24 sorudan oluşan ‘Diyabetes Mellituslu Hastalarda Paramedikal Tedavi Arayışları Anket Formu’ yüz yüze görüşme yöntemi kullanılarak uygulandı. Çalışma sonrasında elde edilen veriler SPSS 13.0 paket programı kullanılarak değerlendirildi. Sonuçların değerlendirilmesinde yüzdelik hesaplar kullanıldı.

 

BULGULAR

Çalışmaya yaşları 18-91 arasında değişen 316’sı(%42.5) erkek 428’i(%57.5) kadın olmak üzere toplam 744 hasta alındı. Çalışmaya katılan hastaların 322’si (%43.3) ilkokul mezunuydu, yüksek öğretim ve üstü eğitim gören kişi sayısı 61(%8.2)idi. Toplam 744 hastanın 31’inde(%4.2) Tip 1 DM, 710(%95.4) hastada Tip 2 DM mevcuttu.554(%74.5) hasta diyabet eğitimi almamıştı. 438 hasta (%58.9) tıp dışı ürün kullanmakta idi (Tablo 1). Bu ürünler ayrıntılı olarak sorgulandığında 88 farklı ürün tespit edilmekle birlikte en sık olarak kekik tercih edilirken bunu sırası ile nar, ısırgan otu, kuşburnu, greyfurt, mersin izlemekte idi (sırası ile tercih yüzdeleri %61.4, %40.1, %11.4, %7.9, %5, %4.5) (Tablo 2). 20 yıllık DM tanısı olanların %78.0’ı bu yöntemleri tercih ederken  2 yıllık DM tanısı olanlarda bu oran % 44.9 idi.Eğitim düzeyi ile alternatif tedavi kullanımı arasındaki ilişki araştırıldığında okuma yazması olmayan kişilerde oran %56.1 iken, ilkokul mezunu olanlarda %62.7, yüksek ögretim ve üstü eğitim görenlerde bu oran %63.9 idi (Tablo 3).

 

TARTIŞMA

Diyabetes Mellitus sağlık üzerine önemli etkileri olan  aynı zamanda  yaşam kalitesini , beklenen yaşam süresini  ve  koruyucu sağlık sistemlerini de etkileyen kronik metabolik bir hastalıktır. ABD’de DM ölüm nedenleri içerinde altıncı sırada yer almaktadır. Diyet, egzersiz ve yaşam tarzı değişiklikleri DM tedavisinin en temel komponentleridir. Hastaların çoğunda  konvansiyonel ilaç tedavilerine (Oral antidiyabetik ajanlar ve insülin) gerek duyulmaktadır.

Dünyada bitkiler üzerinde sayısız araştırma yapılmaktadır. Bir çok  ülke kendi florasında bulunan bitkileri ve geleneksel tıbbını  kanıta dayalı tıp ile birlikte kullanmaktadır(3, 4). Zengin bir flora ve kültür mirasına sahip olan ülkemizde halk arasında tedavi amaçlı kullanılan bitkilere yönelik bilimsel nitelikte çalışma sayısı son derece azdır(5). Ancak ülkemizde özellikle ilk tanı anından itibaren DM’a yönelik eğitim eksikliği hastaları TAT yöntemi arayışlarına yöneltmektedir. Bu yöntemler kan şekeri regülasyonuna katkıda bulunmadığı gibi, komplikasyonların artışına ve kullanılan ajana bağlı yan etkilerin oluşmasına da neden olmaktadır(6). 

Ülkemizde hastaların alternatif tıbbın yarar ve zararları konusunda bilgilendirilmemesi, hastalara yönelik giderek artan etkin ve doğrudan pazarlama yöntemleri, medyanın bu yöntemlere ilgi uyandıran yaklaşımları ve yasalarımızdaki boşluklar  nedeniyle  alternatif tedavi yaklaşımlarını kullanım hastaların öğrenim ve sosyoekonomik durumlarından bağımsız olarak yaygınlaşmaktadır. Sağlık hizmetinin sunulduğu tüm kuruluşlarda özellikle hekimler ve eğitimli diyabet eğitim hemşireleri tarafından halkı bu konuda da bilinçlendirmeye yönelik  diyabet eğitim hizmetinin verilmesi artık bir zorunluluktur.

 

KAYNAKLAR:

1.  Geleneksel Tıp sekreterya raporu Dünya sağlığı asamblesi geçici gündem maddesi Mart 2003

2.  Lucy DEY, MD , Chun Ju YUAN MD PhD.  Alternative Therapıes for type 2  Diabetes ,   Alternative Medicine Review 2002 Volume 7.

3.J K Grover. Medicinal plants of India with anti diabetic potential. Journal of Ethnopharmacology  June 2002  volume 2.

4.W.L.Li, H.C.Zheng. Natural medicines used in the traditional  Chinese medical system for therapy of diabetes mellitus.  Journal of Ethnopharmacology   May 2004 volume 92.

5.  Anadoluda halk arasında bitkilerin kullanış amaçları üzerinde etnobotanik bir çalışma 14. Bitkisel İlaç Hammaddeleri Toplantısı 2002 Eskişehir

6.Dr İ. Şahin, Dr K Töre.  Bir olgu nedeniyle antikolinerjik sendrom, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi dergisi 1999 sayı 4.

    

Tablo 1. Çalışma grubunun tanımlayıcı verileri

 

Cinsiyet

Erkek

316 (% 42.5)

KADIN

428 (% 57.5)

 

DM TİPİ

Tip1 DM

34 (% 4.6)

Tip 2 DM

710 (%95.4)

 

DM EĞİTİMİ

DURUMU

EVET

190 % 25.5

HAYIR

554 % 74.5

 

ÜRÜN KULLANIMI

EVET

448 % 58.9

HAYIR

306 % 41.1

 

MESLEK

Ev hanımı

400 % 53.8

Emekli

215 %38.8

Memur

20 % 2.7

İşçi

35 %4.7

Serbest meslek

31 % 4.2

Diğer

43 % 5.8

 

GELİR DÜZEYİ

Düşük

88 % 11.8

Orta

562 %75.6

İyi

94 %12.6

    

Tablo 2. En çok kullanılan ürünler ve kullanılma oranları

 
 

EN ÇOK KULLANILAN ÜRÜNLER

 
 

Kullanılma Oranı  (%)

Kekik

61.4

Nar

40.1

Isırgan otu

11.4

Kuşburnu

7.9

Greyfurt

5.0

Çörek otu

2.5

Acıbadem

2.9

Keten tohumu

2.6

Mersin

4.5

    

Tablo 3. Öğrenim durumuna göre tıp dışı ürün kullanım oranları

 
 

Tüm Hastalar

Ürün Kullananlar

Okur yazar değil

157 (% 21.1)

88  (%56.1)

Okur yazar

53 (%7.1)

28 (% 52.8)

İlkokul

322 (% 43.3)

202 (% 62.7)

Ortaokul

54 (% 7.3)

35 (% 64.8)

Lise

97 (%13)

46 (% 47.4)

Yüksek okul

61 (%8.2)

39 (% 63.9)

Toplam

744

438 (% 58.9)

  

34 - 15 yaşındaki erkek çocukta makroprolaktinomanın neden olduğu büyüme hormonu eksikliği: Klinik, tedavi ve üç yıllık yakip sonuçları - 2006

Ersoy, R., O. Topaloğlu, A. Dirikoç, C. Aydın ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 81, P 0031, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ: Makroprolaktinoma çocuk ve adolesan yaş grubunda nadir görülen bir durumdur. Gecikmiş puberteye ve Büyüme Hormonu (BH) eksikliğine bağlı olarak büyüme-gelişme geriliğine yol açabilir. Bu bildiride makroprolaktinomanın neden olduğu ve kabergolin tedavisini takiben rekombinant BH tedaviye eklenen bir BH eksikliği olgusu sunulmuştur.

OLGU: 15 yaşında erkek çocukta makroprolaktinomanın neden olduğu izole BH Eksikliği (Testosteron ile priming sonrası yapılan İnsülin Tolerans Testine (ITT) ve L- DOPA testine yetersiz BH yanıtı) ve kiyazma kompresyonuna bağlı bitemporal hemianopsi saptandı. Boy: 141,5 cm, Kemik yaşı: 12 yaş 6 ay, Boy SDS: -5.079 ve Pubertal evre: P1 olarak tespit edildi. Hipofiz bezinin Magnetic resonance görüntülemesinde (MRG) suprasellar bölgeye uzanan ve optik kiyazmaya bası yapan 25x25x18mm boyutlarında kitle mevcuttu (Şekil 1). Günlük 10 mg ile bromocriptin tedavisine başlandı ancak 3 ay sonraki değerlendirmede PRL düzeylerinde (>150 ng/ mL) azalma ve görme alanı muayenesinde değişiklik saptanmadı. Tedavi haftada bölünmüş dozlarda 2 mg  kabergolin olacak şekilde değiştirildi.  Kabergolin tedavisinin 9. ayında PRL düzeyi normal değerlere geriledi ve MRG’ de kitlede küçülme saptandı. Tedavinin 20. ayında hipofizin MRG’ de sella tabanında sadece 3x2 mm boyutlarında tümör kalıntısı izleniyordu (Şekil 2). Hastanın baş ağrısı yakınması yoktu ve görme alanı muayenesi normaldi. Hastada tedavi döneminde lineer uzama izlenmemişti. ITT ve L- DOPA testi tekrarlandı ve yetersiz BH cevabı görüldükten sonra tedaviye Recombinant BH 0.2 mg/ kg/ hafta dozunda eklendi. BH ile lineer uzama sağlandı (8 cm/ yıl) ve kontrol MRG’ de kitlede büyüme olmadığı tespit edildi.

SONUÇ: BH replasman tedavisi hipofizer kitlelerde tartışmalı bir konu olmakla birlikte, olgumuzda adenom boyutlarında büyüme olmaması ve lineer uzamanın da gerçekleşmesini göz önünde tutarak, yakın takip altında kontrol altına alınmış kitlelerde BH tedavisi uygulanabilir düşüncesindeyiz.

 

Şekil 1. Tedavi öncesi

 

          

  

Şekil 2. Tedavi sonrası

  

      

 

33 - Diyabetes İnsipitus ve panhipopituitarizmin sık karşılaşılmayan bir nedeni: Meme kanserinin hipofize metastazı - 2006

Ersoy, R., O. Topaloğlu, C. Aydın, A. Dirikoç ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 80, P 0030, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ: Hipofizin metastatik tümörleri sıklıkla klinik bulgu ve biyokimyasal bozukluklara yol açmadan tesadüfen veya otopsi çalışmalarında tespit edilmektedir (1). Geniş otopsi serilerinde malign tümörlü hastaların %1- 3.6’ nda hipofiz metastazı tespit edilmiştir (2-4). Meme kanseri Akciğer kanserinden sonra en sık hipofize metastaz yapan kanser türüdür (5). Meme kanserli hastaların yaklaşık %6- 29’ nda hipofiz metastazı varlığı değişik çalışmalarda rapor edilmiştir (2, 6- 8). Hipofizer metastazlarda en sık görülen endokrin bozukluk Diabetes İnsipidus’ dur. Anterior ve posterior lob fonksiyonlarının birlikte etkilenmesi nadir görülen bir durumdur. Bu sunumda meme kanserinin hipofiz metastazına bağlı gelişen ve panhipopituitarizmle birlikte santral Diabetes İnsipidus ile seyreden bir olgu bildirilmiştir.

OLGU: 55 yaşında kadın hasta polikliniğimize yaklaşık 6 ay önce başlayan çok su içme (yaklaşık 20 L/gün), sık idrara çıkma, kilo kaybı, halsizlik ve görme kaybı yakınması ile başvurdu. Hastaya 6 sene önce sol meme kanseri nedeniyle modifiye radikal mastektomi operasyonu, takiben radyoterapi ve adjuvan kemoterapi uygulanmıştı. Hasta L- aromatase inhibitör tedavisi altındayken 4. senede  hastanın sağ memesinde de kanser tespit edilmiş ve koruyucu cerrahiyi takiben radyoterapi tedavisi görmüştü. Yapılan laboratuar değerlendirmeleri ve dinamik testler sonucunda hastada santral Diyabetes İnsipitus ve tüm ön hipofiz hormonları ile hedef hormonlarda yetersizlik tespit edildi ve replasman tedavisine başlandı. Manyetik Rezonans Görüntülemede hipofizden kaynaklanan ve suprasellar bölgeye uzanan, optik kiyazmaya bası yapan 28x18x10 mm boyutlarında kitle tespit edildi (Figür 1). Oftalmolojik muayenede bitemporal hemianopsi saptandı. 18F- FDG ile yapılan PET/CT görüntülemede sellar bölgede, sağ meme ve sağ axillada lokalize artmış aktivite tutulumu izlenmekteydi (Figür 2- 3). Hastaya transkraniyal girişimle parsiyel hipofizektomi uygulandı. Patoloji metastatik meme karsinomu ile uyumluydu (Figür 4). Hipofizdeki kitlenin kontrolü için 16 Gy dozunda Gamma Knife cerrahi uygulandı. Radyocerrahiyi takip eden 3. ayda tümör boyutlarında küçülme izlendi fakat altıncı ayda yapılan değerlendirmede progresyon mevcuttu. Hastanın genel durumu kemoterapiyi tolere edecek düzeyde değildi ve hipofizdeki kitlenin tespitinden yaklaşık 12 ay sonra hasta ex oldu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Posterior hipofiz arteriel kan akımı özelliği nedeniyle anterior hipofize göre metastazlara daha açıktır. İki farklı seride posterior hipofize yayılım % 69 ve %79 olarak bildirilmiştir (6, 9). Max ve arkadaşları  178 olguluk bir serilerinde %79 hastada posterior lob ve/ veya anterior lobda, %21 hastada ise sadece anterior lobda tutulum bildirmişlerdir (4). Hipofizer metastazlar çoğunlukla asemptomatik olup %7 olguda semptom olduğu bildirilmiştir. Diabetes İnsipidus metastatik lezyonların en sık görülen bulgusudur. Görme alanı defekti, başağrısı, basıya bağlı optik nöropati ve anterior hipofiz disfonksiyonu da rapor edilen semptomlar arasındadır (5). Görüntüleme yöntemleri ile hipofizer metastazların ayırıcı tanısı oldukça güçtür (5). BT ve/ veya MR görüntülemesinde pituiter sapta incelme, kavernöz sinüse infiltrasyon, sella tursica yüzeyinde sklerotik görünüm metastazı düşündürebilir (5, 10) . Çeşitli kanser tiplerinde primer tümör ve/ veya metastazlarının saptanmasında 18 Fluorodeoksiglukoz ile Pozitron Emission Tomografisinden faydalanılmaktadır. 18F-FDG’ nin malign dokudaki tutulumunun glikoliz ile alakalı olduğu bilinmektedir (11). 18F-FDG- PET yöntemi meme kanserli hastalarda primer tumor veya metastazların saptanmasında % 69 oranında duyarlı, % 80 oranında özgül olarak bildirilmiştir (12). Bununla birlikte literatürde pituiter kitlelerin malignite açısından değerlendirilmesinde 18F-FDG PET yönteminin sensitivite ve spesifitesi ile ilgili bir veriye rastlanmamıştır. Olgumuz 18F-FDG PET kullanılarak görüntülenmiş bildirilen ilk hipofiz metastazlı olgudur. Hipofizer metastazların tedavisi multidisiplinerdir ve cerrahi, radyoterapi, kemoterapi yöntemlerini kapsar. Yayınlanan bir çalışmada cerrahi yaklaşımın yaşam kalitesi ve süresine olumlu katkısı olmadığı bildirilmektedir (13). Radyoterapi ve kemoterapinin hipofizer metastazlardaki etkinliği konusunda da kapsamlı çalışmalar mevcut değildir. Prognoz oldukça kötüdür ve tedaviden bağımsız olarak yaşam süresi tanıdan itibaren 6- 22 ay arasında bildirilmiştir (13- 14). Sonuç olarak hipofizer metastaz nadir görülmekle birlikte panhipopituitarizm ve diabetes insipidusun önemli bir nedenidir ve hipofizer hormon eksiklikleri metastatik rekürren kanserin başlangıç semptomu olarak kendini gösterebilir. Ayrıca 18F- FDG ile yapılan PET/ CT görüntülemenin meme kanserinin hipofizer metastazlarının saptanmasında faydalı bir yöntem olduğu düşüncesindeyiz.

Resim 1. Hipofizden suprasellar bölgeye uzanan kitle lezyonu

 


 

Resim 2. PET/ CT ile sellar bölgede tutulum


 

Resim 3. PET/ CT ile sağ memeden axillaya uzanan tutulum


     

Resim 4. Parsiyel hipofizektomi sonrası patolojik inceleme. Orta derecede differansiye adenocarcinoma ile uyumlu görünüm

 


 

KAYNAKLAR

1.        Thapar K, Kovacs K, Hovarth E. Malignant Pituitary Lesions. In: Becker KL ed. Principles and Practice of Endocrinology and Metabolism. 3rd ed. Philadelphia: Lippincott- Williams Wilkins. 2001, 123

2.        Abrams HL, Spiro R, Goldstein N. Metastases in carcinoma: analysis of 1000 autopsied cases. Cancer 3: 74- 85, 1950

3.        Kovacs K. Metastatic cancer of the pituitary gland. Oncology 27: 533- 542, 1973

4.        Max MB, Deck MD, Rottenberg DA. Pituitary metastasis: incidence in cancer patients and clinical differentiation from pituitary adenoma. Neurology 31: 998- 1002, 1981

5.        Fassett Dr, Couldwell WT. Metastases to the pituitary gland. Neurosurg Focus 15: E8, 2004

6.        Houck WA, Olson KB, Horton J. Clinical features of tumor metastasis to the pituitary. Cancer 26: 656- 659, 1970

7.        Marin F, Kovacs KT, Scheithauer BW. The pituitary gland in patients with breast carcinoma: a histologic and immunocytochemical study of 125 cases. Mayo Clin Proc 67: 949- 956, 1992

8.        Roessmann U, Kaufman B, Frieda RL. Metastatic lesions in the sella turcica and pituitary gland. Cancer 25: 478- 480, 1970

9.        Teears RJ, Silverman EM. Clinicopathologic review of 88 cases of carcinoma metastatic to the pituitary gland. Cancer 36, 216- 220, 1975

10.     Mayr NA, Yuh WT, Muhonen MG. Pituitary metastases: MR findings. J Comput Assist Tomogr 17: 432- 437, 1993

11.     Strauss LG, Conti PS. The application of PET in clinical Oncology. J Nucl Med 1991; 32:623-48

12.     Santiago JFY, Gonen M, Yeung H, Macapinlac H, Larson S. A retrospective analysis of the impact of 18F- FDG PET scans on clinical management of 133 breast cancer patients. Q J Nucl Med Mol Imaging 50: 61-67, 2006

13.     Morita A, Meyer FB, Laws ER. Symptomatic pituitary metastasis. J Neurosurg 89: 69- 73, 1998

14.     Branch CL Jr, Laws ER Jr. Metastatic tumors of the sella turcica masquerading as primary pituitary tumors. J Clin Endocrinol Metab 65: 469- 474, 1987

32 - Behçet hastalığında tiroid glandının bazal hormonal durumunun ve ultrasonografik bulgularının değerlendirilmesi - 2006

Ersoy, R., O. Ersoy, S. Tatlıcan, O. Yayar, M. Gümüş ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 80, P 0029, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ

Behçet Hastalığı (BH) sebebi bilinmeyen, vaskülitik lezyonlarla seyreden, ağız, göz ve genital bölgede tekrarlayan ülserler ile karakterize, kronik, inflamatuar, multisistemik bir hastalıktır. Eklemler, santral sinir sistemi, büyük damarlar ve gastrointestinal sistem  de hastalıktan etkilenmektedir (1). Hastalığın vaskülitik lezyonların varlığı nedeniyle otoimmün kökenli olduğu düşünülmektedir. Vaskülarizasyonu yoğun bir organ olarak tiroid glandı Behçet Hastalığı klinik spektrumu içinde yer alabilir. Literatürde bu konu ile ilgili çok az veri mevcuttur (2). Çalışmamızda BH’ da tiroid glandının bazal hormonal durumunu ve ultrasonografik bulgularını değerlendirmeyi amaçladık.

                                  GEREÇ VE YÖNTEM

Dermatoloji Polikliniğine başvuran ve Behçet Hastalığı Uluslararası  çalışma grubu tarafından belirlenen kriterlere göre (1) tanı almış 50 hasta ve 50 sağlıklı gönüllü çalışmaya alındı. Çalışma grubu klinik muayene, tiroid ultrasonografisi, tiroid fonksiyon testleri, gerekirse tiroid sintigrafisi ve TİİAB ile değerlendirildi. Çalışma grubu oluşturulurken ailesinde ve kendisinde daha önce tanı konulmuş tiroid hastalığı öyküsü olan , hipotiroidi veya hipertiroidi saptanan hastalar, L- Thyroxin, bromokriptin, somatostatin, oral kontraseptif, lityum, amiadaron, interferon, antitiroid tedavi, glukokortikoid, perklorat veya sulfonamid kullananlar, daha önce boyun bölgesinden operasyon geçirmiş veya boyun bölgesine radyoterapi uygulanmış veya RAI tedavisi uygulanmış hastalar, ciddi tiroid dışı hastalığı olan hastalar ve hamileler çalışma dışı bırakıldı. Hasta grubunun tanımlayıcı verileri Tablo1’ de izlenmektedir.

BULGULAR

Hasta grubunu yaş ortalaması 37.5 ± 12.3 yıl (16- 65) olan 23 kadın, 27 erkek olgu oluşturuyordu. Yaş ve cinsiyet açısından benzer olan kontrol grubu ile karşılaştırılmış veriler Tablo 2’ de izlenmektedir. WHO sınıflamasına göre yapılan tiroid muayenesinde 50 hastanın 37’si Grade 0, 8 hasta Grade IA, 4 hasta Grade IB ve 1 hasta Grade II olarak kabul edildi. Tiroid fonksiyon testleri hasta ve kontrol grubunda normal sınırlar içinde idi. Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).

Anti TPO Ab ve Anti Tg Ab sonuçları değerlendirildiğinde iki hastada düşük titrede antikor pozitifliği gözlendi. Bu hastaların tiroid fonksiyon testleri ve ultrasonografik değerlendirmeleri normaldi. Bu hastalar BH açısından klinik olarak inaktifti. Antikor düzeylerinin ortalamaları karşılaştırıldığında hasta ve kontrol grubu arasındaki fark anlamlı değildi (p>0.05). When patient and control groups were compared for thyroid volumes, the difference was not statistically significant (p>0.05).

Ultrasonografik incelemede hasta grubunda 1 olguda multinodüler guatr,  2 olguda nodüler guatr, ve 4 hastada parankimi homojen izlenen diffüz hiperplazi saptadı. Nodül saptanan hastalara tiroid sintigrafisi uygulandı. Tüm nodüller sintigrafi ile hipoekoik olarak izleniyordu. USG eşliğinde uygulanan ince iğne aspirasyon biyopsi sonrası histopatolojik olarak patoloji saptanmadı.

TARTIŞMA

Literatürde BH ve tiroid glandının tutulumunun değerlendirildiği bir tek çalışmaya rastlanmıştır. Ülkemizden Aksu ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada 48 BH olan hasta ve 25 sağlıklı olgunun verileri değerlendirilmiş ve gruplar arasında tiroid fonksiyon testleri göz önünde tutulduğunda istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Bu çalışmada 5 hastada antikor pozitifliği saptanmış ancak çalışmamızdaki iki hastada olduğu gibi hastalık aktivitesi ile antikor pozitifliği açısından anlamlı birliktelik tespit edilmemiştir (2).

BH 1937 yılında Prof. Hulusi Behçet tarafından ilk kez tanımlanmıştır. Hastalığın etiyopatogenezinde pek çok farklı teori öne sürülmüştür  (3). Çeşitli bakteri ve virütik ajanların hastalığın gelişiminde rolü olduğu bildirilmiştir (4). Bugün BH vaskülitle seyreden bir antite olduğu için otoimmün bir hastalık olarak kabul edilmektedir (5,6). Vaskülitik lezyonlar hastalığın tutulumunun olduğu organlarda da izlenmektedir (7). Tiroid glandının vaskülaritesi fazla bir organ olarak BH’ nın klinik spektrumu içinde yer alabileceği düşünülse de nükleer, tiroid ve gastrik otoantikor titrelerinin çalışmamızda olduğu gibi normal populasyondan farklı olmadığını bildiren çalışmalar da mevcuttur.

Sonuç olarak tiroid patolojisi BH’ nın klinik spektrumuna dahil görülmemektedir. Bununla birlikte inferior tiroid arteri kan akımı değerlendirilerek yapılacak çalışmalar konuya farklı bir boyut kazandırabilir düşüncesindeyiz.

Tablo 1. Behçet Hastalarının klinik özellikleri

 

Yaş, (yıl)

37.5 ± 12.3 (16- 65)

Kadın/ Erkek (K/E) oranı

23 / 27

Aktif fazda K/E oranı

12 / 18

Ortalama hastalık süresi, (ay)

31 ± 18 (12- 72)

HLA B5 (+), %

90

Tekrarlayan oral ülserler, %

100

Göz tutulumu, %

28

Genital ülser ve cilt lezyonları, %

98

Artralji, %

40

Derin ven trombozu, %

0

Pozitif Paterji testi, %

96

Colchicin kullananlar (n)

33

  

Tablo 2. Çalışma grubunun ultrasonografi ve laboratuar bulguları

 

Patients (n= 50)

Controls (n= 50)

p

sT3(pg/mL)

3.12 ± 1.3

3.42 ± 1.5

0.828

sT4 (ng/ dL)

1.14 ± 0.97

1.22 ± 0.88

0.891

TSH (μU/mL)

2.25 ± 0.78

2.12 ± 0.83

0.776

Thyroglobulin (ng/ mL)

13.07 ± 4.27

11.94 ± 4.56

0.734

Anti TPO Ab (U/ml)

24.51 ± 8.45

22.43 ± 7.31

0.635

Anti Tg Ab (IU/ml)

16.82 ± 9.32

14.11 ± 6.27

0.662

Tiroid volümü (mL)

16.45 ± 3.05

17.31 ± 3.58

0.849

 

KAYNAKLAR

1.        International Study Group for Behcet’s Disease: Criteria for diagnosis of Behcet’s disease. Lancet 1990; 335: 1078-1080.

2.        Aksu K, Oksel F, Keser G, et al. Thyroid functions in Behcet’s disease. Clin Endocrinol 1999; 50: 405-407.

3.        Behcet H. Über rezidiverende aphtöse, durch ein Virus verursachete Geschwure am Mund, am Auge und an den Genitalien. Dermatol Wochenschr 1937; 105:1152.

4.        Lehner T. The role of heat shock protein, microbial and autoimmune agents in the etiology of Behcet’s Disease. Int Rev Immunol 1997; 14: 21- 32.

5.        Lehner T, Batchelor JR, Challacombe SJ, et al. An immunogenetic basis for the tissue involvement in Behcet’s syndrome. Immunology 1979; 37: 875-900.

6.        Osormagan G, Saylan T, Azizlerli G, et al. Reevaluation of the pathergy test in Behcet’s Disease. Acta Dermatol Venerol 1991; 71:75-76.

7.        Fauci AS. The vasculitis syndrome; in KJ Isselbacher, E Braunwald, JD Wilson, JB Martin, AS Fauci, DL Kasper (eds): Harrison’s Principles of Internal Medicine, 13th ed. McGraw Hill, Inc. 1994, pp 1670-1671.

  

31 - Gelişme geriliği ile başvuran ve büyüme hormonu eksikliği tesbit edilen adolesanlarda kraniyoserebral görüntüleme buluguları - 2006

Ersoy, R., O. Topaloğlu, C. Aydın, A. Dirikoç ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 79, P 0028, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ

Büyüme Hormonu Eksikliği (BHE) büyüme- gelişme geriliği ve boy kısalığının önemli bir nedenidir. Literatürde görülme sıklığı 1/3480- 1/30000 arasında bildirilmektedir (1- 8). BHE idiopatik olabilir veya sellar bölgede tümör, geçirilmiş cerrahi, travma, radyasyona maruz kalma gibi organik nedenlere bağlı olabilir. BHE izole olabildiği gibi çok sayıda hipofizer hormon eksikliği ile beraber bulunabilmektedir. Görüntüleme yöntemleri ile hipofiz sapı ve ön hipofiz kolaylıkla izlenebilmektedir. Nörohipofiz ise hiperintens bir yapı olarak izlenmektedir. BHE bulunan hastalarda manyetik rezonans (MR) görüntüleme ve/ veya bilgisayarlı tomografi (BT) ile sellar bölgede çeşitli anatomik anomaliler gösterilmiştir: ön hipofizin gelişmemiş olması veya hipoplazik olması, kısa veya ince sap, sap kesisi, nörohipofizin ektopi yerleşimi. Bu yapısal bozukluklar tek başlarına olabildiği gibi birden çok yapısal anomali bir arada bulunabilmektedir (9). Biz bu çalışmada BHE olan hastalarda MR görüntülemelerinde saptanan anomalilerin tip ve sıklığını gözden geçirmeyi kraniyoserebral görüntüleme bulguları ile hormonal değişikliklerin birlikteliğini değerlendirmeyi amaçladık.

GEREÇ ve YÖNTEM

 Ekim 2002- Haziran 2006 tarihleri arasında hastanemizin Endokrinoloji Polikliniğine boy kısalığı nedeniyle başvuran ve yapılan tetkiklerde BH eksikliği saptanan 35 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastalar fizik muayene, hipofizer ve hedef hormon değerleri, IGF-1 ve kemik yaşı ile değerlendirildi. Gerekli durumlarda karyotip analizi uygulandı. Büyümeyi etkileyecek sistemik bir hastalığı olmayan, en az iki BH uyarı testi ile (İnsülin tolerans testi, L- DOPA testi, gerekirse uykuda BH salınımı testi) maksimal BH yanıtı 10 ng/ ml’ nin altında olan hastalara BH eksikliği tanısı konuldu. Kemik yaşından bağımsız olarak pubertal gelişim açısından genital evreleme ≤ 2 ya da meme gelişim evrelemesi < 2 olan hastalara priming sonrası BH uyarı testleri yapıldı. Erkek çocuklarda BH uyarı testinden 72 saat önce 50 mg testosteron propionat intramüsküler uygulandı. Kız çocuklarda ise üç gün 50 mcg etinilestradiol oral olarak test öncesinde verildi.

Hipotiroidizm tanısı düşük veya normal serum TSH düzeyi ile düşük serum sT3 ve sT4 değerleri varlığında konuldu. Plazma ACTH ve serum kortizol değerleri sabah alınan kan örneklerinden çalışıldı. ACTH yetersizliği tanısı sabah ölçülen serum kortizol değerlerinin 3.6 mcg/dl nin altında olması ve İTT ile maksimal kortizol yanıtının 20 mcg/dl nin altında olması ile konuldu. Hipogonadotropik hipogonadizmden şüphelenilen hastalarda 100 mcg/m2 GnRH uygulanmasından önce ve 30- 60- 120. dk larda FSH ve LH ölçümleri için kan örnekleri alındı. Hipogonadizm tanısı her iki cins için pubertenin olmaması ve GnRH uyarı testine yetersiz yanıt alınması durumunda konuldu. Radyolojik incelemede hipotalamohipofizer bölgeyi ön plana çıkartacak şekilde MR tekniği kullanıldı. Sella, hipofiz glandı, lokalizasyonu, homojenitesi, parasellar yapılar ve değişiklikler değerlendirildi.

BULGULAR

Ortalama yaşı 18.04 ± 3.02 Yıl (14,5- 23) olan 13 kız ve 22 erkek hasta değerlendirmeye alındı. Hastalar hormonal durumlarına göre dört gruba ayrıldı: İzole BHE (n= 10), Multipl Hipofizer Hormon Eksikliği (MHHE) (n=23), Nörosekretuar Disfonksiyon (NSD) (n= 1) ve Turner Sendromu (n= 1).

MR bulgularına göre 35 hastanın 30’ nda (85.7 %) hipotalamohipofizer bölgede anomali tespit edildi. 35 hastanın 10’ nda (28.6 %) Empty Sella, 10’ nda (28.6 %) Parsiyel Empty Sella, 6 hastada (17.1 %) hipotalamohipofizer bölge kaynaklı tümöral kitle, 3 hastada (8.6 %) Parsiyel Empty Sella, hipoplastik hipofiz ve ektopik nörohipofiz ve 1 hastada (2.85 %) küçük sella ve hipoplazik hipofiz saptandı. Tümöral kitle tespit edilen 6 hastanın 5’ nde craniopharyngioma tespit edilirken diğer hastada makroprolaktinoma saptandı. Bu hastaların hormonal değerlendirmeleri operasyondan en az 6 ay sonra yapıldı. Olguların MRG bulgularına göre hormonal durumları Tablo 1’ de sunulmuştur. Figür 1- 4’ de örnek MR görüntüleri izlenmektedir.

 

Tablo 1. Olguların MRG bulgularına göre hormonal durumları: ES (Empty Sella), PES (Parsiyel Empty Sella), EN (Ektopik Nörohipofiz), HH (Hipoplazik Hipofiz), KS (Küçük Sella), IBHE (İzole Büyüme Hormonu Eksikliği), MHHE (Multipl Hipofizer Hormon Eksikliği), NSD (Nörosekretuar Disfonksiyon)

 
 

ES

PES

PES+EN+HH

KS+HH+EN

Tümör

Normal

IBHE

4

4

-

1

1

1

MHHE

6

6

3

-

5

2

NSD

-

-

-

-

-

1

Turner

-

-

-

-

-

1

Toplam

10

10

3

1

6

5

   

TARTIŞMA

Bugüne kadar BHE olan hastalarda hormonal durum ve/ veya hipotalamohipofizer bölgenin yapısal anomalileri göz önünde tutularak etiyolojiye yönelik değerlendirmeler yapılmıştır. Son zamanlarda genetik faktörlerin (PROP-1, GHRH-R, GH-1 mutasyonu) etiyolojideki yeri ve önemi konusunda araştırmalar hız kazanmıştır. Abs ve arkadaşlarının KIMS Study Group bünyesinde gerçekleştirdikleri  ve 709 çocukluk çağında başlamış BHE olgusunu kapsayan çalışmalarında idiyopatik BHE en sık izlenirken bu hastalarda izole BHE  %50.5, MHHE ise %35.2 oranında bildirilmiştir. Bu grupta görüntüleme tekniklerine göre alt gruplar tanımlanmamıştır. Çalışmada sellar ve suprasellar tümörler ikinci sırada izlenmektedir. Bu grupta izole BHE sadece %1.9 oranında izlenirken panhipopituitarizm olguların %23.9’ nda tespit edilmiştir (10). Bordallo ve arkadaşlarının idiopatik BHE olan 37 olguluk serilerinde % 54 hastada MR ile hipotalamohipofizer bölgede anomali tespit edilmiş ve bu hastaların % 70’ nde en sık görülen anomali olarak anterior hipofizde hipoplazi ile birlikte ektopik nörohipofiz rapor edilmiştir (11). Aynı çalışmada empty sella ve parsiyel empty sella % 25 hastada izlenirken %46’ lık grupta MR ile hipotalamohipofizer bölgede anomali tespit edilmemiştir. Literatürde en sık görülen anomali olarak bu çalışma ile uyumlu seriler dikkat çekmektedir (9, 12-14). Empty sella erişkinlerde genellikle rastlantısal olarak saptanan bir radyolojik bulgudur. Çocuklarda ise BHE’ nin önemli nedenlerinden biri olarak tanımlanabilir. Primer empty sellada diyafragma sellanın kongenital olarak kapanmaması sonucu araknoid materyalin ve serebrospinal sıvının fossa içine herniasyonu ve hipofize basısı söz konusudur. Primer empty sellanın çocuklarda nadir görüldüğü bildirilmektedir. Literatürde otozomal ressesif olarak ailesel geçiş gösteren ve görme defektleri, gözde Rieger's anomalisi, iskelet anomalileri ve nörolojik bozukluklarla (spinoserebellar ataksi) birlikte görülen olgular bildirilmiştir.  Erişkinlerde hipofiz disfonksiyonu nadir görülmekte, olguların %15’ nde hafif düzeyde prolaktin yüksekliği bildirilmektedir. Çocuklarda ise % 17.9- 48 olguda izole veya multipl hormon eksikliği rapor edilmiştir (15- 16). Çocuk ve adolesanlarda az görüldüğü bildirilmekle birlikte çalışmamız sonucunda %57.2’ lik görülme oranı ile Primer Empty Sella’ nın çocuklarda BHE ile birlikte hipopituitarizmin sık ve önemli nedenlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.

 

Figür 1. 16 yaşında İzole BHE olan erkek hasta. Ektopik Posterior Hipofiz. Sagittal T1 (A) ve coronal T1 (B) görüntüleri. Sella normalden küçüktür, infindibuler stalk izlenemiyor.

 


  

Figür 2. 19 yaşında MHHE olan bayan hasta. Empty Sella. Hastanın iki kardeşinde de Empty Sella ile birlikte panhipopituitarizm saptandı

 


 

Figür 3. 16, 5 yaşında İzole BHE olan erkek hasta. Sella tabanında hipofiz glandı hipoplazik olarak izleniyor


 

Figür 4. 15 yaşında makroprolaktinomaya bağlı izole BHE gelişmiş erkek hasta


 

KAYNAKLAR

1.        Thomas M, Massa G, Craen M, et al. Prevalence and demographic features of  childhood growth hormone deficiency in Belgıum during the period 1986- 2001. European Journal of Endocrinology, 2004: 151: 67-72

2.        Lindsay R, Feldkamp M, Harris D, et al. Growth standarts and the prevalance of growth hormone deficiency. Journal of Pediatrics 1994: 125: 29-35

3.        Vimpani GV, Vimpani AF, Lidgard GP, et al. Prevalance of severe growth hormone deficiency. British Medical Journal. 1977: 13: 427-430

4.        Tani N. Epidemiological study of dwarfism in Nigata prefecture. Folia Endocrinologica Japonica. 1985: 61: 1295- 1309

5.        Bao XL, Shi YE, Du YC, et al. Prevalance of growth hormone deficiency of children in Beijing. China Medical Journal. 1992: 105: 401- 405

6.        Parkin JM. Incidence of growth hormone deficiency. Archives of Disease in Childhood. 1974: 49: 904- 905

7.        Audi L, Gilbert A, Lloveras G, et al. Long-term growth hormone theraphy: epidemiology and auxologic outcome. Hormone Research. 2002: 57: 113- 119

8.        Thomas M, Massa G, Bourguignon JP, et al. Growth hormone secretion in patients with childhood- onset GH deficiency: retesting after one year of therapy and at final height. Hormone Research 2003: 59: 7-15

9.        Hamilton J, Blaser S, Daneman D. MR imaging in idiopathic growth hormone deficiency. AJNR Am J Neuroradiol 1998: 19: 1609- 1615

10.     Abs R, Mattson AF, Bengtsson AB, et al. Isolated growth hormone deficiency in adult patients: Baseline clinical characteristics and responses to GH replacement in comparison with hypopituitary patients. A sub- analysis of the KIMS database. Growth Hormone and IGF Research. 2005: 15: 349-359

11.     Bardallo MAN, Tellerman ND, Bosignoli R, et al. Neuroradiological investigation in patients with idiopathic growth hormone deficiency. Jornal de Pediatria. 2004: 80: 223-228

12.     Arrigo T, De Luca F, Maghnie M, et al. Relationships between neuroradiological and clinical features in apperantly idiopathic hypopituitarism. Europ J Endocrinol 1998: 139: 84-88

13.     Barros L, Ribero C, Bastos M, et al. Craniocerebral imaging in children with shorth stature. Acta Med Port. 1997: 10: 361-365

14.     Tillman V, Tang VW, Price DA, et al. Magnetic resonance ımaging of the hypothalamic- pituitary axis in the diagnosis of growth hormone deficiency. J Pediatr Endocrinol Metab. 2000: 13: 1577-1583

15.     Akcurin S, Ocal G, Berberoglu M, et al. Association of empty sella and neuroendocrine disorders in childhood. Acta Pediatr Japan. 1995: 37: 347- 351

16.     Zucchini S, Abbrosetto P, Carla G, et al. Primary empty sella: differences and similarities between children and adults. Acta Pediatr 1995: 84: 1382- 1385

30 - Diyabetik Ketoz tablosu için beklenmeyen bir neden:Ösefagusta yabancı cisim - 2006

Aydın, C., R.Ü. Ersoy, A. Aybar, O. Topaloğlu, A. Dirikoç, P. Er ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 76, P 0020, Antalya, 2006

ABSTRACT

GİRİŞ

Diyabetik ketoz(DK) tablosu Diyabetes Mellitus’un(DM) akut gelişen metabolik bir komplikasyonudur. Kolaylaştırıcı nedenler  içinde en sık  görülenler  sistemik  enfeksiyonlardır(1). DK’lu olgularda  tedavinin başarılı olabilmesi için  kolaylaştırıcı nedenin ortaya çıkarılması ve tedavisi büyük önem taşır. Mediastinit  özefagus rüptürüne bağlı olarak gelişebilen ciddi ve mortal bir enfeksiyon tablosudur(2). Özefagus rüptürü nedenlerinden biri de  özefagus  yabancı cisimleridir(3). Bu bildiride  diyabetik ketoz  tablosu ile başvuran ,özefagusta yabancı cisime sekonder perforasyon  ile gelişen  ve hızla seyreden  mediastinit  sonucu  mortal seyreden  bir olgu sunulmuştur.

OLGU

52 yaşında kadın hasta 3 gündür  bulantı , kusma  yakınmaları ile acil servisimize  başvurdu.Hasta 20 yıl önce  Tip 2 DM tanısı almış ve  oral antidiyabetik ilaçlar  kullandığını;son 3  gündür  ilaçlarını alamadığını  ifade etmekteydi.Yapılan muayenesinde Kussmaul tipi solunum, cilt  kuru  ve turgoru  azalmış saptandı. Laboratuar tetkiklerinde  kan glukozu 436 mg/dl (60-115  mg/dl), Üre 33 mg/dl(9-50 mg/dl), Kreatinin 0,67 mg/dl(0,2-1,4 mg/dl), Na 138mmol/L(133-155 mmol/L), K 3,4 mmol/L(3,5-5,5 mmol/L), idrar dansitesi 1025,idrarda  +4 glukoz ,+4 keton  saptandı. Kan gazı  incelemesinde pH  7,21, bikarbonat 9 mEq  saptandı. Elektrokardiyografisi normaldi.Akciğer grafisi normal olarak değerlendirildi..Diyabetik ketoz tanısı ile  acil servisten Endokrinoloji Kliniğine kabul edilen  hastanın sıvı replasmanı ,insülin tedavisi, ampirik  antibiyotik  tedavisi ile  kan şekeri regülasyonu  ilk 12 saatte  sağlanamadı. Hastanın takibi esnasında  giderek artan sağ yan ağrısı   ve nefes darlığı ortaya çıktı.Bulantı ve kusma  şikayetleri artış gösterdi. 39 ºC ‘ye varan ateş eklendi. Kontrol akciğer grafisinde , ilk grafiden farklı olarak  sağ kostofrenik sinüs  kapalı olarak izlendi. Bu klinik tablo ve radyolojik bulgular ile  pulmoner emboli  ve/veya  pnömoni  ön tanıları ile  acil  bilgisayarlı toraks tomografisi çekildi. Tomografik  görüntülerde  özefagus 1/3 orta  kesiminde lümen içinde yaklaşık 35 mm çaplı metalik dansitede  yabancı cisim , o bölge  özefagus duvar kalınlığında  artış,sağ plervral mayi ve sağ akciğer  orta ve alt lobunda  atelektazi saptandı (Figür 1). Özefagusta metalik dansitedeki  yabancı cisim için yapılan özefagoskopide  özefagus duvarına  penetre  kemik yapıda olduğu düşünülen  endoskopun geçişine  izin ermeyen yabancı cisim saptandı. Bu bulgu üzerine hastanın sorgulanmasında  daha önce  ifade etmediği  tavuk  kıkırdak ve kemiklerini yeme alışkanlığı öğrenildi ve  hastanın en son ketotik tablodan yaklaşık 48 saat önce  tavuk yediği anlaşıldı. Hastaya ilk 24 saat içinde özefagus rüptürüne  sekonder mediastinit tanısı konularak  göğüs cerrahisi  kliniğince  göğüs tüpü  takıldı ve acil operasyon planlandı. Ancak ani gelişen solunum arresti sonucu ventilatör ile solunum  desteğine alınan hasta  diyabetik ketoz tanısı konulduktan 36  saat  sonra eksitus oldu.

 

Figür 1. Özefagus 1/3 orta kesiminde lümen içinde yabancı cisim

 


  

TARTIŞMA

DK  diyabetin  akut komplikasyonlarından biridir. Kolaylaştırıcı faktörler  arasında  enfeksiyonların görülme oranı %32-60 civarında  olarak  bildirilmektedir(1). Enfeksiyon tiplerinden en sık görülenler  pnömoni ve idrar yolu enfeksiyonlarıdır. Bizim vakamızda mediastinit tablosu mevcuttu. Mediastinit  potansiyel olarak hayatı tehdit eden  ciddi bir tıbbi durumdur. Mediastnite yol açan dört major  neden  özefagus perforasyonu, baş ve boyun enfeksiyonları, kardiyotorasik cerrahi sonrası ve vücudun diğer bölgelerden  kaynaklanan enfeksiyonlardır(2).

Özefagus  perforasyonları  genellikle  iyatrojenik  olarak meydana gelmektedir.Yabancı cisime bağlı  perforasyonlar  %14 oranında  bildirilmiştir(4).

Mediastnit  tablosunun erken tanınması  hasta sağ kalımı  açısından  çok önemlidir.Ancak hastalarda bazen atipik semptomlar  olması  ve bu semptomların  miyokard infarktüsü,aort disseksiyonu  ,pulmoner tromboemboli  semptomlarını andırması ile tanı gecikebilmektedir.

SONUÇ

Diyabetik ketoz tablosu saptanan hastalarda  gelişebilecek  göğüs ağrısı ve dispne semptomları varlığında  akut koroner sendrom, pulmoner emboli ve pnömoni gibi sık karşılaşılan  etyolojik faktörlerin  yanı sıra  özefagus rüptürü ve buna bağlı mediastinit olasılığı da akla gelmelidir.

 

KAYNAKLAR

1.Kitabchi AE,Umpieerrez GE, Murphy MB.Barrett EJ,Kreisberg RA,Malone JI,Wall BM.Management of hyperglycemic  crises in patients with diabetes.Diabetes Care    2001;24:131-153

2.Yang M-C,LEE S-W,Huang Y-G,Yeh AR.Acute mediastinitis resulting from unsuspeted bone-case report  Int  J Clin Pract  2005;59(Suppl.147):45-47

3.Gimenéz A,Franquet T, Erasmus JJ, Martinez S, Estrada P.Thoracic complications of esophageal disordes.RadioGraphics 2002;22:247-258

4.Blandergroen MR, Lowe JE, Postlethwait RW,Diagnosis and recommended management of esophageal perforation and rupture.Ann Thorac Surg 1986;42:235-239

29 - Perkutan Lazer Ablasyon tedavisinin benign solid tiroid nodüllerinde volüm, tiroglobulin, antitiroglobulin düzeyleri ve nodüllerin sitopatolojisi üzerine etkileri: 1 yıllık takip sonrası literatürdeki ilk veriler - 2006

Çakır, B., O. Topaloğlu, K. Gül, T. Ağaç, C. Aydın, A. Dirikoç, M. Gümüş, K. Yazıcıoğlu, R.Ü Ersoy ve S. Uğraş
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 57, SB 0001, Antalya, 2006

ABSTRACT

AMAÇ: Ultrasonografi eşliğinde Perkutan Lazer Ablasyon (USG-eşliğinde PLA) tedavisinin, benign solid hipoaktif tiroid nodülüne sahip hastalarda hastanın şikayetleri, nodul volümü, tiroglobulin, antitiroglobulin düzeylerine ve nodülün sitopatolojisine olan etkisini araştırmaktır.

MATERYAL VE METOD: Bası veya kozmetik şikayetlere neden olan ötiroid benign, hipofonksiyone tiroid nodülüne sahip, ancak operasyonu reddeden veya medikal nedenlerle operasyon yapılamayan hastalar çalışmaya alındı. 4'ü erkek, 8'i kadın 12 hastada (20-78 yaşlarında ortalama yaş 47.42±17.05 yıl), toplam 15 nodüle 3-5 Watt ile PLA işlemi uygulandı ve hastalar 12 ay boyunca takip edildi. Tiroid fonksiyonları ve nodül volümleri(USG ile) takip edildi, işlem yapılan nodüllere işlemden önce ve 12. ayda USG eşliğinde Tiroid İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi(TİİAB) yapılarak biyopsi örnekleri sitolojik olarak değerlendirildi.

BULGULAR: İşlemden önceki ortalama tiroid nodül volümü 11.97 ml idi(Min-Max: 0.95-26.30 ml). Ancak işlemden 12 ay sonra ortalama tiroid nodül volümü 2,21±2,32 ml idi(Min-Max: 0.10-7.65 ml). Nodül volümündeki ortalama küçülme oranı %82 idi(tablo 1). Tiroglobulin seviyesi işlemden 1 ay sonra, antitiroglobulin seviyesi ise işlemden 3 ay sonra pik seviyesine ulaştı. 12. ayda yapılan USG eşliğinde TİİAB sonrası sitolojik inceleme ile nötrofil, makrofaj, endotel hücreleri ve tirositler, yoğun hücre debrisi, mültinükleer dev hücreler, kolloid ve küçük fibröz fragmanlar tespit edildi(figür la, 1b). Bu sitopatolojik bulgular PLA işleminin nodüllerde dejeneratif değişikliklere yol açtığını destekler nitelikte idi.

SONUÇ: USG eşliğinde PLA işlemi operasyonu istemeyen veya operasyon yapılamayan benign solid tiroid nodülüne sahip çok iyi seçilmiş vakalarda uzun dönemli ilk sonuçları oldukca güvenilir olan, ancak majör komplikasyonlardan kaçınmak için bu konuda deneyimi olan merkezlerde sınırlandırılarak yapılması gereken yeni ve başarılı bir tedavi metodudur.

28 - İnoperabl olan ve agresif seyreden tiroid anaplastik karsinoma vakasına ultrasonografi eşliğinde uygulanan perkutan lazer ablasyon işlemi: Palyatif tedavide güncel alternatif yaklaşım, Literatürde ikinci deneyim - 2006

Çakır, B., O. Topaloğlu, K. Gül, T. Ağaç, C. Aydın, A. Dirikoç, R.Ü Ersoy, M. Gümüş, K. Yazıcıoğlu, B. Yalçın, K. Ceyhan ve F. İçli
Ulusal Bildiriler 29. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program, Bildiri ve Konuşma Özet Kitabı, 75, P 0019, Antalya 2006

ABSTRACT

Amaç:Anaplastik tiroid kanserlerinin standart tedavi seçenekleri cerrahi, radyoterapi ve kemoterapidir. Ancak bu tedavi seçeneklerine rağmen çoğunlukla fatal bir hastalıktır ve tanı konulduktan sonra sağkalım 3 ile 7 ay arasında değişmektedir. Mortal seyreden bu hastalıkta gen terapisi, peroksizom proliferatör-aktivatör reseptör-y agonistleri gibi deneysel medikal tedaviler denenmektedir. Ancak bu tip deneysel çalışmalar henüz yeterince klinik pratikte tedavi amaçlı olarak kullanılamamaktadır. Anaplastik kanserde palyatif olarak trakeal, ösefageal dekompresyonu sağlamak ve yaşam kalitesini artırmak en önemli amaçtır. Palyatif dekompresyonu sağlamak için konvansiyonel uygulamalara ek olarak, perkutan etanol enjeksiyonu ve arteriyal infüzyon kemoterapisi gibi yöntemler kullanılmıştır. Biz USG eşliğinde perkutan lazer ablasyon (PLA) işlemi ile trakeal bası semptomları oldukça gerileyen 85 yaşında bir anaplastik karsinoma vakasını sunuyoruz.

Olgu sunumu:Başlangıçta intratorasik girişte trakea lumenini çepeçevre saran ve oldukça agressif bir şekilde büyüyen, inoperabl olarak kabul edilen ve kemoterapi uygulamasını reddeden anaplastik karsinoma vakasına, eksternal radyoterapi uygulandı. Eksternal radyoterapiye rağmen büyümeye devam eden tümör dokusu trakeal kompresyona neden olduğu için trakeostomi kararı verildi(figür 1 ). Ancak hastanın trakeostomi işlemini reddetmesi üzerine, hasta ve yakınlarının onayı alınarak PLA işlemi uygulandı. Tümör hacmi 182 mL den daha fazla olarak hesaplandı. Sağ tiroid lobuna 300 sn süre ile 5 watt gücünde 3 ayrı işlem, sol tiroid lobuna 300 sn süre ile 5 watt gücünde 3 ayrı işlem olmak üzere toplam 6 işlemde 9000 joule enerji ile PLA uygulaması yapıldı(figür 2). PLA işlemlerinin her biri iki gün ara ile uygulandı ve 16 günde toplam 6 işlem yapıldı. Hastanın trakeal bası semptomları ilk işlemden itibaren 4 haftalık süre içerisinde belirgin olarak geriledi. Ancak son PLA işleminden 4 hafta sonra alt ekstremitede ortaya çıkan derin ven trombuzuna bağlı massif pulmoner emboli ile hasta eksitus oldu.

Sonuç:Perkutan lazer ablasyon tedavisi benign solid hipoaktif veya aktif tiroid nodüllerinde hacimsel küçülmeyi sağlayan yeni alternatif bir metoddur. Bu vaka ile trakeostomi gerektirecek kadar dispnete neden olan anaplastik karsinomalarda palyatif olarak PLA işleminin oldukça faydalı olduğunu gözlemledik. Bu vakayı literatürde anaplastik karsinomlarda PLA uygulamasına ait ikinci vaka olduğu için sunmaktayız.

27 - Olgu Sunumu: Hipogonadizm olmadan seyreden Werner Sendromu - 2005

Topaloğlu, O., B. Çakır, C. Aydın, T. Ağaç ve A. Özkaba
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 234, P-214, Antalya, 2005

ABSTRACT

Giriş:Werner sendromu nadir görülen otozomal resesif geçişli, erken yaşlanma, skleroderma benzeri cilt değişiklikleri, katarakt, diyabete yatkınlık, artmış kanser insidensi ile karakterize bir durumdur.

Olgu Sunumu:18 yıldır diabetes mellitus öyküsü olan ve bu süre boyunca düzensiz oral antidiyabetik ilaç kullanan 45 yaşındaki erkek hasta sol ayak lateral malleol üzerindeki diyabetik ayak infeksiyonu nedeni ile kliniğimize başvurdu. Hasta 4 çocukluydu. Özgeçmişinde 16 yıl önce bilateral katarakt operasyonu öyküsü mevcuttu ve 3 yıl önce olan serebrovasküler atak öyküsü vardı. Fizik muayenesinde; yüz görünümü olarak gaga burun ve küçük çenesi vardı ve yüzü yaşlı görünümde idi. Saç ve sakalları seyrekti. Cilt ve subkütan dokusu atrofikti ve ekstremite cildi sklerotik görünümde idi. Sol ayak lateral malleol üzerinde 2x2 cm'lik infekte ülseri mevcuttu. Laboratuvar incelemesinde otoimmün taraması da dahil, kan şekeri yüksekliği haricinde patoloji mevcut değildi. Kemik mineral dansitometrisinde femur ve lomber bölgesinde osteopeni varken, sol kalkaneus bölgesinde osteoporozu saptandı. Tüm hormonal bazal değerleri normaldi. Hipotalamo-pitüiter-adrenal aksın değerlendirilmesi için yapılan dinamik testlerinde patoloji saptanmadı. Cilt lezyonlarından dolayı alt ekstremite cildinden alınan punch biopsi atrofik epidermis ve subkutan doku ve bir çeşit lokalize skleroderma olan morphea olarak geldi. Sol ayak bileğinin MRI ile görüntülemesi de yapıldı. Fibula distalindeki heterojen alan osteomiyelit olarak değerlendirildi. Aynı zamanda hastanın gen mutasyon analizi de yapıldı. Daha önceden bir Türk hastada rapor edilen 30. ekzonda patoloji saptanmadı, ancak WRN geni büyük bir gen olduğundan diğer ekzonların mutasyon analizi yapılamadı. Fiziksel görünüm, laboratuvar, cilt, eklem ve kemik bulguları ışığında hasta Werner sendromu olarak değerlendirildi. Ancak hastamızda hipogonadizm mevcut değildi.

Sonuç:Werner senromu tanısı ancak hastalık akılda tutulduğu sürece mümkündür. Böylece malign tümörler, ateroskleroz, diyabet ve osteoporoz bu hasta grubunda erken evrede tanınabilir. Werner sendromunun efektif tedavisi mevcut değildir. Hipogonadizm Werner Sendromunda %77 oranında tesbit edilirken bizim vakamızda olmaması nedeni ile sunmayı uygun bulduk.

26 - Olgu Sunumu: Ciddi Graves oftalmopatisi ile tiroid folliküler karsinoma birlikteliği - 2005

Topaloğlu, O., B. Çakır, A. Dirikoç, C. Aydın, T. Ağaç, A. Koçak, A. Kutluhan, R. Aydın ve S. Orhun
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 165, P-084

ABSTRACT

Giriş:Graves Hastalığı tirotoksikozun en sık görülen formudur. Graves hastalığı ve tiroid kanserlerinin birlikteliği oldukça nadir görülür. Bu nedenle ciddi Graves oftalmopatisi olan ve total tiroidektomi sonrasında patolojik incelemede folliküler karsinoma tanısı konan bir vakayı takdim ediyoruz.

Olgu Sunumu:47 yaşında kadın hasta aşırı terleme, çarpıntı, gözlerde dışarı doğru çıkıklık, ve kilo kaybı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Toksik diffüz multinoduler guatr tanısı ile antitiroid tedavi kliniğimize başvurmadan önce başlanılan hasta, göz bulgularının ilerlemesi ve görme kaybının başlaması üzerine Graves oftalmopatisi tanısı ile yatırıldı.FM de bilateral gözlerde egzoftalmik görünümü mevcuttu. Konjunktivalarda ödem ve konjesyon vardı. Hertel egzoftalmometre ile sağ göz 38 mm, sol göz 32 mm olarak ölçüldü. NO SPECS'e göre ciddi oftalmopatisi vardı. Mourits aktivite skoru 6 idi. Tıroidde sağ lobda 2x1 cmlik nodül palpe ediliyordu. Laboratuar;TSH: 0.03, sT3:1.12, st4: 0.19, TSH-R antikoru: 35(N:0-10). Tiroid USG de tiroid heterojen ve sağ lobda 28x23 mmlik heterojen, hiperekoik dominant nodül mevcuttu. USG eşliğinde dominant nodülden yapılan TİİAB benign olarak rapor edildi. Tiroid sintigrafisi toksik diffüz multinoduler guatr ile uyumlu idi. Ciddi oftalmopatiye yönelik olarak yüksek doz İV pulse steroid tedavisi yanında, Spiranolakton 2x100 mgr, octreotide LAR 30 mgr 3 haftada bir,azotiopurin 150 mgr/gün, göz hastalıkları tarafından topikal tedavi başlanıldı. Semptomların ilerlemesi üzerine transsfenoidal yolla dekompresyon cerrahisi yapıldı. 1 ay pulse steroid sonrasında tedavisi azaltılarak orale geçildi. Hasta ötiroid olunca total tiroidektomi yapıldı ve patoloji sonucu folliküler karsinoma olarak geldi. Folliküler karsinomaya yönelik olarak 125 mCi RAİ tedavisi verildi. Hasta 3 ay kliniğimizde izlendi. Taburculuğunda Hertelle sağ göz 28 mm sol göz 25 mm olarak ölçüldü.

Sonuç:Gravesli hastalarda tiroid karsinomu ve özellikle folliküler karsinoma birlikteliği nadir görülen bir durumdur. Dekompresyon gerektirecek kadar ciddi Graves oftalmopatisinde folliküler karsinomanında bulunabileceğini gözardı etmemek amacıyla bu vakayı takdim etmeyi uygun bulduk. 

25 - Tip 2 Diyabetes Mellituslu hastalarda metilen tetrahidrofolat redüktaz gen polimorfizmi(A 1298 C ve C 677 T) ile makrovasküler ve mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişki - 2005

Çakır, B., M.H. Müslümanoğlu, K. Gül, O. Topaloğlu, T. Ağaç ve E. Tepeli
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 208, P-166, Antalya, 2005

ABSTRACT

Amaç:Tip 2 Diyabetes Mellitus'un (DM)'nin etyolojisinde gen polimorfizmlerinin önemli olduğu bilinmektedir. Ancak genetik polimorfızmler toplumdan topluma değişkenlik gösterdiği için, metilen tetrahidrofolat redüktaz gen polimorfizmlerinin Türk toplumunda Tip 2 DM'lu hastalarda diyabetin mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonları ile olan ilişkisini araştırmak amacı ile bu çalışma planlandı.

Yöntem ve Gereçler:Çalışmaya 50 Tip 2 DM'lu hasta ortalama yaş 61.06±7.83 yıl ve 54 kontrol vakası ortalama yaşı 63.72±4.33 yıl olmak üzere toplam 104 kişi dahil edildi. Tip 2 DM'lu hastalar nefropatisi için makroproteinürisi olan, mikroalbüminürisi olan ve nefropatisi olmayan olmak üzere üç gruba, nöropati yönünden periferik nöropatisi olan ve olmayan olmak üzere iki gruba, retinopati yönünden nonproliferatif veya proliferatif retinopatisi olan ve olmayan olmak üzere üç gruba sınıflandırıldı. Makrovasküler komplikasyon olarak koroner arter hastalığı olan ve olmayan olarak iki gruba ayrıldı. Metilen tetrahidrofolat redüktaz A1298C ve C677T gen polimorfizmleri polimeraz zincir reaksiyonu sonrası RFLP ile tanımlandı. Genotip dağılımı ile demografik veriler arasındaki ilişki ve nefropati, retinopati, nöropati ve koroner arter hastalığı arasındaki bağlantı istatistiksel açıdan değerlendirildi.

Bulgular:Metilen tetrahidrofolat redüktaz gen polimorfizmi A1298C için AA, AC, CC ve C677T için CC, CT, TT olarak tanımlandı. Hasta grubu ile kontrol grubu arasında A1298C ve C677T gen polimorfizmleri ile koroner arter hastalığı arasında istatistiksel olarak bir fark bulunamadı. Ancak mikrovasküler komplikasyonları için ayrı ayrı A1298C ve C677T için gen allel sıklıkları incelendiğinde A1298C için AC allelleri kontrol grubunda %27.7 iken nefropati grubunda %62 idi ve aradaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulundu(x2=10,367, p=0.035)

Sonuçlar:Türk toplumunda Tip 2 diyabetiklerde A1298C gen polimorfizminin AC alleline sahip olmak nefropati gelişmesi açısından bir risk faktörü olarak görülmektedir.

24 - Ötiroid benign solid tiroid nodül tedavisinde düşük enerjili INTERSTITIAL LASER PHOTOCOAGULATION(ILP) yöntemi: Türkiye’ den ilk sonuçlar - 2005

Çakır, B., O. Topaloğlu, K. Gül, T. Ağaç, C. Aydın ve A. Dirikoç
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 145, P-046, Antalya, 2005

ABSTRACT

Amaç:Benign solid tiroid nodüllerinin tedavisinde ultrasonografi eşliğinde düşük enerjili Interstitial Laser Photocoagulation (ILP) işleminin nodül volümü, tiroid fonksiyonları ve hastanın şikayetlerine olan etkisini araştırmaktır.

Yöntem ve Gereçler:Ötiroid, benign, hipofonksiyone nodüle sahip, bası veya kozmetik nedenlerle cerrahi tedavi önerilmiş, ancak cerrahi tedaviyi reddeden veya cerrahi tedavi uygulanamayacak vakalar çalışmaya kabul edildi. Çalışmaya dahil edilme kriterlerine uygun 12 vakada (4 erkek, 8 kadın, ortalama yaş 47,42±17,05 yıl; 20-78) 15 tiroid nodülüne ILP işlemi uygulandı ve 6 ay boyunca takip edildi. Düşük enerjili ILP işlemi 7.5 mHz lineer problu ultrasonografi görüntülemesi eşliğinde, 810 nm GaAlAs Diode lazer kullanılarak uygulandı. ILP işlemi 130-2080 sn boyunca, 389-10398 Joule enerji verilerek uygulandı. Hastaların kompresif ve kozmetik şikayetleri visüel analog skalası ile değerlendirildi. Çalışma için lokal etik kurul onayı alındı ve her bir hastaya işlem öncesi çalışma rıza formu okutularak imzalatıldı. Sonuçlar Wilcoxon işaret testi(SPSS 11.5) ile karşılaştırıldı.

Bulgular:İşlem öncesi nodül volümü ortalama 11,97±8,78(Min-Max: 0,95-26,30) mL iken işlemden 6 ay sonra nodül volümü ortalaması 3,34±3,30 (Min-Max: 0,10-9,90) mL olarak tesbit edildi, % 72.13 oranındaki bu küçülme istatistiksel olarak anlamlı idi (t=5.606 ; p<0.001 ). TSH, sT3 ve sT4 değerlerinde işlem öncesi ve takipte değişim olmadı. İşlemden kaynaklanan major bir komplikasyon gelişmedi. 12 vakanın 4' ünde (%33,33) işlem uygulanan bölgeden kulağa vuran ağrı ortaya çıktı ve işlemin kesilmesi ile ağrı kayboldu.

Sonuçlar:Düşük enerjili ILP, benign solid tiroid nodül tedavisinde, cerrahi gerektiren ancak hastanın reddettiği veya cerrahiye uygun olmayan vakalarda yeni, başarılı alternatif tedavi metodudur. 

23 - Olgu Sunumu: Eksojen glukokortıkoid kullanmış olan bir hastada ko-insidans olarak saptanan Cushing hastalığı - 2005

Çakır, B., A. Dirikoç, O. Topaloğlu, C. Aydın, S. Özdilekçi ve E. Şimşek
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 143, P-043, Antalya, 2005

ABSTRACT

Giriş:Cushing Hastalığı, endojen Cushing Sendromlu olguların yaklaşık %70'ini oluşturmaktadır. Farmakolojik dozlarda glukokokortikoid kullanımına bağlı Cushing sendromu da sık rastlanan bir durumdur. Uzun süreli glukokortikoid kullanımı sonrası Cushingoid özellikler gelişen ve incelemeler sonucu kendisinde Cushing Hastalığı saptanan bir olgu sunulmuştur.

Olgu Sunumu:Bölgesel kilo artışı ve adet düzensizliği şikayeti ile polikliniğimize başvuran 32 yaşında kadın hastada, 2 yıl önce eklem ağrıları şikayeti ile metil prednizolon tedavisinin 6 ay süresince uygulanma öyküsü mevcut idi. Ardından adet düzensizliği, halsizlik, yorgunluk, 23 kg ağırlık artışı ortaya çıkan hastanın muayenesinde Cushingoid yüz görünümü, maksiller telenjektazi, boyun arka kısmında deve hörgücü tarzında yağ birikimi,obez karın ve verjetür,alt ve üst ekstremitede proksimal kaslarda güç kaybı tesbit edildi. Hastanın yapılan tetkiklerinde plazma kortizolü yüksek, diurnal ritmi bozuktu. 1 mg ve 2 mgr dekzametazon supresyon testinde supresyon olmadı. 8-16mg dekzametazon supresyon testlerinde supresyon sağlanabildi. 2mg dexametazon -CRH supresyon testi yapıldı, kortizol düzeyleri 1.4 ün altına inmedi. Bunun üzerine CRH stimülasyon testi yapıldı, ACTH düzeylerinde %34'ün üzerinde artış olması üzerine inferior petrozal sinüs örneklemesi yapıldı. Örnekleme sonucunda ACTH değerlerinde sağ lokalizasyonda bazale göre 10 kat artış ortaya çıktı ve sağda lokalize adenomla uyumlu idi. 1,5 Tesla MR ile 2 kez yapılan hipofiz görüntülemesi normal çıkması üzerine, 3 Tesla MR ile tekrarlanan MR sonucunda hipofiz bezinde heterojenite ile uyumlu görüntüler tesbit edildi. Klinik, dinamik test sonuçları ve radyolojik bulguları ile Cushing Hastalığı tanısı konulan vaka sağ hipofizektomi için Nöroşirurji kliniğine refere edildi.

Tartışma:Cushing Sendromu,düzeyi artmış olan glukokortikoidlerin dokular üzerindeki biyolojik etkilerine bağlı klinik bulguların bütünü olarak tanımlanabilir. En sık rastlanılan etyolojik durum farmakolojik dozlarda glukokortikoid kullanılmasıdır. Hastamızda uzun süreli glukokortikoid kullanımını sonrasındaki dönemde Cushingoid özellikler gelişmişti. Ancak incelemeler sonucunda ayrıca Cushing Hastalığı da saptandı.

Sonuç:Glukokortikoid kullanımı söz konusu olsa bile Cushing Sendromlu olguların ayrıcı tanısında endojen kaynak titizlikle araştırılmalıdır. 

22 - Olgu Sunumu: Mikroadenom şeklinde kendini gösteren ve Octreotide LAR ile kür sağlanan bir gigantizm olgusu - 2005

Çakır, B., C. Aydın, O. Topaloğlu, A. Dirikoç, K. Gül ve K. Ercan
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 137, P-032, Antalya, 2005

ABSTRACT

Giriş:Octreotide, büyüme hormonu salgılanmasını doğal somatostatine göre daha güçlü bir şekilde inhibe eden bir somatostatin analogudur. Seçilmiş akromegalik olgularda primer, veya cerrahiye yardımcı bir tedavi seçeneği olarak kullanılmaktadır.

Olgu Sunumu:14 yaşında erkek hasta başağrısı,ellerde ve ayaklarda büyüme,ses tonunda değişme şikayeti ile başvurdu. Fizik muayenede boy 180 cm,ağırlık 80 kg,ellerde ve ayaklarda yumuşak doku artışı saptandı. Laboratuvar tetkiklerinde bazal growth hormon düzeyi 29.3 mlU/l (<20), IGF-1 düzeyi 1647 ng/ml (150-957 ng/ml) saptandı. Glukoz supresyon testinde growth hormonun baskılanamadığı görüldü. Hipofiz MR da kontrast madde tutulumu göstermeyen 2-3 mm boyutta adenom ile uyumlu alan izlendi. Bu bulgularla hastamızda growth hormon salgılayan hipofizer adenom tanısı konarak tedavi amacı ile Octreotide LAR başlandı. Altı ay süre ile 20mg/ay dozunda octreotide LAR uygulandı.Tedavinin üçüncü ayı sonunda ve birinci yılında hipofiz MR da mikroadenom izlenmedi, yapılan glukoz supresyon testi de normal olarak saptandı.

Tartışma:Günümüzde akromegalinin primer tedavisinde somatostatin analogları etkin bir seçenek olarak görülmektedir. Octreotide klinik kullanımı olan ilk somatostatin analogudur. Mangupli ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada Octreotide LAR ile tedavi edilen yedi hastanın altısında tümör boyutunda küçülme saptanırken bir hastada ise tedaviye sekonder empty sella tespit edildiği bildirilmiştir. Olgumuzda Octreotide LAR tedavisi ile biyokimyasal ve radyolojik kür sağlanmıştır. Literatür incelemesi ile olgumuzun biyokimyasal ve radyolojik kür sağlanan ikinci olgu olduğu tespit edilmiştir.

Sonuç:Octreotide LAR akromegalinin primer tedavisinde kullanılan oldukça etkili bir ilaçtır. Octreotide LAR ile büyüme hormonu ve IGF-1 düzeyleri hastaların %75'inde normal düzeylere inmektedir. Radyolojik kür ise nadir de olsa sağlanabilmektedir.

21 - Postpartum tiroidit prevalansının 1. ay sonuçları - 2005

Gürsoy, G., B. Çakır, S. Başer, H. Başer, O. Topaloğlu ve Y. Acar
Ulusal Bildiriler 28. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 160, P-074, Antalya, 2005

ABSTRACT

Amaç:Postpartum tiroidit(PPT), tiroid glandının lenfositik infiltrasyonu ile karakterize otoimmün bir hastalıktır. PPT postpartum ilk bir yıl içinde ortaya çıkar ve geçici tirotoksikozu takiben gelişen hipotiroidi ile karakterizedir. PPT prevalansı ilk bir yıl için %1.1 ile %16.7 arasında değişmektedir. Bu çalışma postpartum 1. aydaki PPT sıklığını saptamak amacı ile planlandı.

Yöntem ve Gereçler:Nisan-Aralık 2004 tarihleri arasında hastanemiz kadın doğum kliniğine doğum için başvuran, bilinen tiroid hastalığı olmayan 50 gebe (ortalama yaşları 26.3±5.8) çalışmaya alındı. Bu kişiler doğumdan önce, postpartum 1. gün ve postpartum 1. ay tiroid disfonksiyonu açısından araştırıldı. Aynı yaş grubunda ve son 1 yıl içinde hamilelik anamnezi olmayan sağlıklı 50 kadın kontrol grubu olarak alındı.

Bulgular:50 gebenin 3'ünde(%6) 1. ayda PPT geliştiği saptandı. PPT gelişen 3 hastanın 2'si (%66.6) tirotoksik evrede, 1'i (%33.4) hipotiroid evrede idi. Tirotoksik evrede saptanan hastaların takibinde hipotiroidi geliştiği gözlendi. Postpartum 1. aydaki PPT prevalansı %6 olarak hesaplandı. 50 gebenin 5'inde(%10) anti TPO, 6'sında (%12) anti Tg pozitif olarak saptandı. Anti TPO ve anti Tg değerleri pozitif olan 3 hastada(%6) PPT geliştiği gözlendi. Anti TPO ve anti Tg pozitifliği ile PPT gelişmesi arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001 ). Kontrol ile hasta grubu karşılaştırıldığında hasta grubunda bazal anti TPO ve anti Tg kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü. Hasta grubunda bazal (doğumdan 1 gün önce) anti TPO ve Anti Tg düzeyleri 1.ay anti TPO ve anti Tg düzeyleri ile karşılaştırıldığında 1. ayda istatistiksel olarak anlamlı derecede artış tespit edilirken (sırasıyla p=0.019, p<0.0001), kontrol grubundaki değişim istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05).

Sonuç:PPT postpartum dönemde ilk 1 yıl içinde görülür. Hasta grubundaki bazal anti TPO ve anti Tg değerlerinin düşüklüğü gebelerdeki gebeliğe bağlı immünsüpresyona bağlanabilir. Bu çalışmada 1 aylık PPT prevalansı %6 olarak bulunmuştur. Bu nedenle postpartum dönemde tiroid fonksiyonları ve otoantikorları açısından taramaların, postpartum periyodun 1. ayından itibaren yapılmasının faydalı olacağını düşünmekteyiz.

20 - Tip II Diyabetli Hastalarda lipoprotein lipaz gen polimorfizmi ile nefropati, retinopati, hipertansiyon ve nöropati arasındaki ilişki - 2004

Güler, S., M.H Müslümanoğlu, O. Çilingir, B. Çakır, B. Kaymaz, K. Gül, G. Gürsoy ve S. Artan
Ulusal Bildiriler VI. Ulusal Prenatal Tanı ve Tıbbi Genetik Kongresi. Bildiri Kitabı, 86, MP 07, Antalya, 2004

ABSTRACT

Çalışmamızda lipoprotein lipaz gen polimorfizmlerinin Türk toplumunda sağlıklı ve Tip 2 diyabetes mellituslu hastalardaki durumunu ve varsa ilişkisini araştırmayı amaçladık Tip 2 diyabetes mellituslu hasta ve sağlıklı bireylerde lipoprotein lipaz gen polimorfizmleri polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) sonrası RFLP ile tanımlandı. Genotip dağılımı ile demografik veriler arasındaki ilişki ve klinik verilerle bağlantısı istatistiksel açıdan değerlendirildi. Lipoprotein lipaz gen polimorfizmleri GA ve AA olarak tanımlandı. GA genotipi hasta grubunda % 0.7 iken kontrol grubunda % 1 idi ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. AA genotipi ise hasta grubunda % 99.3 iken kontrol grubunda % 99 idi ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Lipoprotein lipaz gen polimorfizmi Türk populasyonunu DM açısından etkilememektedir.

19 - Tip II Diabetli hastalarda glikojen sentetaz gen polimorfizmi ile nefropati, retinopati, hipertansiyon ve nöropati arasındaki ilişki - 2004

Müslümanoğlu, M.H., B. Çakır, O. Çilingir, S. Güler, S. Demir, K. Gül, G. Gürsoy, M. Özdemir ve S. Artan
Ulusal Bildiriler VI. Ulusal Prenatal Tanı ve Tıbbi Genetik Kongresi. Bildiri Kitabı, 116, MP 59, Antalya, 2004

18 - Tip II diyabetli hastalarda β3 adrenerjik reseptör gen polimorfizmi ile nefropati, retinopati, hipertansiyon ve nöropati arasındaki ilişki - 2004

Çakır, B., M. Özdemir, M.H Müslümanoğlu, O. Çilingir, S. Güler, A. Kurtuluş, H. Yurdakul, O. Yanık, G. Gürsoy ve S. Artan
Ulusal Bildiriler VI. Ulusal Prenatal Tanı ve Tıbbi Genetik Kongresi. Bildiri Kitabı, 87, MP 08, Antalya, 2004

ABSTRACT

Tip 2 Diyabetes Mellitusun etiyolojisinde gen polimorfizmlerinin önemli olduğu bir çok çalışma tarafından iddia edilmektedir. Ancak genetik polimorfizmler toplumdan topluma değişkenlik gösterdiği için, β3 adrenerjik reseptör gen polimorfizmlerinin Türk toplumunda sağlıklı ve Tip 2 diyabetes mellituslu hastalardaki sonuçlarını ve varsa ilişkisini araştırmayı amaçladık. Bunun için 116 Tip 2 diyabetes mellituslu hasta ve 100 sağlıklı kontrol grubunda β3 adrenerjik reseptör, gen polimorfizmleri polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) sonrası RFLP ile tanımlandı. Genotip dağılımı ile demografik veriler arasındaki ilişki ve nefropati, retinopati, hipertansiyon ve nöropati arasındaki bağlantı istatistiksel açıdan değerlendirildi. Bu çalışma sonunda β3 adrenerjik reseptör gen polimorfizmi TA, TT ve AA olarak tanımlandı. Hasta grubu ile kontrol grubu arasında TA ve TT, gen polimorfizmleri arasında istatistiksel olarak bir fark bulunamadı (sırasıyla % 7,5 ile % 12.5 ve % 90 ile % 87.5). Ancak kontrol grubunda AA polimorfizmi hiç tesbit edilemez iken hasta grubunda 2 vakada AA genotipi bulundu.

17 - Olgu sunumu: Feminizasyon ile kendini gösteren bir testiküler regresyon sendromu - 2003

Çakır, B., S. Güler, R. Ü. Ersoy, K. Gül, G. Gürsoy ve B. Gökmen
Ulusal Bildiriler 26. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi. Journal of the Society of Endocrinology and Metabolism of Turkey Abstracts of the 26th National Congress of Endocrinology and Metabolic Disease. Supplement of 7:1, 138, P066, Adana, 2003

ABSTRACT

Testiküler regresyon sendromu gestasyonun 8 ila 14. haftaları arasında erkek seks farklılaşmasının orta fazında testis fonksiyonlarının ortadan kalkmasıyla sonuçlanan genital anomaliler spektrumunu tariflemek için kullanılır. Klinik prezentasyon ise regresyonun ortaya çıktığı gestasyonel döneme göre oldukça çeşitlilik arz eder. 17 yaşında hasta primer amenore ve meme gelişiminin olmaması nedeni ile kliniğimize başvurdu. Hastanın fizik muayenesinde Boy: 158 cm (yaşının % 40 persentili), vücut ağırlığı 48 kg (yaşının %10-3 persentil arası) kulaç boyu 157 cm tesbit edildi. Meme muayenesinde telarş Tanner evre I, pubarş evre II idi. Genital muayenesinde labia minus ve majusları mevcut ve kadın dış genitalyası ile uygundu. İstenilen bazal hormonlarında FSH: 100,94 UI/L LH: 49,0 UI/L, Estradiol: 16,90 pg/ml Prolaktin 3.3 ng/ml, Serbest Testosteron: 0,5ngr/ml, Total testestoron: 26.1mg/dl, DHEA-S: 0,96 mg/dl, 17 OH-Progesteron: 1,2ng/dl, Plazma Kortizol: g/dl olarak tesbit edildi.m45,8mg/dl, TSH:0,90 mU/L, sT3: 1,40 ng/ml, sT4:8.30 Hipergonadotropik hipogonadizim tanısı konan hastanın karyotip analizinde 46 Xykaryotipine sahip olduğu saptandı. 46 XY ve SRY (+) olarak değerlendirildi. Hastaya yapılan pelvik USG, pelvik CT ve pelvik MR 'da iç genitalyaya ait organ ve gonad tesbit edilemedi. Yapılan hCG uyarı testinde estrodiol ve serbest testosteron cevabı alınamadı. Hastaya tanısal amaçlı yapılan laparoskopide uterus ve gonadlara ait ve ektopik olabilecek bir testis dokusu oluşumu izlenmedi. Uterus ve gonadların beklendiği yerde ince fibrotik bir bant varlığı gözlemlendi. Olgu bu bulgularla; dış genitalyasının kadın fenotipinde olması, vajenin kör olarak sonlanması, iç genitalyada gonad bulunmaması ve iç genitalyada fibrotik bant olması, hipergonadotropik hipogonadizme rağmen jinekomastisinin bulunmaması ve karyotip yapısının 46 XY, SRY(+) gelmesi üzerine erkek psödohermafrodismusun sebeplerinden biri olan testiküler regresyon sendromu olarak değerlendirildi. Erkek psödohermafrodismus sebepleri arasında olan testiküler regresyon sendromunun klinik presentasyonu genellikle erkek fenotipinde seyrettiği için kadın fenotipinde seyreden testiküler regresyon sendromunu vaka olarak sunmayı uygun bulduk. 

16 - Tiroid bezi tüberküloz apsesi nedeniyle vokal kord paralizisi - 2002

Hasanoğlu, A., A. Kuşdemir, C. Hasanoğlu, B. Çakır, H. Üstün ve H. Tümer
Ulusal Bildiriler 2. Türkiye Tiroid Hastalıkları Kongresi , Sunum Kitabı, 18, P 47, İstanbul, 2002

ABSTRACT

Ekstrapulmoner tüberkülozun teşhisi, çok sayıda başka sistemik patoloiik durumlarla karışabildiği için zordur. Endokrin sistemin ve tiroid bezinin tüberkülozü çok nadir görülmektedir. Ses kısıklıği ve boyunda şişlik şikayetleri ile kliniğimize başvuran, sol vokal kord paralizisi nedeniyle preoperatif olarak tiroid karsinomu şüphesiyle operasyona alınan, 45 yaşındaki bayan hastanın peroperatuar frozen incelemesinde malignite ekarte edildi. Postoperatif histopotolojik tanı ise tiroid bezi tüberkülozü absesi olarak geldi. Olgumuzun yapılan literatür taramalarında vokal kord paralizisine neden olan ilk tiroid gland tüberkülozü olduğu tesbit edildi. Endokrin sistem tüberkülozü çoğunlukla in dissemine tüberkülozun bir parçasıdır. Bu nedenle milier tüberküloz dikkatle aranmalıdır. Hastamızın toraks yüksek rezolüsyonlu bilgisayar tomografisi normaldi. Tiroid fonksiyonları da normal olan hastaya tüberküloz tedavisi uygulandı. Operasyon ve tüberküloz tedavisinden bir ay sonra ses kısıklığı düzeldi ve laringoskopik muayenesi normal olarak değerlendirildi. 

15 - İki Farklı Oral Antidiabetik Ajanın Diabet Takibinde Önemli Biyokimyasal Testler Üzerine Etkileri - 2001

Güler, S., A. Ş. Kılınç, B. Çakır, A. Kıyıcı, Ö. Aykut ve D. Yücel
Ulusal Bildiriler II. Ulusal ve Klink Biyokimya Kongresi, Program ve Özet Kitabı, 100, P-71, Kuşadası, 2001

ABSTRACT

Diabet; erken ve geç komplikasyonlarının yüksek morbidite ve mortalite oranlarına neden olmasından dolayı tanı, tedavi ve takibi açısından önemi giderek artan hastalıklardandır. Biz çalışmamızda iki farklı antidiabetik ajan kullanan hasla grubunda hastalığın kontrol düzeyinin ve vasküler komplikasyonların erken belirteçlerinin farklı olup olmadığını araştırdık. Çalışmamız SB. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Dahiliye Polikliniği'ne başvuran menapozdaki kadınlar üzerinde yapıldı. Hastalar 20'şer kişilik üç gruba ayrıldı. l. Grup Gliklazid (yaşları 57.35±9.56), 2. Grup Melformin (yaşları 54.45±9.50) kullanan diabetik hastalardan oluşuyordu. Kontrol grubunu ise diabetli olmayan kadınlar (yaşları 53.9±5.83) meydana getiriyordu. Grupların açlık kan glukoz düzeyi, lipid profili. glikozile hemoglobin (HbAlc) ve 24 saatlik idrarda mikroalbümin düzeyleri ölçüldü. Sonuçlar: Analiz sonrası bulunan sonuçlarla SPSS Programı'nda bağımsız Student's t-testi kullanılarak hasta gruplarıyla kontrol arasında ve her iki hasta grubu arasında fark olup olmadığına bakıldı. Kan glukoz düzeyleri sırasıyla ortalama 195.9±90.14 mg/dL, 172.85±76.80 mg/dL, 84.4±11.87 mg/dL: tolal kolesterol düzeyleri 225±42.22 mg/dL, 193.7±32.79 mg/dL, 224.7±35.88 mg/dL; trigliserid düzeyleri 200.55±87.15 mg/dL, 146.05±79.72 mg/dL, 157.45±60.35 mg/dL, HDL kolesterol düzeyleri 43.55±11.53 mg/dL. 47.50±11.01 mg/ dL, 52.35±10.42 mg/dL: HbA1c düzeyleri %9.59±2.35, %8.47±2.31, %5.45±0.52 ve 24 saatlik idrarda mikroalbümin düzeyleri 58.03±76.34 mg/L, 49.53±66.55 mg/ L, 39.0±124.41 mg/ L olarak bulundu. Gruplarda ortalamalar arası farklar karşılaştırıldığında kan glukoz ve HbA1c düzeyleri her iki ilaç grubunda da kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). HbA1c , total kolesterol, trigliserid düzeyleri 2. grupta anlamlı olarak düşük bulundu (p<0.05). HDL kolesterol düzeyleri ise 2. grupta anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). Ölçülen diğer parametreler için ilaç gruplarıyla kontrol grubu ve her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı (p>0.05).

14 - Önceden Polikistik Over Sendromu Olan Gebelerde Diabetes Mellitus - 2000

Kelekçi, S., B. Çakır, S. Güler, M.Ö. Erhan, S. Tokuçoğlu ve M.C. Tatar
Ulusal Bildiriler 2. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi. Program ve Bildiri Özetleri Kitabı, 127, P- 74, Antalya, 2000

ABSTRACT

Gestasyonel diabetes mellitus taraması genellikle 24-26 haftalar arasında, riskli gruplarda ise hasta doktora ilk vizite gittiğinde yapılmaktadır. Gestasyonel diabetes mellitus'un riskli grupta erken tanısı ve kontrol edilmesinin birçok komplikasyonu engellediği gösterilmiştir. Bu çalışmada amacımız önceden PKOS tanısı alıp ovulasyon indüksiyonu protokolleri ilg gebe kalan hastalan yüksek riskli kabul ederek bu hastalarda birinci trimesterde gestasyonel diabetes mellitus sıklığını araştırmaktı. Çalışmaya önceden polikistik over sendromu (PKOS) tanısı konmuş olup gebe kalan 42 hasta, ve kontrol grubu olarak polikistik over sendromu olmayan 48 hastada sağlıklı gebe kadın kabul edildi. Her iki grup 1. trimesterde ve 24-26 hafta arasında 50 gram glukoz tarama testine tabi tutuldu. Test sonucu pozitif olanlara 3 saatlik oral glukoz tolerans testi (OGTT) uygulandı. Gebe OGTTindeWH0 kriterlerine göre iki ve daha fazla değeri yüksek olanlar test sonucu pozitif olarak değerlendirildi. Birinci trimesterde test sonucu pozitif olanlar PKOS grubunda (10/42; % 23.8) kontrol grubundan (2/48; % 4.2) anlamlı derecede yüksek idi (p=0.01). 24-26 hafta arasında tekrarlanan testlerde her iki grupta da sadece birer hastada daha gestasyonel diabetes melitus tesbit edildi. Sonuç olarak, bulgularımız polikistik over sendromlu kadınların gestasyonel diabet açısından yüksek riskli kabul edilip glukoz taramasının gebeliklerinin erken döneminde yapılması gerektiğini göstermektedir. 

13 - Postmenopozal Kadınlarda Farklı İki Tedavinin Kemik Mineral Yoğunluğu Üzerine Etkisi: Retrospektif Çalışma - 2000

Odabaşı, E., B. Çakır, S. Güler, M. Turan ve M. Kutlu
Ulusal Bildiriler 2. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi. Program ve Bildiri Özetleri Kitabı , 131, P- 87, Antalya, 2000

ABSTRACT

Amaç:Bu çalışmada postmenopozal osteopenik veya osteoporotik kadınlarda sadece kalsiyum veya kalsiyumla birlikte alendronat sodyumun bir yıl süre ile kullanımının kemik mineral yoğunluğu üzerine (KMY) üzerine etkisini incelemeyi amaçladık.

Yöntem:Kemik mineral yoğunluk ölçüm değeri ile osteoporoz tanısı konmuş, 10 mg alendronat sodyum ve 1000 mg kalsiyum kullanmış 148 postmenopozal osteoporotik kadın ile osteopeni tanısı konmuş sadece 1000 mg kalsiyum kullanmış 83 postmenopozal osteopenik kadının tedavi başlangıcından bir yıl sonra çekilen kemik mineral yoğunluk ölçümleri retrospektif olarak incelendi.

Bulgular: Sadece kalsiyum kullanan osteopenik hastaların başlangıç KMY değerleri ortalama 0.910±0.12 gr/cm2, 12 ay sonraki KMY değerleri ise ortalama 0.901±0.09 gr/cm2 idi. KMY'deki % 0.48 azalma istatistiki olarak anlamlı değildi (p=0.3). Alendronat sodyum ve kalsiyum kullanan osteoporotik hastatarın başlangıç KMY değerleri 0.721±0.08 gr/cm2, 12 ay sonraki KMY değerleri ise ortalama 0.768±0.09 gr/cm2 idi. KMY'deki %6.7 artış anlamlı bulundu (p<0.001).

Sonuçlar:Postmenopozal osteoporoz tedavisinde alendronat ve kalsiyum tedavisinin etkin olduğu, osteopeni tedavisinde ise tek başına kalsiyumun hastaları bulundukları osteopenik değerlerde tutmakta yeterli olduğu saptandı. 

12 - Postmenopozal Osteoporozlu Hastalarda Levotiroksin-Sodyum Tedavisinin Kemik Mineral Yoğunluğuna Etkisi - 2000

Çakır, B., E. Odabaşı, S. Güler, M. Turan, M. Kutlu ve Ç. Özdemir
Ulusal Bildiriler 2. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi. Program ve Bildiri Özetleri Kitabı ,131, P-88, Antalya, 2000

ABSTRACT

Levotiroksin tedavisinin kemik mineral yoğunluğuna etkisi halen tartışmalıdır. Osteoporotik postmenopozal hastalarda levotiroksin kullanımı hususu da netlik kazanmamuştır. Bu retrospektif çalışmada amacımız levotiroksin tedavisinin kemik mineral yoğunluğuna etkisini araştırmaktı. Çalışmaya halen levotiroksin tedavisi almakta olan 26 postmenopozal osteoporotik hasta ve yaşları uyumlu, levotiroksin kullanmayan 146 postmenopozal osteoporotik kontrol hasta alındı. Osteoporoza yönelik tedavi başlanmadan önceki veriler bir yıllık tedavi sonrası elde edilen verilerle karşılaştırıldı. Levotrioksin kullanan hastalar ile kontrol grubu yaş (sırasıyla 59.2±6.4'e karşı 59.9±8.5 yıl; p>0.05), menopoz yaşı (sırasıyla 44.7±6.0'a karşı 46.8±6.2 yıl; p>0.05), menopoz süresi (sırasıyla 14.6±10.2'e karşı 14.4±7.4 yıl; p>0.05), ve tedavi öncesi kemik mineral yoğunluğu (KMY) (sırasıyla 0.789±0.08'e karşı 0.771±0.11; p>0.05) yönünden benzer bulundu. Tüm hastalara bifosfonat ve kalsiyum tedavisi verilmişti. Tedavi ile levotiroksin grubunda KMY %7.3 (0.789±0.08'den 0.848±0.16'a; p<0.001), kontrol grubunda ise %5.8 (0.771±0.11'den 0.811±0.11 'e; p<0.001) artış gözlendi. İki grup arasında KMY'daki değişim (∆BMD) farklı değildi (p<0.05). Sonuçlarımız postmenopozal hastalarda levotiroksin tedavisinin ne KMY düzeyini ne de bifosfonataların terapötik etkinliğini etkilemediğini göstermektedir.

11 - Altta Yatan Hastalığı Olmayan Bir Vakada Ciddi Aplastik Anemi ile Seyreden Asemptomatik Kabakulak İnfeksiyonu - 2000

Çakır, B., S. Güler, E. Okuyucu, K. Gül, Y. Acar ve G. Gürsoy
Ulusal Bildiriler 2. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi. Program ve Bildiri Özetleri Kitabı , 153, P-167, Antalya, 2000

ABSTRACT

Paramyxovirus enfeksiyonu çocukluk çağında sık olarak görülen bir enfeksiyondur. Biz asemptomatik başlayan, aplastik anemi ortaya çıkartan ve literatürde ilk kez görülen, atipik bir paramyxovirus enfeksiyonunu rapor ediyoruz. Yüksek ateş etyolojisi araştırılmak üzere yatırılan 69 yaşındaki bayan hastanın fizik muayenesinde vucut ısısı 39.5 derece idi. Her iki ön kolda daha belirgin olmak üzere ekimotik lezyonlar vardı. İlk geliş kan tablosunda Hb: 13 g/dl, KK: 4.66x10¹², retikulosit 3.2x109, trombosit 9x109, ve beyaz küre 3.2x109 idi (Nötrofil %36, lenfosit %45, monosit %5). Hastanın aralıklarla olan ateş yüksekliği servisimize kabul edildikten sonra sürekli olmaya başladı ve kan tablosunda KK 3.3x1012, retikülosit 2.7x109, trombosit 3x109, beyaz küre 1.1x10olarak geldi ve nötrofil oranı %25 idi. Kemik iliği aspirasyonunda miyeloid/eritroid seri oranı 1, ve miyelogranülositer ve megakaryositer seride azalmanın daha belirgin olduğu hiposelüler kemik iliği tesbit edildi. Nötropenik ateş nedeni ile seftazidim ve amikasin kombinasyonu başlanıldı. Kan kültürlerinde üreme olmadı ve ateş antibioterapinin 10. gününden itibaren normale geldi. Antibiyotik tedavisine 21 gün devam edildi. Hastanın kan tablosu düzelme eğilimine girdi ve 4. haftada Hb: 13 g/dl, trombosit: 326x109 beyaz küre 5.1x109, KK: 3.7x1012 düzeyine geldi. Kontrol kemik iliği biyopsisinde miyeloid/eritroid seri oranı 4/1, normal kemik iliği biyopsisi olarak değerIendirildi. Hastanın aplastik anemisini açıklamak için istenilen enfeksiyoz ajanların serolojik tetkiklerinden paramyxovirus lgM ve lgG antikorları serumda pozitif olarak bulundu. Dördüncü haftada yapılan kontrol tetkiklerinde ise Ig G pozitif iken lgM negatifleşmişti. Biz bu bulgularla erişkin bayan hastada aplastik anemiyi asemptomatik paramyxovirus enfeksiyonuna bağladık. Aplastik anemi etyolojisinde, literatürde daha önce rastlanmayan, kabakulak enfeksiyonunun da ayırıcı tanıda düşünülmesi gerektiğini iddia etmekteyiz.

10 - Gaucher Hastalığı. Tanısal Yaklaşımda Kemik İliği Aspirasyonunun Önemi - 2000

Çakır, B., S. Güler, T. Güler, O. Yanık, Y. Acar ve G. Gürsoy
Ulusal Bildiriler 2. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi. Program ve Bildiri Özetleri Kitabı, 134, P-98, Antalya, 2000

ABSTRACT

Cerebroside lipidosis olarak da bilinen glikoserebrosidaz enzim aktivite yokluğu nedeni ile dalak, karaciğer, lenf düğümleri ve kemik iliğinde retikulum hücreleri içinde serebrozit (kerazin) toplanması ile giden kronik ailevi bir hastalik olan Gaucher hastalığı bir lipid depo hastalığıdır. Biz hepatosplenomegali etyolojisi araştırılmak üzere yatırılan ve tanıyı kemik iliği aspirasyonu ile koyduğumuz bir vakayı takdim ediyoruz. 11 yaşında kız çocuğu karında kitle, büyüme ve gelişme geriliği nedeni ile başvurdu. Fizik muayenesinde boy: 131 cm (percentil 8.5 yaşın %50'i), ağırlık: 35.5 kg (11 yaşın %50'i) idi. Kulaç mesafesi: 129 cm, vertex-pubis: 66 cm, pubis-topuk: 65 cm idi. Pubik ve aksiller kıllanma mevcut değil ve meme gelişimi Tanner Evre 1 idi. Diğer fizik muayene bulguları normaldi. Sedimentasyon hızı 63 mm/saat, Hb: 11.9 g/dl, Htc: %35, BK: 5300/mm³, trombosit: 107000/mm³ idi, periferik yaymada hipokrom mikrositer anemi mevcuttu. Biyokimyasal değerler, tam idrar tetkiki, ASO, CRP, Latex, Vitamin B12, Folat ve Ferritin normal idi. ANA ve Anti DNA negatif idi. Batın ultrasonu: Karaciğer parankimi belirgin heterojen, uzun aks 17 cm, dalak 18 cm den büyük ve aksesuar dalak mevcut idi. Serum bakır, seruloplasmin ve idrarda bakır düzeyi normaldi. Karaciğer biyopsisinde reaktif değişiklikler ve hepatositlerde şişme dışında bir özellik mevcut değildi, ve PAS boyaması negatif idi. Splenoportografide portal sistem ve splenik ven normal bulundu. Kemik iliği aspirasyonunda dev Gaucher hücreleri tesbit edildi ve PAS boyaması pozitif idi. Serum glikozil seramidaz enzim aktivitesi 0 (sıfır) nmol/saat/mg protein olarak geldi ve Gaucher hastalığı tanısı konuldu. Bu vaka hepatosplenomegali etyolojisi araştırılırken, Gaucher hastalığında karaciğer biyopsisinde PAS boyamasının negatif olabileceğini ve hastalığı ekarte ettirmeyeceğini, bu yüzden kemik iliği aspirasyonu ve biyopsisinin özellikle depo hastalıkları açısından araştırılmasının önemini göstermektedir. 

9 - Postmenapozal Kadınlarda Hormon Replasman Tedavisinin İnsülin Direnci Üzerine Etkileri - 1999

Azal, Ö., A. Yönem, B. Çakır, Z. Polat, M. Kutlu, A. Çorakçı
Ulusal Bildiriler 22.Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi , 85, P-25, Antalya, 1999

ABSTRACT

Bu çalışmada amacımız, hormon replasman tedavisinin (HRT) postmenopozal kadınlarda insuline direnç üzerine etkilerini incelemekti. Bu amaçla postmenopozal dönemde olan 39 olgu çalışmaya alındı. Olguların çalışmaya dahil edilebilmeleri için diabetes mellitus, glukoz tolerans bozukluğu, obezite ve sistemik hastalığı bulunmaması ve daha önceden HRT yapılmamış olması koşulları arandı.

Çalışmaya alınan yaş ortalaması 50.6 ±6.4 (37- 59) yıl olan 39 kadına tedavi öncesi ve sonrası ‘hiperinsülinemik öglisemik klemp’ tekniği kullanılarak insülin rezistansı araştırıldı. Onbeş olguda insülin rezistansı tesbit edildi ve bu hastalara 3 ay süreyle konjüge östrojen (0.625 mg/gün) ve medroksiprogesteron asetat (10 mg/gün) verildi. İncelenen parametreler olan M değeri, serum insülin ve C-peptid, total kolesterol (TK), trigliserid (TG), yüksek dansiteli lipoprotein kolesterolü (HDL-K) ve düşük dansiteli lipoprotein kolesterolü (LDL- K) düzeyleri sırasıyla şöyle idi; 3.3 ± 0.6 mg/kg/dk, 39.0 ±10.1 mIU/ml, 3.0 ±1.1 ng/ml, 230 ± 43 mg/dl, 152 ± 65 mg/dl, 41.8 ± 6.1 mg/dl ve 188 ± 6.4 mg/dl. Aynı parametrelerin 3 aylık HRT sonrası düzeyleri ise, yine sırasıyla, 4.54 ± 0.9 mg/kg/dk, 26.6 ± 10.1 mIU/ml, 3.57 ± 0.6 ng/ml, 209 ± 27 mg/dl, 132 ±37.9 mg/dl, 48.4 ±3.9 mg/dl ve 161 ± 8.2 mg/dl idi. HRT ile M değeri ortalama %28 artma gösterdi (p<0.001). Ayrıca, LDL-K %2 (p<0.044), TK %9.1 (p<0.016) ve insülin düzeyi %33 (p<0.022) azalma, HDL-K ise %17 (p<0.009) artma gösterdi. Buna karşılık, TG, C-peptid ve glisemi düzeylerinde anlamlı ölçüde bir değişme olmadı (p>0.05).

Çalışmamızda HRT ile hem insülin direncinde hem de serum insülin düzeyinde anlamlı bir iyileşme saptanmıştır. HRT endikasyonu konulurken bilinen yararlı etkileri dışında insülin direncini azaltıcı etkileri akılda tutulmalıdır.

8 - Tip II Diyabetes Mellitusta Mikrovaskuler Komplikasyonların Endotelin 1 Düzeyleri ile İlişkisi - 1998

Demirbaş, B., S. Güler, B. Çakır, G. Gürsoy, R. Serter ve Y. Aral
Ulusal Bildiriler 34.Ulusal diyabet kongresi ve 3. Uluslar arası obezite sempozyumu. Kongre program ve özet kitabı, 68, S-24, Mayıs, 1998

ABSTRACT

Diabetik Mikroanjiopati patogenezinde kan akımının otoregülasyonunda bozulmanın önemli faktör olduğuna dair deliller vardır. Vasküler endotel, vasküler tonüsün regülasyonunda rol almaktadır. Endotelin-l vasküler endoteliyal hücrelerde sentez edilen 21 aminoasitli uzun etkili potent bir vazokonstrüktör polipeptid olup vasküler tonüsün artışına katkıda bulunur. Endojen Endotelin-1 ile ortaya çıkan vazokonstrüksiyon mikrovasküler hasara neden olmaktadır. Bu düşünceden yola çıkarak normotansif 76 Tip II Diabetik hastanın Plazma Endotelin-1 düzeylerine bakılarak Endotelin-l ile mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişki araştırıldı. Çalışmaya alınan hastaların 53'ü kadın 23'ü erkek olup ortalama Endotelin-l düzeyleri 1,37 (0.41 pgr/ml idi. Kontrol grubu 8 kadın, 5 erkek 13 sağlıklı kişiden oluşmuş olup ortalama Endotelin-l düzeyleri 1.04(0.15 pgr/ml idi. Diabetik hastalar ile kontrol grubunun Endotelin-l düzeyleri arasındaki bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Diabetik hastaların 33 ünde mikrovasküler komplikasyon retinopati tespit edildi. Bunların 22 sinde retinopati, nöropati ve nefropati, 3 hastada retinopati ve nefropati, 4 hastada retinopati, nöropati, 4 hastada ise sadece retinopati vardı. 43 hastada herhangi bir komplikasyon görülmedi. Mikrovasküler komplikasyonları olan ve olmayan Diabetik hastaların Endotelin-l düzeyleri karşılaştırıldığında istatitiksel anlamlı fark tespit edilmedi (p>0.05). Bir çok çalışmada Endotelin-l düzeyi Diabetik mikrovasküler komplikasyonları olan hastalarda, olmayanlara oranla yüksek bulunmuştur. Bazı yayınlarda yüksek Endotelin-l düzeyi mikroanjiopatinin göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bizim çalışmamız ise Endotelin-l düzeyleri ile mikroanjiopatik komplikasyonlar arasında belirgin bir ilişki saptanmayan diğer grup çalışmalar arasında yer almaktadır.

7 - Erkek Çocukta İdiyopatik Komplet Puberte Prekoks Olgusu - 1997

Demirbaş, B., B. Çakır, L. Dervişoğlu, R. Serter, G. Gürsoy ve Y. Aral
Ulusal Bildiriler 20. Ulusal Endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları kongresi Kongre Program ve Özet Kitabı , 210, G-3, İzmir, 1997

ABSTRACT

'Komplet puberte prekoks' hipotalamo-hipofızer-gonadal aksın prematür aktivasyonu sonucu oluşur. Hastalar nöroradyolojik olarak incelendiğinde bu aksı aktive edecek herhangi bir patoloji bulunamadığında 'idiopatik komplet puberte prekoks'tan (İKPP) söz edilir. İKPP nadir olup, kız çocuklarında erkek çocuklarına oranla 9 kat daha fazla görülür. Kliniğimize yatırılan 6 yaşındaki erkek çocuk hastada yapılan tüm incelemeler sonucunda İKPP tesbit edilmiştir. Aynı hasta çocuk psikiyatrisi kliniğince değerlendirilip hiperkinetik dikkat eksikliği sendromu tanısını almıştır. İKKP'nin nadir olması erkek çocuklarda daha az rastlanması ve hiperkinetik dikkat eksikliği sendromu ile birlikte bulunması nedeni ile olgunun sunulmasını uygun bulduk. 

6 - Osteopetrosis Tarda: Olgu sunumu - 1997

Çakır, B., S. Güler, L. Dervişoğlu, R. Serter, G. Gürsoy ve Y. Aral
Ulusal Bildiriler 20. Ulusal Endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları kongresi Kongre Program ve Özet Kitabı, 192, M-9, İzmir, 1997

ABSTRACT

Osteopetrozis kemik yoğunluğunda artış ile karakterize nadir görülen bir hastalık grubudur. Osteopetrozis tarda bu grubun daha çok otozomal dominant geçiş gösteren, hastaların asemptomatik olabileceği gibi patolojik kırıklar, tutulan kemik bölgelerine göre nörolojik defisitlerle kendini gösterebilen bir alt grubudur. 18 yaşında olan erkek hastamızda çocukluğundan bu yana multipl fraktürler ve bunlara ait multipl operasyonlar, kortikal ve uzun kemiklere ait direkt grafilerinde yaygın osteosklerotik lezyonlar mevcuttu. Hastanın kemik mineral yoğunluğu kendi yaş grubunun çok üzerinde idi ( z değeri: +15). Laboratuar değerlerinde ise alkalen fosfataz ve asit fosfataz seviyeleri belirgin bir şekilde yüksek idi. Hastanın diğer iki kardeşinden 14 yaşındaki kız kardeşinin hiç bir şikayeti olmamasına rağmen, direkt grafileri osteosklerotik olup, kemik mineral yoğunluğu kendi yaş grubuna göre çok yüksekti (z değeri: +8). 1990 yılına kadar yaklaşık 300 kadar osteopetrozisli olgu bildirilmiştir. Bu hastalık nadir görüldüğü için olgumuzu sunmayı uygun gördük.

5 - Gebelikte Portal Ven Trombozu: Olgu Sunumu - 1996

Ünlü, R., M. Cindoruk, F. Yakaryılmaz, B. Çakır, Ü.B. Doğan, İ.S. Yıldırım
Ulusal Bildiriler 13. Ulusal Gastroenteroloji kongresi, B116, P-478, Antalya, 1996

ABSTRACT

Portal ven trombozu (PVT) nun nedeni genellikle siroz, abdominal malignite, intraabdominal enfeksiyon, abdominal cerrahi ve hematolojik hastalıklardır. Gebelikte gelişen pıhtılaşmaya eğilim, venöz trombozlara ya açabilir Gebelikte ve postpartum dönemde, tromboemboli riskinin normal populasyona göre beş kat arttığı bildirilmişse de PVT nadir görülen bir komplikasyondur 28 yaşında bayan hasta, karın ağrısı ve karında şişlik yakınmaları ile polikliniğimize başvurdu. Bir ay önce normal vaginal yolla doğum yapan hastada, postpartum dönemde asit saptanmıştı ve post partum onuncu günde melena tarzında bir hafta süren kanama tarifliyordu. 4. ayda yapılan U5G' si normaldi. Soluk görünümde olan hastada asit ve splenomegali saptandı. Lab. incelemelerinde Hb: 10 5 gr/dl, Hct: %31.2, PLT: 171.000, ESR: 56 mm/saat, bulundu. KCFT, protein C (2.9 gr/ L), protein S (19.1 gr/ L) ve Antitrombin III (80.5 U) normaldi. Fibrinojen: 5 gı/L, HBsAg ve Anti HCV (-) di Asit sıvısı transüdaydı. Periferik yayma hafif hipokromi dışında normal olarak değerlendirildi. Endoskopik incelemede, özefagusda III/IV. dereceden varisler saptandı. Abdominal ultrasonografide karaciğer normal, dalak diffüz olarak büyük (çap 210 mm). splenik ven, hilusda 18 mm ve kıvrıntılı olarak bulundu. Portal hilus da portal ven trombozu ve poststenotik dilatasyon saptandı. Splenoportografide portal ayırım seviyesinde trombüse ait dolma defekti hepatofugal koleteral venöz dolaşım ve mide fundus seviyesinde portakaval şant tespit edildi. Gebelikte tromboembolik komplikasyonlar mortalite ve morbiditedeyi artırdığı için önemlidir. Bu yazıda, gebeliğe bağlı gelişen bir portal ven trombozu olgusu, nadir görüldüğü için sunulmuştur. 

4 - Portal Ven Trombozlu On Hastanın Değerlendirilmesi - 1996

Ünlü, R., M. Cindoruk, F. Yakaryılmaz, B. Doğan, N. Bulut, B. Çakır, İ.S. Yıldırım
Ulusal Bildiriler 13. Ulusal Gastroenteroloji kongresi , B117, P-479, Antalya, 1996

ABSTRACT

Portal ven trombozu (PVT) nadir görülen önemli bir portal hipertansiyon nedenidir. Bu çalışmada, kliniğimizde takip edilen 10 portal ven trombozlu olgu etiyolojik faktörler ve klinik bulgular yönünden incelenmiştir. 10 olgunun ikisinde siroz, birinde hepatosellüler ca., birinde gebelik, birinde Protein S eksikliği ve birinde de geçirilmiş akut kolesistit atağı PVT’ undan sorumlu tutulmuştur 4 olguda ise PVT nedeni saptanamamıştır. Hastaların hepsinde karın ağrısı, 6 hastada şişkinlik, 5 hastada halsizlik, 4 hastada kilo kaybı, 3 hastada iştahsızlık, 3 hastada bulantı ve kusma, 2 hastada gece terlemesi ye iki hastada kabızlık yakınması saptanmıştır. Hastaların doktora başvurma nedeni 5 hastada karın ağrısı iken 3 hastada özefagus varis kanaması ve 2 hastada aside bağlı karında şişlik yakınmasıdır. Fizik muayenede, hastaların hepsinde karında hassasiyet bulunmuştur. 8 hastada splenomegali, 4 hastada asit, hepatosellüler ca.’lı bir hastada ise karında kitle saptanmıştır. Hastaların 7' sinde trombositopenin de bulunduğu bir anemi tablosu göze çarpmaktadır.

3 - İnflamatuar Barsak Hastalıklarında Akut Faz Reaktanları ve İnterleukin-1, İnterleukin-6 ve Tümör Nekrosis Faktör α Düzeyleri - 1996

Ünlü, R., N. Tülek, H. Akbulut, F. Yakaryılmaz, B. Çakır, S. Haznedaroğlu, F. Bulduk ve İ.S. Yıldırım
Ulusal Bildiriler 13. Ulusal Gastroenteroloji kongresi , B107, P-441, Antalya, 1996

ABSTRACT

Sitokinler hücreler arası immün düzenleyici olarak görev yapan peptid yapıda mediatörlerdir. Sitokinlerin Inflamatuar Barsak Hastalıkları (İBH) patogenezinde rol oynadığı bilinmekte ise de sitokinlerde meydana gelen değişikliklerin klinik bulgularla olan ilişkileri net değildir. Bu çalışmada İBH'da interleukin 1 beta (IL-1b), interleukin 6 (1L-6) ve tümör nekrozis faktör alfa (TNFa) düzeylerinin hastalık aktivitesi ile ilişkisini araştırmayı ve akut faz reaktanları ile karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmaya 31 ülseratef kolit (ÜK) hastası (14 kadın, 17 erkek, yaş ort. 39.6 yıl), 11 crohn (CH) hastası (6 kadın, 5 erkek, yaş ort. 36.7 yıl) ve 20 sağlıklı kontrol grubu (14 kadın, 6 erkek, yaş ort. 34.6 yıl) alındı. CRP, ESR ve fibrinojen düzeyi aktif ÜK ve aktif CH grubunda, inaktif ÜK inaktif CH ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01, p<0.05). Serum IL-1b düzeyi aktif ÜK hasta grubunda, inaktif ÜK, CH grubu ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak Yüksek bulundu (p<0.05). Gruplar arasında TNF b düzeyleri açısından istatistiksel fark saptanmadı

Sonuç olarak, İBH'da akut faz reaktanları hastalık aktivitesini gösteren güvenilir parametrelerdir. IL-lb, T lenfosit aktivitesini doğrudan gösterdiği için özellikle UK'de aktivitenin saptanması ve hasta takibinde akut faz reaktanlarına göre daha spesifik bir belirleyicidir. IL-6 düzeyi CH'da aktivitenin saptanması ve hasta takibinde spesifik bir belirleyicidir.

2 - Gastrik Karsinomalı Olgularda Helicobacter Pylori Sıklığı - 1995

Yakaryılmaz, F., M. Cindoruk, H. Akbulut, S. Haznedaroğlu, S. Taşkesen, B. Çakır, İ. Soykan, N. Bulut ve S. Yıldırım
Ulusal Bildiriler 12. Ulusal Gastroenteroloji Kongresi ve 2. Türk Japon Gastroenteroloji Günleri Kongre Özet Bildiri Kitabı, P- 308, 1/1, İzmir, 1995

ABSTRACT

Gastrik karsinomayı kolaylaştırıcı bir faktör olduğu gösterilen Helicobacter pylori (Hp) spiral, kamçılı,gram(-) bir çomaktır. Gastrik karsinomalı olgularda Hp araştırmak amacıyla Mart 1993 let Aralık 1994 tarihleri arasında kliniğimize Mide Ca tanısı ile yatırılan 30 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 19(%64)’ u erkek, 11(%36)’i kadın, yaş ort. 65.6 idi. Kontrol grubunu gastirik yakınmaları olmayan 30 vaka oluşturdu. Bunların da 20(%66)’ si erkek, 10(%34)’ u kadın, yaş ort. 52.5 idi. Üst GİS endoskopisinden önce biyopsi kanalı serum fizyolojik ile biyopsi forsepsi de %10 formol ile yıkandı. Her biyopsi için ayrı forceps kullanıldı.

Histopatoloji tanı için lezyonlu dokudan 4 adet. Hp varlığını araştırmak için de preplorik antrumdan 2 biyopsi örneği alındı. Hızlı üreaz testi (CLO) ve gram boyama ( lam preparatta) ile değerlendirildi.

Gastrik kacsinomalı olguların Lauren klasifikasyonuna göre 9 (%30)’ u diffuz tip, 21 (%70)’i intestinal tip olarak saptandı. Gastrik kanserli olgularda CLO testi 18 (%50), gram boyama 12 (%40) vakada pozitif kontrol grubunda ise CLO testi 12 (%40), gram boyama 7(%35) pozitif bulundu. İki grup karşılaştırıldığında gastrik karsi noma olgularında Hp sıklığı kontrol grubuna göre CLO testi ile anlamlı yüksek bulundu (p<0.05). Ancak gram boyamada bu fark anlamlı değildi.

Diffüz tip intestinal tip arasında da her iki yönteml bir fark bulunamadı ve Hp pozitiflikleri %50 idi

Sonuç olarak Hp enfeksiyonu gastrik karsinoma etyolojilerinden biridir ancak tek sebep değildir. Etyolojiye multifaktoriyel yaklaşılmalıdır.

1 - Kronik Karaciğer Hastalığının Değerlendirilmesinde Doppler Ultrasonografinin Rolü - 1993

Akbulut, H., S. Yıldırım, İ. Soykan, S. Haznedaroğlu ve B. Çakır
Ulusal Bildiriler 10. Ulusal Türk Gastroenteroloji kongresi Kongre Kitabı, 181, B-172, Bursa, 1993

ABSTRACT

Bu çalışmada renkli Doppler USG ile kronik karaciğer hastalığı ve portal hipertansiyonun değerlendirilmesinde kullanılabilecek değişik parametreler araştırıldı.

Klinik ve histopatolojik olarak kronik karaciğer hastalığı tanısı konulan 30 erişkin hasta ve herhangi bir hastalığı bulunmayan 20 sağlam erişkin çalışmaya alındı. Her iki gruptaki bireylerde açlık ve postprandiyal evrelerde renkli Doppler USG (Toshiba 270 SSA) incelemeleri yapıldı.

Hasta grubunda kontrollere göre portal ven akım hızı azalırken (13.9±0.7 cm/sn, 17.1±0.7 cm/sn) portal ven debisi (984±74 ml/dk; 697±41 ml/dk) ve splenik ven debisi (548±58 ml/dk; 239±17 ml/dk) artmış olarak bulundu. Kontrol grubunda postprandiyal portal ven akım hızı anlamlı olarak artarken hasta grubunda anlamlı bir değişik izlenmedi. Vücut yüzey alanı, hemoglobin ve serum albumin değerlerine göre düzeltilmiş portal ve spienik ven ölçümlerinde hasta grubunda anlamlı farklılıklar izlendi.

Sonuç olarak renkli Doppler ultrasonografi ile yapılan rutin ölçümlerin yanı sıra vücut yüzey alanı, hemoglobin ve serum albumin değerlerine göre düzeltilmiş portal ve splenik ven debisi ölçümlerinin kronik karaciğer hastalığının tanısında ve değerlendirilmesinde yardımcı parametreler olarak kullanılabileceği kanaatine varıldı.